Author Archive

ROZA..

ROZA..

‘sen bir bahar çağrısı
sen bir günde dört mevsim..’ (Yenigün..)

‘en küçük aylak ‘ROZA’ bebek aramıza hoş geldin..

aylak bebeler çoğalıyor , GÜNEŞ’ten sonra ROZA’da bu sabah geldi aramıza katıldı.. ailemiz büyüyor..

ROZA’ya annesi özlem ve babası ümo efendiyle sağlık , mutluluk dolu bir hayat diliyoruz aylak adamız ailesi olarak..

bugün ümo’muz baba oldu.. heyecanlı bekleyiş sonra erdi sonunda.. ee ümo efendi babalık hakkında ve ROZA’yla ilgili senden bir yazı bekliyoruz artık..

sabah reisle (blackhawk) beraber gittik ROZA bebeği gördük , ilk merhabamızı kendisine dedik ve tanıştık..

şirin mi şirin , tatlı mı tatlı ama ümo’ya hiç benzeyemeyecek derecede sessiz bir bebek ROZA..   

bize kime benziyor diye sordular ama bizden yorum çıkmadı.. hele birkaç hafta geçsin ondan sonra yorumumuzu yaparız..

ümo’nun ve özlem’in gözleri parlıyordu.. mutlulukları daim olsun , gözleri hep böyle parlasın kardeşlerimizin..

artık ümo bir ara bize ROZA’nın gelişi onuruna bir ROZA gecesi yapar mekanda..  

ayrıca ümo’muz bir fotoğrafını ulaştırırsa bize diğer aylaklar da ROZA’yla tanışır buradan..

tekrar hoş geldin ROZA , seninle daha güçlüyüz , daha umutluyuz artık..

Blackhawk , Crockett..

RIMBAUD’YU ANLAMAYA.. – CAN YÜCEL

RIMBAUD’YU ANLAMAYA.. 

El’an yaşayan bir vücudun

Yaşamaktan caymasıdır en ağır durum ,

Ondan , ondan da beteri

Vakitsiz açelyalar açmasıdır ruhun…

Ey mevsim , ey kefenim ,

Rimbaud benim koltukevim…

 

Delikanlı bir tekmeyle daldı içeri

Açılır-kapanır kapılardan

Girip-çıkmamak üzre bidaha…

 

O saisons , o chateaux

Quelle âne est sans défault !

Şimdi tarihini hatırlayamayacağım , Bedri Rahmi Eyüboğlu , ‘Cumhuriyet’ gazetesinin ikinci yaprağında çıkan bir yazısında , Rimbaud’nun bu ünlü şiirinin yukardaki dizisini alıntılarken , bir dizgi yanlışı yüzünden ‘âme’ olması gereken sözcük , ‘âne’ diye çıkmıştı.. Böylece dize ‘hangi can günahsız ki !’ yerine , ‘hangi eşek günahsız ki !’ anlamına gelmiş oluyordu..

CAN YÜCEL

(Canfeda , CAN YÜCEL.. Türkiye İş Bankası Yayınları , Kasım 2010..)

Yeraltından Notlar

Yeraltından Notlar

”İnsan kendi kendisine karşı tümüyle içten olabilir mi?… Heine öz yaşam öyküsü yazmanın hemen hemen olanaksız olduğunu, insanın kendisinden söz ederken birtakım yalanlar katabileceğini söyler. Heine’ye göre Rousseau ‘İtiraflar’ adlı kitabında mutlaka yalan üstüne yalan kıvırmış, üstelik bunları gururu sebebiyle bilerek, isteyerek yapmıştır. Ben de Heine’nin haklı olduğuna inanıyorum. İnsan gerçekten de bazen yalnızca gururu nedeniyle kendisini cinayete kadar uzanabilecek yalanlara bulaştırabilir. Bunun ne biçim bir gurur olduğunu da çok iyi anlıyorum. Ama Heine, itirafını topluma, başkalarına sunan bir kimseden söz ediyordu. Oysa ben yazdıklarımı yalnız kendim içim yazıyorum.”(s.55) der Yeraltından Notlar’da Dostoyevski.

Yıllar önce okuduğum yeraltından notlar hayatımı şekillendiren ve beni paramparça edip yeniden birleştiren kitapların başında gelir. Sanırım lise ye gidiyordum okuyup, yıkıldığımda..

Evet yıkıldım, o güne kadar kafamda oluşturduğum tüm dünya yıkıldı…

Öğrendiğim her şey yalanmış meğer; insanların hayatlarının en kalabalık gününde aslında en yalnız olduğunu, her doğrunun aslında doğru değil de çoğunun doğru kılıfına girmiş yalanlar olduğunu, ve insana en büyük acıyı ancak en sevdiklerinin yaşatabileceğini , ve her gün nefret ede ede de olsa nefes aldığım şu dünyanın en açık gerçeğinin yalnızlık olduğunu Yeraltından Notlar’la öğrendim. Ah tabi öğrendiklerimi yıllar sonra Aylak Adam’la ezber ettim.

Okumalarım arasında yıllar olmasına rağmen altını çizdiğim yerlere bakın :

‘kalıplar , normal insanlar için iki kere ikinin dört etmesi gibi kesinlikle huzur demektir.’ Yeraltından Notlar

“Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu” Aylak Adam

Buradan şu sonucu mu çıkarmalıyım acaba yıllar geçmesine rağmen fark ettiğim ve diğer insanlardan farklı olduğumu düşündüğüm şeyler aynı demek ki ya yaşadıklarımdan ders almıyorum ya da dünyanın kötülüğü hala aynı hızla yayılıyor…

Hermann Hesse, bir denemesinde Dostoyevski için: “Dostoyevski, ancak kendimizi berbat hissettiğimizde, acı çekebilme sınırımızın sonuna varmışsak ve yaşamı bütünüyle alev alev yanan bir yara diye algılıyorsak, eğer artık yalnızca çaresizliği soluyorsak ve umutsuzluğun bin bir ölümünü yaşamışsak, işte ancak o zaman okumamız gereken bir yazardır. Ancak o zaman, yani acıdan yapayalnız kalmış, felce uğramış olarak yaşama baktığımızda, o vahşi ve güzel acımasızlığı içersinde yaşamı artık anlayamaz olduğumuzda ve ondan hiçbir şey istemediğimizde, evet, ancak o zaman bu korkunç ve görkemli yazarın müziğine açığız demektir. Böyle bir durumda artık birer izleyici olmaktan, yalnızca okuduklarımızın tadına varıp onları değerlendirmekle yetinen kişiler olmaktan çıkmış, Dostoyevski’nin eserlerindeki o zavallı ve yoksul kardeşlerin arasına katılmışız demektir; o zaman biz de onların acılarını çekeriz, onlarla birlikte, soluk bile almaksızın, yaşamın anaforuna, ölümün sonrasız öğüten değişmenine bakışlarımızı dikip kalırız. Ve yine ancak o zaman Dostoyevski’nin müziğine, bizi teselli etmek için söylediklerine, sevgisine kulak veririz; ancak o zaman onun korkutucu, çoğu kez cehennemden farksız dünyasının anlamını kavrarız.” der,

Not: okudukça yalnızlaşmaktan korkmayanlara şiddetle tavsiye edilir !!! Eğer korkuyorsanız hiç başlamayın gerçi başlasanız da başlamasanız da günün birinde o yalnızlık sizi gelip bulacak ya, neyse…

Eyvallah…

‘TERS’

Bütün Saatlerin Sahibi Olmak…

(Karikatür : Dağıstan Çetinkaya)

Bütün Saatlerin Sahibi Olmak…

‘Saatler vardır ki zorla elimizden alınır. Saatler vardır ki elimizden akıp gider. Hayatın büyük kısmı hiçbir şey yapmamakla, geri kalanı ise yapılması gerekenden başka şeyler yapmakla geçer. Bana bir insan göster ki zaman küçücük bir değer versin, bir günün anlamını bilsin ve her gün bir parça öldüğünün farkına varsın! O halde dostum, bütün saatlerin sahibi ol! Küpün dibinde kalanı idareli kullanmak iş işten geçtikten sonra tedbir almaktır. Zira sona kalan kısım, yalnız en az kısım değil, aynı zamanda en fena kısımdır.’

Seneca

Odasında tüm saatlerin akrep ve yelkovanını sökmüş bir adamın posteri olan biri olarak ne büyük laflar peşinde koşuyorum yahu…

Bütün saatlerin sahibi olmak , vay anasını dedirtiyor adama ne büyük arzu , ben itiraf ediyorum kendime evet istiyorum ama galiba her isteyenin sahip olamadığı bir şey bu hala sadece kendi zamanımın bile sahibi olamadığıma göre…

Bugünümü hayal ediyorum…

İş yerinde tonlarca aptallıkla uğraştıktan sonra haberlere bakayım diyorum sanki tüm insanlar kafayı yemiş, la yeter be diyesim geldi , yine mi “kör öldü badem gözlü oldu”…

(vasiyetimdir ben ölünce içinizden geldiği gibi küfür edin hatta sadece küfür edin , ama asla yüzüme söylemediklerinizi arkamdan söylemeyin…)

3. sayfa haberlerinden ve uyutulmaya alışmış bir millete masallar okumaya alışmış aptalca magazinel haberlerden bahsetmiyorum bile…

Ve daha neler neler…

Ne şahane sahip olmuşum kendi zamanıma bile değil mi…

Ama sanırım Seneca burada başka bir şeyden, farkındalıktan bahsediyor, uyanık olmaktan, ve aldığı her nefesi duyumsamaktan bahsediyor…

O zaman ne diyelim sıradaki parçamız hala yaşayabilen ve bunun farkında olan hatta bundan mutlu olanlara gelsin…

Eyvallah…

‘TERS’

ROBERT WALSER..

‘tanınmayan biri olarak kalmak istiyorum.. birileri illa da bana dikkat etmek istiyorlarsa , etsinler , ama ben bu dikkat edenlere hiç dikkat etmeyeceğim.. bugüne kadar kitaplarımı asla zorlamayla yazmadım.. çok yazmak , eserin zengin olacağı anlamına gelmez.. ikide bir önceki kitaplarımdan söz edip durmasın kimse.. onların değeri abartılmasın , yaşayan walser kendi verdiği kadarıyla alınsın , o kadarıyla kabul edilsin..’

ROBERT WALSER..

‘daima.. küçük , kayıp bir  kuzu gibi yalnızdı..insanlar ona nasıl yaşayacağını öğrenme konusunda yardım ederek eziyet çektiriyorlardı.. çok korunmasız görünüyordu.. küçük bir oğlanın , tek başınalığı göze çarpmasına neden olduğu için sopayla yakalayıp dalından kopardığı bir yaprağa benziyordu.. başka bir deyişle , eziyeti davet ediyordu..’

ROBERT WALSER..

‘kimseye dilemezdim ben olmayı

ancak ben katlanabilirim kendime..

bu kadar bilmek , bu kadar görmek ve

hiçbir şey hakkında , hiçbir şey söylememek..

ROBERT WALSER (Şiir Çeviri : Esen Tezel..)

‘biliniz ki beyefendi , yaklaşık on yıl önce ürettiğim her şeyin taslağını , çekine çekine ve hülyalara dalarak , önce kurşunkalemle yapmaya başladım , bu da elbette yazma sürecine , neredeyse devasa boyutlarda , bıktırıcı bir yavaşlık yüklüyordu.. son derece tutarlı ve adeta bürokratik bir kopya sistemiyle at başı giden kurşunkalem sisteminden gerçek bir azap çekiyordum ama bu işkence bana sabrı öğretti , öyle ki sabretme sanatında usta oldum.. bir metnin kaleme alınması çevresinde doğan böylesi bir bilgiçlik gösterisini gülünç bulacaksınız belki de.. bununla birlikte kurşunkalem yöntemi benim için bir anlam taşıyor.. bu satırların yazarına dönecek olursak , gerçekten de öyle bir an geldi ki dolmakaleme karşı ürkütücü , korkutucu bir tiksintiye kapıldı , size zar zor tarif edebileceğim bir ölçüde bıktı , kullanmaya başlar başlamaz büsbütün aptallaşıyordu , bu dolmakalem nefretinden kurtulmak için kurşunkalemle karalamalar yazmaya , taslaklar hazırlamaya , gırgır yapmaya koyuldu.. bana kalırsa kurşunkalem yardımıyla daha iyi oynayabiliyor , daha iyi yazabiliyordum : işte asıl o  zaman yazmanın hazzı can buluyormuş gibi geliyordu bana.. sizi temin ederim ki dolmakalemle (berlin’de başladı bu mesele) elimin gerçek anlamda başarısızlığa uğradığını yaşadım , bir tür kramp , bir tür kıskaçtı bu , kurşunkalem kullanmak zar zor , ağır ağır kurtardı beni bundan.. güçsüzlük , kramp , boğulma her zaman hem bedensel hem de zihinsel bir şeydir.. bir bakıma yazıya , yazının dağılıp bozulmasına yansıyan bir harap olma döneminden geçtim demek.. yazdıklarımı kurşunkalemle kopyalayarak ancak , yazmayı yeniden öğrenebildim , tıpkı küçük bir çocuk gibi..’

ROBERT WALSER..

(Max Rychner’e yazılmış 1927 yılına ait bir mektuptan..)

‘İSVİÇRELİ AYLAK..’

‘bu iki sözcüğün yan yana gelmesi  ,  bir tamlama olması , insanı şaşırtıyor , değil mi..

bazı yazarların adlarını yıllarca , on yıllarca işitirsiniz , giderek bir iki kitabını alıp kitaplığınıza koyarsınız ama okumak bir türlü kısmet olmaz.. robert walser konusunda ben bunu yaşadım.. ancak birkaç hafta önce elimi attım yıllardır yanımda gezdirdiğim jakob von gunten romanına.. sonra birkaç kitabını alıp karıştırdım.. şaşırdım.. isviçre’den de bir aylak geçmiş meğer.. yalnızca aylak bir  adam değil , aylak bir yazı varmış bu düzenli , kurallı insanlar beldesinde.. o romanından öbürlerine , yazmış olduğu yüzlerce sayfaya  sürüklendim.. sanki bir anafora kapıldım.. yürümekten ve yazmaktan başka hiçbir işe yaramamış bir garip.. yürür gibi yazmış.. yazar gibi yürümüş.. kendisi yürüdükçe bütün dünyanın yürüdüğünü duyumsayan , köşesine çekildiğinde yazısıyla / yazısında yürüyen bir yazar.. yürümek , yazmak , dön baba dönelim oynamakla yetinmek istemiyorsanız , durmadan mesafe almak uzaklaşmak demektir.. dışarıya da yansıyan , giderek dış yaşamınızı da belirleyen bir iç yolculuktur.. bir kişi daha uzağa gitmek isterse , uzaklara gitmeyi göze alırsa , sonunda gözden kaybolacağını bilmelidir..elbette , gözden kaybolabilmek için önce görünmek / görülmek gerek , göze girilemese bile.. bana sorarsanız , böyle düşünmüş robert walser.. yazısı da , yaşamı da bu çizgiyi izlemiş..

……

robert walser’in yazınsal yaşamının bundan önceki dönüm noktası ise 1918 yılında ‘mikrogram’ diye bilinen yazma biçimini bulmasıdır.. ekşi sözlükte bu deyimin minikyazı olarak türkçe’ye aktarıldığını gördüm.. hiç fena değil doğrusu.. minik güzel harflerle yazdığı 526 belge ortaya çıkarılmış , o öldükten çok sonra.. walser , 1918 yılında mürekkepli kalemle yazmanın kendisinde gerginliğe yol açtığını düşünerek kurşun kalemle yazmaya başlar.. kurşun kalemle yazdıklarını daha çok müsvedde gibi değerlendirip mürekkepli kalemle temize çeker önce.. daha sonra kurun kalem tek yazı aracı olur.. ölümünden sonra bulunan yazılar düz boş kağıtlardan çok takvim yapraklarına , faturaların , vergi ödeme kağıtlarının , kartpostalların boşluklarına , dergi sütunlarının aralarına yazılmıştır.. güzel yazı ustası walser mikrogramlarında ‘kurrentschrift’ denilen özel bir yazı türüne başvurmuştur.. yazılar çok sık kaleme alınmıştır.. harflerin zaten kısa olan boyu da gittikçe kısalmış , bir iki milimetreye inmiştir.. 526 mikrogramın çözülmesi yıllar almış ve ancak 1972 yılında yayımlanabilir hale getirilmişlerdir.. robert walser’in varlığından hiç söz etmediği ünlü ‘haydut’ romanı da bu mikrogramların arasından çıkmıştır..’

‘İSVİÇRELİ AYLAK’ , OĞUZ DEMİRALP..

‘Daha fazlası için KİTAP-LIK Aylık Edebiyat Dergisi (YKY Yayınları) ,  Eylül 2010 , Sayı 141..’

(kendi isteğiyle 30 yıldan fazla uzun süre akıl hastanesinde yatan robert walser kendine has yazı tarzıyla 560 sayfayı aşan yazılar yazmış , ölümünden sonra özel aletler sayesinde çözümlenen bu yazılardan çok sayıda roman , öykü ve denemeler çıkmış.. walter benjamin , herman hesse başta olmak üzere , kafka-musil ikilisini ve onların ekolünü takip edenlerce robert walser’in eserleri ve kişiliği çok önemsenmiştir.. türkçeye sadece bir eseri çevirilmiş ama o da piyasada bulunmamakta maalesef.. dilerim ki en kısa zamanda tüm eserleri türkiyeli okurlara kazandırılır.. kitap-lık dergisinin 141. sayısında kapsamlı yazılar var walser hakkında.. kaçrılmaması gereken bir sayı tabi onu da bulabilirseniz..

Crockett..)

İlk Yudum..

‘biranın ilk yudumu.. önemli olan tek şey budur , öteki yudumlar gittikçe uzar , gittikçe anlamsızlaşır , yalnızca uyuşukluk , pelteklik , baştan savma bir dil çözülmesi belirir insanda.. belki son yudum , bitirmenin düş kırıklığıyla insanda o her şeyi yapabilecek gücü yaratır yeniden..

Oysa ilk yudum öyle mi ? yudum ? bu , ağıza alınmadan çok önce başlar.. köpükle büyüyen o serinlik ,  o köpüklü altın renk dudaklardayken , ardından ağır ağır damakta acılıktan arınmış mutluluk , hazza dönüşür , ilk yudum ne kadar uzun gelir insana.. yapay , bilinçli bir açlıkla dikiverirsiniz birden.. aslında önceden bilinir her şey : ideal başlangıç , ne çok aşırı ne de çok az miktar.. bir iç çekişle , bir dil şapırtısı ya da onlara eşdeğer bir sessizlikle çekici duruma getirilmiş ani bir huzur.. sonsuzluğa açılan bir zevkin aldatıcı doyumu.. bunu önceden bilirsiniz aynı zamanda.. bütün en iyi şeyler üstün tutulur.. kadehinizi yerine koyar ve kurutma süngeri görevini gören küçük  kare biçimindeki bardak altlığından biraz öteye bırakırsınız hatta.. katkılı bal renginin soğuk güneş renginin tadını çıkarırsınız.. tamamen bir bekleyiş ve bilgelik kuralıyla , hem az önce oluşmuş , aynı zamanda da kaçıp gitmiş olan mucizeyi dizginlemek istersiniz.. ısmarlanan biranın tam adını okursunuz kadehin üstünde.. oysa içerik ve kap birbirlerini sorguya çekebilir , birbirlerine bol bol karşılık verebilir , hiçbir şey çoğalmayacaktır artık.. ama güneşin yer yer yansıdığı küçük , beyaz masasının önünde düş kırıklığına uğramış simyacı , yalnızca görünüşü kurtarır ve gittikçe azalan bir neşeyle daha çok bira içer.. acı bir mutluluktur bu.. ilk yudumu unutmak için içer insan..’

Philippe DELERM..

‘Harcıâelem İçki : BİRA’ , DENİZ GÜRSOY , Oğlak Yayıncılık , 2004..

BİR GÜN SABAH SABAH – TURGUT UYAR

BİR GÜN SABAH SABAH

bir gün sabah vakti kapıyı çalsam ,

uykudan uyandırsam seni :

ki , daha sisler kalkmamıştır haliç’ten.

vapur düdükleri ötmededir.

etraf alacakaranlık ,

köprü açıktır henüz.

bir gün sabah sabah kapıyı çalsam…

 

yolculuğum uzun sürmüş oldukça

gece demir köprülerden geçmiştir tren.

dağ başında beş-on haneli köyler ,

telgraf direkleri yollar boyunca

koşuşup durmuş bizle beraber.

 

şarkılar söylemişim pencereden ,

uyanıp uyanıp yine dalmışım.

biletim üçüncü mevki ,

fakirlik hali.

lületaşından gerdanlığa gücüm yetmemiş ,

sana sapanca’dan bir sepet elma almışım…

 

ver elini haydarpaşa demişiz ,

vapur rıhtımdadır pırıl pırıl ,

hava hafiften soğuk ,

deniz katran ve balık kokulu

köprüden kayıkla geçmişim karşıya ,

bir nefeste çıkmışım bizim yokuşu…

 

bir gün sabah sabah kapıyı vursam ,

– kim o ? dersin uykulu sesinle içerden.

saçların dağınıktır , mahmursundur.

kim bilir ne güzel görünürsün sevgilim ,

bir sabah vakti kapıyı çalsam ,

uykudan uyandırsam seni ,

ki , daha sisler kalkmamıştır haliç’ten.

fabrika düdükleri ötmededir.

TURGUT UYAR

(Büyük Saat , Bütün Şiirleri – Turgut Uyar , YKY yayınları ,Mayıs 2002)

‘SUSKUNLAR’ – YA DA ‘MODERN ZAMAN’A MASALLAR

‘SUSKUNLAR’ – YA DA ‘MODERN ZAMAN’A MASALLAR

‘Aslında bu kitap mezarlıklar arasında sükuneti arayanların kitabı, hafta sonu sadece kafa dinlemeye bir mezar a bakıp düşünmek için mezarlığa giden gariplerin okuyabileceği kitaptır, bunu yapmayan biriyseniz hiç başlamayın bence bitiremezsiniz…

Eğer hala okumayı planlıyorsanız bu kitabı aşka hazırlıklı olmalısınız çünkü Sayın İhsan Oktay Anar musikiyle hiciv i aşkla korkuyu merhametle kini bir araya getirerek öyle bir mönü yapmış ki okuduğunuz her satır sizi hayretlere sürükleyecek çünkü bir paragrafta etrafta kimseler olmasa kahkaha atarım şimdi diyebileceğiniz bir satır okurken bir sonraki paragrafta ağlamak üzere olduğunuzu fark edeceksiniz…

arka kapak yazısı :

‘Eflâtun rengi hayaller kuran bir “suskun”un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken. O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce… Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin “gerçekliği”nde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek. Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin “nefesini üfleyen” ve ona “can veren” bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü… Bağdasar, Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey ve diğerleri… Onlar, sessizliğin evreninden İhsan Oktay Anar’ın düş dünyasına duhûl ederek suskunluklarını bozmuşlardır. Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi. Suskunlar’ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de “suskunlar”dan biri olacaksınız… ‘

Kitapta ben en çok muhayyer hüseyin efendiyi (muhayyer lakabını cemaat içinde kazara yellenmesi sonucu almıştır.bu kazadan sonra hem hayrete düşmesi hem de yellenirken çıkan sesin “muhayyer” perdesinde olduğunun musiki üstatlarınca tespiti, ona böyle bir lakabın takılmasına vesile olmuştu.) ve eflatunu (ona neden eflatun dendiğini de okuyun öğrenin yahu) sevdim.

Okunası ve düşünülesi nerde kaldı bizim bu edebiyat kültürümüz ya da kimlere kaldı acaba diye….

Eyvallah.

‘TERS’

(İhsan Oktay Anar)

Mihail Yuryeviç Lermontov

Mihail Yuryeviç Lermontov

1814 yılında İskoç asıllı ve varlıklı bir ailenin çocuğu olarak Moskova’da dünyaya gelen ve 1841 yılında tıpkı (şiiriyle eleştirdiği) puşkin’in düelloda öldürülmesi gibi kralcı bir Fransız subayıyla yaptığı düello sonucunda yaşamını yitirmiştir.

Göze çarpan temaları, yalnızlık, insan ilişkilerindeki değer yargılarının değişimi, içinde yaşanılan toplumun insanın iç dünyasına yansımalarıdır. Lermontov bunu şöyle dile getirir: “…Ruhumu toplum bozmuş, kafam endişeli, kalbim hiç doymak bilmiyor; hiçbir şey beni avutmuyor; kedere de zevke de alıştığım kadar çabucak alışıyorum. Bu yüzden hayatım günden güne anlamsızlaşıyor; benim için bir tek çare kalıyor: seyahat etmek.”

“Belki yarın ölürüm! Böylece beni yeryüzünde tamamen anlayan tek bir yaratık kalmaz.”

“Hiçbir zaman sırlarımı kendim açmam, isterim ki onları tahmin etsinler, çünkü böylelikle her zaman durum gereği onları inkar edebilirim.”

“Benim aşkım hiç kimseyi mutlu etmedi, çünkü sevdiklerime karşı hiçbir fedakarlıkta bulunmadım: kendim için, kendi zevkim için sevdim, onların duygularını,güzelliklerini,sevinç ve kederlerini büyük bir hırsla yutarken,ancak kalbimin garip ihtiyacını tatmin ediyordum,hiçbir zaman doymak bilmedim.”

Kısaca şunu söyleyebiliriz ki, Lermontov birinci tekil şahıs üzerinden hem kendi iç dünyasını hem doğup büyüdüğü Rus toplumunu hem sonrasında bulunduğu Kafkas toplumunu ve bu toplumların oluşturduğu insan karakterlerini, ilişkilerini, yaşayışlarını eleştirel bir bakış açısıyla başarılı biçimde dile getirir. Hala güncelliğini koruyan bir karakter yaratması da Lermontov’un Rus Edebiyatı’ndaki önemini daha iyi anlamamızı sağlar.

HAYIR BÖYLE TUTKUYLA SEVDİĞİM SEN DEĞİLSİN

Hayır böyle tutkuyla sevdiğim sen değilsin
Güzelliğinin parıltısı etkilemiyor beni.
Sende, geçmiş yılların acılarını seviyorum
Ve yıkılıp giden gençliğimi.

Sana baktığımda kimi zaman,
Dalıp gittiğimde gözlerine,
Gizemli bir konuşmaya dalmışımdır,
Seninle değil ama, yüreğimle.

Konuştuğum, sevgilisidir genç günlerimin,
Başka çizgileri arıyorum seninkilerde…
Çoktan susmuş dudakları, canlı dudaklarında senin,
Sönmüş gözlerin ateşini, senin gözlerinde…

LERMONTOV

Türkçesi: ATAOL BEHRAMOĞLU

“puşkin’in ölümü üzerine”

Şairin Ölümü

“…Ve sizler, kibirli çocukları
bilinen alçaklıkla ün salmış ataların!
Köle topuklarıyla çiğneyen yıkıntılarını
bahtın oyunuyla incinmiş soyların!
Özgürlük, defa ve şan cellatları!
Tahtın yanındaki açgözü yığın!
Susturun gerçeği ve yargıyı
gizlenin örtüsü altına yaslanın!
Fakat ey ahlaksızlar, tanrısal bir yargı
ve müthiş bir yargıç bekliyor sizleri!
O’nu kandıramaz altın şıkırtısı
O bilir önceden her şeyi.
O zaman boşa gidecek ama
kötülemeler, basvuracağınız!
Ve tüm kara kanınızla, şairin
haklı kanını yıkayamayacaksınız!..”

LERMONTOV

Yalnızlık

Ne denli ürkünç, sürüklemek tek başına
Yaşamın ağır zincirlerini;
Neşe paylaşmaya hazır herkes,
Kimse paylaşmak istemez kederi.
Yalnızım burada göklerin çarı gibi;
Acılar yığılı yüreğimde,
Boyun eğerek yılların kadere,
Görüyorum, bir düş gibi geçişin.
Fakat yeniden geliyor yıllar;
Parıldayarak eski hayallerle;
Yalnız bir tabut görüyorum bekleyen
Öyleyse artık yaşamak neden?
Hiç kimse üzülmeyecek
Ve, eminim ki insanlar
Doğumumdan daha çok
Ölümüme sevinecek.

LERMONTOV

not: benim içinse lermontov lisede dolabıma astığım bir poster ve yalnızlık şiiridir..

eyvallah.

‘TERS’

Hangi Ayrılık ?

 
Hangi sevgili var ki, senin kadar duyarsız ve kalpsiz?
Ve hangi sevgili var ki, benim kadar çaresiz?

Hangi ayrılık var ki, böyle kanasın ve böyle acısın?
Ve hangi taş yürek var ki, benim kadar ağlasın?

Hangi gün karar verdin, küt diye çekip gitmeye?
Hangi lafım dokundu sana, böyle inceden inceye?
Hangi otobüs söyle, hangi uçak, hangi tren?
Seni benden götüren, beni bir kuş gibi öttüren.
Hangi kırılası eller dolanır, kırılası beline?
Hangi rüzgar şarkı söyler, o ay tanrıçası teninde?
Hangi çirkin gerçek uğruna, tükettin güzel ütopyamızı?
Hangi boşboğazlara deşifre ettin, en mahrem sırlarımızı?
Hangi cama kafa atsam?
Hangi kapıyı omuzlayıp kırsam?
Hangi meyhanede dellenip, hangi masaları dağıtsam?

Bende bu sersem başımı, karakolun duvarına vursam.
Kendimi caddeye atıp, arabaların altına savursam.
Hangi tercih beni en hızlı şekilde öldürür?
Hangi şekil öldürmez de, ömür boyu süründürür?
Kayıp ilanı mı versem, şehir şehir dolanmak yerine?
Ödül mü koysam, ölü veya diri seni bulup getirene?
Hangi ayrılık var ki, böyle diş ağrısı gibi durmadan zonklasın?
Hangi cam kesiği var ki, böyle musluk gibi içime damlasın?
Hiç sanmam! …
Hasta kalbim bunu bir süre daha kaldıramaz! .
Feriştah olsa, böyle eli kolu bağlı bekleyip duramaz.
Hangi mübarek dua,
Hangi evliya tesir eder, seni döndürmeye?
Hangi aptal mazeret ikna eder, ateşimi söndürmeye?
Olur mu be! . olur mu?
Bu da benim gibi adama yapılır mı?
Aşk dediğin mendil mi?
Buruşturup bir kenara atılır mı?
VEFA bu kadar basit mi? Alınır mı? Satılır mı?

Hangi hırsız çaldı, seni yırtık cebimden?
Hangi pense kopardı bizi birbirimizden?
Hangi uğursuz hamal taşıdı valizini?
Hangi çöpçü süpürdü yerden bütün izini?
Hangi yaldızlı otel çarşaf serip barındırdı?
Hangi süslü manzara seni kolayca kandırdı?
Hangi şarlatan imaj böyle çabuk ilgini çekti?
Hangi pembe vaadler o saf kalbini cezbetti?

Dağ gibi adamı eze eze! …..
Hangi anası tipli parlak çömeze,
Hangi alemlerde kahkahanı ettin meze?
Hangi yamyamlara yedirdin o masum rüyamızı?
Hangi mahluklar çiğnedi el değmemiş sevdamızı?
Hangi bıçak keser şimdi benim biriken hıncımı?
Hangi mermi dağıtır insanlara olan inancımı?
Hangi bekçi, hangi polis artık zapteder beni?
Ve! .. Hangi su bağışlatır?
Hangi musalla temizler seni?

Bu Nasıl Ayrılık? …

 
Yusuf Hayaloğlu