Author Archive

Hasta Parçacıklar – II…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hasta Parçacıklar-II… (Morbid Segmentations- II)

 “ Ayrışma ”

 Uçsuz bucaksız sürülmüş  arazide  uygun bir yer arıyordum o gün. Amacımı gerçekleştirebilmek için  aslında her yer uygundu.  Belki de gölge bir yer bulmak daha iyi olur düşüncesiyle aranıyordum. Ama her şey doğal olmalıydı. Güneş de çarpmalıydı  yüzüme ve tüm bedenime. Benden tüm yeni yaşamları yeşertecek her şey sağlanmalıydı.

 Az sonra sıcağın etkisiyle arayıştan vazgeçerek bulunduğum yere oturdum. Bir süre etrafı gözledim. Tepemdeki güneşin yaydığı kavurucu sıcağa rağmen doğa susmuyor , toprağın nabız atışları gibi yükselen böcek ve kuş sesleri  ortalığı kaplıyordu. Yüzüme doğru hafiften esen rüzgar sıcak havayı biraz olsun katlanılabilir hale getiriyordu. Altımdaki sürülmüş toprak kurumuş ve çatlamıştı . Üzerimdeki her şeyi çıkarıp uzanmak zor olacaktı  bu yüzden. Ama toprak çivi gibi batsa da vazgeçmemeliydim. Belki de uzanacağım yeri biraz düzeltmek iyi olurdu. Ne de olsa toprağın bu sürülmüş şekli doğal değildi. Doğrularak altımdaki yüzeyi  altımdaki yüzeyi uzanılabilir hale getirdikten sonra üzerimdekileri çıkardım.  Sırtüstü uzandım. Sandığımın aksine toprak son derece yumuşaktı.  Kollarımı iki yana açtım. Sanki az önce duyduğum tüm sesler  kaybolmuştu.  Yalnızca kendi soluğumu duyuyordum. İlk kez bu kadar temizdi sanki ciğerlerimden çıkan ses. Ama neden susmuştu her şey . Kuşlar , böcekler  bile susmuştu  . Oysa ki ben onları bekliyordum. Beni ayrıştıracak olan tüm canlıları . Ama hiç biri konuşmuyordu.

 Öte yandan  birileri tarafından izlendiğim hissine kapıldım. Uzandığım yerde kafamı sağa sola çevirip baktığımda ortalıkta  kimseler yoktu.  Zaten bu mevsimde insanların buraya gelmesi için bir neden de göremiyordum.  Ancak mutlaka izleniyor olmalıydım.

 Rüzgar da kesilmişti.  Duyduğum sadece kendi soluğumdu.

 Az sonra alnımın sağında  bir hareketlenme duydum. Bir leş böceği  yaklaştı yanıma . Bir süre beni izledi ve   sonra bacaklarından  öndeki ikisini burnumun üstünde  gezdirdi. Ancak herhalde beğenmemiş olacak ki  geldiği yönde geri döndü.  Neden saldırmamıştı .  Beni izleyen doğa bir şeyleri bekliyordu sanırım. Soluğumu dinliyorlardı ve belki de kalp atışlarımı. Canlılığımın tek  belirleyicisi olan bu sesler kesilmedikçe  belki de başıma toplanmayacaklardı.

 Bir süre soluğumu tuttum. Ancak  bu kez kalp atışlarım  inletiyorlardı adeta ortalığı – normalde hiçbir zaman duymadığım kalp atışlarım… Kalp atışlarımı durdurmanın bir yolu olmalıydı. Soluğumu tutmaya devam ediyordum. Ama nedense zorlanmıyordum tutarken ve hiçbir hava açlığı da hissetmiyordum. Acaba her zamankinden farklımıydı durum?  Belki de doğa artık o havaya ihtiyaç duymayacağımı  söylüyordu. Gerçekten de soluğum durmuştu. Vücudumda nefes almaya yönelik hiçbir çaba yoktu.

 Acaba kalbim de durabilir miydi  kendi çabamla.  Bir an kalbime yoğunlaştım. İnanılmaz bir şekilde kalp  atışlarım da yavaşladı ve sonunda durdu. Aynı anda bilincim de kapanmış olmalıydı. Ama her şeyi görüyor ve hissediyordum. Sanki beynimle çalışan  bilincin dışında bir bilincim daha vardı ve o şahit oluyordu devinime. 

 Kalbim ve soluğum durduğunda  etrafımdaki doğanın sesi tekrar  belirdi kulağımda. Yavaş yavaş artmaya başladı  sesin şiddeti . Sanki her yandan usulca kuşatılıyordum. Rüzgar tekrar başladı esmeye ve şiddetlendi . Öyle ki bir toz bulutu kapladı üzerimi . Havada etrafımda  daireler çizen kargalar belirdi öterek . Böceklerin cızırtıları şiddetini artırmaya devam etti.

 Az önce burnumu beğenmemiş olan  leş böceği tekrar belirdi burnumun dibinde . Bu kez gayet hızlı hareket ediyordu.  Burnumun üzerine çıktı . Ama nedense bekliyordu.  Az sonra cızırtılar  ve kuş cıvıltıları yanımda belirdi. Toprağın içinden çıkan küçük solucanlar etrafımı çevrelediler. Kargalar dairelerini daha bir alçaktan çizmeye başladılar. Biraz sonra etrafımdaki sayısız canlıdan oluşan ordu tamamlanmış ve bir emir almışçasına sustular. Yalnızca kargalar alçalan daireler çizerek inmeye devam ettiler. Herkes bir şeyi bekliyordu sanki. Bense hiçbir şey hissetmiyordum. Burnumdaki böcek arkasına döndü  ve müzisyenlerinin hazır olup olmadıklarına bakan bir orkestra şefi edasıyla etrafını gözledi. Sonra tekrar döndü . Daha önce görmediğim iki sivri dişi belirdi – üzerlerinde yapışkan bir sıvı vardı. Birden burnumun derisine geçirdi bu dişleri ve bir parça  et koparıp  yuttu. Sanki emir verilmişçesine orkestranın diğer elemanları bir anda saldırdılar bedenime. Kargalar üzerime kondular ve en büyük lokmaları onlar yutmaya başladılar. Solucanlar kanımı emiyorlardı. Oysa ki ben  onların etobur olduklarını hiç bilmezdim.  Belki de tüm canlılar , ayrıştırılacak bir şey olduğun da kimliklerini yitiriyorlardı diye düşündüm.

 Kısa sürede iç organlarım da ortaya çıkmıştı. Solucanlar ve sonradan olaya dahil olan karıncalar   en kanlı organıma , karaciğerime akın ettiler. Kargalar onlarla yarışmadaydı adeta ve bağırsaklarımı delik deşik ederken neredeyse hiç soluk almıyorlardı.Bir kısım böcekler kollarıma ve bacaklarıma saldırdılar. Kısa zamanda  birer kemik yığını haline gelmişti buralar. Belki her şey çok daha uzun sürelerde gerçekleşiyordu da benim için zaman kavramı ortadan kalkmıştı. Ayrıca bazı organlarımın parçalanışına şahit olmadığım halde onlardan da geriye kırıntılar kalmıştı.

 Bir süre sonra burnumu kemiren böcek , olduğu yerde doğruldu. Ön bacaklarıyla kana bulanmış suratını temizledi ve  olduğu yerde beklemeye başladı. Tüm diğer canlılar da aynı anda durdular. Böcekle beraber geri çekildiler ve gözden kayboldular. Kargalar yükselen daireler çizerek gökyüzünde kayboldular.

 Ama her şey bitmemişti sanırım. Görünmeyen bir şeyler  artıkları ortadan kaldırmaya devam ediyorlardı . Söz gelimi beynimden geriye kalan kırıntılar  birer birer erimeye , sıvılaşmaya başladı ve sonra bu sıvı da kurudu. Anlaşılan sıra en çalışkan ayrıştırıcılara gelmişti. Onların da etkisiyle yaşayanların rahatsız olacağı  leş kokusu yükseldi.

 Rüzgar şiddetlendi bir süre sonra , gökyüzü bulutlarla kaplandı.  Yağmurun başlamasıyla kısa zamanda sadece kemiklerim kalmıştı ortada. Giderek , balçıklaşan toprağa  gömülüyordum. Ama aslında gömülmem için bir neden de  yoktu.  Belki de toprak ana beni ebedi yatağıma davet ediyordu. Sonra bir sarsıntı hissettim.  İlk kez bir şeyler hissediyordum  diye düşünecekken  karşımda hemşirenin güzel yüzünü görerek uyandım.  Hemşire “Nasıl , iyi uyuyabildiniz mi bu gece ?” ,dedi. “Evet, yaptığınız ilaç ağrılarımı azalttı ve oldukça rahatladım.” , dedim.  O an vücudumda  beynimi yavaş yavaş kemiren illetin  varlığı aklıma geldi. Her ne kadar beni santim santim kemirse de artık eskisi kadar umutsuz değildim ölmek düşüncesinden . Belki de uzun süredir hayattan kopmuş oluşum  ve doğanın oynadığı oyunun  bana son derece ilgi çekici gelmesi bu umutsuzluğumu  biraz olsun hafifletmişti.  Kendimi doğal devinime bırakmam gerektiğini düşündüm.  Hemşire , “biraz sonra bugünkü ilk ağrı kesici dozunu yapmaya gelirim” ,dedi. “ Hayır , artık ağrı kesici almak istemiyorum!” , dedim .Hemşire “ sana da iyilik yaramıyor” der gibi baktı yüzüme. “Ama ağrılarınız için ilaç almalısınız.”  diye ısrar etti. Dayanabileceğimi söyleyerek teşekkür ettim. İhtiyaç duyarsam zile basmamın yeterli olacağını söyleyerek iri vücudundan beklenmeyecek çeviklikle ilaç tepsisini alıp birden ortadan kayboldu.  Hemşire çıktığında kendimi daha rahat hissettim. Ölümün tedirginliği uykuda  kaybolmuştu. Belki geçici bir ilaç etkisi olsa da bunu zaman gösterecekti ve ben  ölüm kapımı çalmadan  tüm bunları yazmalıydım Yazmak zorunda hissedişim de üretme ihtiyacımdan kaynaklanıyordu. Üretmemek ve bu hayata bir şeyler bırakmadan gitme düşüncesi ise  tedirginliklerimi tekrar su yüzüne çıkarabilirdi.  Hayatın sıradanlığı  benim umuduma baskın çıkabilirdi o zaman.  Ancak bu yazı için  son satırların  kalemden süzüldüğü şu  anlarda ağrılarım tekrar artmaya başladı ve hayat yeniden sıradanlaştı birden. Sanırım sıradanlıktan kaçış için başucumdaki zilin açacağı kapıdan geçmem gerekecek… 

 

‘FRAN(SI)Z’  (Sonrasını sildim çünkü ne haddime K. Olmak)

 

Bilinmeyen Tarih ( 1997-2000 arası bir yazı. Parçacıklar kendi aralarında düzenlidir… )

Tüm noktalarım , virgüllerim , soru işaretlerim ,  heyecan ünlemlerim , paragraf başlarım ve cümle sonlarım  özgündür , gerçekte yokturlar  ve kural tanımazlar…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

600. yazımız Sevgili ‘Ece Temelkuran’a..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bana sapladığın bıçağı kahkahaya çevireceğim..’ – nikos gatsos

 

‘günlerdir saçma sapan bir  yoğunluğun içinde sadece nefes alıp vermeye çalışırken gündemi , hayatı her şeyi kaçırıverdim elimden.. yaşıyor muydum o da şüpheli.. rüya mı kabus mu bilmiyorum.. 

günler hep aynı şekilde , hep aynı şekilde geçiyordu.. elim ne klavyeye uzanıyordu yazmak için ne de bir istek vardı.. kitapların arasına yatıyordum eve gittiğimde.. binlerce kitabın arasından hangisi elime geçerse onu açıp bir şeyler okuyordum.. filmler izliyordum.. ama nasıl izlemek.. arka arkaya dört beş film.. bazı filmleri arka arkaya günlerce tekrar tekrar izliyordum.. çok eskiden izlediklerimi de tekrar izliyordum.. sanki ilk defa izler gibi.. böyle film izleyerek hangisi akılda kalırdı , ne katardı insana bilmiyorum.. ama beni sarsanlar da oldu aralarında.. umarım yazarım sırayla bunları.. çünkü sizin de izlemenizi isteyeceğim o kadar film var ki , kaçırmayın onları.. ve sonra ‘pilli bebek..’ herhalde ‘fotoğraf’ı günde yüzden fazla dinliyorum evde arabada her yerde.. bu saçma sapan yalnızlığımızda reis’le ikimizin en büyük dostu ‘pilli bebek’ oldu son zamanlarda bir de ‘behzat ç.’ ne komik değil mi bir roman bir dizi kahramanı ve bir şarkı nefes aldırıyor bize.. ve benim canım ‘güneş’im.. ona da kavuştum geçen hafta.. büyümüş şeker kız.. onu ilk defa kucağıma alıp uyuttum.. büyük bir güzellik ve başarıydı benim için.. işte bu gibi anlar nefes aldığımı hissettiğim anlar..  

 bu süreçte en çok atladığım iki şeye üzüldüm.. rachel corrie kardeşimin katledildiği günü atladım , carlo guillani yoldaşın doğum gününü.. çünkü bu site yola çıktığında ikisi de 23 yaşında katledilen bu iki insanın cesaretini örnek almıştı.. ve bizler sadece laf üretirken onların bu duyarlılığı , cesareti karşısındaki utancımızı hep hatırlayacağız..

sonra 16 mart katliamını ve onlarca şeyi atladık.. ama onlar hep aylak adamız da vardı ve var olacaklar sonsuza kadar.. umarım bu seferlik bizi affederler.. 

bu yazı ‘aylak adamız’ın 600. yazısı bu yazıyı yukarıdaki alıntı yaptığım gatsos’un dizesindeki gibi bana bıçak saplayanlara ithaf edecektim ama vazgeçtim güzel bir nedenle..

 iki gün önce liseden bir arkadaşım beni sabahın köründe arabasıyla aldı.. üstümde geceden kalmanın kokusu.. bir duş bile alamamıştım.. alelacele ‘hemen in , seni alıyorum , çok önemli’ demişti.. nefes alacak halim yoktu , bezginlik , alkolün yorgunluğu off dedim ya of sabahın köründe ne var.. ağzımı açacak halim yoktu.. neyse giyindim bir şeyler ağzımda leş gibi gecenin acılığı.. ve ardı arkası kesilmeyen öksürükler.. sigara içsem acaba nasıl bir öksürüğüm olurdu düşünemiyorum.. 

indim , arkadaş sanki geceyi bizim kapının önünde geçirmiş haldeydi.. ‘ne o la , burada mı yattın’ dedim.. neyse sonra derdini öğrendim , evde problem var.. of of ne mühim.. ‘la niye evleniyorsunuz , o zaman niye evleniyorsunuz..’ bir de bana derler evlen evlen , aile kurmak lazım , sana yaşlılığında kim bakacak diye.. sanki yaşlanınca bakılmak için evleniliyor.. de yürüyün.. beni de katledecekler.. o esaret halkasını takar mıyım ben bre..

neyse aldı beni sabahın köründe anadolu kavağına götürdü bu arkadaş.. arabadan inmeden gelip geçen gemilere bakarak bir süre sustuk.. arka planda sanat müziği çalıyordu.. sabah uyandığımda alkolü ve özellikle rakıyı bırakmaya karar vermiştim yine.. hep aynı ‘uygulanmayan kararlar..’ ama işte biz anadolu kavağında denize karşı susuyoruz ve ben aç olmama rağmen sabahın o saatinde içmek istiyorum.. hüzün boğuyor.. buraya ‘ikizim’le kaç kere gelmiştik ve denize bakarak kaç kere susmuştuk.. ve ben yine susuyorum burada onun yokluğunda..

 millet işinde gücünde , ben arkadaşla boğazdayım ve birazdan onu teselli etmeye başlayacağım sanırım.. ama ben kendi kendimi sürüyorken bu saçma sapan yaşam savaşında bir de insanlara moral verip , yol göstereceğim , fikir vereceğim.. kendime gülüyorum hep bu gibi durumlarda..

neyse ki arkadaş fazla konuşmadı , konuşmak istemedi aile problemi üzerine.. geçiştirdik hemen bir iki beylik cümleyle düzelir dedim.. canıma minnet oh konu kapandı..

ve sonra geçmişten , çocuklumuzdan , gençliğimizden bahsettik bol bol.. gözlerimizden yaşlar aktı bazen hem gülmekten hem hüzünden.. 

saat on bire doğru kalktık , kandilli’ye gittik.. daha önce hiç gitmediğim bir mekandı.. aslında mekanda değildi.. şimdi tam yeri tarif etmek istemiyorum çünkü alkol vermeyen bir yerdi fakat bize el altından özel bardaklarda rakı servisi yaptılar sağolsunlar.. o yüzden isim vermeyeyim..

çok güzel bir yerdi , denize sıfır ve rumeli hisarı , boğaz tablo gibi karşımızdaydı.. ben istanbul’u hiç sevmem , çevremdeki herkes bilir.. istanbul’un bana işkence etmeyen ve biraz huzur bulabildiğim iki yeri vardır kadıköy kısmen (özellikle moda) bir de rumeli hisarının olduğu bölge..

 arkadaşla açık havada oturduk.. dalgalar bize damlalarını sıçratıyordu tehdit edercesine.. ikinci dublenin başında fark ettim ki aç karna içmeye başlamıştık.. kahvaltısız dün geceden kaldığım yerden alkole devam ediyordum.. sonra iki , üç , dört.. dubleler ardı arkasına kesilmedi.. muhabbet muhabbeti açtı.. oradan aramadığımız , taciz etmediğimiz insan kalmadı.. çevreden insanlar bize şaşkınlıkla bakıyordu.. saat on bir buçukta içmeye başlayan iki adam.. sonra cahili olduğum teknolojiyi kullanarak fotoğraf çekti arkadaş bizi arkamızdaki manzara ve rakı kadehleriyle.. o fotoğrafı sağa sola mail attı hemen telefonundan.. 

içtik iki üç saat orada , tam yağmur çiselemeye başlamıştı ki kalktık.. tıngır mıngır onun kafa dinlediği bir yere gittik.. kardeşine bira getirtti.. o kadar rakıdan sonra biraya devam ettik sanat müziği dinleyerek.. neyse ki ud çalmaya başlamadı.. çünkü ayakta duracak hali yoktu.. ama korktuğum başıma orada geldi ailedeki problemini tekrar açtı konuşmaya başladık.. o kafayla onu sakinleştirmeye çalıştım.. içimden kendime gülerek tavsiyelerde bulundum.. sonra eşini aradım , kendimce dil döktüm ve aralarında sulh sağlanmış oldu sayemde.. oh dedim kurtuldum şimdi eve gideceğim , çöplüğüme kavuşacağım derken olur mu arkadaş tutturdu bu sefer eve giderek kutlayacağız diye.. offfffffffffff.. la de git eşinin yanına onunla kutla , bir çiçek al.. on saattir içiyoruz.. daha ne içeceğiz.. sonra kardeşini aradım gel bizi evlere tevzi et dedim.. zor kaçtım arkadaştan.. eve ulaştığımda üzerimden kamyon geçmiş gibiydi.. direk yatağa attım kendimi..

 uyandığımda sabah olmuştu fakat ben aynı yorgunluktaydım.. bir gün önceyi hatırlamaya çalıştım sonra vazgeçtim.. kalktım duş alıp mekana geldim.. kendime bir çay yapıp bir şeyler zıkkımlanarak midemden kaynaklanan o dehşet öksürüklerin kesilmesini sağlamak isterken cebimde telefon titremeye başladı.. kim bu sabahın köründe derken baktım reis arıyor.. hayırdır diyip bir küfür sallayarak açtım..  

‘aga maili gördün mü’ dedi.. ne maili , kendimi göremiyorum dedim.. aç mailine bak kimden mail gelmiş gör aylak adamız için dedi.. uğraştırma beni söyle şimdi dedim.. ‘ece temelkuran’dan övgü dolu bir mail gelmiş dedi.. ona dönüş yap mutlaka dedi.. ben de sabah sabah kafa bulma la benimle dedim.. bakınca görürsün dedi , kapattı telefonu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

o anda dünya yıkılsa çayımı içmeden hiçbir şey yapamazdım , çayımı demledim kendime bir bardak doldurdum , büfeden saçma sapan şeyler söyleyip maillerime bakmaya başladım..  

ve evet gerçekten de sevgili ece temelkuran’dan çok ince , övgü dolu bir mail gelmişti.. daha önce haberi olmadığından dolayı hayıflandığını yazıyordu.. ve bizim siteyi hep özlemle andığımız sevgili ulus baker’den ilk okuduğum fransız şair joe bousquet’nin ‘yaralarım benden önce vardı , ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum’ dizelerini ararken bulduğunu yazmıştı.. sevgili bandistacılar da şarkılarında kullanmışlardı bu dizeleri.. ece’yle ilginç , onun deyimiyle de ironik bir buluşma olmuştu işte.. aylaklıkla geçen hüzünle boğuştuğum bu sarhoşluk günlerimde böyle güzel şeylerde oluyormuş bazen.. yüzüm gülümsedi biraz..

 hele sevgili ece’nin mailinin bir giriş cümlesi vardı ki bizi gerçekten çok duygulandırdı o cümle.. fakat bu cümle bizlere kalsın..

 

 

 

 

 

 

 

 

ayrıca kendi blogunda bizden bahsedip linkimizi vermek için izin istedi.. bu inceliğine de ne diyeceğimizi şaşırdık reis’le..

sonra ben kendisine bir teşekkür mesajı yazdım , kendisine hoş geldin aylak adamız ailesine dedik.. biraz kendimizden bahsettim..

ardından sevgili ece hemen maillerimize cevaplar vererek yine güzel şeyler yazdı.. sonra öğlene doğru baktım blogunda iki ayrı yazıda bizden bahsetmiş sağolsun.. ne diyeceğimizi , ne yazacağımızı şaşırdık artık..  

nasıl teşekkür edebiliriz , düşündük.. aklımıza bir şey gelmedi önce.. sonra ben bir yazı yazayım dedim , 600. yazımızı ona ithaf edip teşekkür ederek güzel bir jest yapmış olalım dedim reise.. o da onay verince bu naçizane teşekkür yazısını yazdım.. umarım kabul eder.. 

kendisine ayrıca bir de buradan bir şarkı armağan edelim çok sevdiği müzik kutumuzdan.. müzik kutumuzdaki en neşeli parçalardan birini ona armağan ediyoruz : l’homme parle’den ‘militants du quotidien’ şarkısı artık senin için çalıyor sevgili ece.. umarım beğenirsin ve her şey için tekrar teşekkür ediyoruz sana..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

iyi ki varsın ece ve iyi ki varsınız sevgili aylak adamız ailesi..

gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

ARA GÜLER..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bir yandan sinema ile ilgileniyorum.. kameranın arkasına geçiyorum.. montaj senkron yapıyorlar , ben oradayım.. dünyaya oradan bakıyorum.. bunların fotoğrafa büyük etkisi olmuştur.. çünkü özellikle sinemadan planları öğrenmişim.. bunları niye anlattım laf yapayım diye değil.. bunlar birikimdir bu birikimler olmasa ara güler diye biri olmazdı.. benim tiyatro ve sinema ile içli dışlı olmam fotoğrafçılığı getirdi.. bir ağaca baktığında onu odun olarak görenlerden değilim , ağacın yeşilini görürüm , kokusunu duyarım , yaşadığını hissederim..’

 ARA GÜLER.. 

‘yahu öğrenilmez bu foto muhabirliği.. ben seni ressam yapabilir miyim ya.. bir picasso yaratılabilir mi.. denemedim , niye deneyeyim başkası denesin.. niye deneyeyim de vakit kaybedeyim..’

 ARA GÜLER..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘şimdi ki gençlere bakıyorum da , üç gün sonra her şeyi biliyorum zannediyorlar… oysa ben bu etaba gelinceye kadar , film stüdyolarında her türlü işi yaptım.. a’sından başlayacaksın yapacağın işe.. fotoğrafçılar da öyle.. eline bir makine alan adam , 3 rulo film çekiyor , ertesi gün sergi açıyor.. böyle şey olmaz..’

 ARA GÜLER.. 

‘fotoğrafçılık hastalık gibi bir şey , kanser.. hastalıktır kurtulamaz , sonra insan ızdırap çeker.. bir kere bu bir kültür olayıdır.. fotoğraf , dünyadaki sanat olayları , hepsi bir kültür olayıdır.. bizimkiler işin bu tarafı ile uğraşmıyorlar.. ama kültür nedir ; adamın yaşama sistemi yok ki.. mesela , hayatın tadını almak , hayatta her şeyi yapmak ondan da bir mana çıkarmaktır.. kitap okumak , sinemaya gitmek , bütün bunlar oluyor da bunların birikimi senin kafanda ne bırakıyor.. çünkü sen aslında bir şeyi görüyorsun mesela şuradan bir şey geçiyor yok bilmem ne filan , eğer sen kompozisyon bulmazsan kati surette kompozisyon uygun olacak.. o kompozisyon nereden uygun olacak ; resim görmüş olacaksın , kompozisyon bileceksin falan filan..’

 ARA GÜLER.. 

‘ARA GÜLER , Foto Cep’ , Yayına Hazırlayan : Hasan Şenyüksel , Önsöz : Nezih Tavlaş , Fotoğrafevi Yayınları , Aralık 2010.. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğrafevi yayınlarından çıkan bu küçük , hoş kitapta ara güler’in 86 fotoğrafı ve bu fotoğraflarla birlikte fotoğrafçılığa , sanata ve hayata dair çeşitli yazıları , aforizmaları mevcut.. kitabın hoş bir yanı da hem türkçe hem ingilizce olarak yazıların basılması.. kitap çok güzel basılmış ve cebinizde taşınabilecek boyutta.. bu kitabı hazırlayanlara , derleyenlere ve kitabın var olmasının asıl sebebi ‘ara güler’ üstadımıza sonsuz teşekkürler.. kaçırmayın , kitaplığınıza kazandırın.. kitapla kalın.. Crockett..)

MOR.. – BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MOR

yapraktan yosundan yoncadan

bahar inceden inceden

paris baharı bu bulanık

bir kül rengidir tüter nazlı nazlı

bir kül rengi yorgun argın ılık

serde ressamlık var azcık

bütün gün mor üstüne çalışmışım

boğazıma kadar mora gömülmüşüm

uzaktan bir akordeon sesi geliyor mosmor

dilimin acısı kolumun sızısı

kırk yıllık emektar başağrılarım mor

sen nehri bal rengi eiffel kulesi mor

bir yüz morardıkça morarıyor

kanlıca sırtlarında bir yerde akşam oluyor..

 

bütün gün mor üstüne çalışmışım

mor deyip geçme belalı renk musibet

yeryüzünde ne kadar insan varsa bir o kadar mor

menekşenin moru mavzerin moru kasaturanın moru

suya dökülmüş mazotun moru

neftin moru ziftin moru asfaltın moru

telgraf tellerinde petekkıranlar

buğday tarlasında devedikenleri

karadutun moru karamuğun moru kuzgunun moru

sıfırın altında çocuk elleri

ela gözlere konmuş murdar sineklerin moru

gözlerimi yumduğum zaman gördüğüm mor

morun karanlığı karanlığın moru

yok ölünün körü…

 

mor deyip geçme insan misali

yeryüzünde ne kadar insan varsa bir o kadar mor

insanların hesabı kimden sorulur bilmem

ama morların hesabı benden sorulur benden..

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Dol Karabakır Dol , Bütün Şiirleri , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları , 2003.. ve yine ‘Nazım Hikmet , Büyük İnsanlık , Kendi Sesinden Şiirler’ Yapı Kredi ve Türkiye İş Bankası Kültür ortak yayını , 2011..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘eğer köpekbalıkları insan olsaydı..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bertolt ve durito’nun , bilgeliğin neden dünyayı bilmekte değil de , dünyanın daha iyiye gitmesi için geçmesi gereken yolları tahayyül etmekte gizli olduğunu anlatan ortak makalesi :

dalia ve martina isimli çocuklara ve zapatista yanlısı mahkumlara ithaf edilmiştir..

I) bertolt’un , ‘eğer köpekbalıkları insan olsaydı ne olurdu’ , sorusuna cevabını içeren metin :

‘eğer köpekbalıkları insan olsaydı’ diye sordu , patronun küçük kızı bay k’ya , ‘küçük balıklara daha iyi davranırlar mıydı..’

‘elbette davranırlardı’ diye cevap verdi bay k.. ‘eğer köpekbalıkları insan olsalardı , denizin dibinde , içlerinde hem bitkisel hem de hayvansal gıdalardan oluşan her çeşit yiyeceğin bulunduğu dev kafesler inşa ederlerdi.. kutuların içinde her zaman temiz su olmasına dikkat ederler , her türlü sağlık koşulunu yerine getirirlerdi.. eğer mesela küçük bir balık zamanından önce ölürlerde , diğer küçük balıkların üzülmesini önlemek için zaman zaman büyük su festivalleri düzenlerlerdi , çünkü mutlu küçük balıkların tadı , mutsuzlarınkinden daha iyidir.. ayrıca , küçük balıklara köpekbalıklarının dişleri arasından nasıl gireceklerinin öğretildiği okullar olurdu.. küçük balıkların , büyük köpekbalıklarının yan gelip yattıkları bölgelerin yerini daha iyi saptayabilmeleri için biraz coğrafya da öğrenmeleri gerekirdi..

ama elbette en önemlisi , küçük balıkların ahlaki eğitimleri olurdu.. onlara , küçük bir balık için kendini neşe içinde feda etmekten daha büyük bir erdem olmadığı öğretilirdi.. ayrıca köpekbalıklarına güvenmeleri ve inanmaları gerektiği de öğretilirdi.. küçük balıklar , bu güzel geleceğe , ancak itaat etmeyi öğrendiklerinde ulaşabileceklerine inanırlardı.. küçük balıklar , bencil , materyalist ya da marksist eğilimler gibi bayağı arzulara karşı sıkı bir savaş vermelidirler.. eğer herhangi bir küçük balık bu tür eğilimleri gösterirse , arkadaşları bu durumu derhal köpekbalıklarına bildirmelidir..

eğer köpekbalıkları insan olsalardı , elbette yabancı kafesleri ve küçük balıkları fethetmek için birbirleriyle savaşırlardı.. daha da ötesi , her köpekbalığı kendi küçük balıklarını bu savaşlarda dövüşmeye zorlardı.. her köpekbalığı kendi küçük balıklarına , onlar ve diğer köpekbalıklarına ait küçük balıklar arasında çok büyük bir fark olduğunu öğretirdi.. her ne kadar bütün küçük balıklar salak olsalar da , salak olduklarını farklı dillerde söylerler , bu nedenle de birbirlerini asla anlayamazlardı.. başka bir dilde salak olan birkaç düşman balığı öldüren her küçük balığa madalya verilir ve her biri kahramanlık unvanıyla onurlandırılırdı..

eğer köpekbalıkları insan olsalardı , onların da kendilerine ait bir sanatı olurdu.. dişlerini muhteşem renklerle betimleyen ve çenelerini içlerinde keyifle oyunlar oynanacak cennet bahçeleri olarak betimleyen güzel resimler yapılırdı.. derin deniz tiyatrolarında , kahraman küçük balıkların nasıl şevkle köpekbalıklarının ağızlarına girdiklerini anlatan oyunlar sahnelenirdi ve müzik öylesine güzel olurdu ki , küçük balıklar bu müziği duyar duymaz en tatlı hayallere dalarak kendilerinden geçerler , çalan müziği takiben bu ağızların içine dalarlardı..

eğer köpekbalıkları insan olsalardı , kendilerine ait bir dinleri de olurdu.. bu dinler , küçük balıklar için gerçek hayatın köpekbalıklarının karnında başladığını öğretirdi.. daha da ötesi , eğer köpekbalıkları insan olsalardı , küçük balıkların hepsi şimdi olduğu gibi eşit olamazlardı.. bazıları , onları diğerlerinden üstün kılan yüksek mevkilere gelirlerdi.. hatta diğerlerinden boyca biraz büyük olan balıkların , daha küçük olanları mideye indirme hakkı bile olurdu.. köpekbalıkları bu kuraldan oldukça memnun kalırlardı tabii , çünkü bu kural , yiyecekleri lokmaları daha lezzetli kılardı.. önemli mevkileri işgal eden şişman balıklar , diğerleri arasındaki düzeni sağlamakla görevlendirilirlerdi.. öğretmen , memur , kafeslerin inşasında uzmanlaşmış bir mühendis ya da buna benzer bir takım görevlere getirilirlerdi.. uzun lafın kısası , eğer köpekbalıkları insan olsalardı , denizde bir kültür oluşurdu..

1949 yılında yayınlanan ve edebiyat tarihine göre bertolt brecht’in yazdığı metin , burada bitiyor.. bizim durito da  , 1996 yılında metne şu eklemeleri yaptı :

II) durito’nun , doru bir ata sığınak ve yeni bir hayat sunarak bayrakların ne işe yaradığını göstermeye çalıştığı ve diğer harika görüşlerine dair metni :

elbette tüm küçük balıkların arasında , köpekbalıklarının dayattığı sakat ‘ben’ kavramına karşı çıkıp , özgürlük ve gelişim arzusuyla ‘biz’ bayrağını açacak küçük balıklar da olurdu.. böyle sulu bir ortamda bu bayrağı açma eyleminin kendisi bile küçük balıkların daha iyi olmalarına yol açardı.. kendilerini keşfetmekten duyacakları haz büyük olurdu.. daha iyi olup konuşmayı denediklerinde ağızlarından çıkacak ilk kelime ‘özgürlük’ olurdu..

bayrak gönderini köpekbalıklarını devirip küçük balıkları iktidara getirmeyi amaçlayan bir isyana öncülük etmek için kullanmazlardı.. hayır , yapacakları şey , gönderi tüm kafeslerin kilidini kırmaya yarayan bir balyoz olarak kullanmak ve denizi denize boşaltmak olurdu.. denizde ne köpekbalıkları ne de küçük balıklar , sadece böcek soyundan gelen ve ilerlemenin en iyi yolunun geriye doğru gitmek olduğunu bilen yengeçler olurdu.. uzun lafın kısası , denizde yeni bir kültür için ; köpekbalıklarının ve küçük balıkların olmadığı , her şeyin yeniden yapıldığı , tankların ve kafeslerin olmadığı bir kültür için mücadele verilirdi.. insanoğlunu iyiye ve zamanla daha da iyiye gidecek bir tür olarak tahayyül edebilmek için , insanı insandan başka her şey olarak hayal etmek zorunda kalmayan bir kültür.. içinde , kendisinden başka birisi olması ya da rengini değiştirmesi istenmeyen bir dünya arayışıyla hikayeler arasında dört nala koşturan firari doru atlara da yer olan bir kültür..’

‘bertolt brecht ve lacandona’lı don durito’nun demokrasiye geçişte kültür ve medya konulu tartışma platformu için birlikte kaleme aldıkları ortak makalenin sonu.. berlin – san cristobal , 1949 – 1996..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ZAPATİSTA HİKAYELERİ’ , SUBCOMANDANTE MARCOS , Çeviri : ÇİĞDEM DALAY , AGORA KİTAPLIĞI , Aralık 2003..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tavşandan dağa sayıklamalar…*

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Rachel Corrie , (10 Nisan 1979 – 16  Mart 2003)

Tavşandan dağa sayıklamalar…*

Bu gece kafayı kadınlaştırılan ve adamlaştırılan çocuklarımıza taktım. Ne güzeldi bizim çocukluğumuz, ne sindy bebekler vardı ne de kumandalı araba ve korkunç silahlar…

Bana göre toplumumuzda yaygınlaşan şiddet ve yalnızlığın artmasının en büyük sebepleri çocukların artık tatminsiz ve şanssız olması…

Evet ciddiyim, neden şanssız ve neden tatminsiz ;

Sindy bebeklerle (ya da şimdilerde adları her neyse) zayıf ve acayip güzel bebeklerle oynayan kız çocukları hem kendinin sadece güzel olursa değerli olacağını düşünüyor hem de çocukluğundan ilk hatırladığı şey bebek olunca büyüdüğünde de ancak bir anne olursa değerli olabileceğine inanıyor. Hikayemiz tam da burada kendi kuyruğunu yiyen yılanın hikayesine dönüyor. Değerliliği şarta bağlanıyor çocuğumuzun farkında olmadan.

Erkek çocuklarına ise araba ve çok ses çıkaran silahlardan veriyoruz şimdilerde hangimiz çocuğumuza ya da başkasının çocuğuna lego (ya da yap boz) aldı en son?

Arabayla oynayan çocuk hız yapmayı dürtüsel bir şekilde öğrenmiş oluyor böylece bir de düşünün elinde sürekli silah olan bir çocuğu…

Sonra ki manzara ise şu birey olarak varlığını ortaya koyamayan insancıklar topluluğu !!

Sadece anne rolüne bürünen kadın, varlığını unutuyor zamanla ve hep evliliği için bir şeyler yapmaya çalışıyor… ah evet iyi bir şey bu !

Erkek açısından da bakıp öyle yorumlayın bence. Şiddeti daha bebekliğinde öğrenmiş bi koca çocuk evdeki egemenliği sadece şiddet uygulayarak elde edeceğini düşünmez mi sizce de?

Sadece fiziksel şiddetten bahsetmiyorum, sözel ve cinsel şiddet de var bunun içinde…

Derdim kimseyi yada bir şeyleri suçlamak değil gece gece ama bir düşünün neden bu kadar çok boşanmalar artıyor ? Boşanamayanlar da artıyor bunu yanında…

Erkek de kadında bireyliğinin farkına vardığında ve isteklerini konuşarak çözmeye çalıştığında tüm sorunlar çözülür diyorsunuz içinizden değil mi bence de ama o koca çocukların konuşabilmesi için önce küçük çocuklarımızın eline cep telefonunu verip yada bilgisayarın karşısına oturtup hayatımızı sessiz bir şekilde geçirmemeliyiz.

Çocuklarınızın içindeki yaratıcılığı en iyi anne babalar çıkartır kreşler falan hikaye…

İşten eve geldiğinizde sessizlik güzel şey ama bırakın çocuklarınız size soru sorsunlar yoksa bitmeyecek bu dünyadaki şiddet ve travmatik yalnızlıklar…

‘güneş’e ve ‘roza’ya daha güzel bir dünya bırakmak ümidiyle …

Eyvallah…

‘TERS’

*tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamışa gönderme…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Carlo Giulliani (14 Mart 1978 – 20 Temmuz 2001)

‘kırmızı ceketini giymiyordu o artık , çünkü şarap kırmızıydı ve kırmızıydı kan da..’ – OSCAR WILDE

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

READING ZİNDANI BALLADI.. 

1

 

kırmızı ceketini giymiyordu o artık ,

çünkü şarap kırmızıydı ve kırmızıydı kan da ,

ellerine de şarap , bir de kan bulaşmıştı

ölünün başucunda onu bulduklarında ,

sevdiği kadıncağız , sevgilisiydi ölen ,

öldürmüştü kadını vurarak yatağında..

 

o da yerini aldı suçlular arasında ,

soluk gri bir tulum sarkıyordu sırtından ;

bir de kasket başında ,

kaygısız , şen gibiydi , adım atışlarından ;

ki hiç görmemiştim ben böyle bakan bir adam ,

bu kadar içtenlikle güne gözleri dalan..

 

 

ben hiç görmedim böyle , böyle bakan bir adam ,

böyle dalmış gözleri

küçük mavi örtüye ,

zindan da tutukluların gökyüzü dedikleri ,

o salına salına süzülen bulutlara

ki gümüş yelkenleri..

 

öbür acılıların arasında yürürken

bir başka bölmedeki ,

ne yapmıştı bu adam diye düşünüyordum ,

acaba yaptığı ne , suçu da ne olacak ,

ki bir ses fısıldadı yavaşçacık arkamdan ,

‘o yeni gelen adam yakında asılacak..’

 

tanrım ! o an zindanın taşları duvarları

sarsılır gibi oldu , titredi birdenbire ,

gökler tepeme indi ,

kızgın çelik bir çember gibi sıktı başımı ;

kendi acım kendime büsbütün yetiyorken

birden hepsi silindi..

 

anladım , onu hangi düşünceydi kemiren

ve iten neydi böyle onun adımlarını ,

onun bu pırıl pırıl parlayan güne neden

bu kadar içtenlikle böylesi daldığını ;

sevdiği bir kadını öldürmüştü bu adam

ve şimdi buna karşılık verecekti canını..

 

 

ama gene de herkes sevdiğini öldürür ,

bu böylece biline ,

kimi bunu kin yüklü bakışlarıyla yapar ,

kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür ,

korkak bir öpücükle ,

yüreklisi kılıçla , bir kılıçla öldürür !

 

kimi insan aşkını gençliğinde öldürür ,

kimi sevgilisini yaşlılığına saklar ;

bazıları öldürür arzunun elleriyle ,

altın’ın elleriyle boğar bazı insanlar :

bunların en üstünü bıçak kullanır çünkü

böylelikle ölenler çabuk soğuyup donar..

 

kimi insan az sever, kimisi de çok uzun,

kimileri aşkı satar , kimileri satın alır ;

kimileri de yapar bu işi gözyaşıyla ,

kimilerinde aşka serin kanla kıyılır :

hemen herkes bir türlü öldürür sevdiğini ,

ama bundan ötürü herkes asılmamıştır..

 

kim gider ölümüne utandırılırcasına

kapkara günlerini yaşarken hayatının ,

kimsenin idam ipi dolanmamış boynuna ,

ne maske örtülmüştür üstüne suratının ,

ve ne de hiç kimsenin ayağının altına

boşluğu serilmiştir döşeme kapağının..

 

hiç kimse kalmamıştır suskun bir dar çevrenin

durmadan gözetleyen bakışları altında ;

içinden ağlamaklık gelirken gözetleyen ,

dua etmek istese gözcüler arasında ;

kendini çalar diye göz ayırmadan bakan ,

cezaevinin avı , böyle gözler altında..

 

hiç kimse görmemiştir uyanıp gün doğarken

hücresinde toplanmış bir sürü ürkünç yüzü ,

tüm beyazlar giyinmiş din adamı titrerken ,

savcının ağırbaşlı durumundaki hüznü ,

valinin kara tören giysileri içinden ,

ölümü kesinleyen o sapsarı yüzü..

 

ürkünç bir çabuklukla kimse uyanmamıştır

suçlu giysilerini üstüne almak için ,

koca-ağız bir doktor başucu durmamışlardır

son anlarında bakıp notunu almak için ,

elindeki saatin belirsiz tiktakları

boğuk sesleri gibi çok korkunç bir çekicin..

 

kimseler , gırtlağını büzüp kupkuru eden

o tiksinç susuzluğu duymamıştır önceden ,

deri eldivenleri koskocaman , bir cellat

bin sürgülü kapıdan içeri süzülmeden ,

ve kimsem üç kayışla sizi bağlamamıştır ,

daha da kurumasın gırtlağın gibilerden..

 

durup dinlenmek için eğilmemiştir kimse

ölüm dualarını edenlerin sesini

taa içinden duyduğu bir ürkü kendisine

duyurup duruyorken daha ölmediğini ,

tabutuyla yüzyüze gelmemiştir hiç kimse ,

o korkunç çatkıların altına geçmemiştir..

 

hiç kimse ufak bir cam tavan aralığından

göklere doğru son bir bakışla bakmamıştır :

hiç kimse , kireçleşmiş soluk dudaklarıyla

çektikleri son bulsun diye yalvarmamıştır ;

titreyen yanağında

ölümün soluğunu hiç kimse duymamıştır..

 

.. 

OSCAR WILDE..

 

Özdemir Asaf’ın Kaleminden Hayatı ve READING ZİNDANI BALLADI , OSCAR WILDE , Çeviri : ÖZDEMİR ASAF , KIRMIZI Yayınları , Şubat 2011..

 

(645 satır yani 109 altılıktan oluşan yaklaşık 50 sayfalık ‘reading zindanı balladı’ ve irlandalı büyük yazar , şair oscar wilde’ın özdemir asaf’ın kaleminden hayatı yeniden ‘kırmızı yayınları’ tarafından özgün ve güzel bir baskıyla okurlara sunuldu geçen ay içinde.. özdemir asaf’ın istanbul türkçesine bağlı kalarak çevirdiği bu eserin tamamını okuyabilmek için hemen kitapçılara koşmanız gerekiyor çünkü kitap neredeyse tükenmek üzere.. özdemir asaf’ı şükranla anıyoruz , kendisine ve kırmızı yayınlarına çok teşekkür ediyoruz bu eseri bizlere kazandırdıkları için..  kitapla ve şiirle kalın..

 

Crockett..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

UYKUSUZLUK.. – HENRY MILLER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ilkin kırık bir ayak parmağıydı sorun , sonra kırık bir kaş , en sonunda da kırık bir kalp.. ancak bir yerde de söylediğim gibi insan kalbi çok dayanaklıdır , yok edilemez ; kırıldığını ancak belleğinde canlandırabilirsin.. asıl tokadı yiyen insanın ruhudur ; ama ruh da güçlüdür , istenirse eski canlılığı kazandırılabilir ona..

 

evet , işte o ayak parmağı her sabah üçe doğru uyandırıyordu beni.. ‘cinli perili saat’ diyorum buna , çünkü en çok bu saatte aklıma düşüyordu o kadının ne yaptığı.. gecenin ve sabah alacasının kadınıydı o.. sabah solucan avlamaya çıkan değil , şarkısı ortalığı karıştırıp ürkü yaratan erkenci kuşun biriydi ; yastığınıza hüzün tohumları düşüren erkenci bir kuş..

 

umutsuz bir aşk çökmüşse gönlüne sabahın üçünde , özellikle onun orada , yerinde olmadığı kuşkusuna kapıldığında telefon etmeyi gururuna yediremiyorsan , ister istemez içe dönüp kendinle baş başa kalırsın ; o anda akrep gibi sokarsın kendini ya da hiçbir zaman postalamayacağın mektuplar yazarsın ona , ya da odanda ileri geri volta atarsın , hem küfür hem dua edersin , sarhoş olursun ya da kendini öldürecekmiş gibi davranırsın..

 

bu gidişat bir süre sonra tatsızlaşır , bıktırır insanı.. yaratıcı biriysen  -ama unutma , o anda boktan bir durumdasın- acılı anılardan ortaya elle tutulur bir şeyler çıkarabilir miyim diye sorarsın kendi kendine.. ve işte bir gece saat üç sularında başıma gelen tam buydu.. birden karar vermiştim ; çektiğim acıyı tuvale dökecektim.. o günlerde sıkı bir teşhirci olduğumu ancak şimdi , bu satırları yazarken anlıyorum..

 

tabii ki suluboyayla delidolu renkler serpiştirerek betimlediğim acının anlamına herkes varamazdı.. hatta kimileri düpedüz şen şakrak çizimler diye bakıyordu onlara.. ne dersiniz buna.. evet , gerçekten öyleler , ama içler acısı bir şenlik bu. bütün o delidolu sözcüklerle tümcelere esin kaynağı olan şey çarpık bir mizah duygusu değilse nedir ki..

 

(bu tür davranışlarım belki de çok önceden  bir başkasıyla , ilk sevgilimle başlamıştı.. ilk menekşe demetimi onun için almıştım ; tam ona uzatırken çiçekler elimden kayıvermiş , o da farkında olmadan (?) üzerlerine basıp ezmişti (!) insan gençken bu gibi küçük olaylar çok can sıkıcı olabiliyor..

 

kuşkusuz genç değilim artık – bu da her şeyi daha da can sıkıcı , söylemeye gerek yok belki , daha da gülünç yapıyor.. tek fark , sözlerime kulak verin , işin içine aşk girdiğinde hiçbir şey , hiç kimse ,hiçbir durum o denli gülünç olamaz.. azıyla yetinmediğimiz tek şey aşktır.. ve yeterince veremediğimiz de odur..

 

‘aşkta yalvarmak ve istemek olmamalıdır..’ (herman hesse) (devamını sonra söylerim.. odamın duvarına yazdığım için bu sözü , unutma tehlikesi de yok..) evet , kimilerinin  adi ve basmakalıp bulabileceği bu kısa tümce çok kritik bir anda çıkmıştı karşıma..

 

‘aşkta yalvarmak ve istemek olmamalıdır..’ elleri ve ayakları bağlı birinden merdiven çıkmasını istemek gibi bir şey bu.. böylesi yüce bir gerçeği kabul etmeden önce acıların en zoruna göğüs germen gerekir.. kinik biri , bunun azizler ve melekler için ortaya atıldığını , ölümlü insanlar için sözü bile edilemeyeceğini ileri sürecektir.. gerçek şu ki , biz sıradan insanlar hep erişilmezi isteriz.. baştan çıkarmanın özgürleştiriciliği yalnızca biz insanlar için geçerli.. ateşlerin arasından geçmesi gereken bizleriz –  aziz mertebesine ulaşmak için değil , var olduğumuz sürece iliklerimize dek insan kalmak için.. en önemli edebi eserleri hatalarımız ve zayıflıklarımızdan ilham alıp ortaya çıkaranlar da bizleriz.. en kötü halimizde bile umut doluyuz biz..’

 

‘aşk , gerçek aşk tamamen teslim olmayı gerektirir mi.. hep sorulan bir soru bu.. az da olsa bir karşılık beklemek insana yaraşır bir eylem değil mi.. insan ille insanüstü bir yaratık ya da bir tanrı mı olmalı.. vermenin sınırı var mıdır.. insanın kanaması sonsuza dek sürer mi.. kimileri önceden tasarlanmış bir ilişki planı öneriyor , bir oyunmuş gibi söz ediyorlar bundan.. elini açık etme.. ağırdan al.. geri adım at.. numara yaparken de numara yap.. yüreğin kan  ağlasa bile içinden gelen duygulara asla ihanet etme.. her zaman , hiçbir şeye aldırmıyormuş gibi davran.. işte , aşk acısı çekenlere verilen öğütler..

ancak hesse’nin dediği gibi , ‘ aşk kesinliğe varmak uğruna kendi yolunu bulma gücüne sahip olmalıdır.. o zaman salt çekim kaynağı olmaktan çıkıp çekicileşmeye başlar..’

 

UYKUSUZLUK (INSOMNIA) yada Şeytan İşbaşında ,  HENRY MILLER ,

Çeviri : HALUK ERDEMOL , NOTOS KİTAP Yayınları , Ekim 2010..

 

   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HASRET..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HASRET

 

Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli

Belini sarmayalı ,

Gözünün içinde durmayalı ,

Aklının aydınlığına sorular sormayalı ,

Dokunmayalı sıcaklığına karnının.

 

Yüz yıldır bekliyor beni

Bir şehirde bir kadın.

 

Aynı daldaydık , aynı daldaydık.

Aynı daldan düşüp ayrıldık.

Aramızda yüz yıllık zaman ,

Yol yüz yıllık.

 

Yüz yıldır alacakaranlıkta

Koşuyorum ardından.

 

NAZIM HİKMET

THE LIFE OF DAVID GALE…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

THE LIFE OF DAVID GALE…

 

 Tür : Gerilim , Dram

Yönetmen : Alan Parker

Senaryo : Charles Randoph

Görüntü Yönetmeni : Michael Seresin

Müzik : Alex Parker, Jake Parker

Yapım : 2003, ABD, 130 dk.

 

Oyuncular : Kevin Spacey (Dr David Gale), Kate Winslet (Elizabeth Bloom), Laura Linney (Constance Hallaway), Gabriel Mann (Zack), Matt Craven (Dusty), Rhona Mitra (Berlin), Leon Rippy (Braxton Belyeu), Jim Beayer (Duke Grover)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Türkçeye yaşamla ölüm arasında diye çevrilen 2003 yapımı unutulmuş bir film The Life of David Gale. Ölüm cezasına karşı olan ve kaldırılması için çaba gösteren çılgın bir profesör, David Gale günün birinde idam cezasına çarptırılır ve suçu kendisi gibi idam cezasına karşı olan meslektaşı Constance e tecavüz ederek öldürmektir !!!

 

Konusu bir kaç cümleyle anlatılabilecek ama hissettirdiklerini bir ömür boyu yaşayacağınız bir film…

Sinemada adını merak edip küt diye girdiğim ama asla günlerce düşünmekten uyuyamayacağım bir film olacağını tahmin etmediğim enteresan bir direnişin öyküsü…

 

Filmi izledikten sonra vay anasını diyeceğiniz hatta üşenmeyip uzun bir “tarihte başkaldırılar” araştırması yapacağınız şahane bir film.

 

Profesör David Gale’in dersinden bir sahne :

 

“Fanteziler gerçekdışı olmak zorundadır. Çünkü istediğiniz şeyi elde ettiğiniz anda, artık onu istememeye başlarsınız. İsteğin devam edebilmesi için, objesinin sürekli olarak eksik olması gerekir. İstediğiniz o şey değil, onun fantezisidir. İstek çılgınca fantezileri destekler…

‘Sadece gelecekteki mutluluğumuzun hayalini kurarken gerçekten mutlu oluruz ’ derken Pascal’ın anlatmak istediği de buydu. Bugün geldi. Bu nedenle ‘avlanmak, öldürmekten daha zevklidir’ ya da ‘ne dilediğine dikkat et’ deriz . Ona sahip olacağın için değil; ona sahip olduğun zaman artık onu istemeyeceğin için.

İstekleriniz doğrultusunda yaşamak sizi asla mutlu etmez. Gerçek anlamda insan olmak demek, fikirler ve idealler için yaşamak demektir. Hayatınızı istediklerinizin ne kadarını elde ettiğinizle değil, yaşadığınız samimiyet, şefkat ve özveri anlarıyla ölçmek demektir. Çünkü sonunda kendi hayatlarımızı önemli kılmanın tek yolu diğer insanların yaşamlarına değer vermektir.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Not: film bittikten sonra çok düşündüm acaba şimdiye kadar gördüklerimin ne kadarını doğru anladım diye ve hala düşünüyorum. Muhtemelen her yeni gün yanlış algılarıma bir yenisi ekleniyor…

 

İdam cezası olmayan bir ülkede yaşasak da kimi için idam , özgürlüğünün elinden alınmasıdır !! özgür ol(a)mayanlar bunu anlayamazlar tabi…

 

‘TERS