Author Archive

Ahmed Arif – Vay Gurban

1927 yilinda Diyarbakir’da dogdu, 2 Haziran 1991 tarihinde Ankara’da öldü. Ortaögrenimini Diyarbakir Lisesi’nde tamamladi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Cografya Fakültesi Felsefe Bölümü ögrencisi iken 1950’de Türk Ceza Yasasi’nin 141. maddesine aykiri davranmak saviyla, 1952’de gizli örgüt kurma saviyla iki kez tutuklandi, yargilandi ve 2 yil hüküm giydi. Cezaevi günleri sona erince Ankara’daki gazeteler ve dergilerde teknik islerle ugrasarak yasamini kazandi. Toplumcu gerçekçi siirimizin ustalarindandir. Yasadigi cografyanin duyarliligi ve halk kaynagindaki sesini hiç yitirmeden, lirik, epik ve koçaklama tarzini kusursuz bir kurguyla kullanarak, özgün, tutkulu, müthis ezgili çagdas siirler yazdi.

Dağlarının, dağlarının ardı,

Nazlıdır.

Uçurum kıyısında incecik bir yol

Gider dolana dolana,

Bir hastan vardır, umutsuz,

Belki Ayşe, belki Elif

Endamı kuytuda başak,

Memesinin, memesinin altında,

Bir sancı,

Bir hayın bıçak…

 

Ölüm bu,

Fukara ölümü

Geldim, geliyorum demez.

Ya bir kuşluk vakti, ya akşamüstü,

Ya da seher, mahmurlukta,

Bakarsın, olmuş olacak.

Bir hastan vardır umutsuz,

Hasreti uykularda,

Hasreti soğuk sularda.

Gayrı, iki korku çiçeğidir gözleri,

İki mavi, kocaman korku çiçeği,

Açar, derin kuyularda…

 

Dağlarının, dağlarının ardı korkunçtur.

Hiç akıl edip de düşünen var mı?

Gün kimin hesabına tutar akşamı,

Rahmetinden kim demlenir bulutun,

Hayırlı evlat makina

Nasıl canavar kesilir.

Kurdun, karıncanın rızkını veren

Toprak nasıl ayartılır,

Yüz vermez topal öküze,

Ve almaz koynuna kara sabanı.

 

Sepetçioğlu’m bir kömür işçişidir,

Mavzer değil, kürek tutar Urfalı Nazif

Mal, haraç-mezattır,

Can, pazar-pazar.

Kırmızı, ak ve esmer,

Yumuşak ve sert buğdayları

Yaratan ellerin sahibidir bu,

Kör boğaz, nafaka uğruna,

Haldan düşmüş, tebdil gezer…

 

Dağlarının, dağlarının ardı,

Nasıl anlatsam…

Ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz.

Çırılçıplak,

Vay kurban…

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda.”

Yiğitlik, sen cehennem olsan da bile

Fedayı kabul etmektir,

Cennet yapabilmek için seni,

Yoksul ve namuslu halka.

Bu’dur ol hikayet,

Ol kara sevda.

 

Seni sevmek,

Felsefedir, kusursuz.

İmandır, korkunç sabırlı.

İpin, kurşunun rağmına,

Yürür, pervasız ve güzel.

Sıradağları devirir,

Akan suları çevirir,

Alır yetimin hakkını,

Buyurur, kitabınca…

 

Gün ola, devran döne, umut yetişe,

Dağlarının, dağlarının ardında,

Değil öyle yoksulluklar, hasretler,

Bir tek başak bile dargın kalmayacaktır,

Bir tek zeytin dalı bile yalnız…

Sıkıysa yağmasın yağmur,

Sıkıysa uykudan uyanmasın dağ.

bu yürek, ne güne vurur…

Kaçar damarlarından karanlık,

Kaçar, bir daha dönemez,

Sunar koynunda yatandan,

Hem de mutlulukla sunar

Beynimizin ışığında yeraltı.

 

Her mevsim daha genç, daha verimli,

Sunar, pırıl-pırıl, sebil,

Ömrünün en güzel aşk hasadını,

Elimizin hünerinde yeryüzü.

Dolu sofra, gülen anne, gülen çocuklar,

Bir’e on, bir’e yüz’le akşama gebe

Şafakla doğan işgücü.

Yalanım yok, sözüm erkek sözüdür,

Ol kitapta böylece yazılıdır,

Ol sevda, böyledir çünkü..

 

Ahmed Arif

güzeldir kadıköy..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : ‘lucy in the sky’)

 

güzeldir kadıköy…

 

kaybedenler kulübü’nü seyrettim dün. film malum kadıköy’de geçiyor. kadıköy’ü iyi bilirim. lise ve ünivesite yıllarım kadıköy’de geçti. iliğime kemiğime işledi o sokaklar. kesin hücrelerimde hala vardır biraz moda rüzgarı, biraz bahariye gürültüsü, biraz sahaf kokusu.

filmi izlerken bindim bir zaman makinesine 1990’lara ışınlandım. 90’ların masumiyeti başka. yönetmen ucundan kıyısından anlatmış o hissi. şimdi içinde yaşadığımız realiteden çok farklıymış her şey. hatırlayınca şaşırıyor insan o zamanki ortamı, insan hallerini, o zamanki sevmeleri, şarkıları. her şey ne çok değişmiş. biz ne çok değişmişiz. şunun şurasında 10-15 yıl.

geçen zamanda kadıköy’le gönül değil ama fiziksel bağlarımı kopardım. topladım hayatımı “karşı”ya taşıdım.

ama ne zaman istanbul’dan darlanırım, avrupa yakasının ciddiyetinden fenalık gelir, bir vapur paklar beni. biner, iki çay içimi sürede kadıköy topraklarına ayak basarım. içimdeki 19’luk kız çocuğunun izlerini sürerim.

güzeldir kadıköy. cicidir. eski bir akrabayı ziyaret etmek gibidir. neyse. kaybedenler kulübü’nün üzerine uyuyup -nasıl bir alaka kurmalı bilinmez- rüyamda lacivert bir uzay gemisinin istanbul’a gelişine heyecanlandım. herkes kaçışırken bende düşündürücü bir “sonunda geldiler!” neşesi. sabah gözüme giren güneşle uyanıp uzaktan gelen inşaat makinesi sesini bir an olsun balıkçı teknesi “taka taka”sı da sanınca, “evet” dedim “benim biraz ev-iş çemberimin dışına çıkmam, rutini kırmam lazım.”

baktım güneş var; hatta perdeden süzüp kendini evin duvarına resimler falan çiziyor. böyle bahar gibi, yaz gibi, deniz kenarı gibi, domatesli salatalıklı kahvaltı gibi, iyot gibi, tahta masalar gibi, kedi gibi, kuş gibi bir sabah. olacak gibi değil, vapura binip bir deniz üstü havası almak, boğaz rüzgarında biraz ürpermek, çay içmek, çay içerken hayallenmek ve sonunda  kadıköy ülkesine adım atıp sokaklarında turlamak şart oldu. turladım da. hatta kadife sokak’ta bira eşliğinde mini bir aylak adam toplaşmasına bile iştirak ettim. onu da başka bir hikayede anlatırım.

‘lucy in the sky’

 

kalabalığım çok…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kalabalığım çok…

 duyduğum acının ömrüne zaman biçemediğim , yalnız gidilen sinema biletlerini koleksiyon yaptığım , sanki sıkıntıyı dar boğazlı bir kazak gibi üstüme geçirdiğim günler geçiriyorum…

bu süreçte bana nasıl sevinç oldunuz bilemezsiniz… gülten akın’ın bir şiirini ararken buldum sizi.. ve çok sevdim…

çocukluk hayalim vardı benim.. cümle alem çocuk , doktor , mühendis olmak isterken, ben sezen aksuyla aynı sahnede olma hayali kurardım.. ama çokta aza kanaat eden halimle, sadece bir seferlik.. yaşımız zamana ayak uydurmaya başladıkça.. benim bu hayalim konserine gitmeye fit oldu.. buna da şükür dedim tabi.. çünkü yıllarca radyolarda şarkısının çıkmasını bekleyip, üstünden bantlamak suretiyle kayıt yapılabilir hale getirilen kasetlere çeken bir bünye olarak konser bile dizginsiz bir hayal gibiydi… her neyse sevgili dostum özlem… ömrümün en anlamlı hediyesini verdi ve ben nihayet 29 yaşımda sevgili rengim sezen aksu’yu, ağzımda garip bir tat , içimde milyon güvercinin uçuştuğu bir halde dinledim..

konser çıkışında ki , ben o gün başı arkaya dönük olduğu halde hiç düşmeden yürüyebilen insan ödülü almalıydım…. işte herkes şu cümleyi kuruyordu ”gördün mü lan sezen aksu tüm şarkıları bana bakarak söyledi…”

işte size rastladığımda da bunu hissettim bunu duydum bir yerlerden…

gülüşünüzle kalın… iyinizde kalın… iyi sizin için ne ifade ediyorsa işte orda kalın…

 

‘BULUT’

HALO’NUN GÜNLÜĞÜ : YALANLARIM ve BEN..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HALO’NUN GÜNLÜĞÜ : YALANLARIM ve BEN..

 ‘Hemen söyleyeyim bu müdür ile ciğerimden benim çektiğimi kimse çekmez, işleri güçleri benle uğraşıp beni kızdırmak, benim pembe yalanlarımı yakalamak, ama ne yaparsın ah bir şu bilgisayardan içtihat çıkarmayı bilsem, biraz da yeni mevzuatı takip edebilsem onlara hiç eyvallah etmem ama neyse  çok zamanımız kalmadı zaten boşa zamanımızı harcamayalım da bu hayatta ne kadar rakı tüketirsek o kadar iyidir yani ne kadar stok yaparsak o kadar iyi, öbür tarafta bu stoklara ihtiyacım olacak, bu meredi içmeden kafam bir türlü çalışmıyor. Her halde bana bir şey olursa, dostlarım beni rakısız bırakmaz  ama yine tedbirli davranmak lazım.

 Konuyu dağıtmayalım da bu ciğerim ile müdür benim pembe yalanlarımı yakalamayı sever dedim ya bunlardan birini anlatayım da beni  ağızlarına  nasıl sakız yaptıklarına siz karar verin.

 Efendim yine günlerden bir gün saat onikiye yaklaşmış, tabi benim yine içki saatim gelmiş ( tabi benim için tek muteber içki rakı diğerleri aperatif ) ama öğlen ara olmadan adliyede de bir dosyayı incelemem lazım. Her zamanki gibi yine müdür ve ciğerimi kandırarak Kadıköy Bahariyedeki ceza adliyesine benimle gelmelerine ikna ettim. Serasker caddesinden hızlı şekilde adliyeye doğru yürürken, her zamanki gibi cep telefonum çaldı yine her zamanki gibi içimden kim bu münasebetsiz diyerek sinirli sinirli telefonumu açtım beni arayan bir türlü sevemediğim sevmemekte de hata yapmadığım  bir arkadaşım, ismi bende kalsın o da benim gibi hukukçu, telefonla benim nerede olduğumu sordu bir tarafta adliyeye yetişme telaşı ha  en önemlisi de adliye sonrası rakı sefası, rakıya tabi bir de bizim çocuklar  eşlik ederse keyfime diyecek yok bu düşüncelerle telefonla beni arayan vatandaşa Kadıköy’de olmama rağmen Sultan Ahmet Adliyesindeyim dedim telefonu kapattım.

 Bizim çocuklardan kaçar mı , Halo Dayı kimdi o dediler. Ya önemli değil dedim. Müdür ile ciğerim durur mu ya şimdi telefonla konuştuğun adamla karşılaşırsan dediler. Ha demez olsalardı daha üç dakika geçmeden arayan vatandaşla karşı karşıya kaldık. Tabi çok mahcup oldum öpüştük ya kusura bakma aceleyle Kadıköy adliyesi diyeceğime ağzımdan Sultan Ahmet çıktı diye geçiştirdim. Tabi bizim çocuklara dilinizi eşek arısı soksun demeyi de unutmadım, biraz gülüştük. Ama neyse ki hem adliyeye yetiştik, hem de bu olaydan sonra çocuklar beni yalnız bırakmadılar rakımda bana eşlik ettiler. Ya bu mereti içmek çok güzel ama tek başına  da tadı çıkmıyor dostlarla güzel.

 Buna benzer bir olayı daha anlatalım da bu günlük yeter artık. Yine yaz ve öğlen saatleri Bahariye adliyesinden duruşmadan çıktık yanımda yine ciğerim. Yine rakı saatim gelmiş, ciğerimi kandırmak zor olmadı yine onu çorba içmeye razı ettim, onlar da çorbanın rakı olduğunu anlıyorlar tabi ama beni de kırmıyorlar. Yine Serasker  Caddesine geldik kendimizi orada bir meyhaneye atacağız. Yine durur mu benim münasebetsiz telefonum yine çaldı, rakıya çok yaklaşmışken yine hangi münasebetsizdi bu, rakı gözümde tüttüğünden artık ellerim de titremeye başladığından, karşımdakinin kim olduğunu anlamadan telefondakiyle konuşmaya devam ettim. Diğer anlattığım olaydaki gibi bu arayan da nerede olduğumu sordu biran önce rakıma ulaşabilmek için kimsenin beni arayıp sormayacağı yanıma gelemeyeceği bir yer olarak düşündüğüm Sultanahmet Adliyesi yine ağzımdan dökülüverdi.

 Ciğerim kimle konuştuğumu sordu anlamadım kim olduğunu diye cevap verdim. Telefondaki görüşmemiz sonlandıktan bir dakika sonra meyhaneye adımımızı atmıştık ki, telefonla konuştuğum kişinin meyhanenin sahibi olduğunu anladım , karşımda duruyordu.  Bana daha bir şey söylemeden ya oğlum  -orada yeni açılan Sultanahmet Köftecisi aklıma geldi – ciğerim, Sultanahmet Köftecisine gidelim dedi, ben sana onu söylemeye çalışırken alışkanlık ağzımdan Sultanahmet Adliyesi çıktı diyerek bu badireyi de atlattık. Sağ olsun ciğerim de bozuntuya vermedi. Of rakı çok güzel dostlarla içmek daha güzel.

 

Ha tabi bu olayları ağızlarına sakız edip herkese anlatmayı ihmal etmediler. Sitemizdeki dostlarla paylaşayım da bunların da dilinden kurtulayım. Müdür müdür bir  duble daha getir bu beni kesmedi.’

‘HALO’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

      

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘TEMBEL AYAKLANMASI , Yan Gelip Yatmanın Manifestosu..’ – TOM HODGKINSON

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘hadi tembellik edelim.. sevmek ve yemek içmek hariç – bir de tembellik hariç..’ – Guthold Ephraim Lessing (1729-1781)

‘işin aslı , erken kalkma konusundaki bu toplum baskısı bizleri düşünmekten uzaklaştırmak amacını taşır.. 1993 yılında radikal düşünür ve aynı zamanda uyuşturucu üzerine araştırmalarıyla ünlü terence mckenna ile bir röportajım sırasında kendisine , ‘neden tembellik etmemize izin verilmiyor..’ diye sormuştum..

‘boş eller şeytan’a hizmet eder , diye bir deyiş vardır.. sanırım , toplumu tembelliğe alıştırmamak bu deyişe dayanıyor.. tembellik onları korkutur çünkü tembeller düşünen insanlardır.. düşünen insanlar ise , onların işine gelmez.. tembeller yaşadıkları koşullardan memnun olmayan bir kesimdir.. bence tembelliğin bir karşılığı da ‘hoşnutsuzluktur..’ insanlar sürekli bir takım işlerle meşgul olduğu sürece , hoşnutsuzluklarını düşünecek zaman bulmaz.. freud ‘iç gözlem marazidir’ der.. içe dönüklük ve asosyallikle iç gözlemi bir tutar ve sağlıksız , hatta hastalıklı bir durum kabul eder..’

oysa iç gözlem , insanı gerçeğe götürür : çarpıtılmış yaşamımızın dehşetini gözler önüne seren dehşet verici bir boyuttur bu.. yazar will self , ‘ düşünmeye karşı bu tabu , ingiltere’de protestan iş ahlakının yarattığı bir engeldir’ der.. ‘insanlar boş durmamalı zihniyetinden kaynaklanır – yani düşünmemeleri istenir..’

bu tabu tüm batı dünyasında yerleşmiştir.. hükümetler tembelliği sevmez çünkü tembeller onları endişelendirir.. tembeller gereksiz ürünlerin üretimine katkıda bulunmazlar , gereksiz tüketim yapmazlar.. tembelleri kontrol altında tutamazlar.. tembeller yardım ve desteği de kabul etmez..

naziler , tembellikten nefret emiştir.. 26 ocak 1938 tarihinde himmler ‘çalışma özürlü’ olarak tanımladığı tembel insanların çalışma kamplarına gönderilmesi emrini vermişti :

‘bu utanç kaynağı insanlar , çalışabilecek yaşta ve başta olup , doktor raporuyla bu yeterlilikleri saptanmış kişilerdir.. geçerli bir neden göstermeksizin , üst üste kendilerine yapılan iş önerilerini kabul etmemiş ya da işe başlayıp kısa bir süre içinde yine geçerli bir neden göstermeksizin işinden ayrılmış kişilerdir.. bu kişiler weimar yakınındaki buchenwald çalışma kampına götürülecektir..’

çalışma kamplarında tembellere siyah bir üçgen işareti bulunan iş tulumları giydirilmişti.. politik suçlular kırmızı , yahova şahitleri mor  ve suçlular yeşil , homoseksüller ise pembe üçgen işaretleriyle belirlenmişti.. himmler tembelleri ‘mikrop’ olarak görüyordu – sağlıklı bir devlet yapısını ve naziler’in mükemmel dünya hedefini salgın bir hastalıkla yok edecek bir mikrop..

güne bir şiirle başlamaktan daha keyifli ne olabilir.. john keats’in mektuplarını okurken , büyük şairin de aynı görüşte olduğunu fark ettim.. kentli insanlar şiir gibi boş şeylerle zaman kaybetmez.. ancak bir şiiri okumak sadece birkaç dakikalık bir iştir ve insan üzerinde etkisi muhteşemdir.. saat 10:00’da yatağında yatan bir tembelin ise , bu muhteşem deneyime bol bol zamanı vardır..

keats 23 yaşındayken , ‘insanın sadece okuyarak bir yaşam sürdürülebileceğini düşünüyorum’ diye yazmıştır.. ‘herhangi bir gün herhangi bir şiirle bambaşka bir dünyada gezinebilir , düşlere dalabilir , geleceği görebilirsiniz.. ne müthiş bir düşünce yolculuğu , ne keyifli bir kendinden geçiş ve ne anlamlı bir tembellik..’

keats’in son cümlesindeki tanımlar , gerçekten de , hareketsizliğin yaratıcı etkisini mükemmel bir şekilde anlatıyor.. sonraki satırlarında tembelliğin yüceliğinden bahsediyor : ‘arılar gibi sabırsızca çiçekten çiçeğe konmaktansa , çiçekler gibi yapraklarımızı açıp pasif , düşünce ve bilgiye açık , algılamaya hazır beklemeliyiz..’

hareketsizlik , ağırbaşlılıktır- yüceliktir.. hareketlilik  başarısız insanlar  içindir.. oscar wilde ‘the critics as artist’ (1890) adlı yazısında hareketliliğe nasıl saldırıyor bakalım : ‘hareketlilik , yapacak bir şeyi olmayan insanların sığınağıdır.. hareketliliğin kaynağı hayal gücü eksikliğidir.. düş kurmayı bilmeyenlerin kaçışıdır.. hareketlilik , sınırlı ve görecedir.. oysa sınırsızlık , rahat bir oturma pozisyonunda etrafını izleyerek yalnız başına gezinen ve düş kuran insanlara özgüdür..

insanlar bu korkunç sosyal idealin zalim pençesinde ezilerek birbirine sürekli olarak ’ne yapıyorsun’ diye soruyor.. oysa , uygar insanların birbirine sorması gereken tek soru : ‘ne düşünüyorsun’ olmalıdır.. düşünmek hiçbir vatandaşın vicdan azabı duyacağı bir günah değildir – yüksek kültürlerde insanoğlunun tek uğraşı düşünmek olmuştur..

şunu söylemeliyim : hiçbir şey yapmama , dünyanın en zor işidir – zor olduğu kadar da en entelektüel uğraşıdır.. seçkin insanlar böyle var olur..

düşünce , bir şeyler yapmak değildir – var olmaktır.. sadece var olmak da değildir ; düşünerek bir şeyler olmaktır çünkü bu ruh bir şeyler olabilmemizi sağlar..’

oscar wilde bu sözleriyle bir tembeli toplumun acınacak parazitleri durumundan , yararsız ve rahatsız edici , akılsız bireyler düzeyinden tanrı katına çıkarır.. tembeller topluma yük olmak bir yana , toplumun özel ve seçkin insanlarıdır.. onlar görüş sahibi , öncü kişilerdir.. diğer insanlardan daha net bir şekilde olayları görürler ; diğer insanların girdiği kalıpları reddederler.. gözleri açıktır.. onlar kendilerine zaman ayıran insanlardır..

insan olun.. düşüncenizde sonsuzluğa ulaşın.. tanrılaşın.. ve yatağınızda kalın..’

‘tembel ve özgür ruhlu amerikalı şair walt whitman da mutluluğunu şöyle coşkuyla kağıda dökmüştür :

‘o insanları ne kadar çok seviyorum.. hiç kimse onların dehasına , yaşam tarzına ve asla vazgeçmeyecekleri özgülüklerine ulaşamaz.. boş gezen insanlar.. onlar tembel değildir ; bugün on iki saat ya da on dört saat çalışırlar , yarın işe el sürmezler.. yatarlar , uyurlar , dinlenirler.. onurlu , şerefli insanlardır.. çok eski bir geleneğin insanları olarak , sonradan görmeler ve züppelere yeğlediğim insanlardır..’

‘pascal ‘belalı insanları’ şöyle tanımlar :

‘ bazen oturup insanların koşuşturmalarını düşünüyorum da , savaşlar , mahkemeler , ayaklanmalar , kötü niyetli girişimlerin hepsi ve insanın mutsuzluğu evinde sessizce oturmayı becerememesinden kaynaklanıyor diye karar veriyorum.. kendi gereksinimlerini karşılayabilen bir insan ya da bir toplum , ülkesini bırakıp denizaşırı ülkelere gidip bir kaleyi ele geçirmeyi neden düşünsün ki.. evinde ya da memleketinde kalıp keyfini çıkarmayı bilse , bunlara hiç yeltenmezdi.. uluslar kendi sınırlarını bilip mutlu olmayı öğrenebilseydi , ordulara bu kadar para yatırmazlardı ; insanlar evde yalnız kalmayı bilselerdi kumara sarmazlardı..’

‘TEMBEL AYAKLANMASI , Yan Gelip Yatmanın Manifestosu..’ , TOM HODGKINSON ,

Çeviri : NEŞE OLCAYTU , E Yayınları , Mart 2007 , 256 Sayfa..

İÇİNDEKİLER :

önsöz..

08:00 yataktan kalkmak hiç kolay değil

09:00 iş güç ve dert

10:00 uykuya gömülmek

11:00 işten kaçıp keyif yapma zamanı , kar kardır

ÖĞLE akşamdan kalmanın etkileri

13:00 nerede o eski öğle paydosları

14:00 hasta hasta işe gitmek

15:00 şekerleme

16:00 çay saati

17:00 başıboşluk

18:00 günün ilk içkisi

19:00 balıkçılık üzerine

20:00 sigara saati

21:00 evde tembellik

22:00 barda buluşma

23:00 ayaklanma

GECE YARISI ay ve yıldızlar

01:00 seks ve tembellik

02:00 sohbet

03:00 parti zamanı

04:00 meditasyon

05:00 uyku

06:00 tatil günleri

07:00 düşler

kaynakça..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘dün ne kadar içmişim bilmiyorum ama gece boyunca uyuyamamış olmamdan dolayı sınırın , eşiğin çok üstüne çıktığım anlaşılıyor.. sanırım alkolün etkisi geçince tansiyon tavan yaptı ve kutsal uyku çok uzak diyarlara kaçtı..

gece sabaha kadar döndüm yatakta.. bolca film izledim..

dün içmeye aramıza ‘yeni katılan bir aylakla’ başlamak hoştu.. ‘yaşasın ben de aylak oldum’ diyecek kadar samimi , sımsıcak ve güzel bir insan.. onunla ilgili yakında yazacağım.. daha yüzünü bile görmediğim , sesini duymadığım biriyle el sıkışıp merhaba dedikten sonra biraları söylemek ve arka arkaya keyifli bir sohbetle biraları yuvarlamak çok hoştu doğrusu.. ‘lucy in the sky’ dün çok hoş bir sürpriz yaptı bana ve diğer aylaklara ziyaretimize geldi.. yüreğine ve ayaklarına sağlık ‘lucy in the sky’ , aramıza hoş geldin..

kendisiyle fazla uzun sürmese de çok hoş bir sohbet yaptık ümo’yla beraber.. sonra onu halo dayımızla , aylakların piriyle tanıştırmaya mekana yani ‘aylak adamız’ın doğduğu yere getirdik.. halo dayı , abidin dayı ve ciğerim’le tanıştı burada.. her ne kadar halo her zaman ki çekingenliğinden dolayı kendisine bir zırh çekse de hoş bir buluşma oldu mekanda.. halo’nun çekingenliği biraz da belki rakı keyfinin bozulması korkusuydu sanırım.. dilekçe yazıyorum ayağı balkonda rakısını yuvarladı biz sohbet ederken..

neyse ‘lucy in the sky’la ilgili bir yazı yazacağım yakında.. kendisini dün tanıdık , sesini duyduk , mutlu olduk.. hepimiz onu çok sevdik.. ‘reis’ (blackhawk) onu göremediği için çok üzüldü , epeyi yağdı bize en başta ben olmak üzere.. ‘lucy in the sky’a çok teşekkür ediyoruz bu jestinden ve sürprizinden dolayı..

işte ‘lucy in the sky’ ile başlayan dünkü demlenme sürecimiz halo dayı , ümo ve reis’le devam edip gitti gece yarısına kadar.. eve geldim gece yarısı güzel bir balık yedim ve sonra sabaha kadar filmlerle haşır neşir oldum..

en son yıldım uyuma çabasını bırakıp sabahın ilk ışıklarıyla kafam kazan gibi ağrırken esneye esneye iki odaya yığılmış kitap yığınları arasında dolaşmaya başladım.. gözüme bir iki yıl önce okuduğum dehşet güzellikte  bir kitap değdi : tembel ayaklanması , yan gelip yatmanın manifestosu..

ben nasıl bunu atlamışım sitede bahsetmemişim diye düşündüm.. kitabın yazarı tom hodgkınson sade bir dille tembelliğin erdemlerini sayıp , ilk insandan şu ana kadar ki tembellik üzerine yazılan , söylenen her şeyi derleyip toparlayan bir kitap hazırlamış.. sıkılmadan kendini okutan kitapta yüzlerce anekdot ve olaydan bahsediliyor.. ben de kafam kazan gibiyken açtım ‘akşamdan kalmanın etkileri’ bölümünü okudum tekrar..

kitabın bölümlerinin düzenlenişi kitabın okunmasını daha da kolaylaştırıyor ve tembellik yapa yapa tembellik üzerine düşünmeye sevk ediyor sizi.. yormuyor , tam bir tembel işi anlayacağınız.. iddia ediyorum böyle zevkle okunan bir manifesto elinize geçip okumamışsınızdır.. kitabı nerede bulursanız bulun ve okuyun bence.. ama okurken tembel tembel okuyun ve orada sayılan tembellik manifestosunun kuralarına uyarak birkaç gün yaşamayı deneyin , emin olun yüzünüzde gülücüklerle dolaşacaksınız o birkaç gün ve hayattan biraz daha zevk alacaksınız sevgili aylaklar..

bu arada sevgili ‘reis’in yani ‘blackhawk’ın , sitemizin yaratıcısının doğum günü bugün.. o da ben de kutlamaları pek sevmeyiz.. hem yaşlanmanın kutlaması olur mu değil mi ‘reis’.. ama iyi ki varsın , iyi ki doğmuşsun ‘reis’.. seni tanımış olmaktan dolayı çok şanslıyız ve mutluyuz.. sana uzun mutlu ve aylak yıllar dileriz ‘reis’..

aylak aylak ve de gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

‘ümo , reis , nazmi , asghar farhadi ve golshifteh farahani..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ümo , reis , nazmi , asghar farhadi

 ve golshifteh farahani..’

hayata yetişmek mümkün değil.. sinemanın hızına da.. tıpkı diğer sanat dallarındaki gibi..

iran sineması ise bir derya.. nereden başladım onu bile hatırlamıyorum ama kiarostami ve furuğ ile daldığım iran deryasına arkamdan cevo’nun tekmesiyle tepetaklak yuvarlandım , boğuldum.. elime nerede ne geçerse hepsini aldım.. bir film canavarı gibi tükettim.. cevo’yla majidi’nin ya da kiarostami’nin filmlerinin herhangi bir sahnesi için saatlerce konuşurduk.. onu yakalayan bırakmayan yerler beni de yakalıyordu.. sonra o gitti o kara şehirlerden birine , ben burada kaldım bir başıma deryanın içinde..

ara ara gelir cevo bende ne varsa alır gider.. geçenlerde geldiğinde tarumar edip arşivimi gitti yine.. sonra bir gün mesaj attı asghar farhadi’nin ‘about elly’sini izledin mi diye.. henüz izlemedim dedim.. o sıralarda asghar farhadi yeni filmiyle berlin’de en iyi film altın ayı ödülünü almıştı ve oyuncularda diğer ödülleri toplamıştı.. cevo hemen izle dedi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ben de kaç aydır beklettiğim filmi o gece uykum gelmesine rağmen geç vakitte attım makineye izlemeye başladım.. filmin başlamasıyla uzandığım yerden kalktım kendimden geçercesine dikkatle izlemeye başladım.. belki de filmin içinde kayboldum gittim.. zaten ilk sahnelerle birlikte ‘golshifteh farahani’ ile karşılaşmam benim dikkat kesilmeme yetti arttı bile.. ilk hangi filmde görmüştüm onu bilmiyorum ama elime onun oynadığı bulabildiğim tüm filmleri almıştım.. bu filmde oynadığını nasıl bilmiyordum ve nasıl atlamışım hala hayret ediyorum..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

golshifteh farahani , iran sinemasının yetiştirdiği çok güzel ve yetenekli oyunculardan birisi.. nacer khemir’in bab’aziz’ini izleyen onu oradaki ‘noor’ rolünden mutlaka hatırlar.. nasıl unutulur ki o masalsı güzellik..

sonra kiarostami’nin shrin’in de o sinema salonundaki onlarca iranlı güzelliğin yüzlerinde kamera dolaşırken onun yüzü hemen nasıl da kendini fark ettiriyordu..

bahman’ın ‘half moon’ filminde oynarken de döktürüyordu..

hollywood sinemasının son yıllarda yetiştirdiği en iyi oyunculardan birisi olan leonardo dicaprio ile oynadığı ve emperyalist ajanların fink attığı ortadoğu ülkelerinde geçen dolapları ‘belli bir açıdan’ güzel anlatan ‘body of lies’ filminde yine   ‘golshifteh farahani’ oyunculuğunu ve güzelliğini konuşturuyordu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bazen düşünüyorum  golshifteh farahani’nin sadece bir filmde görünmesi bile o filmi güzel yapabilir mi diye..

neyse golshifteh farahani’nin başrolde oynadığı ‘about elly’ adlı film insanı sarsacak kadar etkileyici bir film..

insan bir an nereye gidiyor , ne anlatacak bu film bize derken o monoton akış birden arka arkaya sarsıcı olaylarla bambaşka bir seyir izlemeye başlıyor.. filmin tek kusuru var kamera bazı yerlerde aksıyor.. kameranın piri cevo daha iyi anlatır bu konuyu.. belki bir gün kim bilir..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmin konusundan da kısaca bahsedeyim : ahmad yıllar sonra iran’a döner.. arkadaşları onun için deniz kenarında bir gezi düzenlemeye karar verir.. evli olanlar aileleriyle , bekarlar tek başlarına geziye katılır.. sepideh (golshifteh farahani) çocuğunun öğretmeni elly’i de (taraneh alidoosti) bu geziye davet eder.. elly , o sırada nişanlısıyla sorunlar yaşamaktadır ve bu gezi kafasını dinlemek için iyi bir fırsattır.. gezi sırasında spontane şekilde ahmad’ın diğer arkadaşları -en başta da sepideh- ikisi de bekar olan elly ve ahmad’ı birbirlerine yakıştırır.. elly durumu fark ettiğinde mahcup olur ve oradan ayrılmak ister ama sepideh kesinlikle bırakmaz , gitmemesi için eşyalarını saklar.. işte olaylar bundan sonra bambaşka boyutlara ulaşır.. bundan sonrasını anlatmıyorum çünkü insanı derinden sarsacak kadar etkileyici bir akışı ve sonu var filmin..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

cevo’nun deyimiyle ‘iranlılar biliyor sinemayı..’ ne kadar da doğru , haklı bir cümle..

bu film bittikten sonra sabaha kadar uyuyamadım.. tekrar başa döndüm tekrar izledim.. milyonlarca dolar harcayarak , abartılı bütçelerle saçma sapan harcamalarla film yapmaya gerek olmadığını , çok sade ve hayatın içinden filmlerin nasıl yapılabileceğini asghar farhadi çok güzel göstermiş filminde..

bağırmadan çağırmadan iran özelinde kadın erkek ilişkilerinin nerelere vardığını da gözler önüne seriyor filmde..

benim gibi saçma sapan sebeplerle hala izleyemediyseniz bu filmi bulun izleyin.. ve siz de yüreğinize iran’ı ve isterseniz golshifteh farahani’yi koyun..

ben böyle etkilendiğim zamanlarda hemen yazmam filmler yada kitaplar filan hakkında.. beklerim bir süre.. o film ya da kitap filan demlenir içimde.. tekrar izlerim , tekrar okurum.. içinde yaşarım o filmleri ya da kitapları.. o eserin kahramanları beni görmezler ama ben yanlarında sessizce izlerim onları..

sabaha kadar uyamayan ben filmin ya da golshifteh farahani’nin sarhoşluğuyla tıngır mıngır mekana geldim öğlene doğru.. o gün hiçbir şey yapmak istemiyordum.. sonra mekanda birden kimse kalmadı , tek başıma kaldım.. bir süre filmle ilgili yazıları , eleştirileri bulup , okudum.. sonra açtım mekanda izledim filmi bir süre..

filmi izlerken reis geldi önce , sonra da ümo’yu çağırdık.. reis’le nedense ilk aklımıza gelen kişi ümo oluyor.. ümo’da hemen koşa koşa geldi..

ben içimde about elly’nin sarsıntıları demlenmeye başladık.. üç kişi oradan buradan konuşurken konu döndü dolaştı nazmi kırık’a geldi.. ümo ‘la votka limon’u izlemiş miydin’ diye sordu.. evet izlemez miyim , çok sevmiştim.. hem ben votka limon’u da çok severim bilirsin dedim..

‘ya onu bırak.. nazmi , hüner salim’in yeni filminde oynamış geçenlerde’ dedi.. vay dedim nazmi abim gene oyunculuğunu konuşturmuştur.. ümo dur arayalım dedi nazmi’yi ne zaman gelecekmiş öğrenelim.. aradı nazmi’yle sırasıyla konuştuk ümo , ben , reis.. baba dedik ne zaman geliyorsun.. özledik seni.. evet hiç tanımadığım nazmi abimi yıllardır görmüyormuşum gibi özlemiştim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

nazmi ‘az kaldı geliyorum.. yakın zamanda bir film vardı hüner’in onda bir rolümüz vardı oynadık , şimdi özel bir durumum var , onu da atlatınca yanınızdayım’ dedi.. çok sevindik.. ne kadar gelmesini istediğimizi gelince benim ve ümo’nun gözlerinden anlayacaktır..

neyse telefonu kapattık üç aylak , nazmiden , sinemadan bahsederken ben de bir yandan hüner salim’in son filmine bakıyordum internetten.. o anda sustum kaldım durgunlaştım filmin adını okuyunca : ‘si tu meurs, je te tue’ (eğer ölürsen, seni öldürürüm..)

çok etkileyici bir isim derken oyuncu kadrosuna bakıyordum ki ilk başta isim olarak golshifteh farahani’yi görünce çığlık attım..

vay dedim nazmi abim , golshifteh farahani’yle oynamış bu filmde.. reisle ümo şaşırdı.. ilk başlarda hatırlamadılar golshifteh farahani’yi.. onlara resimlerini gösterince ve filmlerini sayınca hatırladılar , bilmez miyiz dediler o güzelliği..

filmi o kadar merak ettim ki.. hemen fragmanını açtım izledim.. bir bıyık hastası olan ve yirmi yıldır bıyıklı olan ben diyorum ki bıyığın uçları hariç nazmi abime bıyık pek yakışmış , güldürdü bizi.. hele fragmanda nazmi abimin söylediği türkü yıkıp geçti bizi , hem de bir kez daha hayran bıraktı oyunculuğuna o kısacık fragmanda.. golshifteh farahani ise o fragmanda tüm güzelliğiyle güneş gibi yakıyordu.. filmin merkezinin  golshifteh farahani olduğu fragmanda açıkça anlaşılıyordu.. defalarca seyrettik..

sonra ümo aynı nazmi abim gibi türküyü söyleyince gülmekten yerlere yattık.. nazmi abim binlerce kilometre uzakta olsa bile sımsıcak oyunculuğu ve o güzel yüreğiyle gecemizi aydınlatmıştı.. ah nazmi abim ah , senin gibi insanlara ne kadar ihtiyacı var bu ülkenin bilemezsin.. senin kıymetini bilmeyenlere yazıklar olsun ne diyeyim daha fazla ağır yazmak istemiyorum kalemin ucu kayar gider çünkü çok doluyum..

neyse işte o gece biz nazmi abimiz’de yanımızdayken yükümüzü yeterince alıp dağıldık evlerimize..

ben eve gittim önce half moon’u sonra bab’azizi , kazım öz’ün fotoğraf’ını , sonra yeşim ustaoğlu’nun ‘güneşe yolculuk’unu ve en son da ‘about elly’i tekrar koyup bazı sahnelerini izledim günün ilk ışıklarına kadar..

sonra ‘ikizim’ , ben sensizliğin dipsiz kuyusunda boğulurken kendimi tüm ağırlığımla suyun en dibine ulaşmak üzere bıraktım bir daha hiç uyanmamak dileğiyle about elly’de geçen şu cümleyle :

‘kötü bir son , sonsuz bir umutsuzluktan daha iyidir..’ (about elly..)

 

Crockett..

‘biz yeni bir tür iyi insan, iyi insan, iyi insan, yaratıcı insan olmaya yürüyelim..’ – DOĞAN ÖZ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘devletin içindeki kontrgerilla yapılanmasını ve faşist yuvalanmaları araştırırken ve tam da dava açma hazırlığındayken 24 mart 1978’de evinin önünde arabasına binerken altı kurşunla katledilen yurtsever ankara cumhuriyet savcısı doğan öz’ü katleden kontrgerillanın faşist tetikçileri ve azmettirenleri hala yargılanmadı , cezalandırılmadı..

18 tanığın ifadesine , ayrıca yakalanan faşist tetikçinin suçunu ikrar etmesine ve sanığa altı kez ceza verilmesine rağmen askeri yargıtay defalarca kararı bozdu ve tetikçi bozuntusunu serbest bıraktı.. 

unutmayalım , unutturmayalım..

demokrasi havarilerine bir kez daha hatırlatıyoruz : KATİLLER , DARBECİLER HANİ YARGILANACAKTI.. İNSANLARI UYUTMAYIN.. YARGILAYIN !’

Crockett..

‘şiddet olayları, anarşik eylemler olarak nitelendirilebilecek kadar basit değildir. amaç, demokrasi umudunu yok etmek; onun yerine faşist düzeni gündeme getirmek ve bütün unsurlarıyla yürürlüğe koymaktır. böylece abd ve çokuluslu ortaklıklar, ortadoğu sorununu büyük ölçüde çözmek amacını gütmektedirler. bize göre bu sonuca ulaşmada cia , kontrgerilla gibi gizli örgütlerin yönlendirmesi vardır. bu örgütler, devlet aygıtını geniş ölçüde kendi amaçlarına uygun şekle dönüştürerek demokrasi düşmanı akımları iktidar yapmayı öngörmüşlerdir.’

DOĞAN ÖZ.. (başbakanlığa sunduğu rapordan..)

‘şunu öncelikle bilmekte yarar var: bütün bu çalışmalar içinde askeri ve sivil güvenlik güçleri vardır. kontr-gerilla, genel kurmay harp dairesi’ne bağlıdır. kontrgerilla, il ve ilçelerde seferberlik işlemini yürüten kurum olarak askerlik şubelerince yönetilmektedir. bu konuda en çok, aşamalı eğitimden geçen astsubaylar kullanılmaktadır.’

DOĞAN ÖZ.. (başbakanlığa sunduğu rapordan..)

 

 

 

 

 

 

‘Çocuklarım,
Bugün 16 mayıs 1974 ve ben bugün sizden ayrıyım. Mardin’deyim. Sizleri nasıl arıyorum, bilemezsiniz. Artık 40 yaşındayım.
Annenizle ta lise öğrenciliğimiz yıllarında karşılaşmış ve tanışmıştık ve birbirimize tapmıştık. Ve yarın Turan’ın doğum günüdür.
Anneniz ve ben yalnız insanları sevdik, yalnız toplumun mutlu olmasını istedik, yalnız kendimizden geldik.
Sonra uzun öğrencilik yılları, sonra görev yılları. Turan doğdu. Çermik’te çalışırken Hakan doğdu ve biz çok mutluyduk. Çok çok uzun yıllar sonra siz de buna tanık oldunuz. Bengi’miz doğdu. Sanki evimize papatya tarlası açıldı.
Ve biz hiçbir şeyden yılmayalım. Ve biz hiçbir zaman kendimizden utanmayalım. Hatalarımızı kolaylıkla kabul edelim. Başarılarımıza hiç korkmadan yürüyelim.
Biz yeni bir tür iyi insan, iyi insan, iyi insan, yaratıcı insan olmaya yürüyelim.’

DOĞAN ÖZ..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Max: “You are my best friend. You are my only friend.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Max: “You are my best friend. You are my only friend.”

Geçenlerde bir arkadaşım gündem yorgunu ruh halimi görüp elime bir film tutuşturdu. “Seyret mutlaka. Tam senlik” dedi. Çok sevdiğimiz hareketler bunlar. Birileri halimizden anlasın, Hızır gibi yetişsin, reçete yazar gibi film önersin, kitap önersin, şarkı göndersin. Sonra o kitaplar, filmler, şarkılar bünyeye iyi gelsin, iyileştirsin, sarıp sarmalasın. Bayılırım. Neyse. Bu muazzam görevi başarıyla üstlenen arkadaşımın elime tutuşturduğu DVD’nin kapağına şöyle bir baktım. Film göründüğü kadarıyla tam benlik gerçekten. 2009 yapımı stop-motion bir film. Kapakta siyah beyaz bir görsel. Eskimiş döşemenin üzerinde, tam pencerenin önünde bir sandalye, bir de masa. Masada daktilo. Daktilonun başında, kafasında kapaktaki tek renkli şey olan kırmızı ponponuyla üzgün suratlı bir adam. Öylece durup elimdeki DVD kutusuna bakarken hissettiğim -abartmayı severim- ilk bakışta aşk gibi bir şey. Filmde kırmızı bir ponpon var, daktilo var, üzgün suratlı bir adam var, eskimiş döşemeler var; üstelik stop-motion. Sevmemem ihtimal dahilinde değil. Nasıl olmuş da ıskalamışım bunca zaman, bilinmez. Galiba; kitaplar, filmler ve bazen de şarkılar herkesler tarafından senden çok önce tüketilip eskiyip gündemden düşse de, senin hayatına girmek için sırasını bekliyor. Sanki yolunuz kesişmeden önce senin onlar için bir hazırlanman gerekiyor. Öyle herhangi bir zamanda çıkmıyorlar karşına. Gerekirse uzun zaman bir şekilde senden saklanmayı başarıp hayatının tam “cuk oturdu” denecek yerinde bir anda pıt diye beliriveriyorlar. Şimdi durup hayatımdaki olaylarla eşzamanlı okuduğum kitapları, seyrettiğim filmleri düşünüyorum da, gayet anlamlı bir teori bu. Hatta kesin öyle. (Mesela Ezginin Günlüğü’nü çok severim. Hüsnü Arkan’ın yeni ‘solo’ albümünden piyasaya çıktıktan çok sonra haberim oldu. Ama öyle bir anda dinledim ki albümün ilk şarkısını, ne erken ne geç. Tam bana bir Hüsnü Arkan şarkısından başka bir şeyin iyi gelmeyeceği sırada. Kusursuz senaryoları severim.) Neyse.

DVD’nin devir tesliminden sonra pek sevgili arkadaşımın o anki hayat senaryoma uygun gördüğü filmi seyretmek için derhal gerekli ortamı hazırladım ve kucakta kedi “play”e tıklayıp Mary & Max’in tuhaf ama güzelliğini tuhaflığından alan dünyasına dalıverdim. İlk bakışta karanlık, soluk renkli bir dünya burası. Filmin içine girip hem Mary’yi hem Max’i şefkatle bağrıma basıp “korkmayın ben varım” demek istediğim sahnelerle, dev puntolarla duvarlara yazmak istediğim repliklerle, ağlasam mı gülsem mi bilemediğim, en sonunda ağlamaya karar verip lakin kendimi bir anda kahkaha atarken bulduğum naifliklerle dolu, karanlığa rağmen ponponların kırmızı olduğu bir dünya. Biraz içine girince karanlığın sanki hafifçe aralanıp ışığa yol veren siyah perdeler gibi aralandığı. Alabildiğine hüzünlü. Hani hüznün hapı olsa içsek, ancak öyle hissedeceğimiz. Öyle yoğun, öyle katışıksız. Alabildiğine umut dolu. Hani umut bir ruh hali değil masa gibi sandalye gibi dokunabildiğin “gerçek” bir şeymiş gibi. Filmde aklımı çelen çok şey var. Kalbimi çalan. Ama benim gibi bir mektupsever için bunların en başında Max’in ve Mary’nin birbirleriyle mektuplar üzerinden konuşmaları geliyor. Film zaten bu birbirinden alakasız dünyalarda yaşayan ama aslında hayatın aynı köşelerinden gol yemiş iki insanın birbirlerine yazdıkları çocuksu olsa da gayet ciddi, yer yer eğlenceli, yer yer iç buran mektuplar üzerinden ilerliyor. Mary & Max’i seyredin muhakkak. Eğer hala yolunuz kesişmediyse bu filmle, bu yazı size vesile olsun. Gündem yorgunu kalplerinize iyi gelir bu film. Onları alır pamuklara sarar, öpüp koklar, pışpışlar. Bakarsın iyileştirir.

“lucy in the sky”

Ölüme Dair Konuşmalar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ölüme Dair Konuşmalar

Ben yazmayı pek beceremem kendini anlat deseniz iyi bir okurum derim sadece…

Bu gece öyle bir şiir okudum ki yazmamak mümkün değildi onun üzerine…

Hayatta hep iki tercihten birini seçmeye zorlanmış ben ve o iki tercihi de seçmeyecek ve illa benim koyduğum seçenek olmalı ve onu seçmeliyim diyecek kadar da inatçı ben, ilk defa evet ilk defa ölümü bu kadar net seçebildim.

“Ölüm bir hatıra gibidir insanda

Kah hatırlanır, kah unutulur

Fakat birgün, birgün nihayet

Gözle görülür elle tutulur”

Turgut Uyar

Bu mısra beni bu gece aklımı dolduran o saçma sapan hengameden kurtardı ve şirin devamında da Turgut Uyar’ın dediğini düşünüyorum şimdi.

‘Senin anlayacağın ela gözlüm şimdiden

Alıştırıyorum kendimi’

Ölüme alıştırabilir mi insan kendini, daha hayata alıştıramamışken? Ya da hala kendini tanıyamamış ben ölüm gelse tanır mıyım? Yani en azından bir gün önce bilsem geldiğini, tanısam onu, tüm hayallerim sığar mı bir güne?

İşin garip tarafı daha ben hayatı tanıyamadım, anlamıyorum insanları…(mesela; para için öldürenleri ve öldürülenleri, ya da statü için, ya da namus için…)

Ve ben yani hayattakilerden ziyade kendini ölülere yakın hisseden ben, ölümü bi kaçış addederken neden hala içimde acıyan bir yerler var…

Not: Beni Turgut Uyar’la tanıştıran çok değerli dostuma da ayrıca teşekkürlerimi bir borç bilirim. 

 

Ölüme Dair Konuşmalar

…İşte günlerden bir gün Ela gözlüm,

Yeni bir başlangıçta bitecek ömrümüz.

Amenna ve Saddakna,

Bari hoşça geçse günümüz…

 

Hangisine tasa edeceği, şaştık.

“Ölüm derdi, kalım derdi” derken

Dimyata pirince giden misali,

Yolun ortasına ulaştık…

 

Ölüm bir hatıra gibidir insanda,

Kah hatırlanır, kah unutulur.

Fakat bir gün, bir gün nihayet

Gözle görülür elle tutulur..

 

Şimdi taştan çıkardığım ekmekle,

Çorba içmekteyiz sıcak sıcak.

Fakat kim diyebilir ki Turgut,

Hatıra olmayacak?

 

Unutmak istiyorum zaman zaman,

Ne yapsam, ne etsem olmuyor,

Kabulleniyorum,

Kabulleniyorum da- gelgelelim

İçim içimi yiyor..

Nasıl ki, unutamaz insan

Bir kez gerçekten sevdi mi..

……………………

Senin anlayacağın Ela gözlüm şimdiden

Alıştırıyorum kendimi…

‘Turgut Uyar ,  Büyük Saat’

Eyvallah…

“TERS”

Yazının son notu : özellikle şapkalı ‘a’ları özleyenlerin mutlaka okumasını tavsiye ettiğim bir kitap Büyük Saat…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hasta Parçacıklar… – III

 

 

 

 

 

                       

 

 

 

 

 

                   Hasta Parçacıklar – III… (Morbid Segmentations-III..)

 

“Bir Masal : Boşluk”

Hayat sokağında yürürken bir kişi;

Birden yerde bir karartı görür.

Meraklıdır ne olduğunu öğrenmeye.

Gölge değildir  ya da bir kara boya

“Belki de orada böyle bir şey yoktur”

            diye düşünür;

       ama etrafındaki yolun varlığı

       bu karartıyı var kılar.

 

Eğilir karartıya ve dokunmak ister ,

Karartıdan kara bir kelepçe

            yapışır bileklerine ansızın

ve çeker onu kendi hiçliğine doğru.

O anda hisseder boşluğun soğukluğunu.

      Etrafı kararır,

      Gözüne görünmez olur güneş ne de ışık

      Bir tek yukarıda bu boşluğun

              artık ulaşılamaz kapı’sı vardır .

 

Kişi yukarı bakar devamlı ,

Ellerini uzatır yakalayabilmenin

          umudu içinde

                        aydınlığın sıcağını

 

Ama boşunadır her şey

Boşluk yutmuştur onu

              ve onunla ilgili her şeyi ,

 

Ve umutsuzluk başlar

Bir şey yapamamanın

       kederi gelir ardından

 

Etrafına bakınır ,

Ama yoktur etraf

           yalnızca varlığı belli olmayan

                   bastığı zemin vardır.

                                           

                                   *

 

Çok geçmeden bir başkası gelir

              karartının başına

                        uzun hayat sokağında .

Ve meraklanır önceki gibi.

Karartının içindeki

                        farkeder yeni gelen kişiyi

                                   karartının üzerine düşen gölgesinden

Ve seslenir yukarı doğru

                        varlığını duyurmak için .

 

Yeni gelen işitir bu zayıf sesi

                        -zayıftır çünkü

                          yokoluş yolundadır sesin sahibi

                                ve neredeyse yolun sonundadır.

“Kurtar beni ! Uzat elini !” der ses

Yeni gelense uzatacaktır

                        ama tereddüt içindedir.

Ne olacağını bilememenin

            tedirginliği çullanır üzerine .

Kurtarabilir belki de eski kişiyi

                        bu uzatılacak el ,

Ama öte yandan boşluğa da düşebilir

                        elin sahibi .

Yine de çaresiz uzatır elini

Yakalar içeridekinin elini

Ama boşunadır her şey

Ve kaptırır kendini karanlığa .

 

Artık iki kişi de içeridedir .

Sorgularlar kendilerini ve

                        yaptıkları hatayı .

Ve anlarlar ki tek kişi yetmez

                        kendilerini çekmeye dışarı

Beklemelidir yeni gelecek olanı.

Etraflarını biraz seçer olmuşlardır ,

                        karanlığa alışınca .

Ve sanki yalnız değil gibidirler

                        çünkü kıpırdanmalar sezerler

                                   karanlıkta .

 

Bunları gözlerken yeni bir gölge düşer üstlerine

ve seslenirler yukarıya : “Kurtar bizi ! Uzat elini!”

“Ama sen de tut bir başkasının elini ki düşmeyesin bu kuytuya.”

 

Yeni gelen , sokaktan geçen bir başkasının  tutar elini

ve o da sımsıkı tutunur  yakındaki ağacın gövdesine .

Yeni gelen uzatır elini boşluğa ve yakalar ilk gelenin elini

Ama boşunadır her şey ;

İkisini de alır içine boşluk .

 

Ve otururlar umutsuzluk içinde

                        Bulundukları yerde.

 

                                   *

Oturdukları anda dehşete düşerler.

Çünkü az önce karanlıkta kıpırdaşanlar belirirler birden

ve ucu bucağı görünmeyen  insan tarlası

Hepsi başlarını  öne eğmiştir

            ve susmuşlardır.

İlk “yeni gelen” sorar birine şaşkınlık içinde bu durumun anlaşılmazlığını

Susan adam der ki yalnızca ,

“Kurtuluş yoktur bu hiçlikten ,

Ne kadar zıplarsan zıpla yukarılara doğru

Ve yardım işte dışarıdan – diğer yeni gelenleri  işaret eder ,

yoktur yine de çıkış”

 

Tüm insanlar bir zincir olsa ve destek yapsalar birbirlerine yine de çıkaramazlar seni buradan .”

 

“Ama bu boşluk …

            … yani bu boşluk …

                        bizi yuttu mu kısaca!?” ,der ilk yeni gelen telaşla.

 

“Aslında” der eskisi ; “boşluk vardır

            her zaman etrafta

                        tüm insanlar boşluktadır

                        ama o kadar yalnızlaştırılmışlardır ki

                        ve o kadar yabancılaştırılmışlardır ki

                                               İnsanlığa ,

                        yaşadıkları boşluğu sezmezler ,

                        ve boşluk  sürüp gider ömür boyu.

 

                        ama sen , ben ve

                                   tüm bu karanlıktakiler

                                               şanssızdırlar ,

                        Çünkü fark ederler boşluğun  varlığını

                        Ve perde arkasını görünce ,

                                   her şey sahteleşir

                                               ve zannedersin ki

                                                           gerçekte dışarısı vardır.

                        Çırpınırsın çıkmak için ,           

                                               ama başaramazsın.

                        Çünkü aslında

                                   Sen

dışarıdasındır.

 

                        Yalnızca fark etmişsindir

sahte dekoru.

                        Ve dekorun ardındaki ,

                                               sonsuz zifiri karanlık ,

                                               değiştirilemez çaresizlik

                        Seni kahreder

                        Ve sonunda biz eskiler gibi

                        Oturursun birşey yapmadan ,

                                   önceden dikildiğin yerde .”

 

 

O an  başka bir susan konuşur:

“Aslında bir söylentiye göre

                        vardır bu boşluktan çıkışın çaresi.

                        ama deneyenler yine de

                                   emin olamazlar yeni ortamın gerçekliğinden .

Ve yine başka bir söylentiye göre

            hayat sokağındadır kurtuluş ,

                        çok yakınındadır insanların.

 

Ama geçicidir her kurtuluş

            çünkü kurtuluşun temel şartını

                        insanlar sürdüremezler daima”

 

“Peki nedir temel şartı?” der ilk yeni gelen ;

“Onu yaşayarak öğrenirsin bu zifiri karanlıkta.

 

Bunca kişinin arasında

            doğrusunu tanımaktır , O’nu tanımaktır.

O ki seni çıkışın sıcaklığına götürecektir.” der az önce konuşan kişi.

“Onu nasıl tanırım” der  ilk yeni gelen .

“O ve sen .

Ararken sen onu

            bir çift ışıktır yanar

                        gözlerinin onu aradığı yerde

İşte hedefin odur , o ışığı yakalamaktır

                                   temel sorun .

            Ama aslında pek de kolay değildir onu yakalamak.

 

Çünkü ona ulaşmak için

            katedeceğin yolda

nice kişiler vardır

 aşılması gereken

                        ve nice yenisi çıkacaktır yoluna.

 

Ama ne olursa olsun ilerlemek gerekir ,

                        yılmadan ilerlemek hiçlikte ,

                        ulaşana kadar ilerlemek .

 

Yaklaştığın zaman görürsün ki

            her şey anlam kazanmaya başlar,

                        geçici de olsa bir anlam.

 

Önce sıcaklığını hissedersin O’nun ,

            hiçbir yerde bulamayacağın sıcaklığını .

Sonra da yaklaşırsın

            ve ruhunun kokusunu çekersin içine

                        doya doya .

Ve sonunda sımsıkı sarılırsın ,

            O ışıktan gözlerin bedenine .

Her şey güzelleşir adeta ,

Boşluk kaybolur sanki

            hayat sokağı başlar yeniden yürünmek için…

 

Ama her şey evet her şey yalnızca bir söylenti de olabilir.

Çünkü söylentiler çoktur

            bu hiçlikte ;

                        ne de olsa yoktur

yapacak bir şey.

Belki de yalnızca bir dekordur her şey

                                   ve ışıklı gözler .

Hani şu ana kadar kimsenin ,

                        buradan kurtulduğunun görülmeyişi de

                                   bunu gösterebilir.

 

Ve belki de tüm bu gelişenler

            yalnızca , fark ettiğin  hiçliği ve boşluğu

                        unutmandır geçici olarak .

 

Ama sonrasında yine

                        aynı karanlık olacaktır

                                   ve sen fark etmiş olarak

            Sahteliği ;

                                   tek çözümü üretmeye kalkarsın

o zaman .”

 

            İmalıdır bu son söz  ve bu imayı

                        anlamıştır ilk yeni gelen            

                 ve “sus!” der , “ daha fazla anlatma

                                   kapana kısılışımızı .”

 

O sırada üçüncü bir susan konuşur ;

“Ama belki de yine bir umut vardır

Tüm bu söylenenler birer söylenti olabilir

            önceki susanların ürettiği bir söylenti

Ve belki de bu karanlık bile sahtedir

            ve sen bu dekorun ardındaki bir gerçeği arıyorsundur.”

 

Ve diğer insanlar da konuşmaya başladılar

                                                           sırayla.

 

Hepsi yeni söylentilerden söz açtılar

                                   birbirinden farklı .

 

Ama hepsi birer söylentiydi.

İlk yeni gelen kişiyse

            yalnızca umuyordu :

            ışık saçan gözlerin gerçekliğini

                        ve susmayı hazmedemiyordu .

Kalktı bulunduğu yerden  ,

            zifiri karanlıkta kayboldu

            Işık saçan gözleri aramak için

            “bir umuttur yaşamak”

                        diyerek çıktı yola belki de…

‘FRAN(SI)Z’

(tarih, mekan , yer olmamalı ; sistem olmamalı , sadece “Kalb” atmalı “Nefes”te…)

 

( alakam olmayan ama elime boş olarak geçmiş bulunan 1998 tavukçuluk ajandalarından birinde bir yazı – fakültede bir vapur yolculuğunda yazılmış birkaç satır … “Onlar” söylemeye yeltendi … Ben devam ettim… “Ufukta pencerede ki belli belirsiz ışık…”  aydınlık oluverdi . )

(Buradaki Fransız ifadesinden Fransız hayranı falan olduğum düşünülmesin. Ülkem adliyelerinden bir alıntıya istinaden yazılmış bir takma isimdir bu. Dünyamızı oluşturan edebiyat ve felsefenin ilahlarından birilerine –onlar kendilerini bilir , atıflar yollamak için sadece Tarkovsky seyretmeyi ihtiyaç duymak da  yeter , siz merak etmeyin atıflar hedefine ulaşır…) 

Şu kısacık hayatımda ve herkesin şu kısacık hayatında soluğunu hissedebileceği  en delikanlı adam olan Crockett’ a  ithaf olunur .

‘Fran(sı)z’ 

            *                                 *                                 *

 

Bana bir adım uzak dur nokta ve virgül gibi…

                        Yazımdan  sız kağıdın ipeksi kokusuna kalbimden sızan al gibi…

Kendini kendin belle başkası değil…

                        Elindeki hayattır sadece ne de olsa bir de ufuktaki Güneş…

Çıplak ol ruhunla , kalbinin sesi uğruna Aşk ol…

                        Ta ki tenin kendini ruh edinceye kadar…

‘FRAN(SI)Z’