jilet gibi ütülü olurdu pantolonları… altın yıldız kumaştan yaptırırdı özenle diktirdiği kıyafetlerini…
biraz sigara , biraz elma ama en çok tütün kolonyası kokardı teni… eve geldiğini hem o kokudan , hem de evin içinde işleyen o kusursuz nizamdan anlardım , sessizlik gayrimeşru bir havada , dudaklarının arasında hep bozulmayı beklerdi… ki ya sofra da unutulan tuzla ya da beğenilmeyen yemekle çokta kolay bozuluverirdi o sessizlik…
iyi ki o küçük balkon vardı… kim o bozulan sessizlikle parçalara bölünse siyah demirleri , bir tane nane saksısı , kederinden ve dikişlere tanıklığından solmuş iki tahta sandalyesi olan küçük balkona sığınır , sümüğünü çeke çeke ağlar , o narin gözyaşlarıyla da en hızlısından parçalarına sağlam dikişler atar ve ajansları (haberler) dinlemek üzere tekrar bozulan sessizliğe dönerdi…
ben çok ağlamazdım… taaa o zamanlardan kulağıma kapaklar yapmıştım ben , gözlerime de uçan halılar… hemen hayallere dalardım…
o küçük balkon ne var ne yok ayaklarımın altına getirirdi… akan zamanla çubuk kraker parmaklarıma hiçte yakışmayan sigarayı da o küçük balkon getirdi… belki bir büyük balkon da alır elimden dedimse de hala anonim içilmekte…
ezandan sonra o solmuş sandalyelerin misafiri o iki serçe olurdu… birinin kanadı kırık… bıkmadan usanmadan konuşurlardı… sanki akşam ki gürültünün kahramanları değillermiş gibi… köydeki kulağı kesik cemil’den başlar , muhtarın kelek oğlu mahmut’a kadar anılır , geçmişin geleceğin itinayla dedikodusu yapılırdı… aklım almazdı hiç bu sırdaşlığı , bu merhameti , bu kabullenişi ve bu sevgiyi… şimdi ki yapay aşkları görüp , bilip , yaşayıp , yaşatıp , atınca öğrendim ki tüm mesele o küçük balkonda yapılan sırdaşlık , iç döküşmüş…
meğer o iki serçeyi ölüm aralarına girene dek ayırmayan konuşabilmekmiş…
orijinal adamdı benim babam…
tıraş parası bulamadığı zamanları , az da olsa şımardığımız anlarda hemen anlatır , haddimizi bilmemizi sağlardı… ne kızardım ona ‘şükredin en azından kira parası vermiyoruz , evimiz var’ dediğinde , ta ki bir ev sahibinin elinde 10 yıldır ziyan olana dek…
hep kızmışım zaten ben ona… bir gün ölürsem herkes okuyup vicdan azabı çeksin diye yazdığım küçük emrah filmlerini aratmayan günlüğümü bulunca gördüm hep kızdığımı… en çok bayram zamanları kızmışım ona… neden sadece bu günlere ait olmuş ki öpüşmek ,
akşamları ya da sabahları öpülmez miydi baba ?
olsaydı , olabilseydi bayramları bekler miydim hiç… o çatık kaşların aralarına kadar öperdim…
‘ölüm genç insana yakışmıyor’ dedi sevgili bülent abi…
o sesle çıktım geldim babamın çatık kaşlarından dünyaya…
haklı dedi , doğru dedi , ama eksik dedi…
ölüm asıl ölümsüzlere hiç yakışmıyor…
‘BULUT’