Author Archive

baran , mehmet ali , elif ve vittorio..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘giriş notu : bu bir sayıp sövme yazısıdır.. günlerdir döktüğüm gözyaşlarımın ve içimde kabaran öfkenin dışavurumudur.. rahatsız olacak olan okumasın , umurumda değil..

yazmak istemiyorum artık..

bu kadar anlamsızlığın saçmalığın yaşandığı bu dünyada yazmak nedir ki.. ne anlam ifade diyor..

ben şimdi sayıp söveceğim burada.. ne olacak.. ne anlamı olacak.. hiç.. kocaman bir hiç.. çocuklar ölmeye ve ÖLDÜRÜLMEYE devam edecek saçma sapan olaylarda , saçma sapan nedenlerle..

güzel insanlar , kendilerini insanlığa adamış kutsal insanlar saçma sapan pazarlıklarda gerici faşist güçler tarafından katledilmeye devam edecek.. isyan etsek de , bağırıp , çağırsak da devam edecek tüm bu yaşananlar..

bakıyorum da insanlık aynen devam ediyor yaşamaya.. gülüyorlar , rollerini oynuyorlar , her şeyleri tıkırında , herkes kafasına göre.. değişen bir şey yok.. vurdumduymazlık aynen devam ediyor..

bense hiçbir şey olmamış gibi yaşayan bu ‘büyük insanlığın’ aksine günlerdir içimde kabarıp duran kusma dalgalarıyla ve gözyaşlarıyla cebelleşiyorum.. bazen şaşıp kıskanıyorum gülüp dolaşan umursamayan insanları..

oysa VITTORIO ARRIGONI katledildi geçtiğimiz günlerde filistin’de.. duyanınız oldu mu ya da hatırlayanınız var mı.. HA-TIR-LA-MI-YOR MU-SU-NUZ..

oysa ağrı patnos’ta hayvan otlatan üç çocuk bulundukları yerde buldukları mühimmatın patlaması sonucu ağır yaralandılar ve aralarından BARAN ÖZYOLCU kurtarılamadı.. BARAN ÖLDÜ.. nasıl kulakları sağır edici bir cümle oysa bu : BARAN ÖLDÜ.. DUY-MU-YOR MU-SU-NUZ.. yazıklar olsun hepimize..

oysa şırnak’ın Silopi ilçesinde bir düğün salonuna atılan gaz bombalarından birisinin 2 yaşındaki ELİF GÜNGEN’in kafasının arkasına isabet etmesi sonucu ELİF GÜNGEN kafatası parçalanarak ağır yaralanıp , komaya girdi.. YA-ŞAM SA-VA-ŞI VE-Rİ-YOR.. HA-BE-Rİ-NİZ OL-MA-DI MI.. BEYLER BAYANLAR , EY İNSANLIK KAFANIZIN ARKASINA ENSE KÖKÜNÜZE 2 YAŞINDAYKEN HİÇ METAL GAZ BOMBASI ÇARPIP PATLADI MI..

oysa izmir’in menemen ilçesinde dün dört yaşındaki MEHMET ALİ YAVUZ bir ilkokulun bahçesinde yaşıtlarıyla oyun oynarken okulun demir kapısının üzerine düşmesi sonucu ağır yaralanıp komaya girdi.. BU-NU DA MI DUY-MA-DI-NIZ..

NE MUT-LU Sİ-ZE DUY-MA-YIP GÖR-ME-DİY-SE-NİZ TÜM BU YA-ŞA-NAN-LA-RI..

KİMİLERİNE GÖRE TÜM YAŞANANLAR MÜN-FE-RİT OLAYLAR ZATEN SIKMAYIN CANINIZI..

işte son on günde dünyada ve ülkemizde yaşananlardan birkaç örnek bunlar..

ne yazılır , ne konuşulur tüm bunlar üzerine ey insanlık..

ben insan değilim istifa ettim sizin insanlığınızdan.. insan kalmak , insan olarak adlandırılmak istemiyorum.. ben şu vittorio’nun gözlerine bakarken , acımasızca yaralanıp öldürülen tüm çocuklarımızın fotoğraflarına bakarken tiksiniyorum kendimden..

KENDİMDEN TİKSİNİYORUM VE İNSAN DENEN CANLININ TÜRÜNDEN GELDİĞİM İÇİN KENDİ VARLIĞIM ÜZERİNE KUSUYORUM VE UTANCIMDAN AĞLIYORUM.. BU KADAR ACİZİZ..

EY VITTORIO SEN Kİ ON YILDIR FİLİSTİN DAVASI İÇİN MÜCADELE EDİYORSUN , SEN Kİ İKİ YILDIR DÜNYANIN EN BÜYÜK AÇIK HAVA HAPİSHANESİ OLAN GAZZE ŞERİDİNDE FİLİSTİNLİLERLE OMUZ OMUZA DİRENİŞE KATILIP , YARDIM EDİYORSUN.. SEN Kİ FİLİSTİNLİ ÇOCUKLARIN GÜLMELERİ İÇİN ÇABALAYAN İNSANLARDAN BİRİSİN..

FAKAT VITTORIO , FİLİSTİN VE MÜSLÜMAN HALKLARIN HAKLARINI SAVUNDUĞUNU İDDİA EDEN YARATIKLAR TARAFINDAN KATLEDİLDİ.. NE ACI DEĞİL Mİ..  

BİLMEM HANGİ YÜCE AMAÇLAR UĞRUNA , BİLMEM HANGİ İNANÇ UĞRUNA SENİ KATLEDEN O YARATIKLARA LANET OLSUN.. SİZİN NE FARKINIZ VAR RACHEL CORRIE’Yİ KATLEDEN YARATIKLARDAN.. HİÇBİR FARKINIZ YOK.. PİSLİKSİNİZ ONLAR GİBİ..

BÖYLE BİR TRAJEDİ , BÖYLE BİR VAHŞETİ YAŞATAN VE İNSANLIĞIN ALNINA KARA BİR LEKE OLARAK SÜREN ŞEREFSİZLERE SON SÖZÜM : NEFES ALDIĞIM SÜRECE SİZİNLE SAVAŞACAĞIM , NEFES ALDIĞIM SÜRECE KÖKÜNÜZÜ KURUTMAK İÇİN UĞRAŞACAĞIM.. VE İÇİMDEKİ TÜM KABARAN ÖFKEYİ , NEFRETİ SİZİN O PİSLİK VARLIKLARINIZ ÜZERİNİZE KUSACAĞIM..

VITTORIO ARRIGONI KARDEŞİM YAŞADIĞIN TÜM ACILARIN HESABINI SANA YAŞATANLARA SORMAZSAK SORAMAZSAK LANET OLSUN ALDIĞIMIZ HER NEFESE..

öfkemden bölük pörçük tüm bu yazdıklarımdan sonra son sözüm : hiçbir şey yapamayız diyorsanız EY KORKAKLAR , en azından tüm bu yazıdaki fotoğraflara bakıp UTANALIM.. bunu da yapamıyorsak YAZIKLAR OLSUN HEPİMİZE..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

isli lamba (okudukça büyüdüğüm şiirler…)

(büyük harften uzak duran büyük şair için, yazıda büyük harfe mesafeli durulmuştur.)

 

 

 

 

 

 

has şairim Haydar Ergülen’in bir yazısında övgüyle bahsetmesi ile tanıştım onurcaymaz ile 2000’de. “tek başına hiçbir şeye yaramıyor yalnız olmak” sözünün sahibi olarak aynı isimle tekrar karşılaştığımda kitapevlerindeki raflarda ismini taramakta oldu gözlerim. kendisini tanıyalım diyeceğim ama doğum tarihi ile başlayıp sıkmayacağım sizi, sözü şairin kendisine veriyorum;

“benim yazarken ve yaşarken, sahicilik gibi bir derdim var. yazı bir onur işi benim için. böyle olunca hayata karşı olan tavrınız keskinleşir. sevinince çok sevinen kızınca da çok kızar. sanat biraz da her şeyiyle ‘çok’ olan insanların işidir. zamanla büyüyüp olgunlaşmak denilen o kütlük, bir yanlarınıza bulaşırsa yazı falan yazamazsınız. kalemin ucu hep sivri olmalıdır…”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kitaplarını aralayalım şairi tanımak adına;
“yaz tarifesi” kitabını şöyle duyurmuştur;
“kitapçılarda şiir bölümü gün günden küçülüyor, farkındasınızdır. Yaz tarifesi o bölümlerin birinden inecek yarın. kadıköy’de kayalıkların oralarda görülecektir. bir kafede kahve kanyak içecek midir mesela? Yaz geldiğinde, ‘kaş’taki bir balkonda’, ellerinde şarap şişeleriyle birileri okuyacak, yıldızları izleyecekler, memleketin kimbilir hangi deniz fenerinde birileri öpüşecektir sayfalarımdan mırıldanırken; birisi, ötekine bakarken aşık olacaktır yavaştan… başkası, defterine yazacaktır üç beş dize, sayfalardan birinin fotokopisini çektirip cüzdanında saklayacak bir muhasebeci var mıdır acaba, sirkeci’de ufak bir büroda çalışan?

eskişehir’e giden bir trende, pencere kenarında yalnız bir kız, askerdeki nişanlı bir delikanlı, gurbette beni artık hiç hatırlamayan çok eski bir dostum… kimlerin hayatından geçek, kimler ezberleyecek (şiirin ezberlenmesi için kafiyeli olması gerektiğini düşününler, ah), kimler yalnız gecelerinde üst kattaki tıkırtılardan korkup içinden tekrarlayacak yazdıklarımı, kimlerin fotoğrafının arkasına yazılacak, hangi otel odasının bir köşesinde unutulacak, kimler üzerine çay damlatacak bisküvisini banıp ağzına götürürken, çalan olacak mı peki bir kitapçı sergisinden, sahafa
düşünce sevinecek mi sözcüklerim, bilirim korsan basılmayacaktır ama hiçbir sahtekarlığın altında durmayacaktır pembe mavi kapağı.

şüphesiz hiç tanımadığım birisi, emekli türkçe öğretmeni olan babasına hediye edecektir. Kim parmakları sayfalara dokunurken yorgunluktan öylece sızıverecek, kim otobüsün penceresine başını dayarken hüzünle uykuya dalacak, kimin rüyasından geçecek, kim huzurla dolacak, kim okurken ilk aşık olduğu kadını / adamı düşünecek…”

yazdığı için şükran duyduğum “kah ve rengi”de altı kurşun kalemle çizilen dizelerim;

“şiir içimde bir trenin geçtiği çizik yollar
kar üstünde vurulan at
sırtında bezle maça çıkan çocuk”

“nasıl ki söylenmez bazı şeyler bakılır sadece
nasıl ki bir kadın kumaştır bazen sarılır
hangi mevsimde neyi giysem üşüdüm ben”

onur caymaz sözlüğü
çay: kavrayıp incecik belinden düşüyoruz kışın soğuk yatağına
kedi: siyah beyaz sanıp tırmalıyor zamanı
söz tutulmaz ki verilirse

edinilmesi elzem olanlar;
gece güzelliği
yaz tarifesi
bak hala çok güzelsin
ezilmiş leylaklar kitabı
kah ve rengi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘HERDEM’

 

İÇİNDEN İSTANBUL GEÇEN FİLMLER 2 (Zamanda Sürgün)

Hırsız/ 1965
İzmir’de Tariş fabrikalarında muhasebecilik yapan Osman Türker’in (Sadri Alışık) İstanbul’a ilk geldiğinde Sultanahmet silüeti önünde sigara içtiği sahne dikkate değerdir.

 

 

 

 

 

 

 

Sevmek Zamanı / 1965
Büyükada, Belgrat ormanı ve Maslak’ın 65 yılındaki görüntüsüyle karşılaşmanın bizi şaşırtacağını söylemeliyim.

Bir insan bir resme aşık olabilir mi?
Aşk bazen, hayalini kurduğumuz ama gerçeğine dokunamadığız bir resimdir belki de.
Uzun vakitler sinemalarda gösterilme şansına erişememiş, başlı başına bir yazı konusu olabilecek Metin Erksan yönetmenliğindeki filmden bir alıntı yapmak isterim;

“Sen dostlukların, aşkların kolay mı kurulduğunu, kolay mı sürdürüldüğünü sanıyorsun? Resminle aramda ne kadar uzun zamanlar geçti. İlk karşılaşmamızı dün gibi hatırlarım. Birden bana iyilikle, sevgiyle bakan bir yüz gördüm. Elbiselerim eskiydi, kirliydim, sakallarım uzamıştı. İnanamadım… O insanca bakışı bir daha göremem diye bir daha resme bakmaktan korkuyordum. İkinci kere zorlukla baktım resmine. Gene iyilik, gene sevgi vardı gözlerinde.” – Boyacı Halil

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ah Güzel İstanbul / 1966
 1970’lerin gecekondulu, dolmuşlu, işportalı şehrine geçişi yaşayan İstanbul’u izliyoruz perdede.
Garip bir tadı vardır bu filmi izlemenin, eskimeyen bi tad. Bogaziçi vardır fonda.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Balatlı Arif / 1967
Balat’taki çekimlerinde semt sakinlerinin de yer aldığı filmin diğer mekanı Arif’in (Yılmaz Güney) at arabası ile turladığı Karaköy’dür.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Vesikalı Yarim / 1968
Kahramanlarımız gibi İstanbul’da sessizdir filmde. Yönetmen Ömer Lütfi Akad’ın “Filmi izleyin, dokunuyorsa size, kalbinize o kadarla yetinin” dediği film Yeşilçam’ın en duygulu yapımları arasındadır. En İyi Kadın Oyuncu dalında Altın Portakal alan yapımda Beyoğlu’nun arka sokaklarıyla yüzleşiriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

Katip (Üsküdar’a Giderken) / 1968
Konusu, mekanları, kostümleri ile tam bir İstanbul filmidir. Filmde çokca kullanılan diğer bir mekanda Beylerbeyi Sarayı’dır. Üsküdar’da ise eski Osmanlıca levhalar dikkatimizi çeker.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ah Müjgan Ah / 1970
Mutlu sonla bitmeyen en gerçekçi, samimi türk filmlerinden biridir.Başrolde İstanbul’un yanısıra sınıf atlama özlemi gibi alt metinlerde işlenmiştir. Müjgan ve Hüsnü’nün hikayesi, Sadri Alışık’ın bir başyapıtıdır. Ah Güzel İstanbul bu filmin başka bir versiyonu gibidir. Sevmeyen yok gibidir bu filmi. Anımsatmak niyetine;
“param olsaydı aşkım kalırdı
seve seve yanımda benimle yaşardı.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘HERDEM’

Sewgili sus-kûn susku,

İnsan dediğin pek de mühim bir mewzu değilmiş. Anladım eylemi gibi bir eyramla bitirmek isterdim, ama bu mümkün değil. Bu “bilinen” bir şey, ancak bilinen sözcüğünün ilk çağrıştırdığı, “herkesin haberdar olduğu, genel geçer bilgi” anlamında değil. Yani? Yani, bu bilinen, “Bu bilgi bana bilindi.” cümlesindeki, “bilindi” sözcüğünün karşılığı. Birinci tekil şahıs burada, bağımsız bir özne olarak hareket eden bilginin, kendini görünür kıldığı, kendinde örtüsünü kaldırdığı nesne durumunda. Ya da belki ikisi de değil, sadece ek fiil, sadece kafası karışmış o kadar. Belki de o kadar sıkılmıştır ki, isimden yapılma yüklemleri pekiştirmekten, biraz da nesne veya özne –imiş gibi yapayım demiştir. Bak yine de son derece gerçekçi ve ayakları yere basıyor, en azından müstakil olarak bir eylem bildirmeye kalkmıyor. Haddini biliyor yani. Belki de bu yüzden bu kadar zorlanması, bir kara parçasının üzerinde durmak mewzu bahis olduğunda.

Birinci tekil şahıs, sıklıkla nimetleri acılaştıran ölümü düşünüyor. Ancak kurumsallaşmış bir yola girmiş, bir yolun memur-derwişi gibi değil. Râbıtâ-ül mevt değil yani yaptığı. Önce otur sessiz, sakin ve karanlık. Sonra düşün ölmüşsün ve bedenini yıkıyorlar, sonra da seni toprağa iade ediyorlar. Aman çok ürktüm, çok ibret aldım ve ne yapsam ne etsem diyerek kendimi oradan oraya vurdum. Ahanda hiçlik duygusu, kopkoyu karanlık gece ve tepemizde akbabalar. “So what” makamı, eğer duman olup dolduysa her bir zerrene, her anın ölüm… Ölümle bağlantı kurmak niye? “Ölüm, alo ölüm, orada mısın? Karnım tok, sırtım pek, en son ev için bir finans kurumundan caiz kredi de aldım. Hazırım yani sana, gel ölüm kur rabıta bana!”

Here comes the death…

“Hey sen, oradaki saçmalık, ne sanıyorsun sen kendini yaw?! Sırf senin için kaç zaman, kaç çağ, kaç ihtilal aştım, ama bak gördüğün gibi buradayım. Kaç firavunun, kaç Belkıs’ın, kaç jakobenin, kaç burjuvanın, kaç kasap karısının, kaç müminin, kaç asi rüzgarın vs. canlarını aldım, melekûtun zamanıyla. Hiçlik… Çoğunun gözlerine son anda, o son an-da çöktü. Bilir misin ne zordur, bir insanın kalbinin dolduğunu ve bu dolmuş olmaklıktan ötürü kanadığını görmek? Bu bak işte, en acı hem de en saçma ölüm nedeni. O yüzden durma orada, salınıp durma eşikte, hadi sal, sal, salınım kendini boşluğa. Bak hazır pabuçları da çıkarmaya meyletmişsin… Hadisene!”

İyi mi ölümü de kızdırdık, hay ben benin! Şimdi ne demeye çalışıyorum? Walla bunu ben de bilmiyorum. Ancak şu an burada aklıma, Paul Auster’ın senaryosuydu herhalde. Başrollerinde, Harvey Keitel ve William Hurt vardı… Smoke, evet o filmin bir sahnesi geldi. Şimdi yazar olan Hurt, tütüncü dükkanının sahibi Keitel’a bir hikaye anlatıyor. Adamın biri, Everest mi ne bir dağa tırmanıyor, tepeleme kar ve soğuk. Ammawelakin, donarak ölüyor. Sonra oğlu, yıllar geçiyor ve büyüyor. Babasının sırrı olan her insan teki gibi, aynı yoldan gidiyor, maksat babanın yarım bıraktığını tamamlamak ve bağı korumak, hıfz-ül konneksiyon. Neyse, oğulun tırmanışı da çetin, bir akşam bir noktada konaklıyor, geceyi geçirmek için. Ateş yakıyor ve bir süre sonra ateşin olduğu yerdeki karlar eriyor. Peki ortaya ne çıkıyor? Aynen… Babanın çok iyi koşullarda korunmuş, bozulmamış sureti. Oğlan hayrete düşüyor, sevinse mi üzülse mi, yoksa ne? Bakıyor babasına, kendisinin o gün olduğu yaştan daha genç duruyor karşısında.

Offff offfff, işte bu hikaye hep daraltır, yırtar benim kalbimi… Sonra kapılarımı dünyevileşmiş dünyanın üzerine örtüp, kendimi âleme bırakasım gelir. Nehir-oluş: balıklar yese ya beni; çöl-oluş: akbabalar deşse ya gözlerimi; orman-oluş ayılar parçalasa ya gülüşümü….sonra ben dağılsam dört bir yana da, su-olup, toprak-olup, taş-olup, ağaç-olup yaşasam ya dünyanın ölümüne dek…

İbn-i Zerâbî

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİ BACAKLI AT (TWO LEGGED HORSE / ASBE DU-PA..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİ BACAKLI AT (TWO LEGGED HORSE / ASBE DU-PA..)

 ‘iranlı başarılı genç bayan yönetmen samira makhmalbaf’ın iki bacaklı atı’nı izlemeyen var mı aranızda hala.. tabi bu filmi izlemek biraz güçlü bir kalp ve sağlam bir psikolojik yapı gerektiriyor.. sizi yıkıcak kadar sert , acı dolu ve umutsuz bir film..

dün ulus baker’in yazılarını okurken samira makhmalbaf’tan bahsedince ‘iran sineması’ üzerine olan bir yazısında açtım dvdyi tekrar izledim filmi..

filmi sanki ilk defa izliyormuşum gibi etkiledi yine..

iran sineması filmlerinin eskimezliğini bir türlü anlayamıyorum işte bu yüzden.. kaç kere izlersen izle herhangi bir iran filmini sanki ilk defa izliyormuşsun gibi çiviliyor perdenin karşısına seni..

değindiği konulardan mı  , oyuncuların kabiliyeti mi , yönetmenlerin başarısı mı , iran’daki politik baskı ve şiddet mi ya da iran’ın suyundan mı bilmiyorum , bulamıyorum bunun cevabını.. aklım hiç kavrayamıyor bazı şeyleri.. bir ülke sinemasının bu kadar sarsıcı ve güçlü olmasının sebebi nedir.. anlayan varsa anlatsın , yazsın , öğretsin bana lütfen..

kötü bir film izleyemeyecek miyim ben bu ülke sinemasında.. var mı kötü film.. izleyeniniz oldu mu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yönetmen samira makhmalbaf’ın ‘iki bacaklı at’ filminin senaryosu da kendisi gibi ünlü bir iranlı yönetmen olan babası ‘mohsen makhmalbaf’a ait..

samira makhmalbaf bu filmi nasıl çekmeye karar verdiğini ve çekerken neler yaşadığını şöyle anlatıyor bir röportajında : ‘bir sabah babam elinde bu filmin senaryosuyla geldi , oku ve istersen filmini yap dedi.. senaryoyu okudum ve şok oldum.. neden bu kadar acı, öfke dolu , şiddet dolu ve umutsuz bir senaryo diye sorduğumda babam şöyle cevap verdi ‘iran’da yaşıyoruz ve bu güç politik sosyal durum içinde benden daha farklı nasıl bir senaryo bekleyebilirsin ki..’

daha sonra günlerce kabuslar yaşadım bu senaryo ile.. sabahları gözlerimi açtığımda ise hala beynimde ‘iki bacaklı at’ın kabusu devam ediyordu.. bir sabah uyandım ve kendime haykırdım görmüyor musun çevrendeki tüm atları ve onların sırtındaki sürücüleri ve karar verdim bu filmi yapmaya..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

makhmalbaf şöyle devam ediyor filmini anlatırken : ‘film afganistan’da çekildi.. orada yaptığımız araştırmalar sonucu oradan yerel çocukları seçip onlarla birlikte çalıştık.. filmdeki bacaklarını kaybetmiş olan çocuk gerçekten savaşta bacaklarını kaybetmiş bir çocuk.. diğeri ise yoksulluk içinde araba yıkayarak geçimini sağlayayan bir genç çocuk.. tüm afganlı çocuklar gibi çok yoksul ve perişan bir yaşamları içinde türlü çileler içinde yaşıyorlar.. filmde rol yapmıyorlar belki fakat hayatlarından kesitler ortaya koyup , filmde yaşıyorlar adeta..’

filmin konusu gerçekten çok etkileyici.. bize nasıl iki bacaklı atlar olduğumuzu gösteren , suratımıza haykıran bir film.. çoğumuz sırtımızdaki sürücüleri bile göremiyoruz , farkına varmıyoruz.. oysa filmde en azından ‘mirvais’ adlı delikanlı sırtındaki ‘sahibini’ görüyor , onunla güçte olsa konuşuyor..

‘mirvais’ yoksulluk içinde eski bir tuğla fabrikasının bacalarının kalıntıları içerisinde yaşamaktadır.. ne annesi ne babası ne bir akrabası vardır.. yaşlı bir adamın meydanda ‘günde bir dolar para kazanmak isteyen beni takip etsin’ diye çığırtkanlık yapması üzerine adamın peşinden diğer onlarca çocuk gibi koşar.. bir evin avlusuna girer çocuklar.. orada kendilerini işe girebilmek için zor bir sınav beklemektedir.. verilecek iş savaşta annesini ve kendi bacaklarını kaybetmiş on yaşında bir çocuğu sırtında okula getirip götürmek ve ona diğer ihtiyaçlarında yardımcı olmaktır.. ancak işe girmeye çalışan çocuklar içindekli en hızlı koşanı ve çocuğun en çok rahat edeceği birisi olacaktır.. ‘sahip’ konumundaki çocuk sırasıyla işe girmek isteyen çocukların sırtına oturur.. kimisi yavaştır , kimisinin de kemikleri ona yaslanırken rahatsız eder.. sonra sıra birden ‘mirvais’e gelir.. konuşma güçlüğüne sahip ‘mirvais’ çok hızlı koşmakta ve ‘sahip’ onun sırıtında çok rahattır.. böylece işe ‘mirvais’ alınır ve film işte orada başlar.. iki çocuk arasındaki sahip-at ilişkisi ilerleyen süreçte film , dehşet ve acı sahnelerin yaşanacağı ve insanlığımızdan utanacağımız , kendimizi sorgulayacağımız ve arkamızı dönüp kendi sırtımızda kimin olup olmadığına bakmak zorunda kalacağımız boyuta taşınıyor.. hele bir sahne vardı ki orada kalbime çakıldı tüm çiviler her izleyişimde.. film boyunca  ‘mirvais’in çektiği tüm acıları , umutsuzluğunu sonuna kadar hissettim , yaşadım..

yukarıda da yazdım eğer hala izlemediyseniz bu filmi ve yüreğiniz yetiyorsa ‘aynaya bakmaya’ bulun ve izleyin samira makhmalbaf’ın 2008 yapımı bu filmini.. ve filmde oynayan erkek çocuklar ‘ziya mirza mohamad’ ve ‘haron ahad’ ve kız çocuğu oynayan ‘gol-ghotai’nin oyunculukları karşısında ise ne kadar şaşırsanız az olacak..

 filmle ilgili çok önemli bir anekdot anlatarak yönetmen samira ve babası mohsen makhmalbaf’a saygılarımızı sunalım..

bu iki usta binbir zorluk , engel ve yoksulluk altında bu filmi çekmeye çalışırken filmin çekildiği mekanlardan bir tanesinde çekimler sırasında etraftaki çatılardan birinden setin ortasına bir bomba atılarak saldırı düzenleniyor..

saldırıda oyunculardan bazıları yaralanırken , çekimlerde kullanılan at ve eşeklerden bir kısmı can veriyordu..

savaş kurbanı bir çocuğun yine savaş kurbanı bir çocuğu canlandırdığı filmin setine bombalı bir saldırı.. ne kadar acı değil mi..

saldırının direk ‘makhmalbaf’ ailesini hedef aldığı çok açıkça biliniyordu.. sinemanın güçlü dilinden korkan , beyinsiz , örümcek kafalı savaş bezirganı kan içicilerin bu saldırısına rağmen yönetmen samira makhmalbaf ve babası hayatları pahasına korkmadan filmi tamamlayıp bizlere kazandırdılar.. filmi izlemeden sadece bunun için bile bu iki sinema ve sanat insanına ne kadar saygı duysak ve  teşekkür etsek azdır..

hepiniz sinemayla ve gülüşünüzle kalın.. ha arada sırtınızı kontrol etmeyi de unutmayın..’

 Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İRAN SİNEMASI ve KADIN.. – ULUS BAKER

İran sinemasında yalnızca kadının varlığı konusunda değil, İslam’da aslında yasak olan “imajın” varlığını tartışmanız gerekir önce. Yoksa hiçbir kültür kadınlara “dayanamaz” –muhakkak çekicilikleri ve birtakım güzellikleri, işveleri vesaire vardır onların. İşte Mahmalbaf’ın Kandahar filmine bakın –ne diyordu? İmajları olmayan ülke. Niçin? Çünkü kadınlarını burkalara kapatmış. Bu sosyo-politik gerçeklik yine de filme bir paradoks olarak yansımış bulunuyor (ve hissedebildiğim kadarıyla filmin yönetmeni bunun pek farkında değil): burkalarla Afganistan yaylalarında çekilmiş kadınlar filmin en güçlü ve rengarenk imajlarını oluşturmaktan geri kalmıyorlar, kapatıyorlar onları, onlar ise burka denen giysilerini yeniden ve yeniden icat ederek, renklendirerek, o çok özel erotizm dozunu kendi keyiflerince ayarlayarak cevap veriyorlar. Hayat şu ya da bu bicimde akacaksa ille de akabileceği kanalları üretmek, yeniden üretmek gerekir.

Ben İran sinemasının sırrının sansüre karsı çıkıştan ibaret olmadığını düşünüyorum. Rejimin epeydir bu “geçip giden” imajlara, yani yanılsama olduklarını bizzat gösteren imajlara toleranslı davranıyor olduğu malum. Ancak unutmayalım ki bizim on dokuzuncu yüzyılda yitirdiğimiz, oysa İran şiirinde korunan “divan” edebiyatı ve ona ait imajlar rejimi, her türden realizmin ötesine geçerek İran sinemasını koruması altında tutuyor. Düşman cephesinden yağan okların “tir-i müjen”, yani “sevgilinin kirpikleri” gibi olması yeterince sinematografik bir imajdır. Muhsin Ertuğrul denen Mustafa Kemal icazetli adam yüzünden Türkiye’de sinema filan kurulamadı. İnsanlar imajlar üstüne belki Metin Erksan’dan itibaren –o da birazcık– düşünmeye gayret ettiler –ve diyelim ki bunun için Yılmaz Güney’i, bugün de Zeki Demirkubuz’u, Derviş Zaim’i ve özellikle de Nuri Bilge Ceylan’ı beklemek zorunda kaldık.

Hep hatırlattığım bir nokta, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında Namık Kemal’in “gerçekçilik” uğruna batı edebiyatı lehine, acem edebiyatı aleyhine ileri sürdüğü noktaların sinemaya nasıl da olanak vermediğiydi. Unutmayalım ki sinema realiteyi dosdoğru iletmez, ona bir hiyeroglif, bir gösterge rejimi ve imajlar zihniyeti dayatır. Bu zihniyet doğayı ve insani kuşatır ve yönlendirir. Sinema bu yüzden tiyatrodan çok divan edebiyatının “sembolizmine” daha yakın bir türdür. İşte bu yüzden İran’da sinema varken Türkiye’de yok.

İran’da sinemada kadının hangi şartlarda görünebildiğini biliyoruz. Önemli olan, kadın sinemacılardır daha çok. Samira Mahmalbaf ve diğerleri. Kadın halini ve çocuk halini anlatmak. Bu aslında fiziki bir duruma tekabül ediyor –hayatin katı, sıvı ve gaz hallerine gönderiyor bizi. Bu yüzden İran sinemasının mesela çocuğa ciddi ciddi ihtiyacı var: çünkü çocuklar şeyleri genellikle “gaz halinde” görebilme yeteneğine sahipler. Bizim artik alıştığımız tarzdan çok farklı bir ayırt etme ve kavrama sanatları var onların. Ve İran’da kadınlar da uzun yıllardır “çocuklaştırılmak” istenmiş. “Çözüm çok basit, kapatırsınız olur biter” tipinden bir kolaycılığa mahkûm edilmiş.

Ve “parantez”, ben de sürekli övgüler yağdırıyorum ama aslında çok iyi bir özgün sinematografik çizgi yakalamış olan İran sinemasını bir “tür” olarak algılamak konusunda henüz kararsızım… “sinemanın gerektirdiği işler”i çok iyi yaptıkları açık. Ama sürekli olarak hayatın çok dar bir kesiminde hareket etmek zorunda kalıyorlar ve bütün güçlerini “belgeleme” diyebileceğimiz bir uğraşıdan alıyorlar. Buna karşın, tuhaftır, iyi “belgesel” çekemiyorlar, çünkü her türden kurgu filmleri zaten kendiliğinden bir belgesel gibi görünüyor.

Sinemada kadının imajının ne olduğu ve nasıl işlediği, bütün çeşitliliklere rağmen galiba şöyle bir soruna indirgenebilir: çoğunlukla erkek olan yönetmenlerin ortaya sürdüğü birtakım “kadın” imajları” var. Ama bütün mesele bu imajın kadın yönetmenlerin elinde ne menem bir şey olacağı. Dolayısıyla –mesela– bir aşk filmi bir kadın tarafından çekildiğinde ondan kuşku duymalıyız. Çok iyi bir film olabilir, ama o kadar da iyi olması kötü olabilir. Kadınlar şu anda ask-meşk meselesinden çok özgürlük meselesine takılmış haldeler. Ve bu durum yalnızca batılı manada kavradığımız feminizmle sınırlanmıyor. Burkalar içinde Afgan kadınlar kendi dünyalarını nasıl kurabiliyorlarsa imajlar dünyasında da kurabilirler. Bu iş şu anda nedendir bilmem İran’da en iyi bir şekilde yapılıyor.

Anlıyoruz ki kadınlık meselesi bir özgürlük meselesidir. Ancak o andan itibaren özgür aşktan filan bahsedebilirsiniz. İran sinemasının kadın filmcileri bu sorgulamayı en iyi yapanlar olarak beliriyor gerçekten.

Peki, rejim neden katlanıyor bütün bunlara: bence katlanmıyor, kandırılıyor ya da kendisini, zoraki, kandırılmaya bırakıyor. Bu zorunlu çünkü basitçe söylemek gerekirse –her ülkede olduğu gibi– İran’da nüfusun yarısını kadınlar oluşturuyor.

İran sinemasından geçerek kadını –mesela bir erkek olarak– sevemeyeceksiniz. Ama başka türden bir varlık olarak seveceksiniz. Ama işte kadın o “başka türden varlık”tan başka bir şey değildir ve o da bunu anlatmak istiyor zaten.

-ve bir not: bu asla kadınlara değil, kadın “sinemacılara” bir övgüdür… Aynı şekilde kadın “ev kadınları”, kadın “polisler”, kadın “işçiler”, kadın “fahişeler” vb. övülebilir. çünkü hepsi kendi imajlarına sahiptirler.

ULUS BAKER

(www.korotonomedya.net)

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ta derinliklerimde her şey bir yıkıntı halinde..’ – VOLTAIRINE DE CLEYRE..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SEN ve BEN.. 

sen ve ben , gökyüzü soluk , kahverengiye kesmişken ,

bulutlar toparlanırken hışımla boğum boğum ,

yağmur , baharı açmamış fundalığa damla damla düşerken ,

aldırış etmeden fırtınaya , gök gürültüsüne , dolaşacağız birlikte ,

ve bakışacağız birbirimizle – sen ve ben..

 

sen ve ben , günahkar bulutlar boşalırken inatla ,

yıldırımların uçurum yükseklerine doyasıya ;

geçerken burçların üzerinden fırtına hızıyla ,

cehennemi ışık saçan cennetten düşen nefret topları ,

gülümseyeceğiz birbirimize – sen ve ben..

 

sen ve ben , nefret topları yağarken ,

yararken havayı evrenin vahşi çığlıkları ,

ölümün çağırdığı yerden , karanlığın içinden ,

gecenin yorduğu yerden gölgelerin içinden ,

arayıp bulacağız gözlerimizdeki ışıltıyı..

 

sen ve ben , karanlık sular ,

hırpalar ve boğarken bizi ,

cehennem kızının kahkahaları ,

ve katliamın tam ortasında , duyacağız birbirimizi ve ölüm’ü göreceğiz..

 

sen ve ben , ölen kurşuni geceyle ,

şafağın ilk ışıkları uçuşurken doğuda ,

baygın , yenik , oracıkta ,

katılaşmış kan pıhtılarının arasında ,

mecalsiz uzanacak kollarımız , sen ve ben..

 

sen ve ben , soğuk soluk ışıklar ,

öylece kalmış ölü bedenlerimizi deşerken ,

kurtulmuş olacağız o bitmek bilmez işkenceden ,

ölü dudaklarımız sonsuza dek ,

birbirini bulurken , sen ve ben..

 

sen ve ben , geçip giden yıllar ,

geride bırakırken bizi ölüp gidenlerle ,

gübre olacağız çürümüş kemiklerimizle ,

gelecek aşklara ,

son hoşçakal öpücüğünün çiyi hala dudaklarımızda..

VOLTAIRINE DE CLEYRE..

‘uzun süredir  ölümle yaşam arasında gidip geliyordum ve iki yıldır yalnızca o fikir vardı kafamda.. ‘hayır intihar etme ve rusya’ya da gitme..’ hayat senin için çok şeyler vaat ediyor , türü beylik şeyler söyleyebilirim ; ama sen bunun sunturlu bir yalan olduğunu anlarsın.. hayatın hiçbirimize çok şeyler vaat ettiğini sanmıyorum.. fakat inanıyorum ki , içinde yaşadığın aşama büyük ölçüde arızi ve geçici.. artık bulunduğun mezardan çıkmak zorundasın.. bu bir yılı alabilir ; delirmek falan söz konusu değil ; iteklendiğin özel ruhsal koşullardan çıkan mantıki sonuç bu..

öyle soğukkanlı bir mantıkçısın ki , ani bir dönüşümün inanılmaz bir psikolojik rahatlamaya yol açması gerektiğini anlamıyorsun.. üstelik herkesin sendeki güçlü ruhu fark ettiğini biliyor muydun.. önceleri senin coşkudan uzak olduğunu düşünenler bile.. biliyorum , buna kulak asmazsın ; ama kazanmak hiç de fena değildir..

ve kazandın alex ; uzun süreli bir savaşta ölümü yendin.. teslim olma.. bütün yeteneklerin yerli yerinde , yalnızca hayatın , yaşadığın duygusal çalkantıların getirdiği bir şok söz konusu.. ölümün sükuneti mi , elbette , ama onun için biraz bekleyebilirsin..

bunu yaptığın takdirde üzülecek birkaç kişiden birinin de ben olacağını söylem bir işe yarar mı.. elbette seni daha çok ve daha uzun zamandır tanıyan ve sevenler vardır ; onlar benden daha çok şey talep etmeyi hakketmişlerdir senden ; ama bil ki ; böyle bir durumda benim hayatım kararacaktır..

fakat sana şöyle bir baskı da yapmak istemiyorum : hasta olduğumda insanlar , ‘benim hatırım için yaşa’ dediklerinde , onların kendi acılarını bastırmak isteyen benciller olduklarını düşünmüşümdür ; aslında beni hayata döndürmeye çalıştıklarını bildiğim halde , bu bana bencillik gibi gelirdi.. ve bu yüzden sana , ‘hayatta kal ve işkence çek , çünkü eğer ölürsen ben kendimi kötü hissedeceğim,’ demek istemiyorum.. emin olduğum tek şey , atlatacağındır , bu da seni ikna etmek için çaba göstermeye itiyor beni : bilsem ki , bütün hayatın böyle geçecek , hiç tereddüt etmeden , ‘yap’ derdim..

uzat ellerini uçurumun karşı tarafına , alex , yalnız değiliz.. derinlerde yoldaşlık var.. bırak bir süre ışıklar yansın.. o nihai son gelene kadar kendimizi üzmeyelim..

yoldaşça selamlar.. ve yakında yeniden yazışmak üzere.. için sıkıldığında yaz.. seni duyuyor ve hissediyorum..’

VOLTAIRINE DE CLEYRE..

‘AMERİKALI ANARŞİST VOLTAIRINE DE CLEYRE’İN YAŞAMI’ , PAUL AVRICH , Çeviri : Emine Özkaya , SEL Yayıncılık , 304 Sayfa , 1999..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘iddia etmeye hakkı olduğunu düşünmüş, kendisi ya da düşüncelerini paylaşanlarla bir araya gelerek cesurca gidip onu iddia etmiş olan her insan doğrudan eylemcidir.. grevler ve boykotlar gibi tüm iş birliği deneyimleri esas olarak doğrudan eylemdir..’

VOLTAIRINE DE CLEYRE..

KİTAP ARKASI :

‘doğa , bazen zamanın çok ötesinde , gıpta edilecek insan karakterleri yaratır ; yapmacıktan uzak , uzlaşmaz ve gerçeğe sıkı sıkıya bağlı ; bencilliği , bütün insanlığı kapsayan ve kendini büyük kitlenin ayrılmaz parçası olarak gören bir insan ; her çeşit yanlışlığa karşı ince bir duyarlılığı olan ve bunların karşısına dikilen bir birey ; geleceğe uzanabilen ve onu yakınlaştırabilen biri.. işte böyle bir insandı voltairine de cleyre..’ – jay fox

‘amerika’nın dünyaya armağan ettiği en harika kadın..’ – rudolf rocker

‘voltairine de cleyre , liberter duyguları ve sanatsal güzelliği ile anarşinin incisidir..’ – max nettlau

‘bu yüzyılın en derin düşünen anarşist kadını..’ – marcus graham

’emma goldman ve louise michel’le birlikte voltairine de cleyre , modern çağın üç büyük anarşist kadınından biridir..’ – leonard d. abbott

‘voltairine de cleyre , şiirsel isyancı , özgürlük aşığı sanatçı , amerika’nın en büyük anarşist kadınıdır..’ – emma goldman’

‘anlamak.. anlamak ölmemektir..’ – AUGUSTE RODIN

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bununla birlikte , gerçekliği sürekli , titizlikle , hep daha derinleşerek gözlemlemeye katlanmadıkça hiç kimse hiçbir şey yapamaz.. – senin ‘ideal’ olduğunu söyleyen insanlar var.. bu sözcük eğer anlamdan yoksun değilse , ahmakça bir şeyi ifade ediyordur.. ideal ! hayal ! oysa doğanın gerçeklikleri en ihtiraslı hayallerimizden de üstün.. düşüncelerimiz , doğanın algılanmaz bir noktası olmaktan ibaret.. parça bütünü kucaklamıyor , ona hükmetmiyor..

 insan yaratmaktan , icat etmekten aciz bir varlık.. tek yapabileceği şey bütün uysallığıyla , bütün aşkıyla doğaya yaklaşmak.. zaten o da insanın bakışından kurtulmaya çalışmıyor : insanın tek yapması gereken bakmak , çünkü doğa bakmasına izin verecektir ve insan , sabrettiği ölçüde anlamayı başaracaktır , – tek yapabileceği bu.. onun payına düşen şey yeterince güzel.. doğanın elinden yaşamı kapan prometheus’un payına düşenle aynı ; milos venüsü’nde hayran olduğumuz yaşamı ele geçiren..

 sebatla yapılan bir incelemenin yerini hiçbir şey tutamaz.. yaşamın gizi , kendini yalnızca ona teslim eder.. yaşamı anlamak istiyorsanız sabırla , tutkuyla kendi yaşamınızı koyun ortaya.. eğer onu anlamayı başarırsanız siz kazançlı çıkarsınız.. sonsuza dek sevinç çemberinde kalırsınız.. anlamak , görmek , – gerçekten görmek.. anlamanın verdiği mutluluktan bir nebze olsun kuşku duysaydık , ne kadar meşakkatli ve ne kadar uzun olursa olsun göstermemiz gereken gayret karşısında , kaçınılmaz öğrenme çabası karşısında geri çekilir miydik..

 anlamak.. anlamak ölmemektir..’

 AUGUSTE RODIN , ‘Venüs – Milos Venüsü..’ , L’art Et Les Artistes , Mart 1914..

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yaşamı , yaşamın içinde aramak gerekir.. yalnızca yaşam güzel olmaya layıktır ; onu ne rüyalarda görebilirsiniz , ne imgeleminizde , ne de yanılsamalarda ; bazı okulların benimsediği tarafgirliklerde de bulamazsınız onu ; çünkü bu okullar , önceden tasarlanmış bir düşünceden doğan yanıltıcı kararların ve önyargıların peşinden sürüklenerek yaşamın bazı görünümlerini kabullenmekle yetiniyorlar ve bu görünümlerin , kendi dayattıkları biçimlerde dile getirilmesini istiyorlar..

 sanat alanında verilebilecek tek eğitim doğayı görmeyi , onun göstergelerini gözlemlemeyi , bu göstergeleri karşılaştırmayı ve onlar arasında bağ kurmayı öğreten eğitimdir..

 doğanın göstergelerini saptayıp ortaya koyan başyapıtlar , yalnızca sanatçıda hayranlık uyandırıp onu neşelendirmekle kalmazlar ; bu başyapıtlar sayesinde sanatçının arayışları doğaya yönelir ; tıpkı , kendinden önceki büyük sanatçılarda olduğu gibi..’

 AUGUSTE RODIN

 ‘DÜŞÜNCE KIVILCIMLARI..’ , AUGUSTE RODIN , Çeviri : AYŞEGÜL SÖNMEZAY , ALKIM Yayınları , 230 Sayfa , Ağustos 2006..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İdris Kurt Resim Sergisi : ‘Vazgeçilmez Boşluk’

 

 

 

 

 

 

 

İdris Kurt Resim Sergisi : ‘Vazgeçilmez Boşluk’

‘Boşluk, fiziksel anlamda ölçülebilir, kavranabilir uzaysal arka plan olduğu gibi zihnin kavrayamadığı alanlardır da. Üç boyutlu dünyanın tanımlanmasında nesneler arka planken zihinsel anlamda hiçlik ifade eder , anlamsızdır.

Düşünsel anlamda zihnin arka planı, düşüncenin oluşmamış durumu, bir zaman aralığı, müzikte aralar, günlük yaşamda zaman aralıklarıdır. Boşluk gölge gibi nesnelere bağlıdır ve onlarla anlam kazanır, dolunun görünür kılınmasını sağlar. Sessizliğin anlam kazanması, plastiğe dönüşmesi boşluk sayesinde olur.

Plastik sanatların vazgeçilmez bir öğesi olan boşluk görsel unsurların arka planı, bazen de kendisidir. İdris KURT resminde doluluk kadar yetkin kılınan boşluk, plastik ifadeden çok anlamın oluşmasının en önemli unsuru olarak karşımıza çıkar. Boş ve dolunun görsel ifadesinin birer temsiliyeti olan çalışmalar galeri boşluğunda doluyu temsil eden varlıklarıyla izleyicinin karşısındadırlar.’

’16 Nisan – 1 Mayıs 2011 tarihleri arasında Saint Joseph’liler Derneği , Caporal Evi Kültür ve Sanat Merkezinde (La Cave) İdris Kurt’un ‘Vazgeçilmez boşluk’ isimli resim sergisi pazar günleri hariç 10:00-17:00 saatleri arasında ziyaret edilebilecek..’

Açılış daveti : 16 Nisan 2011 saat 17.30

Yer : Saint Joseph’liler Derneği , Caporal Evi Kültür ve Sanat Merkezi (La Cave)

Dr. Esat Işık Caddesi No:66/24 Bahariye / Kadıköy / İstanbul

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘sevgili idris kurt abimizle yaklaşık olarak sekiz senedir komşuyuz.. hayatımda gördüğüm en beyefendi , en nazik insanlardan birisi kendisi..

belki benim serkeşliğim ya da çekingenliğim belki de aylaklığımdan olacak idris abimizin aynı zamanda ressam olduğunu tanışmamızdan birkaç sene sonra öğrendim..

üstelik idris abimiz , ‘benim canım antakya’mda 15 günlük sergi açmış komşuluğumuz sırasında ve benim haberim olmamış.. bunu öğrendiğimde ne kadar üzüldüğümü ne kadar utanıp , yıkıldığımı kimse bilemez.. ayaküstü bir sohbet sırasında bu sergi olayını duyduğumda çok üzüldüm..

idris abim , her şeyiyle bereketli olduğu kadar sanat ve sanatçı açısından da bereketli çukurova topraklarının yetiştirdiği sanatçılarımızdan birisi.. idris abimiz 1950 adana ceyhan doğumlu..

resim sanatıyla ilişkisi marmara üniveristesi güzel sanatlar fakültesi’nde akşam atölyelerindeki eğitimiyle başladı.. ‘devabil kara’ yönetimindeki bu eğitiminden sonra kendi atölyesinde çalışmalarını sürdüren idris kurt abimiz ilk kişisel sergisini de yine komşumuz bahariye sanat galerisinde açmış.. resim sanatı üzerinde çok değerli eserler veren idris abimiz aynı zamanda moda alanında da tasarım ve uygulama alanında profesyonel olarak da kendi atölyesinde çalışmaktadır..

idris kurt abimizin yeni sergisinin hayırlı uğurlu olmasını dilerim.. ziyaret etmek isteyenler 1 mayıs’a kadar bir günlerini ayırıp bu güzel sergiyi ve resimleri görmeye gitsinler..

resimle ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç bitmez Pinhani şarkıları.

Yalnız kaldıysan, kalkıp pencerenden bir bak 
Güneş açmış mı, yağmur düşmüş mü 
Dön bak dünyaya…

Sahnede Pinhani. Kulaklarımdan içeri sızıp beynimi ele geçiren şarkısını söylüyor Sinan: Dön Bak Dünyaya. Öylece kalabalığın içinde duruyorum. Bazı şarkılarda aynen böyle kalabalığın içinde öylece durmak gerek diye düşünüyorum. Bir şey yapmadan, içkinden yudum almadan, kimseye sesini duyurmaya çalışmadan, şarkıya bile eşlik etmeden öylece durmak. Kelimelerin, notaların, Sinan’ın sesinin kulaklarından içeri sızıp beynini ele geçirmesine izin vermek. 

Bundan beş yıl önce uzun bir ayrılıktan sonra memlekete döndüğüm zamanlarda tanışmıştım Pinhani’yle. Yılların Türkçe hasretiyle Türkçe yazılmış ne varsa dinlediğim günlerde duyar duymaz alıp kalbimin bir köşesine özenle yerleştirdiğim Pinhani şarkılarıyla o gün bugün aynı yolun yolcusuyuz. Arada döner döner dinlerim. Hiç bıkmam. Hiç eskitmem. “Yenisi ne zaman” diye meraklanmam. Çünkü Pinhani şarkılarını bir kere dinlemek yetmez bana. Şarkı tam biter, hemen başa dönerim. Bazen her seferinde başka bir şarkı dinliyormuş gibi başka başka kafalar yaşarım. Bazen ilk dinlediğimde hissettiğim şey her dinlediğimde katmerlenir, artar. Yükselip öyle bir noktaya varır ki beni ancak aynı şarkıyı bir kere daha dinlemek kendime getirir. Pinhani şarkılarını fonda çaldıkları anı dondurmak ve daha sonra canım istediğinde çözüp tekrar tekrar yaşamak için de kullanırım. Şarkılara binip o an’a giderim. Zamanda yolculuk ederim. Bazı şarkılarınsa başı sonu yok gibidir. Sonsuza kadar kesintisiz dinleyebilirmişim gibi gelir. Bu Pinhani’nin tetiklediği obsesif kompulsif bozukluk gibi bir şeydir. Tedavi olmam gerekmez. Bozukluğumu severim. Bozukluğum bana iyi gelir.

‘lucy in the sky’