Author Archive

Gülelim Eğlenelim.. – 1 : Stalin’den Aylaklık Üzerine İnciler ve Yüce Fetvaları..

‘lenin’in maddecilik ve ampriokritisisizm’inin 1939 baskısının arka iç kapağına stalin kırmızı kalemle şu notu almıştı :

1 – güçsüzlük ,

2 – aylaklık ,

3 – aptallık..

 sadece bunlara kusur denebilir.. başka her şey , bunların dışındaki her şey , tartışmasız erdemdir..

(1) güçlü (ruhen) , (2) etkin , (3) zeki (ya da becerikli) ise o zaman bütün diğer ‘kusurları’ ne olursa olsun iyidir..

(1) artı (3) eşittir (2)..’

Stalin..

‘yoldaşlar , biz komünistler özel yaratılmış insanlarız.. özel bir şeyden yapılmışız.. o büyük proletarya stratejistinin ordusunu , yoldaş lenin’in ordusunu oluşturan bizleriz.. bu orduya ait olmaktan daha yüce bir onur yok.. kurucusu ve lideri yoldaş lenin olan partinin bir üyesi olmaktan daha yüce bir şey yok.. böyle bir partinin üyesi olmak herkese sunulmaz.. böyle bir partide üye olmaya eşlik eden gerginlik ve fırtınalara da herkes dayanamaz..’

Stalin..

‘STALİNİZM’ , SLAVOJ ZIZEK , Çeviri : SABRİ GÜRSES , ENCORE Yayıncılık , Kasım 2008..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

panta rei

son dönemde hayat adeta eli sopalı bir öğretmen karşımda. hangi konularda daha zayıfım, hangi derslerde notlarımı yükseltmem gerekiyor sağolsun dan dan çıkartıyor karşıma. içime bir konuda minicik bir kurt düşmeye görsün, hiç vakit kaybetmiyor, hemen “çıkar kağıdı. sınav yapıyorum” diye en savunmasız anımda yakalayıveriyor. ben hazırmışım, değilmişim mühim değil. eğer yeterince iyi değilsem sıfırı basıveriyor. bazı konularda şükür ki artık yılların tecrübesiyle kayda değer bir ilerleme kaydettim. hala veremediğim dersler var ama en azından mezuniyete giden yolda ortalamamı epey yükselttim. bu da bir şey. lakin bugüne kadar yani yaklaşık 31 yıldır belki bin kere bütünlemesine girip yine de bir türlü veremediğim bir ders var ki nasıl yapsam da geçsem inanın artık çaresizim. neler yaptım, ne yollar denedim, yok, kafam almıyor. hep aynı yerde aynı hataları yapıp sınavı bir türlü veremiyorum. hep başa, en başa dönüp duruyorum. başka derslerdeki başarılarımı görse ya hayat, kanaat notuyla geçirse ya beni, ama yok, nuh diyor peygamber demiyor. ya vereceksin bu sınavı, ya vereceksin. gözümün yaşına bakmıyor. “hayat bana taktı!” diye isyan ettiren, canıma okuyan, aklıma girmeyen o ders ne mi? tabii ki “yalnızlık”.

neler yapmadım! yalnızlığın yer yer keyifli bir şey olduğunu, benim sandığım gibi kurtulmam gereken bir hal olmadığını, sırf yalnız kalmamak için hiç düşünmeden içine atladığım ilişkilerin beni önünde sonunda daha da fena paralayacağını göstermek için kendime. ama kar etmedi. her yalnızlıktan şikayet ettiğim anda karşıma çıkan birbirinden daha yorucu adamlar ilk başta kandırıkçı bir avuntu sağlasa da, hayatımdan gerek benim gerek onların rızasıyla çıkıp gittiklerinde en baştaki yalnızlık duygum bırak azalmayı tersine beşle çarpıldı. kendimi yalnız hissederken bi baktım yapayalnız kalmışım. bir de üstüne gereksiz yere yaşanmış olaylar, gereksiz yere söylenmiş sözler, yorgunluk, bıkkınlık, yetmezmiş gibi kırık bir kalp. günün sonunda yine döndüm dolaştım kendi tuzağıma düştüm. ruhumu iyileştireyim derken daha da bozdum.

şimdilerde yine bu konu gündemde. sağdan soldan yeni ilişki haberleri, evlilik davetiyeleri yağıp dururken hayatıma ben küçük küçük panikliyorum, üzülüyorum bu hikayelerden hiçbirine kendi hayatımda tanık olmadığıma. elbette bu işler aceleye gelmez. elbette aşk dediğin şey ittirmeyle olmaz. elbette sırf yalnız kalmaktan korkuyorum diye her karşına çıkan kişiyle sonsuza dek mutlu olma hayalleri kurulmaz. lakin hani o her şeyi akışına bırakma, bırakabilme hadisesi var ya, hani bir an evvel yalnızlıktan kurtulmak için olur olmadık adamlarla suni birtakım ilişkiler yaratmak yerine beklemek, sabretmek, suyun akıp yolunu bulmasına izin vermek… işte ben o noktada ne yapsam sürece müdahele etmeden duramıyorum. her konuda sonsuz bir sabrı olan, sakin, mülayim, acelesiz, kendi halinde biri olarak, yalnızlığımı sona erdirme konusunda o sabırdan, sakinlikten eser olmadığına, herhangi bir konuda bu kadar inatçı olabildiğime inanamıyorum. alice harikalar diyarı’nda elinde saatiyle “geç kaldım! geç kaldım!” koşturan beyaz tavşan gibiyim. içimde hep “hadi, daha gelmedik mi?” diye tutturan bir çocuk. bunun olayların doğal akışını sekteye uğratan, bana istemediğim hatalar yaptıran, beni günün sonunda daha çok üzen bir şey olduğunu defalarca anlama fırsatım olsa da yok, kendimi “yalnız” iken tam hissedemiyorum. o aslında pek kıymetli yalnızlık anlarından bir gün kurtulacağımı, bir gün çok mutlu olacağımı düşünmeden edemiyorum. biri gelsin mümkünse bir an evvel beni tamamlasın, boşluklarımı doldursun, bana sığınacak liman olsun istiyorum. istemiyorum hatta tutturuyorum. bunun nafile bir çaba olduğunu bile bile. hiçbir işe yaramayacağından emin ola ola. aşka insan eli değmesin, aşk kendi anında çıksın gelsin derken bile içimdeki o sabırsız kalbe sözümü geçiremiyorum. nasıl olacak bilmem? belki ben durup beklerken değil, ilişkiden ilişkiye kafa göz kıra kıra geçeceğim bu dersi. durup beklesem daha az hasarla atlatacağım bu süreci belli ki, ama ben koşarak, mücadele ederek, zorlayarak ve tabii ki yorularak, yara alarak, yıpranarak geçirmeyi tercih edeceğim. iyi değil bu şüphesiz. hiç değil. zor. deniyorum. en azından değiştirmem gereken bir şeyin farkında olup bu değişimi hayata geçirmek kısmındayım işin. yolun zor bölümünü yürüdüm gibi geliyor. bundan sonrası biraz daha sabırlı olabilmekle ilgili sanki. kendini, kalbini sakin tutabilmekle. kendime durmayı öğretme zamanı. bu 300 kilometre hızla giden bir arabanın önüne kırmızı ışıkları dizivermek gibi bir şey de olsa, denemek zorundayım. çünkü; panta rei. yani “hep akışta.”
niyet et. dur. bekle.

‘lucy in the sky’

‘ikizim’e ve bana ‘muadili olmayan insanlar’ cümlesini yazan’a , kalpleri delen ve ruhları ortadan ikiye yaran bir film önerisi : pelikan kanı..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

açık söyleyeyim günde ortalama dört film izleyen bir yaratığım.. bazen bu sayı yediyi sekizi bulur.. son zamanlarda bu sayı üçlere filan indi saçma sapan yoğun tempodan..

dün oturdum izlemediğim yüzlerce film arasından önce inarritu’nun ‘biutiful’unu izledim.. film gerçekten harikaydı , inarritu yine aynı çizgide sağlam adımlarla ödün vermeden ilerliyor.. ‘javier bardem’ yine olağanüstü oynamıştı.. filmin etkisinden kurtulabilmek için mecburen bir aksiyon filmi seçtim.. fransız sinemasının yükselen değerlerinden ‘roschdy zem’in oynadığı ve sağlam bir aksiyon filmi ‘a bout portant’ı (son nokta) izledim.. gerçekten son yıllarda izlediğim en güzel aksiyon filmlerinden birisiydi.. yönetmen  ‘fred cavaye’ 80 dakika gibi kısa bir sürede o kadar çok şey anlatmış ki filmde hayran kalmamak elde değil.. fred cavaye’nin öğrendiğim kadarıyla yönetmen koltuğunda ikinci uzun metrajlı filmi.. senarist olarak birçok filmde de imzası var.. ‘a bout portant’ konusu özgün ve sıkmadan , klişelerden kaçarak anlatıyor ne demek istediğini..  bu iki filmden sonra filmlerin arasında dönüp dururken ‘pelikan kanı’nı çektim.. belki ‘haryy treadaway’ ile ‘emma booth’un çekicilikleri o filmi seçmem de etkili olmuştu..

 filmi attım makineye , dönmeye başladı..

ve daha başlangıcıyla aldı beni içine doğru..

bazen günde 20 tane film atarım makineye ilk beş dakikasından sonra ‘belki bir dahaki sefere’ arşivine gider çoğu.. çünkü sarmaz bazı filmler sizi.. yorar.. ama bu öyle değildi.. daha ilk saniyeden itibaren sizi kuşatıyor bu film..

mutlaka izlenmesi gerekenlerden ‘pelikan kanı’..

yönetmen ‘karl golden’ gerçekten mükemmel bir iş çıkarmış..

gerçek aşkların , aşıkların , sevginin , fedakarlığın filmi..

sadece gerçek aşıklar sonuna kadar izleyebilir çünkü sadece onların yüreğinin gücü yeter bu filmi izlemeye.. günümüzdeki sahte , günü birlik aşıklara aşklara bir şamar atmıyor , pata küte girişiyor film..

ken loach’un kes (kerkenez) filmi sinemaya aşık olmamda en büyük etkisi olan filmlerden birisidir.. o filmden sonra izlediğim en iyi aşk , sevgi , doğa filmi.. ve de en önemlisi ‘kuşlarla’ , ‘kuşçuluk’la ilgili sağlam bir film.. yolda arabalarıyla giderlerken aniden durup gökte uçan amerikan kerkenezini görüp : ‘amerikan kerkenezi ingiltere’de sadece iki tane görüldü..’ diyip çılgınca sevinen , kendilerinden geçen üç arkadaş..

çok geç izledim ‘pelikan kanı’ filmini.. iki gündür buna yanıyorum..

akışı , oyunculuk kalitesi ve en önemlisi müziğiyle de esir ediyor film sizi..

konusunun özgünlüğü de filmi unutulmayanlar arasına sokacak nedenlerden birisi..

ken loach’un kes’ini izleyenler bir an kendilerini o filmin devamı içinde bulduğunu sanacaklar belki de..

annesinin cenazesinin olduğu gün mezarlıktan çıkar çıkmaz kuş peşine düşen ve stevie için her şeyi yapabilecek bir aşık gencin trajik hikayesi..

pelikanların özelliğidir bilirsiniz belki : canlılar içindeki en fedakar canlıdır.. diğer canlılar için bir an bile tereddüt etmeden , düşünmeden kendilerini feda ederler pelikanlar..

acaba nikko mu yoksa stevie mi kelek atacaktır intihar teşebbüslerinin en ciddisinde , şakası bile olmayanın da.. kim bilir..

benim gibi geç kalmışsanız mutlaka bulun izleyin bu filmi..

gülüşünüzle kalın..

 Crockett..

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

pelikan kanı :

 yönetmen: karl golden
oyuncular: harry treadaway , emma clifford , emma booth , ali craig , arthur darvill , babatunde aleshe , christopher fulford , daniel hawksford..
senaryo: cris cole
görüntü yönetmeni: darran tiernan
müzik: niall byrne
süre: 1 saat 35 dakika , yapım: 2010 – ingiltere..

 filmin konusu :

  ‘nikko (harry treadaway) londra’da yaşayan , bir temizlik şirketinde çalışarak geçimini sağlayan 22 yaşında bir gençtir.. nikko’nun en önemli özelliklerinden birisi de ‘kuş gözlemcisi’ olmasıdır..

inişli çıkışlı duygusal hayatında stevie (emma booth) dışında kimseyi sevmemiş , sevememiştir.. ikisi birlikte intihar etmeyi planlamış , birisi kelek atmıştır.. nikko intihar fikrini tek başına gerçekleştirmeye çalışırken kendi ablasını da yanlışlıkla yaralamıştır.. bu olaydan sonra stevie bir süreliğine yurt dışına gitmiştir..

artık nikko’nun hayatında sadece kuşlar vardır.. kimsenin rekorunu kıramayacağı bir şekilde en çok kuş türünü gören insan olmak için ilki arkadaşıyla birlikte kuşların peşinden elinde kamera ve dürbünleriyle dağ , ova , bayır , park , orman gezerler..

 ve bir gün stevie tekrar karşısına çıkar.. olaylar gelişir..’

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmden Alıntılar ve Replikler :

 ‘ben bir zamanlar bir kızla çıkmıştım ve birlikte kendimizi öldürecektik , sonradan anlaşıldı ki birimiz ciddi değilmiş..’

giriş şarkısından :

 ‘kalbim bir an durunca içinde

çarpmayı reddedince

ayaklarımın altında toprağı hissetmiyorum..

ayaklarımın altında..

yalnız başıma odamda

seni hayal ederken

ah daha ne yapabilirim

hala sana ihtiyacım var

ama şimdi seni istemiyorum’

 ‘bütün kuşçular liste tutar , ingiliz listeleri , ülke listeleri , elle beslenen kuşlar listesi.. benim kendi parti parçam : ‘muzun ucundaki yaban ördeği’ydi.. 200 ve başlangıç seviyesini atlatıyorsun.. 300 ve orada biraz nadidelik var ve eh hiçbirimizin 400’ün  üzerini bulacağını sanmıyordum önceden.. şaka kısmı şu o kuş listene girdiği an değersiz olur..’

 

‘çocuk : neler oluyor..

nikko : bir kuşa bakıyoruz , bir beyaz serçe..

çocuk : onunla ne yapacaksınız , öldürecek misiniz..

nikko : hayır sadece bakmak istiyoruz..

çocuk : niye..

nikko : biz bunu yaparız..

çocuk : amacı nedir..

nikko : amacı yok..’

İçinden İstanbul Geçen Filmler 3 (Zamanda Sürgün)

Sev Kardeşim / 1972

Sanayileşmenin hızla arttığı bir dönemde çekilen filmde boğazın mavi sularının mekanı olan mahallede kurulmak istenen fabrika inşaatı konu edinilmiştir. Bu niyetle mahalleye gelen avukatın karşılaştığı tepki hafızalarda hala yerini korumaktadır; “Fabrika kuracak yer kalmadı mı sanki?” bunun haricinde dolmabahçe saat kulesi ve kalabalık iett otobüsleri hatırda kalan detaylar olarak sıralanabilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gelin / 1973

Ömer Lütfi Akad’ın “Gelin – Düğün – Diyet” üçlemesinin ilki olan yapımda göç olgusu ve istanbula göç eden taşralı insanların yaşadıkları travma ile yüzleşmek mümkündür. Bunun için filme kulak verelim biraz da; “Hıdır: Şu boğaz, şura Üsküdar, Galata Veli: Koca kent Hıdır: Şu gördüğün onda biri.” İstanbul’daki sonradan büyüyecek olan “küçük anadolu” yapısını yansıtan unutulmaz ve gerçekçi bir çalışma.

 

 

 

 

 

 

 

Hababam Sınıfı / 1975

Küçükken bir günde bitiriverdiğim romanın film versiyonu haylaz yanımızı temsil eden, izlemeye doyulmayan bu samimi filmin çekildiği okul, Valide Adile Sultan Kasrı’dır.  Kullanılan kostümler ve söylenen şarkılar dönemle özdeşleşmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kapıcılar Kralı / 1976

Filmin mekanı Cihangir’deki güneşli sokaktır. Çöpçüler Kralı’na da ev sahipliği yapan mekanda İstanbul’da apartman hayatının ipuçlarını görebileceğimiz sağlam bir filmdir. Küçük bir Türkiye portresi görünümdeki yaşamı konu edinen apartman hayatı aynı zamanda Suadiye’yi mekan edinmiş Bizimkiler dizisinin esin kaynağıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sultan / 1978

İkinci Boğaz köprüsü yakınındaki mahalle köprü inşaatından sonra oldukça değerlenecektir. Bunun bilincindeki muhtar, yeni yapılanma için mahalledeki evleri teker teker satın alır. Tarabya’da gündeliğe giden kadınların tek eğlencesi ise sinemadır. grev, zam ve işsizlik mahalle kahvesinin vazgeçilmez konularıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘HERDEM’

Çekirdek çıtlat, Sprite iç ve Gerçeklik bakın

 

 

 

 

 

 

 

 

Tam on yıl olmuş, on yıldır izlemeyi beklediğim filmler arasındaydı. 2001 yazında şehrimde gösterimdeydi; ama ben buralarda değildim. Gazetede okumuş, “tam bana göre” demiş; ama gitmemiştim. Müzikleri ve öyküsü Bono’ya aitti, bu da yeterli bir sebepti. İsmi de fena halde “loser”dı, bu da sebebi güçlendiren bir etkendi. Ancak gitmemiştim, sonrasında ise izlemek için hiçbir irade göstermedim. “Nasıl olsa bir şekilde gelir beni bulur” adlı listeme eklenenlerdendi. Geldi buldu, bu sabah izledim: “Million Dollar Hotel” nam-ı diğer “Sırlar Oteli.” Ha walla, izledim.

Kapitalizmin kurucu efendilerinin gerçeklik algılarına dair edilen laflar, yanılsama, hayat vb. naneli çikolata ferahlığı katıyordu filme; ancak ben artık 10 yıl yaşlanmıştım. O yüzden işte, çekirdek çıtlattım, limonlu gazoz sikletinde en sevdiğim Sprite gazozu içtim ve yine içimdeki kuyuya bilincimi daldırıp daldırıp çıkardım. Dışardan bir nevi ashab-ı kehf gibiyim, hareketsiz ve uyuşmuş; ancak içerde kaç çağı ve gerçekliği parçalıyorum pençelerimle bir bilsen. Neyse…

Filmdeki Yahudi iş adamının bir lafı vardı, dedi ki: “Ben ve insanlarım en az 60 ülkede her sabah yeni ve başka bir gerçeklik kurarız.” Ne güzel(!), gücün ve zekânın insana yaptırabilecekleri… Oyunun kurallarını koyan taraf olmak, kurallarını kendinin koymadığı oyunlarda bertaraf olmak… Ammawelakin Gandhi gibi seslenip, “I am not in” deyivermek bir çırpıda. Dünyanın çocuklarının inşa ettikleri ve koydukları kurallara biat etmiyorum wesselam, benden bu kadar. İki haftadır Deleuze elimde, “Bin Yayla”da ellerim kıç ceplerimde ayağımla toprağı eşeliyorum. Ve evet bunu düşündüm ilk kez, ben çekirdek çitlemiyorum, çekirdek ÇITLATIYORUM. Bu sözcük işte orada, bende “bir kalıp gerçeklik” satın alma çağrışımı yaptı. Evet, şu hani Hacı Şakir’in war ya banyo sabunları, beyaz ve lavanta kokulu, ben onları elleyince ya da koklayınca ya da öylesine tezgâha koyup baktıkça müthiş bir huzur ve dinginlik hissediyorum. Şimdi de işte o kalıp sabunlar gibi, bir kalıp, iki kalıp, üç kalıp vs. gerçeklik satın alıp, sonra hepsini kullanarak eritmek istiyorum. Gerçeklik-ler hakikat denilen ağır mevzunun üzerindeki örtüler gibi, aslında kimse “gerçekte” neyin nasıl olduğunu bilmiyor, tıpkı Charlie’nin Çikolata Fabrikası’ndaki gibi.

Şimdi gidiyorum, altı kalıp bir arada gerçekliklerden satın almaya. Unutmadan, Bono da İrlandalı bir derwiş aslında…

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘hiçbir şarkıdan kaçmayacaksın’

bu ara tek yol arkadaşım şarkılar. bir adım ötemi görmediğim bir yolda onlara tutunarak el yordamıyla ilerliyorum. öyle çok da değil, üç beş şarkıdan bir dünya kurdum kendime. sabah kalkıyorum başlıyorum bir tanesiyle, sonra sırasıyla diğerleriyle yola devam ediyorum. bitince yeniden en başa dönüyorum. bir şarkıya daha ihtiyacım yok. tam ihtiyacıma göre üç beş şarkılık mütevazı, kendi halinde, kalender bir playlist. bazen iç geçiriyoruz birlikte, bazen dertleniyoruz, bazen neşemiz yerine geliyor. ben ve şarkılarım kendi küçük dünyamızda olabildiğince mutlu, çoğunluk hüzünlü, yer yer bulutlu, yer yer güneşli, geçinip gidiyoruz. elbette bazıları var ki biraz daha sık çalınıyor. ismini söyleyip de diğerlerini daha az önemli gibi göstermeyeyim ama bazen kimseye çaktırmadan bütün gece arka arkaya aynı şarkıyı dinliyorum. hatırlattıklarını seviyorum. hatırlattıklarına üzülüyorum. hatırlattıklarını unutmak istemiyorum. aynı şarkıyı tekrar tekrar dinlerken vaktin birinde  içimden geçen duyguların altını çizip çizip duruyorum. o duygular an gelip ruhuma kalbime yük de olsa, bir türlü dinlemekten vazgeçemiyorum. daha önce de yazmıştım, takıntı gibi bir şey bu benim için. ben ki hayatta hiçbir şeyin tiryakisi olmayan biri olarak hayatımda ilk kez bir şeylere nedensiz bağlanıp onlarla vedalaşmamak konusunda inat etmenin ne menem bir şey olduğunu görüyorum. istemsizce aynı notaların beynimin içinde dönüp durmasından sadistçe bir zevk alıyorum. bıkmak diye bir şey de yok. ki beni hayatta en çok bıktıran şey tekrar da olsa, bunca tekrarın beni nasıl olur da bu ana kadar yıldırmadığına şaşıp kalıyorum. bir süredir bu döngüden çıksam mı, yoksa gittiği yere kadar devam etsem mi diye düşünürken bugün bir yazı çıktı karşıma. sanki yazının içinde bana sunulan bir cevap olduğundan eminmiş gibi hızlı hızlı okurken, bir paragrafta takılıp kaldım. daha ondan önceki paragrafı okurken altta gözümün kenarıyla yakaladığım “şarkı” kelimesinden bir şeylerin yaklaşmakta olduğunu anlamıştım ama bu pek muhterem paragrafın üzerimde gökten zembille inmiş bir hediye, hatta vahiyle gelmiş bir kutsal kitap etkisi yaratacağı aklıma gelmemişti. kafamı yukarı kaldırıp içimden geçeni söyleyebilseydim belki anca böylesi “cuk” bir şey hazırlayıp gönderebilirdi yukarıdaki sevgili dostlarım. okudum. bir daha okudum. başa gittim. yazıyı en baştan bir daha okudum. o paragrafa gelince yavaşladım. tane tane okudum. içimden okudum. dışımdan okudum. alacağımı aldım. en çok bu yüzden şu anda fonda yol arkadaşım üç beş şarkılık playlistim belki bininci kez çalıyor. durması gerektiği zamana kadar da çalacak gibi görünüyor.

 ‘lucy in the sky’

“Hiçbir şarkıdan kaçmayacaksın. Üstüne üstüne gideceksin seni en fazla yakan, seni en fazla korkutan şarkıların, sözlerin. Kaçmadan söylenenlerden; başa alacaksın bütün o şarkıları. Yeri gelecek haftalarca, aylarca sabah akşam aynı şarkıyı, aynı şarkıları dinleyeceksin. Çileci bir keşiş gibi tekrarlayacaksın, dolayacaksın diline onları. Tekrarladıkça, korkmamaya başlayacaksın o şarkıların getirdiklerinden, hatırlattıklarından. Bir bakacaksın; korkularınla dost olmuşsun çağıra çağıra yanına, yamacına. İyi geçinmeyi öğrenince korkularınla, şarkılarla sana ebedi bir gençlik, mümkün mertebe uzun bir gençlik armağan edilecek. Hemen yaşlanmayacaksın öyle.” Ahmet Tulgar / Romantik gerçek

Yazının tamamını merak edenler için:

 http://jiyan.org/2011/05/romantik-gercek-ahmet-tulgar/

nazmi ve halo..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

cumadan başlayalım..

cuma günü sabahın köründe ‘ciğerim’le kör bir koşuşturmanın içine girdik.. istanbul’a ait olduğu söylenen uzak ilçelerinden birinde ekmeğin peşindeydik.. bir de saatlerce trafikte araba kullanmak.. hele ukome midir nedir , onun aldığı kararla saçma sapan bir nedenle bölünmüş yolda 70 km hız limitine uyarak.. işin komik yanı kadıköyden büyükçekmece’ye gitmek için gündüz vakti zaten 70 km hız yapacağınız kısımlar en fazla altı yedi kilometredir.. o ‘muhteşem’ ya da ne diyelim ‘mükemmel’ trafikte 50’yi görmek zaten mümkün değil.. ama sizin 70 ve üzerine çıkıp biraz soluklanacağınız ve oh be trafik açıldı diyeceğiniz yerlerde arkadaşlar 70 km. hız sınırı getirip radarlarla hazineye para kazandırmak için bol bol ceza kesiyorlar.. evlere tebligatlar yağmaya başlamış.. bana da geçenlerde gelmeye başladı ceza makbuzları.. dikkat ettim 80 yazıyor yakalandığım hıza.. ee pes yani bölünmüş yol olan , yaya ve hayvan trafiğine kapalı yolda ve aynı zamanda tekirdağ ile edirne’ye giden şehirlerarası transit yol olan d-100 yolunda 80 km. hızla radara yakalanmışım..

hız ne : 80..

süper..

ben de zannettim ki trafik canavarı olmuşum da metrobüsler gibi 100’den yüksek süratle uçmuşum..

yahu ayıp ayıp , metrobüsler kocaman gövdelerine rağmen vızır vızır 100 km. ve üstü süratle yanımızdan korkutucu şekilde geçerken biz eşekler gibi tın tın 70 km. hıza uymaya çalışıyoruz , o da trafiğin nadiren açık olduğu kısımlarda..

işte sabahın köründe biz bu cezayı ve uygulamayı eleştirip , sağa sola yağarak ciğerimle büyükçekmeceye geçtik.. ve hukuki olarak uğraşmaya karar verdik bu cezalarla , bu ukome midir her neyse adı , onun aldığı kararla.. bir de tüm metrobüsleri ihbar edip hiç sevmediğim ‘ulvi’ vatandaşlık görevimi yapmaya karar verdim ben.. nefret ettiğim ihbarcılık zihniyetine burada teslim olmaya karar verdim.. hepsini ihbar edip şikayet edeceğim 70 km’lik hız limitine uymuyorlar diye.. biz can taşıyoruz da onlar karpuz mu taşıyor o daracık metrobüs yolunda..

neyse ulaştık  büyükçekmece’ye.. abuk sabuk işlerle uğraşırken ‘sülo abimle’ karşılaştık.. hoş beş derken öğlen yemeğimizi ısmarladı.. sohbet ettik bol bol.. ondan ayrıldıktan sonra çöplüğümüz kadıköy’e doğru yola çıktık.. şişli’ye uğramaya karar verdik.. şişli’de de oyalandıktan sonra çöplüğümüze geldik..

döndüğümüzde saat beşi bulmuştu.. sanki üzerimden tır geçmiş gibiydi.. beni tanıyanlar bilir direksiyona geçtiğimde urfa’ya kadar tek başıma giderim gıkım çıkmaz , yorulmam.. ve en önemlisi çok severim araba kullanmayı.. ama istanbul içinde beş altı saat trafikte kalmak 10 kere urfa’ya gitmeye eşdeğer sanırım..

döndük mekana geldik.. ciğerim koltuğa yığıldı , ben dolaba koştum buz gibi biralardan dört tane yanıma alıp bilgisayarıma geçtim.. natacha atlas’ın ilk eşi olan ve yeni keşfettiğim ‘abdullah chhadeh’i açtım dinlemeye başladım.. iki bira hemen boşalıp çöplüğü boyladı tam üçüncüyü açıp ayaklarımı masaya doğru uzatmıştım ki zil çaldı.. of dedim kim bu saatte gelen münasebetsiz.. kalktım kapıya hamle yaptım o sırada ‘abidin dayımız’ kapıyı açmış , gelen ‘ümo’ydu.. ‘ne o la’ dedim ‘hangi rüzgar attı seni..’

meğer beni almaya gelmiş.. ‘nazmi’yi karşılayacaktık unuttun mu’ dedi..

‘nazmi kırık’ nasıl unutulur ki..

sadece günün yorgunluğundan kafam durmuştu ve bitmiş durumdaydım.. ‘sabiha’ya inecek değil mi’ dedim.. 

‘hayır , atatürk havalimanına inecek’ dediği anda birden yol gözümde öyle büyüdü ki.. az önce daha o taraftan gelmiştik.. ‘la arabayla gideceğiz deme sakın’ dedim..

neyse deniz otobüsünde anlaştık bakırköy’e geçme konusunda.. ümo’da hemen aceleyle yolluk yapmak için beş altı birayı içti.. kafamız güzel olup yumuşadıktan sonra ikiledik iskeleye doğru.. yolda fark ettim ki yirmi yıllık arkadaşım ümo’da kapalı alan fobisi var.. duramıyor adam yerinde.. koptum gülmekten.. 15 dakikalık yolculuk ümo’ya iki saat gibi geldi..

deniz otobüsünden sonra taksiye atladık havalimanına doğru yola çıktık.. taksi şoförü antakya’lı (hatay’lı) çıkınca derin bir memleket muhabbetine dalmışken nazmi’nin mesajı geldi uçaktan indiğine dair..

neyse girdik havalimanına fakat nazmi görünürde yok.. korktuğumuz başımıza gelmesin , daha önce ki (şimdi kapanmış olan) bir askerlik problemi yüzünden tutmuşlar olmasın diye düşünürken aradık nazmi’yi.. ve evet maalesef nazmi kardeşimiz bilgisayardan düşümü yapılmayan eski bir dava nedeniyle gözaltındaydı.. şimdi suç bile olmaktan çıkmış bir dava nedeniyle üstelik , askerlik meselesi.. oysa olay kapanmış askerliğini 2015’e kadar erteletmişti..

ama maalesef insanları ararken hemen bilgisayarlara giriş yapılır da nedense aramalar kalktıktan sonra düşümleri hemen yapılmaz ya da daha doğrusu hiç yapılmaz..

nazmi ‘aldılar beni , bekletiyorlar’ diyince girdik havalimanı karakoluna hemen.. girer girmez ‘vallahi bravo hemen de nasıl geldiniz’ dediklerinde ‘biz zaten karşılamaya gelmiştik , arkadaşıyız’ diye cevap verdik.. güldüler ‘ne şanslı adammış’ diye.. ne şansı.. günlerden cuma , mesai saatleri bitmiş tüm adliyeler kapanmış ve nazmi gözaltında , olmayan bir suç ve davadan dolayı..

sağı solu aradık.. kimseye ulaşamıyorsun ki o saatte.. sonra nöbetçi savcıyla yapılan görüşmeler sonucunda nazmi’nin ertesi gün hemen adliyeye getirilip işlemlerinin yapılıp bırakılacağı konusunda mutabakata varıldı..

bizim moraller sıfırken , nazmi ‘ben alışkınım kardeşlerim , mühim değil , rahat olun’ dese de öyle üzülmüştük ki..

nazmi geceyi orada geçireceğini bildiği halde kalbinin güzelliğini yansıtan gülüşü ve kahkahalarıyla bize moral veriyordu.. ‘filmini yapalım bu durumun’ dedim.. gülerek ‘mutlaka yapalım’ dedi nazmi..

sen kalk dört beş sene sonra atla uçağa gel buraya ama seni saçma sapan bir nedenle gözaltına alsınlar.. bürokrasinin yavaş işlemesi ya da hiç işlememesi işte bu..

bu arada nazmimiz , mevsimlerden baharın bitmek üzere olduğunu ve yazın gelmekte olduğunu , havaların ısındığını düşünüp üzerine bir şey almamış.. yanımda olan paltomu ona bıraktım.. ‘üşüyebilirsin gece , serin olur ya da yastık yaparsın’ diye zorla bıraktım paltoyu..

sonra esas mevzu nazmi’nin kaybolan bagajıydı.. nazmi gözaltında kalacağını unutmuş valizin peşindeydi.. güldük kahkahalarla.. nazmi gözaltına alınınca valizi dönmüş durmuş bantta ve sonra ortadan kaybolmuştu.. ‘içinde çikolata vardı , bir sürü hediye vardı çocuklara getirmiştim.. bulun onu lütfen’ diyince ümo hem yağdı , esti , gürledi hem de koptu gülmekten..

memurlar ‘biz buluruz merak etmeyin’ dediler.. biz bu sözü alınca nazmi’yle ertesi gün buluşmak üzere sarılarak ayrıldık..

yüreğimiz buruk , sinir stres içinde hiç konuşmadan geri döndük kadıköy’e.. zaten ne zaman bir sevinç , mutluluk yaşamaya teşebbüs etsek şairin dediği gibi gerçekten ‘kusma nöbeti’ sunuluyor bize..

nasıl üzgündük kimse bilemez bizim o halimizi görmeden.. nazmi gelmiş dört sene sonra ve biz elimiz kolumuz bağlı onu orada bırakmıştık..

kadıköy’de ayrılırken ümo ‘ben yarın onu alırım merak etme’ dedi.. ben gidemiyordum çünkü sabah ‘halo dayı’nın yerine bir keşfe katılacaktım.. cumartesi ne keşfi demeyin.. oluyormuş.. ben de meslek hayatımda ilk defa yaşayacaktım.. haberleşiriz yarın diyip ayrıldık.. çünkü olumsuz bir durum olması durumunda yapılacak şeyler için plan yapmalıydık.. gerçi ümo 20 avukata bedeldir.. hele konuşmaya başlayınca kimse tutamaz onu.. ama sinirlenmesini istemem çünkü sinirlenince ben de tutamam onu..

ümo’dan ayrıldıktan sonra mekana çıktım.. ne hayal etmiştik.. nazmi’yi alıp gelip burada takılacaktık biraz.. ama ben tek başıma gelmiştim işte..

gittim dolabı açtım önce iki duble rakı üstüne de iki birayı cila yaptım.. ve koltuğa uzandım.. gözlerimi kapadım nazmi’nin gülümseyişi aklımda kalmış ve bir de mavi gömleği.. ha bir de çikolata dolu valizi hayal ettim gözlerim kapalıyken gülümsedim.. çocuk olsaydım çikolata dolu bir valiz mutluluktan çıldırtırdı beni kesin..

nazmi kalbinizi emanet edebileceğiniz nadir güzel insanlardan birisidir.. kalbinizi onun kalbine yatırın kalsın.. sizden daha iyi bakar kalbinize.. ama biz işte bir şey beceremeden onu saçma sapan bir nedenle amonyak kokan camı olmayan havasız bir bekleme odası denilen gözaltı odasında bırakıp gelmiştik..

sabah oldu.. hayatımın en yoğun günlerinden birisi olacaktı bu cumartesi.. of dedim bitmez bugün.. aklım bir yandan nazmi ve ümo’da.. gözüm telefonlarda..

halo’nun yerine katılacağım keşif neyse ki bizim mekanın olduğu sokaktaydı.. şans işte.. ama tabi heyet ne zaman gelirdi bilemezdik.. mekana geldim baktım ciğerim de gelmiş sabahın köründe.. dedim hayırdır la.. ‘halo gelecek’ dedi.. ne dedim halo da mı keşfe katılacak.. ‘evet ondan sonra onu düğüne hazırlayacağız.’.

evet o da vardı ya.. akşama halo’nun biricik kızı evlenecekti.. düğünü vardı.. neyse tam konuşurken zil çaldı.. gelen halo’ydu.. sinir küpüydü ve bağıra çağıra geliyordu.. sarıldık.. ‘ya durun allah aşkına üzerime gelmeyin’ dedi.. neyse biraz zoraki sarılmalar ve güreşmeler sonucu 73 yaşındaki halo’muzu sakinleştirdik biraz.. ‘birer çay içip sokağa inelim heyeti bekleyelim’ dedi.. indik on dakika sonra..

ben de o sırada ümo’yu aradım.. durum nedir diye sorduğumda adliyenin önünde memurlarla birlikte kahvaltı yapıyoruz dedi telefona çıkan ses.. ‘la ümo olum senin burnun mu tıkanmış , hasta mı oldun gece’ diyince telefondaki ses gülerek ‘nazmi ben nazmi’ dedi.. o sinir , streste sesi tanıyamamıştım işte.. telefonda karşılıklı güldük uzun uzun.. ‘nöbetçi savcının gelmesini bekliyoruz , çay içiyoruz’ dedi.. haberleşmek üzere telefonu kapattık gülerek..

neyse benle , halo ve ciğerim sokakta volta atıyorduk keşif yapılacak binanın önünde.. baktık gelmiyorlar , keşif yapılacak yerin sahibine bizi telefonla arayın geldiklerinde diyip halo’ya ayakkabı ve takım elbise almaya gittik hemen bahariye caddesine..

biz heyet gelene kadar halo dayı’ya takım elbise ayakkabı vs her şeyi almıştık.. provaları bile yapmıştık kısaltmalar , düzeltmeler için.. tam mağazadan çıkıyorduk ki aradılar heyet geldi diye.. halo’yla koşarak sokağa geri döndük.. keşiflerde bulunmanın nedenini hiç anlamam.. sadece imza atarsın , pek bir fonksiyonun yoktur.. ama işte çene dinlememek için bulunuruz.. keşif bitikten sonra halo ‘beni bir berbere götürün’ diyince halit usta’nın oraya götürdük dayıyı.. kendi ustamın koltuğuna ‘halo’yu oturttum.. ciğerim de diğer koltuğa oturdu..  o da traş olmaya başlayınca halo ‘sen de traş olsana akşama düğüne yakışıklı gidelim hepimiz’ diyince  boş olan son koltuğa oturup diğer ustamız halil ustama da dalgınlıkla ‘hadi sen de beni yap’ diyince nedense berberde bulunan herkes güldü.. ‘şut ve gol’ olduk.. ne yapayım kafam dolu , stresliyim , aklım nazmi’de , kulağım telefonlarda.. kafa nakavt olmuş diyemedik ustam sen de ‘bizi traş et’ diye.. berber koltuklarıyla ilgili daha önce de yazmıştım.. hayatımın en büyük işkence anlarıdır berber koltuklarındaki traş olma anlarım.. başladı o işkence.. neyse berberden çıktık parlamış ve ortalığı yakan halo’muzun yakışıklığıyla..

gittik yemek işini de aradan çıkardık , zıkkımlandık..

mekana döndüğümüzde ‘abidin dayımız’ da gelmişti.. o sırada ümo aradı ‘cano , nazmi tamamdır.. uzun hikaye ama ortalığı yıktım geçirdim , olmazı yaptım kapalı olan diyarbakır’daki adliyeyi açtırdım evrakı buraya fakslattım ve nazmi serbest.. birazdan işlemler bitecek , eve gidip duş alıp dinleneceğiz , akşama halo’nun düğününde görüşürüz’ dedi.. o an gülümseyip rahatladım işte..

nazmi serbestti..

ifadesi bile alınmadan imza atmadan serbestti.. niye kalmıştı 20 saat boyunca diye sorsak işte bürokrasinin güzel işleyişi.. kafka yaşasaydı bu ülkede acaba ……………… diyorum sadece ve bu bahsi kapatıyorum..

halo’yla , ciğerime söyledim sevindiler.. dayı ‘akşama mutlaka gelsinler’ dedi.. ‘gelecekler dayı , rahatta’ dedim..

nazmi bir şok yaşayacaktı 24 saat içinde yaşadıklarından.. hamburg’tan kalk gel gözaltına alın ortada olmayan bir dosya nedeniyle , 20 saatlik bir macera yaşa sonra kalk kalamışta denize karşı bir düğüne katıl..

öğleden sonra saat ikiye gelirken halo’yu eve gönderdik yeni takımını terziden alıp.. hazırlanacaktı.. zaten kızına o gün akşama kadar içmeyeceğine dair söz vermişti.. ve sözünü tuttu gerçekten.. içmedi gün boyunca.. dayıyı evine gönderince ciğerimde bir iş için ‘dursun abimizin’ yanına gitti..

ben de fırsat bu fırsat can ‘reis’i arayayım , şu iki saatlik boşluktan yararlanıp istiklale geçip ortak bir dostumuza sitem ve sevgi dolu bir sürpriz yapalım dedim.. bu konuyu sonra başka bir yazıda anlatırım bir ara.. reis yoldaymış zaten bana doğru geliyormuş.. sinemanın önünde buluşup hemen vapura koştuk.. vapurdan tünele oradan da istiklale çıktık.. reis döndü bana ‘reis , dostumuzun yanına gitmeden bir şeyler içelim , boğazım kurudu , susadık , terledik’ dedi.. ‘nereye gidelim düşünelim’ dedim.. malum deplasmandaydık.. ben hiç sevmem istiklal ve beyoğlu muhitini.. hazzetmem.. saçma sapan bir kalabalık ve gürültü.. insanlar ne anlarlar oradan bilmiyorum.. dedim ‘gel cumhuriyet’e gidelim ikişer bira sallarız , sonra akarız dostumuzun oraya doğru.. girdik ‘cumhuriyet’in gölgesine sığındık , sığınmaz olaydık.. ‘dört bira’ dedik.. ‘beyefendi yemek yemeyecekseniz bira servisimiz yoktur’ dedi.. ‘yemek servisimiz var sadece’yle bitirince biz dumura uğramış bir şekilde ‘ne zamandır kardeşim’ dedik.. daha önce kaç defa oturup bira içip patates ıvır zıvır yemiştik.. kaldı ki meyhane burası , iki tek atamayacak mıyız adı meyhane olan bir yerde.. içimden tekrar yükselen bir öfke kabalığa dönüşmeden ‘kalk’ dedim reis’e , küfür edip yağa yağa çıktık.. dedim ‘ulan bu ülkeden de bu insanlardan da bazen öyle nefret ediyorum ki.. anlamsız ve saçma sapan uygulamaları ve hareketleriyle öfke seline atıyorlar beni..’ hayır işin ilginç yanı ‘cumhuriyet’e girdiğimiz anda içerisi sinek avlıyordu.. ulan zaten müşterin yok , hem sen bizi tanıyor musun biz o masaya oturduk mu ikişer bira için bil ki yarım saatte beşer bira içer abuk sabuk şeyler yiyip kalkarız ve sana güzel de bir hesap bırakırız.. işletmecilik anlayışı sıfır olunca işte böyle olur.. nasıl müşteriler kaçırdığının farkında değil şef denen işi bilmez kardeşimiz.. ha tipimizi mi beğenmedi diyeceğiz gayet şıktık , cillop gibi de traş olmuştuk.. benim bıyıklarım , reisin top sakalı hariç pamuk gibiydik.. neyse reis ve ben yağa yağa sokağı döndük hah dedim işte burası ya , gel ya gerçek bir müessese işte burası.. ‘boş ver’ dedim ‘içim sıkıldı her şeyden.. çökelim pano’ya vuralım şaraba , biraya..’

dışarıda oturmayı hiç sevmem , dışarıda dediğim sokağa atılan masalardan.. ama o an çöktüm hemen serinliğe.. garson geldi dedim ‘canım ikişer bardak şarap ve iki bira..’ garson ‘efendim altı kişiyseniz bu masaya ek yapamam içeri alalım sizi’ dedi.. ‘canım rahat ol onlar ikimize , bunlar başlangıç siparişi.. sen git getir , bir de peynir tabağı yap getir..’ deyince garson kafa sallayıp hala anlamamış vaziyette gitti.. komi geldi baktım dört servis açıyor.. güldük reisle.. altıyı çözememişler , dörtler demişler herhalde.. uzun uzun güldük.. iki servis açtırdık ve gitti..

sonra garson ikişer bardak şarap getirdi , iki de bira.. ilk şarap kadehlerini ağzımızda çalkalayıp hemen fondip yaptık.. ohhhhhhhhhhh.. soğuk ve enfes bir şarap.. kalkıp inen bardakları gören garson peynir tabağını bıraktı gülümseyerek.. biz de altı çeşidi de birbirinden güzel peynirlere giriştik hemen.. peynir tabağının üzerinden çekirge sürüsü geçmiş gibi olduğunda şaraplar ve biralar bitmişti.. reis , ‘canım’ diyerek garsonu çağırıp ikişer bira daha sipariş etti.. garson yine anlamsız bakarak gitti.. ve biz yarım saatten fazla olmayan bir sürede ikişer bardak şarap ve üçer birayı götürmüştük.. kafamız on numara yumuşamıştı.. böyle müşteri nerede bulunur yahu.. iddia ediyorum bu kadar kısa sürede problemsiz ve böyle çok içen , kalkan müşteri yoktur yeryüzünde.. oysa biz o yarım saatte ne muhabbetler edip gülmüştük.. reis hesaba dokundurtmadı sağolsun..

hemen topukladık sevgili dostumuza doğru.. sitem edip , sevgi ve saygılarımızı sunup hemen kadıköy’e dönecektik çünkü düğüne gidecektik akşama.. ve en önemlisi nazmi’ye kötü bir gecenin ardından güzel bir gece yaşatmak istiyorduk hepimiz..

istiklal’de sevgili dostumuza sürprizimizi yapıp geri döndük hızla.. dostumuz bayağı şaşırdı ve sevindi fakat sitemlerimizi de bildirdik kendisine.. başka bir yazıya..

ama geri dönüş yolunda içerken aldığımız yükten dolayı tuvalet arama maceralarımız filmlikti.. neyse ki kalkan vapura kıl payı yetiştik..

ve kadıköy , yani evimiz.. iskeleye adım atınca derin bir nefes ve işte evindesin , kadıköy’de..

o sırada gürsel’i aradım.. ‘nazmi geldi gemide’de oturuyoruz buradan  alın bizi gidelim’ dedi.. gittik gürselle , nazmi otuyordu fakat ümo kayıptı.. ümo’nun işi çıktı gelecek dediler.. baktık bizim gibi nazmi ve gürsel’de güzelleşmişlerdi.. nazmi’ye sarıldık güzelce.. geçmiş olsun dedik..

sonra aldık onları bizim mekana gittik.. mekan kalabalıktı : ciğerim , eşi gülümser , nehir ablamız ve abidin dayı bekliyordu bizi.. ‘sarı ve ümo’ da aradılar ‘yoldayız geliyoruz’ diye.. saat yediye geliyordu.. mekandan çıktık.. ümo da mekanın önünde bize katıldı.. ikişer taksiye bölünüp düğünün olacağı mekana doğru yola koyulduk.. düğünleri de sevmem ama mecbur katılmak lazım.. hele bu düğünde halo dayımızı hiç yalnız bırakamazdık..

kalamışta , deniz kenarındaki düğünün yapılacağı mekana girdiğimizde güneş yavaş yavaş batma manevralarına başlamıştı.. hepimiz aynı masaya oturduk.. biraz aksilik oldu ama her işte bir hayır vardır diyerek hemen unuttuk aksilikleri..

halomuz düğün sahibi olmasına rağmen bizim masaya konuşlandı ve bizden ayrılmadı düğün boyunca..

tabi bu arada kardeşlerimiz ‘seçkin ve mesut’a buradan da tekrar bir ömür boyu sonsuz mutluklar diliyoruz aylak adamız ailesi olarak..

gelin ve damadın mekana giriş yapmasıyla düğün başladı.. ilk danslarını yaptıktan sonra masaları dolaşmaya başladılar..

biz de tabi grup olarak rakıya ve biraya başladık tam gaz..

nazmi mutlu ve neşeliydi ama o da şaşkındı.. eminim içinden ‘la gece nerdeydik şimdi nerdeyiz’ diyordu..

vur patlasın çal oynasın son hız düğün devam ediyordu.. bir nazmi’ye bir halo’ya sataşıp muhabbet ediyordum.. hele düğünde şarkı söyleyen arkadaşlardan birisi halonun daha önceden tanıdığı arkadaşlarından birisi çıkınca espiriler çoğaldı.. kahkahalar patladı.. ama saatler geçtikçe şarkıcı arkadaşın bir an susmasını istedik.. hem biz hem o helak olmuştuk şarkı bombardımanından.. arka arkaya şarkılarla kafamız şişmişti.. ama nerde , soluk almadan şarkıları patlatıyordu.. sonra biz önemsemedik bağıra çağıra sohbete devam ettik..

nazmi’yle nerelerden nerelere girdik çıktık sohbet sırasında.. yıllar öncesine gittik.. duygulandık , gözlerimiz buğulandı sonra neşelendik..

en çok binevşe berivan’ın ‘phone story’ filminden ve ‘güneşe yolculuk’tan bahsettik.. sonra ‘golshifteh farahani’ ile birlikte oynadıkları yeni filmle ilgili tüyolar aldım.. ve lafın arasında öğrendim ki gelmeden michel haneke’nin öğrencisi olan bir yönetmenin filminde oynamış norveç’te.. nazmi kardeşimiz dur durak bilmeden , yoruldum demeden sinema için emek sarfedip ,  koşturuyordu.. binevşe berivan’la da yine ilginç bir kısa film çekmişler , montaj aşamasındaymış.. ayrıca bana binevşe’nin uzun metrajlı bir film için hazırlıklara başladığını da müjdeledi.. gerçekten uzun zamandır binevşe berivan gibi güçlü bir yeni yönetmen tanımamıştım… kısacık bir süre içinde muhteşem bir hikaye anlatıp , on numara bir film çıkarmıştı.. tabi nazmi’nin mükemmel performansı da unutulmamalı.. sinema dolu bir sohbet sürerken duygusal bir müzik çaldığını fark edip sahneye baktığımızda halo’nun yaptırdığı muhteşem düğün pastası ortaya gelmişti.. ama kardeşimiz seçkin çalan müziği susturdu ve müzikleri çalan arkadaşlara dönerek bir şeyler fısıldadı.. anladık ki pasta kesme töreni istediği bir parçayla olacak.. ve beş on saniye sonra inanamadığımız bir şarkı başladı.. nazmi , ümo ve masadaki on kişi birbirimize baktık.. 

çalan parça ‘çav bella’nın bir versiyonuydu.. hepimiz çok neşelendik bir anda.. iki saattir klasik düğün müziklerinden feleğimiz şaşmış , kafamız allak bullak olmuşken birden çav bela çalıyordu.. sahnede seçkin yumruğunu kaldırmış neşeli bir şekilde tempo tutuyordu.. biz de coşkulu bir şekilde katıldık şarkıya.. bu düğünlerde yaşadığım ikinci bir sürprizdi.. daha önce de kardeşimin düğününde carlos puebla’dan ‘hasta siempre’ çaldığında duygulanıp , şaşırmıştım.. ve pastayı neşeyle kesen çifti alkışlayıp tebrik ettikten sonra tekrar sohbete daldık bizim ekiple..

arada nehir ablamız koşarak geliyor masaya bambaşka neşeler saçıyordu.. gelinin çiçeklerini alıp gelmişti.. babası ‘onu aldıysan seni hemen evlendirmemiz lazım’ diyince çiçeği hemen masaya bırakıp kaçtı küçük nehirimiz.. biz de arkasından güldük..

sonra bir ara geldiğinde yakaladık nehir’i tekrar.. nazmi abisi ona yeni doğan kızı ‘mina helin’ bebeğin fotoğraflarını gösterdi.. nehir resimleri ve videoları uzun uzun inceledi telefondan.. zaman ne çabuk ilerliyordu.. nehir de daha dün bebekti.. şimdi okula gidiyordu.. dün gibiydi yahu.. galiba yaşlanıyoruz..

gecenin ilerleyen saatlerinde kafamızı iyice bitmişken baktım nazmi , ümo ben yorgunluktan da tükenmişiz..

izin istedik halo dayımızdan ve onu öpüp arkadaşlarla vedalaştıktan sonra mekandan ayrıldık..

takside kakari kikiri yaparak evlere tevzi olduk.. eve girdiğimde kravatımı takside unuttuğumu fark ettim.. bir küfür salladım kendime.. en sevdiğim kravatımdı.. halbuki hiç sevmem de kravatı takmayı.. mecburiyetten bazen takılıyor işte.. bazı kravatları çok severim , renginden midir deseninden midir ya da benim takıntımdan mıdır bilmem o kravatlarla yılları deviririm.. ben değişirim ama fotoğraflara bakıldığında kravatlarım pek değişmez..

ağzımda küfür yüzümde güzel bir tebessümle kitaplıktan bir kitap çekip kendimi yatağa attım hemen.. yatakta baktım kitap ‘novembrists’ grubunun gitarist ve solistlerinden ‘joey goebel’in ithaki’den bu ay çıkan ‘vincent spinetti’nin tuhaf kariyeri’ romanı.. ilginç bir kitap.. biraz dalar gibi oldum kitaba sonra  aklıma düğünden ayrılırken halonun kulağına fısıldadıklarım ve onun cevabı geldi.. kitabı bıraktım gözlerimi kapattım. çok duygulandım.. kötü geçen iki günün finali nazmi ile halonun buluştuğu güzel bir geceyle bitmişti işte..

bu iki güzel insanın sevgilerine layık olabilmek için ne yapsak , ne etsek azdır.. sonsuza kadar hep onlarla birlikte olmak dileğiyle , iyi ki varlar..

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘olur da mutluluğu andıran bir duygu hissedersin , kesinlikle sonuna kadar yaşa.. tadını çıkar ; çünkü sürmesine izin vermeyeceğiz..’

‘bunu sana söyleyen kişi ben olduğum için üzgünüm ama sen hiçbir zaman mutlu olmayacaksın..

bunu söylemekteki amacım seni üzmek değil.. bunu söylüyorum , çünkü başlamadan önce sana karşı dürüst davranmanın adil olduğunu düşünüyorum.. umarım bunu takdir edersin çünkü şu andan itibaren hiç kimse sana karşı adil ya da dürüst olmayacak.. o yüzden , şimdi sana tekrar söylüyorum : sen hiçbir zaman mutlu olmayacaksın.. bunu senin için yazarak dile getirdim ve benim için bir zevkti..

yılın en güneşli , en sıcak gününde dışarı çıkmanı ve sakin bir şekilde yüksek sesle söylemeni istiyorum.. ‘ben hiçbir zaman mutlu olmayacağım..’ o sıcakta bile , soğuk , puslu nefesinin cümleyi idrak edişini görebilmelisin.. nefesini görmenin tek yolu bir bilge gibi gururla söylemektir.. ‘ben hiçbir zaman mutlu olmayacağım..’ bunu bir ara dene..

seni düşündüğümde , karikatürlerdeki gibi bir bulutun kafanın üzerinde dolaştığını ve sadece sana özel şiddetli bir yağmur yağdırdığını hayal ediyorum.. sırılsıklam olduğunu görüyorum , bütün varlığın eriyor ve bir türlü kuru kalamadığın için hep hastasın.. kötü havadan bunalmış bir şekilde ağlıyorsun , gözyaşların sel gibi akıyor ve buharlaşıp üzerine daha da çok yağmur yağdıran başka bir buluta dönüşüyor.. kazanamıyorsun..

bu üzücü olacak.. kızı asla elde edemeyeceksin.. dünyayı asla kurtaramayacaksın.. gerçek aşkı asla bulamayacaksın.. güvenilebilir bir arkadaş bulamayacaksın.. asla tatmin olamayacaksın.. asla doyamayacaksın.. her zaman daha iyisi olabilir.. daha iyisini elde etmek çaba ister.. gündüzlerin uzun ve eğlencesiz olacak.. gecelerinse yalnızlıktan ibaret.. her zaman , asla gelmeyecek olan güzel günleri bekleyeceksin.. kesin olan şu ki , kafan hiçbir zaman rahat olmayacak..

ihtiyaçlarına izin vereceğiz ama istediklerini reddedeceğiz.. uzun vadeli mutluluğun için gerekli olan hiçbir şeye ulaşamaman için her şeyi yapacağız.. olur da mutluluğu andıran bir duygu hissedersin , kesinlikle sonuna kadar yaşa.. tadını çıkar ; çünkü sürmesine izin vermeyeceğiz..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Vincent Spinetti’nin Tuhaf Kariyeri’ , JOEY GOEBEL , Çeviri : BERNA BİÇEN , İTHAKİ Yayınları , Mayıs 2011 , 351 Sayfa.. (Kadıköy Penguen Kitabevinden indirimli alabilirsiniz..)

bilinmeyen ülkelerden bilinmeyen filmler

tüm sanat dallarını içinde barındırdığına inandığım sinemayla ilgili bir festival haberi ile yüzleşiyoruz yine. istanbul’un ev sahipliği yaptığı bilinmeyen sinemalar film festivali dün itibariyle başladı. 11-17 mayıs tarihleri arasında 36 filmin gösterileceği festivalde toplumsal hafıza, güncelin izinde, belgesel gözü, panorama, derin bakış olmak üzere beş ana bölüm yer alıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

öne çıkan birkaç yapımdan bahsetmek mümkün;

kısa belgesel dalında gösterilen bu eller, taş ocağında çalışan mozambikli kadınların bir gününü resmediyor.
bir yanda makineler düzenli çalışırken diğer yanda her yaştan kadınlar elleriyle taş kırıyor. çocuklar toz içinde oyun oynarken kadınların tek eğlencesi yerel şarkılar söylemek. anlatıcısı olmayan belgesel kadınların bir gününü doğrudan gösteriyor.
düşük ücretle çalıştırılan kadınların hikâyelerine ışık tutan bu eller, makine düzenine rağmen el emeğini kullanan sanayileşmeyi açık eden bir yapım.

Diğer bir yapım ise; Çadlı yönetmen Muhammed-Salih Harun’un filmi Abouna (Babamız), iki kardeşin dokunaklı hikâyesini gündelik hayatın içinden unsurlarla perdeye taşıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sekiz yaşındaki Emin ve onbeş yaşındaki abisi Tahir bir sabah uyandıklarında babalarının evi terk ettiğini fark eder. Başlangıçta babalarının kısa süre içinde geri geleceğini düşünen çocukların zaman geçtikçe ümitleri de gitgide kaybolur. İki oğlanla başa çıkamayan anne, çocukları uzakta bir Kur’an kursuna yollar. Kardeşlerin bu süreçte babalarıyla tekrar buluşma hayalleri devam eder.
Ödüller :
2002 Hong Kong Uluslararası Film Festivali: Ateşkuşu Ödülü – Özel Mansiyon

2002 Kerala Uluslararası Film Festivali: FIPRESCI Ödülü ve Altın Sülün
2003 Ouagadougou Panafrican Film ve Televizyon Festivali: Baobab Tohumu Ödülü, En İyi Görüntü, INALCO Ödülü ve UNICEF Çocukluk Ödülü

İzleyicilerin farklı coğrafyalara ait filmlerle buluşurken, biryandan da farklı  dillerle yüzleşme şansı yakalayacak. Festivalde Kamboçya, Haiti, Uganda, Çad gibi ülkelerin filmleri seyirci ile buluşacak.. Filmleri gösterilecek ülkelerin ortak özelliği ise kişi başı milli gelirlerinin 750 doların altında olması. filmler, beyoğlu sineması, tarık zafer tunaya kültür merkezi ve kadıköy moda sineması’nda ücretsiz olarak takip edilebilir.

 ‘HERDEM’

Nesimi yağmurlu asr vaktinde Küçük Ekabir’i anınca…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bahçıvan: Ey ağaç! Toprağını havalandırmasam, suyunu vermesem ne olurdu senin halin?

Etz Hahayim: “Rızkımı veren Hûdadır.  Kula minnet eylemem!”

Organsız beden, dün uyandı ve pencereden dışarı uzandı bakışları: “Bahar geldi” dedi. Bu eylem koklayarak iz sürme biçiminde gerçekleşti, her şey o anın içinde oldubitti. Dışardan gözlemleyenin bilgisi değildi bu, içerdendi, âlemin orta yerinden. O an orada ikilik ortaya çıktı; ancak gecenin gündüzü, gündüzün geceyi örttüğü gibi setrettiler birbirlerini. Ne nesne ne özne yoktu bundan sebep. Organsız beden “bahar-oluş” makamında, uzun kış uykusundan uyandı hayvanı, sersemliğini üzerinden atamadı onca zaman; ammawelakin önceki dirilişten kalan derisinden soyundu usul usul. Hem kaşındı hem uyukladı hem de soyundu.

İspanyol’da vardı bu bahis, içteki hayvanla özdeş olunca değişirmiş kişinin hali. Böyle biri bu hal üzere olup olmadığını şu iki ölçütle anlarmış: Birincisi, yürüyeni durur, duranı yürür, ayaktakini oturur vb. görmekmiş. İkincisiyse, mutlak bir suskunlukmuş. Halinden sual sorulsa böylesine, anlatmak istese de anlatamazmış, dipsiz kuyu gibi: helezonik lâl. Dile gelse konuşsa elbet, ağzından dökülecek olan “arkaik ses” olacaktır ki onu kim anlayacak şimdi? O sebepten konuşur konuşmasına; ancak kategorik-kabul insan bilmez ki tanımaz ki o sesi, desin ki hadi “konuştu.”

Keder ile neşe arasında salınım… Öyle mi? İnkâr yok, öyle elbette. Hollandalının işaret ettiği temel üç duygudan ikisi bunlar. Biri korkuyu, diğeri umudu besliyor. Ammawelakin organsız beden, ikisinden de azat olmaya namzet. Bu iki duygunun etki ettiğiyse, var olma ve eyleme gücü denilen arzu. OB, arzunun kendisi mi olmak istiyor yoksa arzuyla tamamen yok olmak ve başka bir durumda yeniden dirilmek mi istiyor? Bilmiyor, çünkü aklı artık ona uymuyor, yol göstermiyor. Âlemi koklayarak ve işiterek, kokular ve sesler aracılığıyla bilmenin eşiğinde. Mürşidiyse, kalbine değen, oraya konan ve göçen hakikat parçaları. İşte o zaman belki, İspanyol’a koydurulan ölçütler onda açığa çıkacak ve akıp gidecek âlemin her bir zerresinin arasından, ötesinden, yakınından vb. Yönü olmayan, başlangıcı ve sonu olmayan uçuş çizgileri ile kendi öz-haritasını kuracak. Öz-haritasında bir sırra dönüşecek ve özüne bile gayb olacak.

Yusufçuk, acıyla kopar vatanından. Yıllardır yollarda, gurbeti kendine vatan kılar.   “Oluş” ile halden hale geçer. Bir gün rüzgâra değer kanadı, bir gün ateşe, bir gün toprağa, otlara, böceklere… Varlık iddiası varsa da, kendini hissetmez muktedir.  O sebepten susar, işin sırrını bilmek için, suya temas etmek ister. Yol üstünde bir nehrin başında durur, suya dalar gözleri. Su değildir gördüğü, suya yansıyan özünün eksikliğidir. Ruhuna dalar, dalar… Kaç zaman kaç çağ geçer o suyun başında. Yusufçuk, o halde kaldıkça bilir gariptir, mutlak yoksul ve muhtaç olandır. Bu bilindikçe, ruhun kapıları aralanır, eşikten eşiğe bambaşka haller hâsıl olur. Sonra, insan zamanıyla bir gün, biri o nehrin başına gelir. Yanındaki tasını çıkarıp suyundan içer. Dizleri üzerinde dururken bir uyku çöker gözlerine. Dalar gider kendi içine. O sırada oradan Kalenderî bir derviş geçer. Bakar ki nehrin başı kalabalık. Nehri, nehir-oluş Yusufçuğu ve nehir-Yusufçuk oluş adamı görür, onlarla rizom oluşturur ve o hali yersiz-yurtsuzlaştırarak yerleştirmek için yola koyulur.

‘İbn-i Zerâbî’