Author Archive

‘bir insanın hatırlayamadığı şey.. onun için olmamış demektir..’ – MARK FISHER

 

 

 

 

 

 

 

‘bizzat marx ve engels’in komünist manifesto’da gözlemledikleri gibi :

 ‘sermaye dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini de , şövalyece yüksek heyecanları da , dar kafalı burjuva duygusallığını da bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuştur.. kişisel değeri değişim değerine indirgemiş , sayısız belgeli ve kazanılmış özgürlüklerin tümünün yerine vicdansız , tek bir özgürlüğü koymuştur : serbest ticaret.. kısacası sermaye , dinsel ve siyasal gözbağlarıyla üstü örtülü sömürünün yerine apaçık , utanmaz , dolaysız , çıplak sömürüyü koymuştur..’

 kapitalizm , inançlar ritüel veya simgesel nicelik düzeyinde çöktüğü zaman geriye kalan şeydir ve kalan tek şey , harabeler ve kutsal emanetler arasında tökezleyerek yürümeye çalışan tüketici-seyircidir..

 gene de , inançtan estetiğe , bizzat yapmaktan izleyiciliğe bu dönüş , kapitalist gerçekçiliğin erdemlerinden biri olarak görülür.. badiou’nun ifade ettiği gibi , ‘geçmişin ideolojileri’nin esinlediği ‘ölümcül soyutlamalar’dan bize ulaştırılmış’ olduğunu iddia ederken , kapitalist gerçekçilik kendisini bize , bizzat inancın yarattığı tehlikelerden bizi koruyan bir kalkan gibi sunar.. post-modern kapitalizme pek münasip ironik mesafe tutumunun , fanatikliğin baştan çıkarmalarına karşı bizi muaf kıldığı varsayılır.. beklentilerimizi düşürmenin terör ve totalitercilikten korunmak için ödenen küçük bir bedel olduğu söylenir bize.. ‘bir çelişkide yaşıyoruz’ diye gözlemlemiştir badiou :

 ‘derin biçimde eşitliksizci – tüm varoluşun tek başına parayla değerlendirildiği – amansız bir gidişat , bize ideal olarak sunuluyor.. tutuculuklarını aklamak için , yerleşik düzenin yandaşları bunu gerçekten ideal veya harika olarak adlandıramıyorlar.. bu yüzden de , bunun yerine geri kalan her şeyin korkunç olduğunu söylemeyi seçtiler.. elbette , diyorlar , kusursuz iyilik durumunda olmayabiliriz.. ama kötülük halinde yaşamayacak kadar da talihliyiz.. demokrasimiz kusursuz değil.. ama kanlı diktatörlüklerden daha iyi.. kapitalizm adil değil.. ama stalincilik kadar da mücrim değil.. milyonlarca afrikalı’yı aids’ten ölmeye terk ediyoruz , evet , ama miloseviç gibi de ırkçı , milliyetçi beyanlarda bunmuyoruz.. ıraklılar’ı uçaklarımızla öldürüyoruz , tamam , ama boğazlarını ruanda’da yaptıkları gibi palalarla kesmiyoruz ya.. vb..’

 burada ‘gerçekçilik’ her türlü olumlu durumun , her türlü  umudun tehlikeli bir yanılsama olduğuna inanan bir depresifin sıkkın perspektifine benziyor..’

 ‘öğrencilere ödev olarak bir-iki cümleyi aşan bir şey okumalarını söyleyin ve birçoğu -üstelik bunlar a’lık  öğrencilerdir- derhal yapamayacaklarını söyleyerek itiraz ederler.. hocaların en sık duyduğu yakınma , bunun sıkıcı olduğudur..  buradaki mesele  , yazılı malzemenin içeriği değildir pek ; okuma ediminin  kendisi ‘sıkıcı’ olarak kabul edilir.. burada karşı karşıya olduğumuz şey , oldum olası varolan öğrenci tembelliği değil , ‘konsantre olamayacak kadar yerinde duramaz’ , post-okuryazar , ‘new flesh’ (hard rock grubu) ile çürüyüp dağılan disiplin sisteminin kısıtlayıcı , yoğunlaşmacı mantığı arasındaki uyumsuzluktur.. sıkılmak düpedüz mesaj atmanın iletişime dayalı duyumsal-uyarıcı matrisinden , youtube’dan ve fastfood’dan uzak kalma anlamına geliyor ; bir anlığına bunlar kısıtlanırsa , kesintisiz yapay haz akışı talebi başlıyor.. bazı öğrenciler , tıpkı bir hamburger ister gibi ‘nietzsche’ istiyorlar ; ‘nietzsche’nin hazmedilemezliğini , güçlüğünü kavramayı başaramıyorlar – üstelik tüketimci sistemin mantığı da bu yanlış anlamayı körüklüyor..

 bir örnek : bir öğrenciye neden sınıfta her zaman kulaklıklarıyla oturduğunu sordum.. bunun hiçbir önemi olmadığını , çünkü aslında müzik çalmadığını söyledi.. başka bir derste , kulağına takmadığı kulaklığından çok alçak sesle müzik dinliyordu.. kapatmasını istediğimde , müziği kendisinin bile duyamadığını söyledi.. insan müzik çalmadan neden kulaklık takar veya kulaklığını takmadan neden müzik açar ki.. çünkü kulaklardaki kulaklığın varlığı veya (kendisi işitemese de) müziğin çaldığı bilgisi , matrisin hala orada , erişim menzilinde olduğunun  teminatıydı.. bunun yanı sıra , interpasifliğin klasik bir örneğinde , müzik hala çalıyorsa ,  o duyamasa bile , hiç değilse müzikçalar bu zevkin tadını çıkarabilirdi.. kulaklık kullanımı burada önemli –pop kamusal alanda etkileri olabilen bir şey olarak değil , mahrem ‘oedlpod’ (oidipus ile i-pod’un bileşimi) tüketici saadetine bir inziva toplumsala karşı bir duvar yükseltme olarak deneyimleniyor..

 eğlence matrisinin kancasına takılmak seğirmeli , tedirgin bir interpasiflik , yoğunlaşma veya odaklanma yetersizliğiyle sonuçlanıyor..’

 ‘gerçekliklerin ve kimliklerin tıpkı yazılımlar gibi güncellendiği koşullarda , bellek bozukluklarının kültürel kaygının odağına dönüşmesi şaşırtıcı değildir – örneğin ‘bourne’ filmleri , ‘akıl defteri’ , ‘sil baştan’a bir bakın.. ‘bourne’ filmlerinde , ‘jason bourne’un kimliğini geri kazanma arayışı , her türlü yerleşik benlik anlayışından sürekli bir kaçışla beraber yürür.. ‘beni anlamaya çalış..’ der ‘bourne’ , filmin dayandığı ‘robert ludlum’un romanında :

 ‘belirli şeyleri bilmek zorundayım.. bir karar vermeme yetecek kadarını.. ama belki her şeyi değil.. bir parçam yürüyüp gidebilmek zorunda , ortadan kaybolabilmeli.. kendi kendime , eskiden olanın artık olmadığını , ve hiç anısına sahip olmadığıma göre asla da olmamış olma olasılığının bulunduğunu söyleyebilmeliyim.. bir insanın hatırlayamadığı şey.. onun için olmamış demektir..’

 ‘KAPİTALİST GERÇEKÇİLİK , Başka Alternatif Yok mu..’ , MARK FISHER , Çeviri : GÜL ÇAĞALI GÜVEN , HABİTUS Yayıncılık , 2010 , 88 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bir kürt , bir ermeni , bir arap bir gün beraber güneşe yolculuğa çıkarsa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘son kırk gün içerisinde sanırım ankara’ya beş kez , antakya’ya da bir kez gittim.. gittim derken yol yaptım aynı zamanda.. kahrımı çeken ve servis , bakım , yağ mağ nedir bilmeyen gariban arabama binip bu yolları gittim geldim..

beni bilen bilir uçağa binmem.. deniz aşırı ülkelere gidilmek zorunda kalınsa mesela küba’ya , amerika’ya filan ben yine uçağa binmem.. dünya yarılsa gene binmem uçağa , yarığın içine atarım kendimi.. işim olmaz o borunun içine kendimi emanet etmeye..

ha şimdi bana hepiniz istatistiksel rakamlarla karayollarının havayollarından ne kadar fazla tehlikeli olduğunu anlatmaya kalkmayın.. biliyorum , kabul.. ama yine de içimdeki uçak korkusunu kimse bu beylik laflar ve istatistiklerle yenemez.. psikolog , psikiyatrist , ilaç , sakinleştirici , tedavi , alkol alarak uçağa binme , terapi vs bunlar da boş iş.. binmem kardeşim..

neyse işte ben arabamla devamlı yollardayım bu yüzden günlerdir.. binlerce kilometreyi hiç üşenmem gider gelirim.. ve tek başıma kullanırım arabayı , benim olduğum arabayı bir iki kişi dışında başka kimse de kullanamaz.. bu kadar da takıntılıyım işte takıntı derseniz buna.. bu yüzden çoğu zaman tek tabanca direksiyonun başında urfa’ya , hatay’a , sinop’a , samsun’a vs her yere az gitmedim.. zaten etrafımdaki herkes 0 derece direksiyon kabiliyetli.. 30’undan sonra şoför olmuş çoğu.. işim olmaz , korkarım kardeşim binmem.. ama sorsan hepsi şimdi usta şoför.. külahhhhhhhhhhhhhhhıma anlatın babam..

neyse ‘babam’ dedim asıl konuya geçeyim şimdi.. işte bu ankara’ya gidiş geliş seferlerimden birinde ‘nazmi kırık’ kardeşim de benimle gelmek istedi.. hay hay ve de memnuniyetle , benim için büyük bir onurdu bu : nazmi’yle yolculuk..

 ‘güneşe yolculuk’ta olduğu gibi güneşin doğduğu yöne doğru nazmi’yle bir yolculuk..

hayal bile edemeyeceğim bir güzellik bu.. nazmi’yle bir gün öncesinden kararlaştırdık ne zaman gideceğimizi ve nerede bulaşacağımızı..

sabah beşte alacağımı söylediğim nazmi’yi cehennem-i-stanbulun en büyük sorunlarından birisi olan park sorunu yüzünden yarım saat geç almaya gittim.. çünkü yaratığın teki arabasını öyle bir park etmişti ki benim ‘dana sürüsü’ büyüklüğündeki arabamla park yerinden çıkmak için –onyüzmilyonmilyar- filan kez manevra yapmak zorunda kaldım.. nihayet kan ter içinde otoparktan çıkıp nazmi’yi alacağım noktaya geldiğimde bir baktım nazmi’nin yanında bir misafir arkadaşı var.. arabaya aldığımda sabahın körü olmasına rağmen neşe saçıyorlardı.. nazmi beni hemen tanıştırdı : mari esgici..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

çok memnun oldum.. mari’yi tanıyan zaten bilir anlatmaya gerek yok , en sert yapılı ve korunaklı insanı bile yarım saatte çözer ve sıcak dostluğuyla sizi sarıp sarmalar.. neyse bu bende pek geçerli olmadı çünkü gün içinde beni ankara’da bekleyen stresli iş yüzünden ve az önce otoparkta yaşadığım stres yüzünden hayli gerilmiş olan bana , mari kardeşim hemen yaklaşamadı ve duvarlarımı yıkamadı..

yola koyulduk.. ben hemen attım bir patti smith ve jefforson airplane karışığı.. sert bir giriş yaptık yolculuğa..

 ‘otoban’ denilen ama zırt pırt yol çalışmalarıyla bölünen ve aydınlatmaları dandik olan yola girer girmez nazmi uyuma pozisyonu aldı ve uyudu on saniye içinde.. şaştım kaldım.. mari ise arkada yeni yeni doğmaya çalışan güneşin ışıklarıyla kitap okur gibi yaparak benim şoförlüğüme alışmaya ve güvenmeye çalışıyordu.. ama arabanın ibresinin daha otobana girer girmez 180’e dayanmasıyla mari elinde kitapla ama gözler hem yola hem ibreye takıldı kaldı..

sessizce başlayan yolculuğun birinci saatinde nazmi gerinerek gözlerini açtı ‘bolu tüneli’ni geçtik mi’ diye sordu.. hayır dedim.. tüneli merak ediyordu , henüz görmemişti tüneli.. o sırada mari daha da ilginç bir şey söyledi : otobanı ilk kez görüyordu ve ilk defa karayoluyla buradan yolculuk yapıyordu.. işte devamlı uçağa binmenin zararları.. doğanın güzelliklerini , etrafı izleyemiyorsunuz uçakta.. sadece gökyüzü , sadece bulutlar vs vs..

nazmi’nin uyanma arasında dedim ki nazmi’yi uyutmayayım.. ‘nazmi bak aynı güneşe yolculuk’taki gibi yolculuk yapıyoruz la seninle’ dedim.. güneş gözlerimizi kamaştırıyordu o sırada sabahın ilk ışıklarıyla..  nazmi o müthiş gülümsemesiyle ‘evet ya hakikaten aynen filmdeki gibi’ dedi ve küt tekrar yattı..

biz mari ile şaşkın bakıyoruz birbirimize ama nazmi rüyalarda.. ha uyumadan da tembih etti , ‘mutlaka tünelde uyandırın göreyim’ dedi.. ama kıyamadım nazmi’yi uyandırmaya tüneli geçerken.. öyle güzel uyuyordu ki.. dünyada en çok saygı duyduğum şey ‘uyumak..’ çünkü hiç beceremediğim olay.. yıllardır uykusuzlukla verdiğim savaşlar hep hüsranla sonuçlandı.. o yüzden uyuyanlara büyük saygı duyuyorum ve itiraf edeyim kıskanıyorum..

ama işin komiği tüneli geçtik , beş dakika sonra nazmi kendisi uyandı.. ‘daha var mı tünele’ diye sordu.. mari ile gülmekten kırıldık.. ‘beş dakika önce geçtik’ dedim.. ‘niye uyandırmadınız’ diye sitem etti ama sonra tekrar uyuma pozisyonu aldı..

yol boyunca ümo efendi zırt pırt aradı.. tabi beni aramıyordu benim telefonu açmayacağımı adı gibi biliyordu.. bana mari’nin yada nazmi’nin telefonlarından bağırıp duruyordu ‘120’yi geçme lan geçme lan’ diye.. tabi tabi geçmedim.. 120’nin altına inmedim ümo merak etme..

nazmi uyurken mari ile sohbete devam ettik.. ha mari artık o sıralarda benim araba kullanışıma kendini alıştırmıştı.. kendisinden bahsetti , bol bol fıkralar anlattı.. çok zor bir işi vardı.. beyoğlu istiklal’de güzel bir restoranı varmış , ismi ‘mekan..’ ‘yıllardır orada çok sevdiğimiz müşterilerimize hizmet veriyoruz , güzel yemekler ikram ediyoruz’ dedi.. menüleri oldukça genişti.. etnik ve yöresel tatlarda vardı.. ve bir restoran filan işletmenin ne kadar zor olduğunu o anlattıkça daha iyi anladım.. ‘bazen uykusuz üç dört gün çalışıyorum’ diyince direksiyonu bırakıp ona faltaşı gibi açılmış gözlerimle dönüp bakmak istedim ama bu işi onlara kıyamadığım için aynadan bakarak yaptım.. özel hayat , tatil , dinlenme diye bir şey yokmuş yaklaşık on senedir.. gülümseyerek  ‘ama ben işimi seviyorum ve hiç şikayetçi değilim bundan’ dedi.. bana bir iş gününün nasıl geçtiğini anlattı.. gerçekten zevkli , eğlenceli bir iş gibi görünüyor ama çok da yorucu olduğu ortada..

neyse biz böyle sohbet ederken mola yeri-m-e geldik.. bolu dağlarının arasında kaybolmuş cankurtaran mevkiindeki küçük bir gölün yanındaki dinlenme tesisleri.. nazmi’yi uyandırdık yavaşça.. dedik ‘şoför uyan..’ koptu gülmekten.. hem mari hem de nazmi gölden habersizdi.. özellikle kış aylarında hava karlıyken o muhteşem manzarada mola vermek çok güzel oluyordu.. donmuş göle karşı , karlar içindeki çam ağaçlarına karşı kahvaltı ya da yemek yemek.. cennette yemek.. ha kahvaltı ve yemekler on numara değil ama o manzara hepsini nefis kılıyor bir anda.. hele yazın istanbul elli derecelerde kavrulurken orada mola verdiğinizde üşüyüp arabalara koşup üzerinize bir şeyler almak istemeniz ayrı bir güzelliği o tesisin..

indik , tesisin içine girdik ve manzara..  nazmi ile mari ‘harika’ diye sevindiler.. sonra güzel bir kahvaltı.. kahvaltıda sohbet peh peh.. saatler geçiyor biz daldık sohbete.. bir mari anlatıyor , bir nazmi , bir ben alıyorum sazı elime , anlattıkça anlatıyoruz..

sonra saatin farkına varınca hemen ikiledik arabaya doğru..

ve yarım saat sonra ankara’dayız.. ankara’yı da hiç sevemedim.. galiba büyük şehirlere karşı hep bir antipati var bende.. ısınamıyorum , sevemiyorum.. ne istanbul , ne izmir , ne de ankara.. sevemedim kara şehirlerim sizi..

ankara’ya girince herkes kendi işinin peşine koşturacaktı.. önce mari’yi kızılay’a bırakmamız gerekecekti.. yüz milyon kez gelip kaybolacağım ankara’da yine kayboldum.. binlerce şelale , saçma sapan kavşaklar yapan belediyemiz nedense yaklaşma tabelası diye bir şeyden habersiz ve olan tabelalar da o kadar saçma yerlerde ve o kadar ufak ki.. sanki ankara’da sadece ankaralılar dolaşıyor hep.. her gidişimde kayboluyorum ve her kayboluşumda sevgili büyükşehrimizin belediyesinin büyüklerine saygılarımı sunuyorum..

mari’yi kızılay’a atana kadar bir saat döndük durduk çankaya ulus arasında. mari’nin işi önemliydi ve üzücüydü.. bir çocukluk arkadaşının cenazesine katılacaktı.. trafik kazasında kaybetmişti arkadaşını.. mari’yi kızılay meydanında indirdik , sonra nazmi’yle otopark aramaya karar verdik.. çünkü otoparka arabayı bırakırsak taksi ya da metroyla filan daha rahat hareket edecek ve işlerimizi daha çabuk yapacaktık..

evet otopark bulduk fakat tam bir buçuk saat sonra ve de tesadüf eseri bulduk..

arabayı bıraktıktan sonra nazmi’yle helalleşerek ayrıldık.. ne olur ne olmaz büyük şehir sonuçta.. ay şimdi bile kasıklarım patlarcasına gülüyorum.. düşünün ciddi işler için ankara’ya gelmiş iki kişi kızılay civarlarında caddede birbirlerine anlamsız şekilde devamlı gülümseyerek bir şeyler  anlatıp birbirlerine sarılarak ayrılıyorlar.. ‘la iki saat sonra görüşeceğiz..’ ama ne yapalım ankara bizi korkutuyor.. neyse nazmi içişleri bakanlığına doğru ben de kendi işime doğru yola koyulduk..

benim işim her zaman ki gibi aksi mecralara sapıp ters yüz oldu.. ama tam umutsuzluğa kapılmışken işim çözülüverdi göklerden uzanan bir elin sayesinde ve halledince işimi neşem yerine geldi..

nazmi ve mari ile buluşmama daha çok vardı.. ankara’da ki sevgili abim , adam gibi adam kasım abimi arayayım dedim.. aradım , ‘hemen yanıma gel’ dedi.. ne demek zevkle.. sonra yolda tekrar haberleştik ,  ankara barosunun yeni binası önünde buluştuk.. vakit öğleyi bulmuştu ve ben acıkmıştım.. beni ankara barosunun sanırım 14 katlı binasının terasına çıkardı.. çok güzel bir tesis vardı terasta.. daha önce mutlu bir olayın kutlamasını yaptığımızdan orayı biliyordum.. terasa çıkınca işimin de hallolmasının rahatlığıyla tam neşem yerine geldi.. kasım abiyle güzel bir sohbet sonrası güzel bir yemek yedik.. ah ulen dedim bir duble rakı atsam mı o manzarada.. ama tekrar yüce prensiplerimin ağırlığı altında vazgeçtim.. içkiliyken araba kullanmam , kullandırtmam.. ‘halo’ da hastadır bu prensibime ve bu yüzden , sadece bu yüzden beni sevdiğini itiraf etti bir kere..

kasım abiyle ankara manzarası karşısında sohbet ederken nazmi babayı aradım , mariyi arayamadım çünkü telefonunu almayı akıl edememiştim.. meğerse o beni aramış defalarca ve ben ‘tanımadığım numarayı açmama saçmalığımla’ açmamışım.. görünce bana bir yağdı mari , bir kızdı anlatamam.. ama kızma sebebi telefonu açmamam değildi , bana güzel bir kebap yedirmek istiyormuş.. onun için kızıyordu.. mari’yi cenazeden sonra arkadaşları ankara kalesindeki güzel bir restorana götürmüşler ve orada çok güzel bir kebap yemiş.. bana da paket yaptırmak için sormak istiyormuş.. ama benim müthiş telefon kullanma yetenek ve prensiplerim yüzünden kebaptan oldum..

nazmi’yi aradım ‘nerdesin nazmi babam’ dedim.. karşıdan gülerek bir cevap geldi , ‘ atatürk orman çiftliğinde çimlere uzanmış durumdayım’ dedi.. güldüm ben de.. ‘la ne yapıyorsun orada’ dedim.. o da ‘hayvanları izliyorum’ diyince ben o yorgunluk ve neşemle birlikte patlattım cümleyi : ‘kızılay’a yanıma gelseydin ya hayvan görmek istiyorsan , bana bakardın bol bol , o kadar uzağa gitmene ne gerek vardı.. dünyanın en ilginç hayvanı olan ben hep yanındaydım ya’ diyince nazmi telefonda koptu gitti gülmekten.. ‘geliyorum , yarım saate kadar kızılay’da sakarya caddesindeyim beni orada bekleyin’ dedi..

neyse biz kasım abiyle güle konuşa sakarya caddesine doğru gittik.. caddenin bir ucundaki kafeye oturup beklemeye başladık.. nazmi aradı , mari’yi de almış geliyorlarmış , yerimizi nazmi’ye tarif ettik.. sakarya’nın iki ucundan birindeki şu mekandayız dedik ve start aldık.. nazmi’yle birbirimizi bulma maceramız başladı.. biz dört kişi –ankarabilmezler- olarak tam bir saat boyunca sakarya caddesi ve etrafında birbirimizi aradık.. kasım abinin sinirleri bozuldu , sanırım içinden ‘bu istanbullular o koskoca istanbul’da nasıl yaşıyorlar ve kaybolmuyorlar’ diyordu.. o her zaman yüzünde olan gülümsemesi bile gitti kasım abinin.. en son aradığımda nazmi’ye dedim ki ‘polisten yardım isteyelim la.. kaybolduk diyelim’ dedim.. nazmi’yle ben gene telefonda kahkahaları patlatıyoruz.. dedim ‘olmazsa behzat ç.’yi arayalım şimdi bizi birbirimize kavuşturur hemen.. ama neredeeeeeeeeeeee..’

döndük durduk.. en son karar verdik bir grup duracak diğeri o grubu arayacaktı.. kasım abiyle ben sabit durduk ve beklemeye başladık.. yanımızdaki binaları tarif ettik ve yarım saat kadar sonra mari ve nazmi ‘ufuktan bir güneş gibi doğarak’ ve gülerek geldiler.. hasretle kucaklaştık kahkahalarla.. nihayet birbirimizi bulmuştuk.. neredeyse ağlayacaktık ama gülmekten.. kasım abimiz de ‘o anda oh be kabus bitti’ diyordu eminim.. onları kasım abiyle tanıştırdıktan sonra gittik bir kafenin ağaçları arasındaki bahçesine sığındık.. çay , kahve dondurma vs derken sohbet sohbeti açtı ve kasım abiden müsaade isteyip , abbas yolcu dedik.. tabi yola çıkmadan ankara simidi depolamamak olmaz.. hastasıyım ankara simidinin.. sabahın köründe gelişlerimde ankara’ya , güvenpark’ta tek başıma buz gibi kesen ayazda oturup buharları tüten simitlerden abartısız dört beş tane yiyip bol şekerli çaylardan hüplettiğim çok oldu.. işte yine gittim 15 tane simidi aldım.. zaten yolda yarısını nazmi’yle beraber götürürdük ve götürdük de..

simit stoğumuzu yaptıktan sonra çıktık tekrar yola.. kakara kikiri ,  bol muhabbet , bol siyaset , bol fıkra , bol kahkaha yol aldık.. işin ilginci şuydu nazmi hiç uyumuyordu.. ha olmadı mı uyuma teşebbüsleri oldu , anında uyarısını aldı ve kahkahaya devam etti..

bir ara öyle olmuştu ki bir nazmi fıkra anlatıyordu , bir mari.. artık benim ağız ve yüz kaslarım gülemiyordu çünkü gülmekten felç geçirmiştim..

bazen de özelikle mari’nin bizlere anlattığı bazı anıları hepimizi hüzünlendirdi , derin derin düşünmeye sevk etti.. hele hele anlattıklarından ‘haram kemik’ anısı beni yıktı geçirdi.. küfür ettim tüm düşmanlıklara , yobazlıklara.. bu anısı şöyleydi..  mari nohut tozunu çok severmiş çocukken. 5-6 yaşlarındaymış.. dedesiyle çarşıya gider , nohut tozu alırmış.. bilenler bilir diyarbakır’da çocuklar arasında nohut tozu çok makbuldür , çok sevilir.. mari de güzel , şirin bir çocukmuş.. yeşil gözlü , beyaz tenli.. ‘çok severlerdi beni çarşıda alışveriş edenler..’ diyor anlatırken.. bir gün komşularından bir amca mari’yi dedesiyle görüp , sevmiş.. sonra kendisini seven amca hemen ‘eh ben bir abdest tazeleyeyim.. ne de olsa haram kemik’ diyince dedesinin yıkıldığını hatırlıyor o küçücük mari.. dedesi çok üzülmüş , akşam babasına anlatmış ve ‘demek bizi haram görüyorlar hala.. anlamıyorlar bizlerin de insan olduğumuzu..’ demiş.. mari ‘biz haram kemiktik onlar için. dedemin üzüntüsünü hep gözlerimin önünde , hep hatırlarım’ dedi.. gözlerim doldu bunu dinleyince , yıkıldım.. toplumdaki saçma sapan düşmanlıklar , öfke ve kin tohumları ne derin yaralar  açmıştı içimizde.. ne kapanmaz görünen yaralar.. ama kardeşliği yürütmenin projelere , planlara , yasalara ihtiyacı yoktu ki.. demokrasi , ileri demokrasi değil el ele tutuşmak gerek.. karşılıksız , şartsız el ele tutuşmak.. tek çare bu.. geçmişi , yaralarımızı yüzlerimize vurmadan sarılarak birbirimize , kucaklaşmak tek çare..

herkesin mari ve nazmi gibi birer yüreği olsa keşke dedim içimden.. hele mari.. o devamlı gülen yüzüyle ve o sıcak kalbiyle dünyaya iki gün değil , bir saatte barışı getirir ve tüm düşmanlıkları , hasetlikleri , kavgaları ortadan kaldırırdı.. bundan adım gibi eminim..

dönüş yolumuzda üç saatte tamamlanınca sohbetin sonu geliyordu yavaş yavaş.. mari’yi o yorgunluğuna rağmen restoranına bırakmamız  gerekiyordu çünkü o , gece iki üçe kadar çalışacaktı ‘mekan’ında.. ‘mutlaka bekliyorum’ dedi ayrılırken bana.. ve kaç gün , kaç hafta geçti ben hala ‘mekan’a gidemedim.. buradan mari esgici kardeşimden özürler diliyorum ve o sevmediğim istiklal caddesine her gelişimde sana uğrayacağım kardeşim diyorum.. gerçi ben ve nazmi’yi bir arada ağırlamak biraz zor , tehlikeli ve külfetlidir ama neyse.. tabi bu işin şakası.. mari’nin kocaman bir yüreği var.. içinde dünyanın en büyük acılarına rağmen umutla inadına barışı , kardeşliği ve sevgiyi yaşatıyor..

işte biz üç kardeş ; bir arap , bir kürt ve bir ermeni bir arabanın içinde 24 saatte güneşin peşinde bu maceraları yaşadık.. hem güldük hem hüzünlendik..

yüzümüz güneşe doğruydu hep..

hep güneşe doğru yolculuk yaptık.. sabah doğan güneşin , akşam batan güneşin peşinde koştuk..

ve kardeşçe güneşin doğuşunu batışını birlikte izleyen bir dünya hayaliyle birbirimizden o günlük ayrıldık..

gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Route Irish.. – KEN LOACH

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ken loach yine yapmış yapacağını.. ‘route irish – tehlikeli yol’ filminde her zaman ki akıcılığını ve kendini seyrettirme başarısını yakalıyor usta yönetmen.. güncel siyasal konulardan , çok vurucu hikayeler çıkarmayı her zaman başaran ustamız , 2010 yapımı son filminde bu kez kamerasını ırak ekseninde yaşanan kirli emperyalist savaşın işgalci ülkelerin kendi topraklarına yansımalarından yola çıkıyor.. çok uluslu şirketlerin kar eksenli ve insana yaşam şansı tanımayan artık apaçık olmuş planlarını gözler önüne seriyor..

liverpool da yaşayan ‘fergus’ ve ‘frankie’ birbirlerini çok seven , çocukluktan beri birlikte büyüyüp , değişik işlerde çalışan iki arkadaştır.. değişik ülkelerde geçen askerlik maceralarından sonra şimdi ise uluslararası özel şirketlerin ırak’ta iş yapan çalışanlarını , bazen de oralara giden patronlarını korumakla görevli paralı asker olmuşlardır özel bir güvenlik şirketinde.. ayrıca gerektiğinde bu şirketlerin önüne çıkan engelleri illegal yollarla ya da ayan beyan herkesin önünde ortadan kaldırıp yok etmektedirler.. bu paralı asker gurubundan bazıları çoğu zaman delirmiş kovboylar gibi ırak kentlerini hallaç pamuğu gibi atmaktadırlar.. önlerine geleni vuran , öldüren , sakat bırakan bu paralı askerler öyle ki bazen kendi arkadaşları tarafından bile tepkiyle karşılanmaktadır..

‘fergus’ , ‘franki’den önce ırak’a gitmiş ve orada çalışmaktadır.. çok para ve güzel yaşam hayalleriyle bu tehlikeli işe girmiştir. ingiltere’ye bir iş için döndüğünde ‘fergus’ , ‘frankie’ye de mutlaka kendisiyle ırak’a gitmesi için teklif yapar.. kazandığı miktar çok caziptir.. bunu ‘frankie’ye söyleyince ‘frankie’ düşünmeden ırak’a gitmeyi kabul eder.. bir nevi ırak’a gitmesine durup dururken ‘fergus’ sebep olur..

ikisi birlikte ırak’ta kelle koltukta para kazanmaya çalışırlar.. ‘fergus’un ingiltere’deki bir tatili sırasında ‘frankie’ şüpheli bir şekilde ırak’ın bağdat kentinde yeşil bölge olarak adlandırılan bölgeye çok yakın ‘route irish’ adlı bir yolda öldürülür..

‘fergus’ bu ölümü şüpheli bulur çünkü arkadaşı böyle bir pusuya düşecek kadar tecrübesiz değildir.. ‘fergus’ bu ölümün arkasında dönen olayları ve sorumluları bulmak için canı pahasına mücadele etmeye başlar.. bu sırada tanıştığı ıraklı sanatçı harim (kuzey ıraklı kürt sanatçı talip resul canlandırıyor bu karakteri) kendisine çok yardım eder.. yavaş yavaş sır perdesini aralayan ‘fergus’ bu sırada ‘frankie’nin kız arkadaşıyla da yakınlaşır..

ken loach yine sıra dışı bir öyküyle karşımızda.. sıradan , klişe senaryolardan her zaman uzak duran ken loach bu sefer savaşın yansımalarını işgalcilerin ülkelerinde kamerasıyla arıyor.. kendisini her zaman izlettirmeyi başaran filmler yapan ve sakin bir tempoyla akıp giden ‘ken loach filmleri’ son iki filmdir (looking for eric ve route irish) tempoyu da hayli yükseltmiş durumda.. ülke ve özgürlük (land and freedom) adlı filminden beri aksiyon ve savaş sahnelerinin en yüksek olduğu filmi bu ken loach’un.. tempolu bir film olmasına rağmen duygusal yönden de kuvvetli bir yapısı var filmin.. sevgi , aşk , dostluk , barış , intikam gibi duygular filmin her anında kendisini hissettiriyor.. en sert sahnelerde bile gözlerinizden yaşlar akabiliyor..

filmin açılışı bana ‘land and freedom’un açılışını andırdı.. vapur sahnelerinin ise duygusal yönden hayli yüksek bir atmosferi ve vuruculuğu vardı..

ken loach usta , benim sinema sevgimi doruğa çıkaran yönetmendir.. ağzım açık izlerim filmlerini.. onlarca kez izlediğim filmlerini sanki ilk defa izliyormuşum gibi izlerim heyecanla..

politik tercihleri nedeniyle bazı sol kesimlerce devamlı mesnetsiz ve sinemasal yönden içi boş iddialarla eleştirilip , yerin dibine batırılsa da ken loach onlara inat her zaman onların ulaşamayacağı kadar yükseklerde ve en iyiler arasında yer aldı ve yer alacak..

stalinist solun karın ağrısı olan ‘land and freedom’ ispanya dramını on yıllar sonra tekrar bu kesimlerin yüzüne vurunca acımadan eleştirilmişti.. ama ken loach , ‘land freedom’dan sonra koparılan fırtınalara , iftiralara , boş eleştirilere aldırmadan film yapmaya devam etti ve her zaman avrupa’nın en iyisi oldu..

işte yine bu filmiyle (route irish) ken loach delirmiş dünyanın insanlığını unutmuş yaşayanlarına nefessiz bırakacak yumrukları salvolar halinde savuruyor..

kanada’nın toronto kentinde ‘route irish’ filminin gösterimi öncesinde yaptığı konuşmada ken loach şöyle diyordu : ‘ırak’taki yasadışı savaş ingiltere ve abd hükümetleri için bir utanç kaynağıdır ve oradaki tüm direnişçiler birer kahramandır.. kanadalılar kesinlikle bu cesur ve prensipli insanlara destek olmakta haklılar..’ işte ken loach bu kadar keskin bir söylemle yine zalimleri teşhir edip , tüm dünyayı mazlumların yanında olmaya çağırmaktadır bu filmiyle..

temposu ve çekimleriyle on numara olan filmde ki oyunculuk da en üst seviyede.. özellikle başroldeki ‘john bishop’ , ‘mark womack’in performansı hayranlık uyandırırken , ıraklı kürt oyuncu ‘talip resul’ oyunculuğunun yanı sıra filmde saz çalıp seslendirdiği şarkıyla da yürekleri dağlıyor..

yönetmen : ken loach

senaryo : paul laverty

müzik : george fenton

görüntü yönetmeni : chris menges

kurgu : jonathan morris

oyuncular : john bishop , mark womack , andrea lowe , trewor williams , stephen lord , talip resul..

yapım yılı : 2010

süre : 109 dakika..

ülkemizde daha önce birkaç film festivalinde gösterilen ‘route irish’ filmi eğer bir değişiklik olmazsa 17 haziran’da türkiye’de sinemalarda gösterime girecek..

kaçırılmaması gereken bir sevgi , dostluk ve kardeşlik destanı olan bu filmi mutlaka izleyin derim.. çıldırmış  dünyada yaşanan katliamlarla , insanlık suçlarıyla tekrar yüzleşmek ve bu yüzleşmeyle birlikte düşen gardımızın üstünden acıyı en çok hissettiğimiz yerlerimize sağlam yumruklar alarak kendimize gelmek ve insan olduğumuzu hatırlamak için güzel bir fırsat..

sinemayla ve gülüşünüzle kalın..’

‘Crockett..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Muzır Neşriyat Röntgenci mi?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Muzır Neşriyat Röntgenci mi?

 ’Sen manken misin?’

 ‘Sen de buralara mı düştün?’

 Bu soruların sorulma nedeni ; Funda Uncu, Chuck Palahniuk’un Ölüm Pornosu, Ayrıntı Yayınları –Snuff- adlı kitabı çevirmesi. (Bu konuya tekrar döneceğiz)

 Yayın dünyasını kıskacına alan zihni sinir muzır neşriyat kurulu pervasız kararlarından birini daha alıp “yaptım oldu” diyor. Okuyucular olarak, bu kurulun kelli felli adamlarına pembe kurdele takmanın zamanı geldi.

 Kurulun üyeleri Üsküdar’a Giderken Türküsünde yaşıyor olabilirler, Abdülmecit döneminden kalan bir kurumun başında olabilirler, aldıkları kararlarda mutlaka benim çoluk çocuk bu kitabı okumalımı, okursa ne olur, okumazsa daha iyi olabilir diye kararda veriyor olabilirler. Kurulun üyeleri , şu saniyede dünyada 5o.ooo çift çatır çatır sevişiyor. Evet, ne yaparsınız ki, çocuk doğurup insan olmalarını sağlıyorlar. Sonrasında o çocuklarda ergenlik döneminde kendilerine dokunup dünyanın en büyük keşfine imzalarını atıyorlar. Aslına bakarsanız gençleri siz de biz de tanıyoruz. Kitapla yan yana gelişleri otobüs seferlerinde, –gazi, yaşlı ve hamilelere yer vermezlerse- vapur sefasında, -manzarayı izlemezlerse- metrobüste, -ter atarken- oluyor. Diğer zamanlarını türlü çeşitli hamburgercilerde, yeşilli beyazlı Starfucks’larda inanmazsınız, kışın bile kıçları donarak dışarıda kahve içmeyi, grip olmaya tercih ediyorlar. Siyasetten bok gibi nefret ederler ama “bizde biliriz meydanlara beş on bin kişiyi dökmeyi” sözündeki o, beş on bin kişiden biri mutlaka o gençlerdendir. Fakat onlarda haklısınız sevişmeyi mutlaka gündemlerinin ilk maddesi olarak belirlemişlerdir. Aslına bakarsanız muzır fikirlerimde var. Siz, sağlık bakanlığıyla beraber aslanlar gibi bir proje üretebilirsiniz. Biz kurdelenizi taktıktan sonra bunu kesinlikle yaparsınız ama önce fosforunuzu yükleyelim, libidonuzu, testosteronunuzu düşürelim.

 Muzır Neşriyat Projeleri

 Sağlık bakanlığıyla muzır neşriyat kurulu ortak eylem planı : 

  1. Reşit olmayan gençler reşit olana kadar kısırlaştırılsın.
  2. Reşit olanlar reşit olmayanları ot muamelesi yaparak bahçeye diksin.  
  3. Büyük şef 23 Nisanda küçük çocuğa “artık sen başbakansın ister asarsın, ister kesersin” demişti ya o çocuğa bu sözler altında ezilmediği için cesaret madalyası takılsın.
  4. Dış politikada Amsterdam yüzünden Hollanda yok sayılsın.  
  5. Tekellerde 18 yaşından küçüklere sigara satılmaz yazısının yanında sigara isteyen bazı densizler olabilir onlara da zoraki şap yedirilsin.

 Pornoya Sahip Çıkıyoruz. Bilerek En az “Üç Çocuk Yapıyoruz”

 Açık söylüyorum doğanın dengesini bozmaya çalışıyorsunuz. İnsanların yazdıkları kitapları yasaklamanın mantık sınırları içinde tartışması bile olmaz. Bu vesileyle sadece dalga geçilen, hafife alınan insanlar olarak anılmanın dışında, insanların özgürlüğüne ket vuruyor kararlarınız. Sizin bu kadar saçma adamlar olduğunuzu düşünmüyorum. Kurumunuzun kendisi kokuşmuş durumda ve o pisliğe bulaşıp, hayatınızı o kokuyla geçiriyorsunuz. Akla zarar yasaklamalardan sonra mutlaka tatil yapıyorsunuzdur. Su faturalarınızı incelemek isterdim. Üzerinize bulaşan o koku, o pislik kolay kolay çıkacak gibi değil. Sizi okyanus bile paklamaz. Balina katliamına sebebiyet verebilirsiniz, bir köpek balığı bile sizin tadınıza bakmaktan çekinir.

 Kitap okumanın mantığı insanın dünyasını tanımasıdır. Biz Playboy, Penthause, Hustler’larla büyüdük. Askerde başucu kitabı yaptık bunları. Hep imdadımıza yetişti, orduda silâhaltındaki gençlerin tamamının acil çıkış kapısıdır.

 Kısaca diyorum ki, insanları politize etmeden, cinselliği öğretmeden… Bu kitapsavar zihniyetinizle bir yere varılmaz ve kaybedeceğinizi biliyoruz. Çünkü siz bu kitapları sakladıkça bizler o yüce gerilla taktiklerimiz ve fotokopi makinelerimizle kitapların peşinden koşacağız. Ölümcül Porno’yu ihtişamla okuyup, dost sohbetlerine taşıyacağız.

 Okumuş Polis Yetmez, Doçent Polis Gerekiyor!

 Başa dönecek olursak. ’Sen manken misin? Sen de buralara mı düştün?’ diyen polisler tacizin ne demek olduğunu bilmiyor olacak ki, hepsinin eğitimiyle övünen hükümetler var. Zihniyetinizi biliyorduk ama bu kadarını, edepsizce davranışınızın bu raddeye geleceğini tahmin etmiyorduk. Okumuş polisin okumamışından pek farkı yokmuş. Rezillikte açık ara önde giden düşüncelerinizin ağzınızdan çıkmaması için bilemiyorum ne yapabiliriz, yardıma ihtiyacınızın olduğu gün gibi ortada.

 Dünya diye bir yer var ve orada hala ayıp diye bir şey var. İnsan, bir yabancıyla konuşurken dikkat etmeli. Ama siz çoktan olmuşsunuz beyler.

 Karakolları kurtarılmış bölgeniz sanıyorsunuz. Yanlış!

 ‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgili Mikhael..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgili Mikhael,

 Melekler âleminde iyi bir yerin varmış, âlemde “baş melek” olarak biliniyormuşsun. Tüm bu tabiat olaylarından ve maddenin hareketinden sen sorumluymuşsun. Aslında seni okumuştum, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi kitaplarından, o nasıl bir ders ise? Hem ismi hem de içeriği, sorma gitsin, fena halde afallatıcı. Hani mesela, hatırlarım o derste kopya çeksen, içine şeytan girmiş oluyordu. Oysa ki, o hep oradaydı, bir yere girdiği ya da çıktığı yoktu. Neyse, şeytanım ve ben senin ismini ve görev tanımını o derste bellemiştik; ancak o kadardı.

 Şimdi, nereden düştüm aklına diye sorabilirsin, sor da hakkındır. Senin yaptığın işlerin büyük işler olduğunu düşünüyorum. Tamam, sonuçta bunun için yaratıldın; ancak farkında olunmak ve anımsanmak hakkındır diye düşünüyorum. Kıtlık, tufan, kasırga, deprem, doğanın dirilmesi-ölümü ve bilhassa maddenin hareketi… Bu ne muazzam bir durum değil mi Mikhael? Yani, hareketinden sorumlu olduğun madde arasında bir fert, bir birey olarak mesela ben de var mıyım? Ve eğer varsam, bu sadece cismimin hareketi mi yoksa ruhum da buna dâhil mi? Yoksa, aslında ikisi bir bütün mü, birbiriyle iç içe geçmiş, sarmaş dolaş olmuş? Bir de mesela, şimdi bir seçim yarışıdır gidiyor meydanda. Birileri yönetmeye aday, çoğunluk da yönetecek olanı seçmeye. Ben mesela, bunu bir problem olarak görmüyorum. Yani, benim yönetilmek gibi bir talebim veya böyle bir sorunum yok. Bu onların meselesi, onlar yönetmek istiyorlar, ama ben yönetilmek istemiyorum. İlla şart ise, ben oyumu senden yana kullansam ve mesela İncik Hanım Teyze’nin bahçesindeki çam ağacının dibine gömsem olur mu? Ve sen de mesela, eğer Rabbinden izin alabilirsen, âlemin sırlarından bir kuple, rüzgârla beraber kulağıma fısıldar mısın? Neyse, ekonomi-politik bir ilişkimiz olsun istemem, o sebepten kesiyorum bunu burada.

 Sevgili Mikhael, seninle konuşmak istediğim aslında şu “El-âlem” bahsi. Sosyal-psikolojinin kurucusu olarak kabul edilen, George Herbert Mead tarafından tanıtılan kavram ile “Generalized other” (Genelleştirilmiş öteki). Mead’de bu kavram, bireyin içine doğduğu toplumu ve bir parçası olduğu sosyal grupları merkeze alıyor. Birey, içinde bulunduğu toplumun veya sosyal grupların beklenti ve kabulleriyle uyumlu olarak davranış ve düşüncelerini şekillendiriyor ya da zamanla uygun bir kıvama getiriliyor. Genelleştirilmiş ötekinin ya da bizim deyişimizle, “el-âlemin” kabul ve beklentilerinin, bireyin davranış ve düşüncelerinde ne düzeyde etkili olduğu, çoklu genelleştirilmiş ötekilerin meydan savaşı vs., ciddi bir sosyo-psikolojik araştırma gerektiren, çok değişkenli bir denklem. Buna burada girmeyelim ve örnekle devam edelim.

 Örneğin, Halime Hanım’ı ele alalım. Hadi daha samimi olsun, Halime Teyze diyelim. Halime Teyze, yaşadığı mahallede yıllardır ya da kısa bir süredir oturmaktadır. Evinin bulunduğu mahalle de halen, sosyal ilişkilerin, geleneksel kalıplarla yürütüldüğü bir semttedir. Halime Teyze diyelim ki, çocukluğundan beri, insanlarla içli dışlı olmayı sevmeyen, kendi adasında hür ve özgür yaşamayı seven bir teyzemizdir. Komşular gelmek isteyince mazeret bulup kabul etmese, haber vermeden belirdiklerinde evde yokmuş gibi yapıp kapıyı açmasa, sokağa çıktığında canı istediğinde selam verip, istemediğinde vermese, fazla sürmez kısa bir süre sonra, mahalleli kadınlar oybirliğiyle Halime Teyze’yi, “Dengesiz, soğuk nevale, deli…vs.” ifadelerle yaftalarlar. Oysa mahallede oturanların hayata bakış açılarıyla, Halime Teyze’ninki tutmadığından, Halime Teyze boşa vakit harcamak istemiyor ve kendi kendine yeterek yalnızlığıyla bol güneşli günler geçiriyordur.

 “Cehennem başkalarıdır” der Sartre, doğru da söyler. “Sahi sen kimsin?” diye sorduğunda, ne kadarı senin, bizzat kendinin kendine dair öz-fikrin/kabulün? Yabancılaştırma ve yabancılaşma. El-âlem buna yarar işte, gelir kendini burnuna dayar, sana sormadan, belirli bir zamanda, belirli bir toplumsal ilişkiler ağında doğmuş olman yeterlidir. Gelir, dayar, ırzına geçer ve tohumlarını bırakır. Ondan sonra, ya uyumlusundur ya da bağımlı tutum. Almamak mümkün müdür, en başından “el-âlemin” emir ve yasaklarını? Ya da farkına vardığında, Musa gelip, Kızıldeniz’i yarar mı asası ile senin için? Ya da senden hem Musa hem İsrailoğlu hem de Fir’avun çıkar mı?

 İşte Mikhael böyle yani, Althusser’i bilir misin? Demişti ki sevgili Althusser, devletin ideolojik aygıtları. İşte bunlar vasıtasıyla, egemen ideoloji kendini yayar, nüfuz ettirir ve devam ettirirmiş. Bak şimdi mesela el-âlemin yanında, okul, medya vs. adı anılır mı? Egemen ideoloji, her daim sürekliliğini korumak istiyorsa, el-âlemin bilincini kontrol etsin. Haaaa tamam, zaten el-âlem bu yapılardan beslenerek oluşturmuyor mu her daim işleyen suni beklenti ve kabullerini? Her zaman değil ya da teknolojinin ve hayatımıza soktuğu bebelerinin bu kadar yaygın olduğu zamanlarda değildi en azından. O sebepten kültür enkazdır, kimse masal anlatmasın bu saatten sonra. Geleneksel vs. modern kültür, ikisine de eşit uzaklıktan bakmak. İkisi de yutulacak birer zoka son kertede.

 Tüm bu saydıklarımdan ötürü Mikhael, biliyorum ki BtŞ, el-âlemi pek umursamıyor. Ancak bu kim ne derse desin, kayıtsız kalıyor da demek değil. Bilakis, uzun kas yaparak, el-âleme doğrulduğu yerden indiriyor gövdesiyle. Çatışıyor, afallatıyor ve el-âlemin ablak suratında, yabancılaşmış/donmuş bir ifade oluşmasına neden oluyor. Bozguncu bitki, olacak o kadar.  BtŞ, öz-âlemine ayarlı… Yani, senin idaren altında her ne var ise, dağ, ağaç, dere, toprak…vs. O sebepten canım Mikhael, BtŞ’ye anlık bir ileti yolla. Örneğin, sırtında çekirdek kabuğu, yuvasına dönen karınca gelsin kulağına fısıldasın ya da sırtını dayadığı çınar ağacı, dallarını uzatarak sımsıkı sarılsın. Ne güzel, ne güzel…

 ‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

IHLAMUR AĞACI.. – VÜS’AT O. BENER

 

 

 

 

 

 

 

‘baba : havuzun kirli sularında buldum.. (kutuyu , kapağını kapatarak cebine koyar..) su mu içeyim dedi , ne yaptı zavallıcık , ayağı kaydı her halde.. düşüvermiş , boğulmuş.. yetişemedim.. içiniz bir kuşun ölümünü bile kaldırmıyor değil mi.. benim de.. bilseniz neler canlandı gözümün önünde.. yetim kuş dedim , kendi kendime , anasız kuş , işte sonun bu ; bir damla su bile içemeden böyle.. onlardan saklayacağım.. söylesem alay ederler benimle.. benim mesleğim içlilikmiş , esnaflıkmış.. anladığıma göre acı alır , acı satarmışım.. öyle dedi kocanız.. evleneceği kızın da , ona yakın bir canavar olacağını düşünürdüm de , elim ayağım buz kesilirdi..

(gelin kımıldamaz , ağlamaz.. baba ağladığını sanarak..)

hiç , bir canavarın ağladığı görülmüş müdür.. önce onun öldüğüne inanamadım.. küçük gagasını aralayıp su damlattım , kırmızılığı daha solmamış diline.. göz derilerini aralamaya çabaladım.. tüylerini kuruttum , göğsüme soktum , ısınsın diye.. ben onu ısıtabilir miyim hiç.. benim soğumuş yüreğim , beni bile zor taşıyor.. şimdi onun temiz ruhu , mavi göklere yük..’

‘gelin : yok ben.. ne diyordum.. ha , ‘vazoya düşen bakır düğme şarkısı’ tutun ki ilk besteydi.. besteleyen de epsilon adında biri , bilinmiyor yani.. ‘bıkma’ herkesten önce onun içinde filiz verdi , ‘kendisinin farkına varan’ ilk o oldu , burası belli.. hemen beğendik mi şarkısını dersiniz.. beğenmedik tabii.. bilmem kaç yüz bin yıllık bülbülümüz varken değil mi ya.. ona alışmışken , yakındığımız yokken onun sesinden.. ama , o direndi.. çünkü bu beklenmez olaydan sonra , artık aramızda tutunamayacağını kestirebilecek kadar akıllıydı.. bakın bakın dedi , bülbülün sabah ötüşlerini andırmıyor mu şu tınlama.. yelin ezgisinden , dalgaların hışırtısından başka nedir ki bu.. biraz da bunu dinleyin ne olur sanki.. kulak verdik , kulak verdik , kulak verdik , tamam dedik , bak bu olur , bak şimdi böyle olur.. (baba  uyuklamaktadır..) ve bu , bir zaman sürdü.. sonra başkaları türedi , çünkü bıkmanın tadını hepimiz almıştık , aranıyorduk artık çevremizde böylelerini.. daha sonraları , daha başkaları çıktı ortaya ve kulaklarımıza taşıdıkları seslerin hiçbir sese benzemediğine , yepyeni , bilinmedik , duyulmadık olduğuna da bizi inandırmanın yolunu buldular.. buna da karşı koymadık , çünkü sıkıntımız o kadar da büyük , o kadar da dayanılmaz değildi.. hem onlar bize gene ‘bir şey’ gösteriyorlardı.. sözgelimi diyorlardı ki , ‘bu deniz sesi mi..’ hayır.. ‘bu..’ değil.. ya şu.. ya şu.. çağlar değişti.. şimdi.. (susuş) dönüş yolu kapalı , sınıra da geldik bana kalırsa.. (bağırarak) ne yapacağız.. söylesenize ne yapacağız..’

‘gelin : oysa siz , bir umutsunuz.. salgının dışında kalmış , kendisinin farkına varmanın eşiğinde olan biri..’

‘gelin : siz orada mı oturacaksınız.. bırakın şu küskün , yakalanmış halleri canım.. küçük meraklar , oyunlar , gösterişler peşindeyiz hep.. bu besbelli işte.. savunmaları mı gerek , dediğimde , iş savunmaya dökülünce küsmenin haksız çıkamayacağını düşünmüştüm.. haksız çıkamamak.. az acı mı bu.. (susar..)

ne diye inerler korkunç deniz diplerine.. dokuz bin metrelik dağların tepelerine çıkarlar.. dünyaya sığmazlar da , yıldızlara ulaşmaya kalkışırlar.. ne demeye öldürür insanlar birbirini.. düşündünüz mü hiç..

baba : bilmem , kim bilir..

gelin : sıkılmayı yenmeye çabaladıklarından.. ne yapsalar , kendilerine benzemekten kurtulamıyor , kendi kendileri olamıyorlar da ondan.. bilmem ama , herhalde hiçbir bülbül , ‘ne güzel ötüyorum’ demez , öter sadece.. ötmek için öter.. ötmek için bile ötmez , öter o kadar…’

VÜS’AT O. BENER , IHLAMUR AĞACI..

(Ihlamur Ağacı , İpin Ucu.. ,Yapı Kredi Yayınları , Ağustos 2004 , 165 sayfa..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bu gece dursana dünya…’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bugün kelimelerimi orda görünce .. bakakaldım duygularıma, kendime ve  içimdeki kırılgan çocuğa.. birinin ellerini uzatıp yüreğime dokunması ve  seni anlıyorum demesiydi.. kelimelerimi duymasıydı.. gözlerimi yaşartmasıydı..  teşekkür ederim yüreğine aylak adam’ız..   işte bazen bizi böylesine içlendiren şeyin adı hasretlerdi.. özlemekti, özlemekti..  özlemenin rengi KIRMIZIYDI.. eski yaraların hala kanamasıydı.. işte o eski yaralar öldüresiye sevdiklerimizdi   aylak adam’ız.. kanatmasınlar artık..  ve  ölümdür her ayrılış  her hasret .. ölümün nasılda sessiz sükunet dolu bir tadı var aslında.. ama artık ölüm de yaralı.. herkes ölüyor sessizce.. ölüm de yoruldu bunca insanı içine almaktan.. onun da eski tadı yok.. herkes her an gidecekmiş gibi duruyor birbirinin hayatında.. radio tarifa ,  ‘sin palabras’ dinlemekteyim.. pinhani de diyor ki “Bari bu gece bi kıyak yap ..Dünya dursana dünya dursana ..Dünya bu gece dursana, dünyaaaaa dursanaaaa ..”

ve deminde bir çay.. ve ben sanırım şimdilik mutluyum..

sen de sakın ölme aylak adam’ız…

BU GECE DURSANA DÜNYA….’

‘TAFLAN..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘tek cehennem bulunduğun yerdir..’ – CHARLES BUKOWSKI..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ve aşk iki kez geldiğinde
ve iki kez yalan söylediğinde
bir daha asla sevmemeye karar verdik ,
böylesi adilaneydi ,
bize ve aşkın kendisine..

ne merhamet dileniriz ne de
mucize ;
yaşayacağız ,
öleceğiz , sinek
öldüreceğiz , boks maçlarına
ve hipodromlara gideceğiz , hayatımızı
sırf talih ve yetenekle sürdüreceğiz..’

CHARLES BUKOWSKI..

(KİMSE BİLMEZ NE ÇEKTİĞİMİ , PARANTEZ Yayınları , Çeviri : AVI PARDO..)

 

 

 

 

 

 

‘sadece sıkıcı insanlar sıkılır ..
sadece yanlış bayraklar dalgalanır..
size tanrı olmadıklarını söyleyen insanlar aslında aksini düşünürler..
tanrı başarısızlıkların bir icadıdır..
tek cehennem bulunduğun yerdir..

dallas’tan geçtim ve pasadena’da aylaklık ettim..
anam ağlamadı çünkü ağlatacak kimse yoktu..
iki boy aynasını tuzla buz ettim ve beni
hâlâ arıyorlar..
insanın asla girmemesi gereken mekânlara girdim..
acımasızca dövülüp ölü diye bırakıldım..
kafatasımda cop darbelerinden oluşmuş bir sürü yumru var..
melekler korkudan altlarına kaçırdılar..
harikulade bir insanım..

siz de öylesiniz..
o da öyle..
güneşin sarı nabzı ve dünyanın görkemi de..

CHARLES BUKOWSKI..

(KAYBEDENİN ÖNDE GİDENİ , PARANTEZ Yayınları , Çeviri : AVI PARDO..)

 

 

 

 

 

 

 

46

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Kötü gün. Sabah sakinleştiricimi içmeyi unuttuğum için günün devamını nasıl getireceğimi pek bilmiyorum. “Yine akşam olmalı Abbas” diyorum. Medeniyet Mağduruyum, kendimi geçiştirmek için yapmayacağım iş yok gibi. Henüz erken bir yaşta olmama rağmen Balzac’tan daha fazla kahve içtiğimi hesapladım, sağlamasını dost ortamlarında görenler var. Puşkin sinirimle beraber yaşıyorum, arkadaşların yaraları var. Beni dengede tutabilecek herhangi bir sistemin yaşadığını düşünmüyorum. Kesmiyor, olmuyor, olamıyor.

Bazı geceler “komün kuralarım” tartışmaları gecenin geç saatlerine kadar sürüyor, sabah kalktığımızda kafatasımızın içinden geçen ramazan davulcularıyla yüzleşiyoruz. Sıkıştık. Hem de çok pis köşeye sıkıştık. Hayatımızı rayından çıkartan siyasi zırvalıklar ve lokomotifi tekrar güzergâha koyan benliğimiz acı çekiyor. Acı çekiyor çekmesine de Allah kahretsin ki Nietzsche’yi de seviyoruz.

Ortaya karışık bir halimiz var sanki. Tango yapmayı da biliyoruz, halay çekmeyi de. Her boku bilen adamların vazgeçemediği arkadaşlarıyız, medeniyet mağdurlarıyız.

Devletlerle uğraşmaktan sevgilimi öpecek zamanım kalmıyor bazen. Evet, aynen bunu düşünüyorum.’

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Koca Yürekli İnsan : Ahmet Kaya

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazıya açıkçası nasıl başlamalıyım bilemiyorum , Ahmet Kaya benim hayatımda önemli yere sahip bir sanatçı’ydı . Çocukluk çağlarını hızla ilerlerken ben onun şarkılarıyla büyüdüm . Bir başkadır Ahmet Kaya dinlemek ve sevmek . Hüzünlü olduğum zamanlarda , sevinçli olduğum zamanlarda , kederli anlarımda bile hep Ahmet Kaya vardı hayatımda .

Onun yerini kimse dolduramadı . Sanıyorum bundan sonraki ilerleyen yıllarda da yerini kimse dolduramayacak !

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Karar vermek zor ” şarkısındaki ” ilker kardeşi canından , canından vurdular yaşasak mı ölsek mi karar vermek zor ” dizeleri beni kaldırıp yerden yere vurur her dinlediğimde .

İçerdeki , dört duvarın arasına sıkışıp kalmış insanlara ve onları bekleyen analara ” Nevzat Çelik’in ” Şafak Türküsü şiirini besteleyerek yürekleri dağlamıştır Ahmet Kaya .

Ahmet abimizin şarkılarında herkes kendi hayatına dair şüphesiz bişeyler bulmuştur , yeni gelecek olan nesiller de bulmaya devam edecektir . Hayatımda yapamadığım içimde her zaman bir yaradır bir Ahmet Kaya konserine gidememek . Çok istediğim şeylerden birisiydi belki tanışma fırsatımız olsaydı eminim bir kaç duble rakı içerdik . Ol(a)madı .

 

 

 

 

 

 

 

 

Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen hala şarkıları yerden yere vuruyor beni dinledikçe . Ahmet abiyi yazmakla , anlatmakla ne satırlara ne sayfalara ne de hayata sığdırabilirim .

 Ahmet Kaya’ya Magazin Gazetecileri ödül töreninde çatal kaşık fırlatan ve askerliğini yapmayıp da ‘vatan sevgisi’ naraları atan , söz hakkı ve yaşam hakkı tanımayan faşistlere inat AHMET KAYA hep var olacak ama o faşistler tarihin çöplüğünde hiçbir zaman hatırlanmayacak.

  

 

 

 

 

 

 

 

Yıl 1995 – 1996 o zamanlar memlekete gidiyoruz annem babam ve ben kardeşlerim arabanın teybinde klasik Ahmet abinin kasetleri var… Her nedense Şafak Türküsü albümünü çok severim . O albümün yeri bende çok farklıdır , neden diyecek olursanız bir hafta yada on gün tatilden sonra dönüş yolu İstanbul’a gelmek arkadaşlardan kopmak çocuk yaşta insanlar için epey bir zordur .  Hiç unutmam hep Şafak Türküsü albümü olurdu onu dinlerdik yol boyunca sanki başka kasetleri yokmuşçasına ama belki de tüm albümleri içerisinde en beğendiğim albümü de odur …

 Aksaray yolundan Ankara’ya doğru ilerlerken “Tutuşur Dizelerim” şarkısı ile hep bir hüzün çökmüştür bana , yumruk gibi oturur kalbimin taa orta yerine . Ne zaman uzun bir yola gitsem dinlediğim şarkıdır , bende çok farklı bir yeri vardır .

 Yirmi küsürlü yaşları geçtikce ve CD yaygınlaşmaya başladıkça dedim oğlum bu adamın tüm albümlerinin hepsini satın almalısın kasetlerin bir çoğu zaten kayboluyordu her gelen alıyordu ve teknoloji olarak kasetlerin Compact Disc’lere gore bozulma oranı daha kolaydı .

 Bir çok albümü tamamladıktan sonra eksik alan 3 veya 4 albümdü sanırım onları hiçbir yerde bulamıyordum kasetçiler getirtiriz diyorlardı her sormamda gelen giden bişey olmuyordu . Sonra gittim Unkapanı’na o eksik olan CD’leri de tamamladım . Şimdi bende bütün albümleri orijinal
olarak var belki de Ahmet abinin hatrına güzel bir anıdır gözüm gibi bakıyorum o CD’lere …

 Tek emanet o kaldı bize ondan ve bir de şarkıları , gülüşü …

‘BLACKHAWK’

 ” Korka korka , yana yana

Her gün biraz daha derinden

Her gün biraz daha kapkara duyarak ölümü

Aç ve arkasız

Köpekleşerek yaşamak dersen

Bu yürek

Çat diye çatlasın ulan ! “