Author Archive

Özofagusuma Gülümserken…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaç çeşit acı bilirsin? Acı gelince, Hüthüt Kuşu gibi omzunda belirince nereye gömersin kafanı? Sahi, gömer misin yoksa yorganın altına mı gizlersin? Kim demiş, ruhun acıları fiziksel acılardan daha kutsaldır diye? Yok, öyle bir şey… Yani, organsız bir bedende, herhangi bir hiyerarşik örgütlenme ve organizma yok… Organsız beden işte, yoğunluklar, uçuş çizgileri, akışlarla iç içe geçmiş, sarılıp sarmalanmış, kendine kapaklanmış sızmış içinde kalmış ya da kendinden yüzeye doğru boy vermiş, dal vermiş, yanmış, kül olmuş, bu masal da böyle bitmiş… Derken, bittiği anda, ibn-ül vakt belirmiş, masal yeniden başka bir boyutunda çokluğun başlamış.

 Portakalı soyup başucuna koyan çocuk, ilk acıyı yaşadığında, kollarında derman kalmamıştı. Tüm gücü, enerjisi, yaşama devam etme arzusu acısının içinde hapsolmuştu. Sonra devam etti, sonra hayat akıp gitti. Hayat zaten hep akışta, duran sensin, kalakalan sen. Baksana, rüzgâr, ağaçlar, böcekler, bulutlar vs. sonsuz akışın ritmiyle kol kola akıp gitmekte, esip geçmekteler… Her an, arz ile arşın unsurları yenilenerek izdivaç eylemekte, her izdivaçtan yeni tohumlar tevellüt etmekte. Senin ne farkın var ki, çınarın sırrını içinde saklayan tohumdan? Kimliğe gerek var mı veya bir soyadına veya çakı gibi dimdik bir kurumun çatısı altında himaye edilmeye? Doğada diyorum, o muhteşem sanat eserinde, yâ Hû yâ Xwûda, -ah Hollandalı tam da altını çizdiğin gibi, gülmüşlerdi sana, aforoz etmişlerdi seni di mi? – ne kavimler ne ırklar ne milletler var. Sadece sonsuz akışla hemhâl olmuş, bilinçle ya da bilinçsizce, yürüyen çokluklar var. Ya hoşnutlukla ya da perçemlerinden tutularak yürüyenler…

 Yalnız mısın, bir başına ve sahipsiz? En koyu yalnızlık seninki mi? Kimse yok mu etrafında, seni anlayan, seninle çatışan, sesine ses, bakışına bakış? Sahi, bu ümitsizlik mi? Yaşamak zaten, havf ve recâ arasında salınım değil mi?  Ya da belki ikisine de yolu göstermek. Yaşamım, mım, mım, mım… Oh my lord, hisarım ve kayam, yetimlerin olana hiçbir vakit uzatmadım elimi ben! Yaşamım işte, onu kurar ve yıkarım, tıpkı yüzüm gibi, bakışım gibi, “ne olduğum” ya da “ne olmadığım” çözülene kadar, çözer ve başka bir yerde onu yeniden kurarım.

 Yok Musa’yı beklemiyorum, hem şimdi Kızıl Deniz de çok uzakta, ama Fir’avun burada özofagusumda konuşlanmış durmakta boylu boyunca. Derwiş dedi, “Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz.” Bu sebepten zâil olana diyorum: “Düş yakamdan, ben fenâya gidiyorum!”

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraflar : Kızıl Derwish…)

Hançerle Koşan Babalar

“ARAYIŞIN KENDİSİ GÜZELDİ,
SORUN BUYDU”

Bu kalabalıkta ne işim var? Aklıma ilk gelen soru buydu. Etraftaki kahkahalar arttıkça, bar sahibinin rahatladığı düşüncesi beynimi kurcalıyorsa da o kadar elzem değil.

Beyoğlu’nda, Nevizade girişi (ya da çıkışı) civarında oturuyoruz. İki ellilik söyledik. Tercihimiz Arjantin’den yana, ama olur da oval bardakta gelirse biralarımız, “Bunu götür biz Arjantin istemiştik” diyemeyiz. Bunu biliyoruz. Çünkü özgüvenimiz yitik.

Biraz gevşemek istiyorum. Dirseğimi sandalyenin arkalığına atmak için hamle yaptığımda, amorsumda oturan kızın sırtına dirsek atmış gibi oluyorum. Dönüp “pardon” diyorum. “Özür dilerim.” Duymuyor bile, elini sırtına atıp sutyeninin askılığını kontrol edip karşısındaki kız arkadaşına, “Ee sonra ne dedi ki, hem ben sana söylemiştim Kemal’in sana abayı yaktığını, bakışlarından be…” diye devam etti. Özrümün karşılığı bile yok diye düşündüm.

Bacak bacak üstüne atayım derken Cengiz’in bacağına çarpıyorum. Masa sallanıyor. Allahtan biralar henüz gelmedi diye söyleniyorum içimden.

“Pardon Cengiz. Bugün sakarlığım üstümde.”

“Önemli değil. Allahtan biralar henüz gelmedi.”

Biliyorum, o da en az benim kadar kötü durumda. Çekip kolundan yürü be oğlum, evde bok mu var demesem; çilehaneye dönüştürdüğü, kutsadığı tek göz evinde oturur. Bilgisayarını kurcalar, müzik dinler, kısa filmi için doğaçlama çalışır ve üzülerek bekler. Sadece bekler. Onu ne zaman arasam, evdeyim diyeceğini biliyorum. Özlem’den ayrıldıktan –daha doğrusu terk edildi– sonra sakal uzatmaya başlamıştı. Hâlâ uzatıyor ve sakalları şimdilik göğsüne gelmiş durumda.

“Ne zaman unutacaksın onu?”

“Unutacağımı nerden çıkardın?”

“Unutmak zorundayız.”

Biralarımız geldi. Kısa zamanda bitirip ikincileri söyledik. Sağ tarafımızdaki masadan bir kahkaha dalgası yayıldı. Sonrasında, “Allah belanı versin emi” diye tiz bir kadın sesi ve gülüşmeleri bölen öksürük sesleri.

Her şey, içerek kendimi öldürme isteğimi kanıtlarcasına sürüp gidiyor. İnsanların bu kadar neşeli olmasını kaldıramıyorum. Gülmeyi çocukken izlediğim çizgi filmlerde bıraktığım aklıma geliyor. Hiç komik değiller şimdi. Ben mi büyüdüm, çizgi filmler mi bilemiyorum. Yıllardır gülemeyince insanın içinde bir kara delik açılıyor. Tüm sevinçleri yutarak kendisini büyütüp var edebiliyor. Etrafına memnuniyetsiz bakışlar atan ben oldukça, içimdeki memnuniyetsizlik daha çok kendini büyütüp, genişleyip memnun oluyor. Bunu biliyorum. Kendimi uzun zaman önce ona teslim ettim. Ne zaman elime kalemi alsam hep karamsar şeyler yazıyorum. Skeç konusunda da bu böyle olmamış mıydı.

Geniş bir masada bizi ağırlamıştı L. Kırca. “Hoş geldiniz çocuklar.” Uzun ve komik bir konuşma yapmıştı ciddiyeti elden bırakmayarak. “Sizden iyi şeyler bekliyorum” demişti. Sonrasında ne yazmaya çalışsam olmamış, yazdıklarımı yırtmaya başlamıştım. Ve yine ona döndüm. Yani şiire. O beni anlıyordu. Övgüler alıyordum. Yapmak istediğim işi yapıyor, ama para kazanamıyordum. Zaten insan şiirden para kazanamaz ki, bunu bilmiyor muydum, ama insan sevdiği işi yapınca hani para da sonra gelirdi! Bu öyle değilmiş. Yanlışmış. En iyi bildiğim işi yapıp mutsuz olmaya karar verdim. Arkadaşlarım bu halimi sevmişlerdi, şiir yazdıkça daha mutsuz, mutsuz oldukça daha iyi yazmaya başladığımı hissediyordum. Artık karamsarlığıma ödül bile vermişlerdi. “Hiç şaşırmadım,” diye yazmıştım bir yerlere…

“Her şey geçer” dedim. Birasından acımasızca bir yudum aldı. Uzamış bıyıklarını kıllı parmaklarıyla sildi. “Sen” dedi, “rahat adamsın. Karını aldattın ama seni ilk günkü gibi seviyor. Ailene cehennem azabı yaşattın, ama annen hâlâ peşinde pervane.” Etrafı süzdü bacak bacak üstüne atarken ayakkabısının ucuyla dizime dokundu. “Pardon” dedi sessizce. Bu pardon diğer pardonlar gibi gelip geçici değildi.

Zayıf kadınlar, şişman kadınlar, büyük göğüslü, küçük göğüslü, uzun bacaklı… Kadınları benim kadar tanımıyordu. Tanımak eşittir, tırnaklarını üzerimde bilemelerine izin vermek. O yırtılan şeyden, sesin gizinden zevk almak. Kendini benim kadar tüketmemişti.

Sinirimiz ne zaman bozulsa –hep bozulsun da içelim– soluğu bir barda alıyorduk. Mutsuzduk, mutluluğu şişede aramak güzeldi. Ama bu, hep yanlış anlaşılmıştı. Arayışın kendisi güzeldi, sorun buydu. Arayışın içinde olduğumuzda, karşımızda hep bir resim vardı.

Buğulanmış, Arjantin bardağı üzerinde bir serçe parmak kalınlığında köpük. Hafif bir ağırlık var bileklerimizde, aklımız da sürekli dağınık, konuların ardı arkası kesilmiyor, bu resim ya da fotoğraf hiç gitmiyor gözümüzün önünden; masadan kalkan iki adam yarın nasıl bir baş ağrısıyla cebelleşecek çok iyi biliyorlar. Ama yarın geldiğinde hiç önemi kalmayacak dünün; çünkü unutkanlık ağır basacak! “Hiçbir şey hatırlamıyorum. Adımı unutmak istercesine içtim.” 
Yine yan taraftan bir kahkaha.

“Ne gülüyor lan bu yaraklar!”

İnanın ki, küfür bazen içinizdeki vahşeti engeller. Sizi toplum içinde sıradanlaştırarak cinnetten uzak tutar.

Kahkaha dolu masaya baktım. İçlerinde bir “oğlan” var. Cengiz’in sakallarına bakıp, karşısındaki üç kıza bir şeyler anlatıyor. Dalga geçtiği açık. Yanlış ata oynadığını bilmiyor. Yanına gidip kulağına birkaç şey söylüyorum.

Cengiz, “Kimdi o?” Gülüyorum.

“Eski bir arkadaş. Bitmiş bir hesap” diyorum. “Birazdan kalkacaklar zaten.”

“Rahatsız mı ediyor seni?”

“İlgilendiğim tek oğlan sensin” diyorum gülerek.

“Kadın olsaydın, seni tek geçerdim.”

Feminen birkaç hareketle onu sevdiğimi gösteriyorum. Buna duruma adapte olmak da denilebilir.

Dördüncü biradan sonra az bulunur gülücükler atmaya başladık. Hayatımızın beraber geçen on beş yılını konuştuk. Özü; nasıl başladık, nasıl gidiyor, nasıl bitecekti. Biz hiç teke tek kavga etmedik. Sürekli çoğuldu, hep saldıranlar olmuştu bize, karşılığını verdik. Sinirliydik, bunu vahşice gösterdik. Kan akması gerekiyordu, akıtmıştık.

Böyle zamanlarda hep daha erkek olduğumuz fikri aklımıza yerleşiyordu. Bizi de birileri hiç olmadık bir zamanda öldürecek. Son sözlerimizi daha gençken hazırlamıştık. Sadece söylemek için biraz daha zamana, bizi öldürecek insanlara ihtiyacımız vardı. İşte gelecek buydu. Mutlaka mukaddes piyango bize de vuracaktı, ama bu akşam kazanan biz değildik.

Üç saattir aynı masada oturuyorduk. On beş dakika sonra saatler günler takvimler değişecek, günlerden pazartesi olacaktı. İş günü, ama önemi yok. Yedinciyi içiyoruz, yedincide iş yok, düşünce çok uzakta, düşünecek bir şey yok! Ama umarım Taksim-Bostancı dolmuşuna bindiğimde şoförün yanı boştur. Böylece yüce vatandaşlarıma bira kokulu bir adam takdim etmekten kaçınmış olacağım. Olmadı, arka koltuklardan birine oturdum. Yanımda uzun bacaklı bir kadın var. Benden tiksiniyor. Yüzüme baktığını anlıyorum. Ayık olsam cesaretle bakabilirdim, bakamıyorum şimdi! O beni bakışlarıyla eziyor, önemi yok! Sızdığımda umarım başım onun omzunda olmaz. Aklıma gelen tek ayrıntı bu. Eğer ayık olsaydım benim gibi bir adamın yanıma oturmasını istemez, ben de ona yanımdaki kadının bana baktığı gibi iğrenerek bakardım. Allahtan böyle bir rezilliğe sadece sarhoş olarak dahil oluyorum. Herkes iğrenebilir benden, herkes ayık nasılsa, tek farkım var o da nöbetçi bir tekel bulup eve dönebilmek. Umarım eve varabilirim. Evde yastık yerine, bir kaldırıma başımı dayamam ve sızmam. Evet ev önemli. Çünkü o ev!

“Hâlâ yazıyor musun?” dediğini hatırlıyorum. Herkes bunu sorar o da sordu. İçimden haykırdım daha fazla ne yapabilirim. Sevmediğim bir işim var. Günde on iki saat çalışıyorum, çok az para kazanıyorum. Kazandığım paranın yarısı unutmaya –biraya– gidiyor. İşte ya da evde iğne deliği kadar boşluk bulursam yazmaya ya da yazacaklarımı düşünmeye ayırıyorum.

Herkesin bir bildiği var. Benim yok! Herkes kendine yatırım yapıyor. Benim amacım yok! Herkes güler. Ben, sen de mi, diyemiyorum.

Köprüden geçerken gözlerim kapanıyor. Aklımda tek şey var. Düşüncan! Bunu neden düşündüğümü biliyorum. Yuva parası. O paranın yarısını içkiye yatırdım. Gözlerim kapanırken, “Daha kötülerini de yaptın, aldırma,” dedim; “hem sen iyi bir adamsın, tekrar iyi şeyler yapabilirsin. Karamsar olma iyi düşün, iyi şeyler olsun.” 
Gözlerim kapandı. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Bu iyi, çok güzel. 
“Abi geldik” dedi şoför. “Son durak.”

‘Papyrus’

‘Bir çocuk , bütün oyunlara yazılır’

İnsan, varlığını sürdürebilmek için önce şeylere değer biçti -şeylerin anlamını o yarattı, insanca bir anlam yarattı. Bu yüzden ‘insan’ diyor kendine; değer biçen demektir bu. -Friedrich Nietzsche

kendisi ile ilgili bir hikayeyi anlatmaya başlarken, tarihleri saatleri tam olarak veren insanlara her zaman hayranlık duymuşumdur.. kitaptan okur gibi  yaşadıklarını  an be an  anlatan arkadaşlarım vardı.. benim için ise  3 cümleyle özetlenebilecek  birşeydi herşey.. daha fazlasına içim razı olmazdı anlatmaya.. nedense hep kendime saklardım..  ama insanın öyle herşeyi de anlatılmaz ki canım.. örneğin aşkı anlatmaya kalkışsam.. bana göre ; aşk akan bir nehir gibidir her baktığında gördüğün başka bir su’dur.. oysa biz hep aynı suya baktığımızı sanırız.. aşk akan bir nehirde, hep aynı suya bakamamaktır.. nehrin suyu hep akar ve değişir..  her gün yenilenen birşeydir.. o yüzden de hep  aynı değildir..  bir an severken, bir an nefret ederken, bir an özlerken, bir an kaçarken, bir an onsuz yaşayamamaktır.. o yüzden de anlatamamaktır..

ama bugün bir enteresan bir gün’dü… geçmişten bir sürü anı karşıma çıktı.. filmleriyle birlikte..
1990’lı yıllardı .. köprü üstü aşıkları filmi.. Yönetmen ve senaryo  Leox Carax .. Fransız Devrimi’nin 200. yıl kutlamaları için restore edilmeye başlanan Paris’in en eski köprüsü olan Pont-Neuf, sokağa düşmüş alkolik bir sirk cambazı olan genç Alex  ve başarısız bir ilişkinin ardından çektiği üzüntünün giderek körleştirdiği güzel ressam Michèle..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

juliette binoche’u ilk  defa o filmde izlemedim tabii. ondan öncesi varolmanın dayanılmaz hafifliği’nde benim hayata çok yakıştığım, ve yaşamımın o en  anlaşılır  dönemlerine yakışan bir güzel filmin ortasında rastladım.. ve benim de hayatımın kadınlarından biri oldu..  evet  aslında biz kadınların da, hayatının kadınları vardır.. bir kadın aslında hiç sezdirmeden başka bir kadından feyz alır durmadan.. yolunu çizerken.. seçimlerini yaparken.. birini severken..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

köprü üstü aşıkları olağanüstü filmini ise anlatmak yetersiz kalır.. keşke bir kere daha izleyebilsem.. bir ara çok uğraştım ama ulaşamadım hiç bir yerde.. sonra o da hayatımdaki her şey gibi silikleşti.. keza dalgaları aşmak filmi de öyle.. Yönetmen Lars Von Trier..  daha sonra müptelası olacağım yönetmenim.. ve tabii ki  Emily Watson bir düş gibiydi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sinema sanırım bir ritüel benim için.. bir filme başlarken daha yaşadığım  heyecan kadar sonrasında yaşadığım o yıkanmak, yenilenmek ve başka dünyalara dahil olmak,  ancak tek bir kelimeyle anlatılabilir..huzur..  benim sinemalarım daha sonra da hiç bitmedi.. hep üstüne eklendi..

şu anda ezginin günlüğü ‘rüya’ şarkısını söylüyor.. tatlı bir esinti gibi..

‘Bir kuş uçar gökyüzünde süzülür
Bir çocuk bütün oyunlara yazılır
Bir gül kokar, tüm çiçekler ezilir
Bir tel kopar, ahenk ebediyen kesilir…’

‘TAFLAN’

Güneşe Yolculuk, “Senem” vakti…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Teknolojiden hiç bir vakit hazzetmedim diyebilirim. Ama yoğun haftaları geride bırakırken ekranın ışığından istifade ederek okuduklarım ve dinlediklerim katlanmam için yeterli neden oluyor çoğunlukla.

Senem Diyici’nin fon olduğu okumalarda, okumaların fon olduğu türkü dinlemelerine dönüştü zaman(ım).

Müziksiz olarak dinlediğim nefis İstanbul Türküsü, halk müziği ile caz ezgilerini harmanlayan ve bu şehirde dünyaya gelen sanatçıyla tekrar haşır neşir olmama sebep oldu, iyi ki de oldu. Senem Diyici, Küçük yaşta müzik dehası farkedilir ilkin. 10 yaşındaysa İstanbul Konservatuarı’na başlamasıyla perçinlenir bu yetenek. Ruhi Su ustanın ışığıyla beslenir uzun bir vakit. Hatta Ruhi Su dinlerken onu ararsınız müzikte farkında olmadan.

Yurtdışında yaşamını sürdüren ses-nefes eğitmeni sanatçı, ülkemizde de bir çok konser vermektedir. Aynı zamanda Senem Diyici ve Alain Blesing,  2011 yılı içerisinde “Wonderbike Tour” ismiyle hızla kirlenen dünyamıza vurgu yapmak amaçlı 10’u aşkın Avrupa ülkesini bisikletleriyle katederek yol üstündeki bir çok köyde konser verme planları ile yollarına devam etmektedirler.

Anadolu’yu köy köy dolaşıp biriktirdiği yüzlerce türkü oluşturur. Çeşitli ürünler verir, müzik haricinde de. 

tell mı trabizon albümü dikkate değerdir, bunun yanında Güzeller Duası sayısız dinlenebilecek güzellikte bir türküsüdür, şiddetle tavsiye olunur, huzur için…

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Karanfil Baladı

Git şimdi! Bana biraz çiçek aç 
Sana bahar gelmiş 
Eteklerinden belli 
Bileklerin incecik, bileklerin 
bir tay gibi ufka meyilli 
Biliyorsun koyar adama 
Bir yüzü unutup, hatırlayamamanın dehşeti 

Git şimdi! Bana biraz tırman 
Sebepsiz… 
Öp diyecektim 
Dudakların başka şehir 
Gel diyecektim 
Ayakların gâvur kaldırımlarda öylesine yiğit 
Sus diyecektim 
Bak! Yine seni söyledim 

-Oysaki bir çiçektim 
Ne bana tırmandın 
Ne de kopardın senden- 

Git şimdi! Beni kendime bırak 
Karlı bir yolda biten 
Üstelik kimsenin fark etmediği 
Yalnız karanfiller gibi 
Kokuma aldanan 
Korkarak, 
çocukların aymaz çığlıklarından 
-Aklımda yine senin ayan 
Ve o yaramazlar daha çocuk 
Koparsalar da onlara kızamam 
Ne çocuklara, ne de sana kızacak kadar 
Bir Çingene’nin ellerinde yitmedim 
Yani mutluluğa şimdilik mal değilim! 

Git şimdi! Sana sadece kokumu verdim. 
Güzel koktun 
Artık değil 
Güzel gülüyordun 
Ayrı bir şehir 
Zor olacak seni unutmanın keyfi! 

İki karanfil öldü 
İnsanlar buna ayrılık der 
Gerisini sen düşün gayri 

Yaprağımız esir hepi topu iki santim mesafe 
-Yaprağımız el 
yaprağımız ten, benden- 
Sana bakıyorum dallarım gölge 
Sen güneşe dönmüşsün yüzünü 
Aydınlık diyorum 
Mutluluk işte 
Çınlıyor kulağım, 
Sen güneşe büyüdükçe 

İyi dilekleri unutur insan 
Ölümü düşününce 
Affet, yaşamak artık lanetin 
Bu efkâr artık aramızda, ki en doğal hadise! 

Git şimdi! Uzun şiirler can sıkar 
Okuma! Okumak bu çağda duvar 
Ve bizim duvarlarımız 
Almanlarınkine beş basar! 

Git şimdi! 
Bana, bizden kalan güzel bir enkaz bırak. 
Çünkü bizi aynı anda inşa edemez hiçbir aşk!

 ‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

abelard ve heloise (mektuplar)…

sonu gelmez bir yolculuktu , üstelik  yer- gök masmavi olsa da beton renkli gelmişti bana…
dinlediğim şarkılar ise acı çekme oranımı sadece arttırıyordu o kadar , sanırım dilini bilmediğim şarkılar dinlemeliyim…
bazen içimin uyku odalarına girip başımı düşürüyordum yanımdaki vefalı omuza , ama fazla sürmeden uyanıyor ve sonu gelmez yolculukta debeleniyordum…
ah o kavaklar o kavaklar yetişmeseydi , düşünceden ölebilirdim… hatta bir ara ipi boğazıma geçirmiş gibi gelen yolculuğun , sandalyesine tekme atıp sevgili ecel’imin artık gerçekliği ve doğruluğu kalmayan , ama okununca hala iki muazzam jiletin arasına beni alabilme yeteneği olan mesajlarını okudum… bendeki de tam delilik…
arabada sadece 5 kişi olmamıza rağmen , beynimde tanımadığım milyon ses vardı , ve yolculuk boyunca hep konuştular…
nihayet bitmez gelen yol bitip , dayımlara ulaştığımızda ise  beynimdekiler yetmezmiş gibi birde zamanın soysuzluğuna canım sıkıldı…
ellerindeki yüzlerindeki her çizgi , bükülen bel , bir zamanlar güçlü kuvvetli sıkılan ama şimdi mecalsiz tutulan  el , gümbür gümbür şelaleleri anımsatan ses yerine savunmasız bir sesle söylenen ‘hoşgeldiniz kuzum’lar oracıkta üzüverdi beni…
yokluklarını düşündüm , ve bütün gücümle kalplerine sarıldım…
bir iki değişikliğin ve eskimişliğin dışında her şey  yine aynıydı , bir ara vitrine gözüm takıldı…
hala camının kenarı kırıktı , siyah beyaz fotoğrafların yanına bir iki renkli torun fotoğrafları iliştirilmiş ve kıbrıs kökenli kahve fincanları hala en gözde yerindeydi… insanların ve ziyaretin seyrekliğinden olsa gerek , bir zamanlar bizden köşe bucak kaçırılan şekerlik ağzına kadar doluydu ve ambalajı solmuştu… misafir ağırlamanın baş rol oyuncusu limon kolonyası ise çok mutsuz görünüyordu… kapağı artık sadece ağrıyan başın tedavisi için açıldığından olsa gerek…
zalim zamanla mücadele edip , etrafa her an ağlamaya şiddetle müsait gözlerle bakınırken üzerinde yılbaşı ağacı resmi olan , simlerinin yarısı dökülmüş , güneşten uçları kıvrılmış bir kart gördüm , şaşırdım tabi… zaman yakamızdaki gülü bile soldurmuşken nasıl olmuşta bu kart hala güven içinde saklanmış o vitrin köşesinde ?
ama arkasını okuduğumda daha da çok şaşırdım…
çünkü benim ilk okuldayken , daha b ve p yi ayırt edemez haldeyken yazdığım , üstelik altına ‘veliniz bulut’ diye de kişisel not düştüğüm karttı o…
birden eski roma tanrısı janus gibi hissettim kendimi , biri öne biri arkaya bakan iki ayrı yüze sahiptir janus…
işte o misal geçmişi ve geleceği aynı anda görmüşçesine dondum kaldım…
zaten yaşamıma tüm demlenmişliği ile sinmiş olan mektuplaşma güzelliği daha da anlam buldu o gün…
ve bu güzel anının üstüne  hala bir cevap yazmasalar da iki tane mektup arkadaşı edindim… varsın yazmasınlar , beklemenin de ayrı bir keyfi var ne de olsa…
aynı fotoğraflar gibi tüm ölümlere kendince bir başkaldırısı var mektupların…
ve ne kadar zaman geçerse geçsin , saklandıkları yerden ellerinize ve gözlerinize dokunma olanağına sahip olduklarında , aynı siyah beyaz türk filmlerinde olduğu gibi yazan kişinin sesini de kulaklarınıza getirme özelliği de vardır mektupların , belki de bu yüzden ölümsüzdürler…
hele ki aşk mektupları…
onlarsa cemal süreya’nın söylediği gibi bir tür yazılı sevişmedir…
işte bu yazılı sevişmelerden oluşan en sevdiğim kitaplardan biri olan ‘abelard ve heloise’den  söz edeceğim sizlere…
bir solukta okunacak , narin bir kitap…
filozof ve şair pierre abelard ile öğrencisi heloise arasındaki aşkın  öyküsü , ama öle bir öykü ki ömürlerinden daha uzun bir hikayeye sahip…
gizlice evlenirler , çocukları olunca birliktelikleri gayrı meşru sayılır ve heloise’nin dayısı tarafından abelard zor kullanılarak hadım edilir…
ve bu olaydan sonra iki sevgili ayrılır ve yaşamlarına manastırda devam ederler.
işte kitap aşkın bu sürgün zamanlarında yazılan mektuplardan oluşuyor…
hüzünlü ya da dramatik demek istemiyorum çünkü aşktan acıyı süzemiyoruz maalesef… aşk varsa acı kaçınılmaz…
kitap sonunda hem mektuplar daha çok anlam kazanıyor yaşamınız da hem de aşklar…
birhan keskin ‘aşk iki kişi arasında asla eşitlenemeyendir’ der ya bu kitapta o eşitsizliği apaçık görüyorsunuz…
bu kitabı 14 şubatta hediye etmek sureti ile okumama  vesile olan , yaşattıkları ve  bıraktığı sızı ile de kitabı kendimin yazmış olduğu hissi uyandıran , üstelik hala saç teli 21. sayfaya emanet olan , sevgili ecel’ime de hazır adı geçmişken teşekkür edeyim…
ve kitaptan şişman ebruli kalemle altları çizilmiş bir kaç cümleyi yazarak bitireyim…
mektuplarla ve iyilikle kalın…

 ‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 ‘böylesine yaşanmazsa aşk , aşk değildir.

öykünmedir , özentidir. yapay bir güldür ancak. öylece yaşayıp gider çoğu.

belki yaşayabilmelerinin tek yolu bu…

zira bizim aşk diye bildiğimiz aşk , çekilmesi çok zor bir acı.

peki , amacı ne ?’

  

‘köpeğe tasma takmasan da ,

sadakati bağlar onu sana.bilirsin ki isteyerek kalmaktadır yanında.işte ben bu özgürlüğü istiyordum.

beni seçtiğini , sana olmasa bile tüm dünyaya ,

hem de kendime kanıtlamaktı dileğim…’

 

 ‘umarım öldüğünde yanıma gömülmek istersin ,

toprağa karışmış kollarım uzanır , kucaklar seni..’

 

 ‘aşk ya aşktır , ya değildir. ne amaca gerek duyar , ne hedefe.

ama kendi kendine doğar ; kendi kendine yeter. ne umuda yeri var , ne gerekçeye…

acı çekmek aşkın bir parçasıysa eğer , acı çektiğim için mutluyum ben…’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Müzik nerede kaymıştı sevgilim?

Kendimizi hangi yanlış melodiyle dans ederken bulmuştuk aniden?  Şimdi ne yapacağız diye birbirimizin gözlerini kollarken, kim kimin ayağına bastı önce? Kim kimi acıttı…

Denge bozulduğu an düşmek korkusu sarınca benliğimizi ilk kim çekildi bir adım geri? Zırhlarına sarılıp müziği unutunca,  gitmeyi düşürdü aklına? Aklımızın hangi yarım adasında sıkısıp kalmıştık, içimizin tınılarını duymayan kulaklarımızla…

Ya gözlerimiz bizim değiller miydi artık. Hangi açı tamamlardı aramızdaki boşlukları..

Her yanlış adımda birbirine çarparken ayaklarımız , hangi  çelmede düştük de kalkamadık bir daha..

Oysa müzik devam  ediyordu sevgilim.

İçin için sızlanmalarımıza rağmen müzik hiç susmuyordu. Ben senin gözlerine bakıyordum tek bir kalkış hamlesi görebilmek için.. Sen susuyordun, sen gözlerini indiriyordun, acıyor diyordun.

-Artık kalkamam ; kalksam da yeniden düşeriz, daha onulmaz yaralar alırız..

Ben razıydım düşe kalka devam etmeye. Yanlış olduğunu, yalan olduğunu bir daha hiçbir adımımızın melodiye uygun olmayacağını bile bile inadına bakıyordum gözlerine..

-Gözlerin benden çok uzaklara doğru seyir halinde ..

Oysa hayat da böyle değil midir sevgilim?  Ölmek gibi koca bir gerçekliğin olduğu bu kurguda, her şeyi ciddiye alarak çoğu kez sonunda ölüm olduğunu unutarak yaşamaz mı insan?

Olmayacağını bildiğin halde sonuna kadar gitmeye çalışmak..

 Öleceğini bildiğin halde her sabah yeniden güne uyanmak gibi..

Müzik sustu.

İçimdeki şarkı bitti.

Ve ben öleceğimi biliyorum sevgilim, bu yüzden artık hiçbir sabaha uyanmak istemeyişlerim..’

‘Öteki’

 

‘Sizin için uzattım saçlarımı,

kestiğim.

Sizin için söndürdüğüm bu ateşi,

yandığım.

Kurduğum bu çadır, bu saat

arındığım su

soyunduğum gece: Sizin için.

Devrilirken tutunduysam

tutuşurken susmam

zemberekte bu Eyyub

hem cellât hem kurban

sizin için

bir tohum.’ Enis Batur

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

O hala iktidar !

Diyor ki; bana daha açık şekilde söyleseydin, daha net anlardım.

Anlaşılmaz olduğumu düşündüğüm zamanlar gidip felsefe okumaları yapıp kendimi rahatlatıyorum. Tuğla gibi kitaplar okudum, ilk gençliğimde okuduğum kitaplarla dost sohbetlerinde çok adam dövdüm.

– Efendim Haydiger de bu işi şöyle bir formda yorumlamıştır!

Hala acıları baki midir bilmiyorum ama içlerinden artiz orospu çocuğu geçirmişlerdir mutlaka.

Diyor ki; ben hiçbir şey yapmadım mı?  

Sorun bu değil belli ki kavga etmeye gelmiş sesi bir yükseliyor bir alçalıyor. “Bağırma lan” diyorum. Tamam diyor. Lan diyorum acımı inşa ettin. Benim azıma sıçan bir kadın tanıyorum diyorum ki kendine iyi bak.

Diyor ki;  ben seni sevmekten başka bir aptallık yapmadım.

Eyvallah. Eyv…

Diyorum ki; düzenli iş, ev, aile, çocuk yapma ihtimalimiz hala iktidar.

Senle diyor senle.

‘Papyrus’

‘insanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak ihtiyacım da o kadar artıyordu.’ – Sabahattin Ali

‘İnsanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.

İnsanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak ihtiyacım da o kadar artıyordu.

Mühimce mevkilere geçen adamların esaslı adetlerinden biri de galiba eski -ve kendilerinden geri kalmış- arkadaşlarına karşı gösterdikleri bu biraz da şuurlu dalgınlıktı. Sonra, o zamana kadar “siz” diye hitap ettikleri dostlarına birdenbire ahbapça “sen” diyecek kadar alçakgönüllü ve babacan oluvermek, karşısındakinin sözünü yarıda kesip rastgele manasız bir şey sormak ve bunu gayet tabii olarak; hatta çok kere şefkat ve merhamet dolu bir tebessümle birlikte yapmak..

Nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz.

Bütün teessürlerimiz, düş kırıklıklarımız , hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. Her şeye hazır bulunan ve kimden ne geleceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?

Etrafları tarafından anlaşılmayan, haklarında daima yanlış hükümler verilen insanların zamanla bu yalnızlıklarından bir gurur ve acı zevk duymaya başladıklarını biliyordum; fakat hiçbir zaman etrafın bu hareketini haklı bulacaklarını tasavvur edemiyordum.

Dünyanın en basit, en zavallı; hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir! Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rastgeldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiyoruz?

Bir kadın herhangi bir şekilde hoşuma gidince ilk yaptığım iş ondan kaçmak olurdu. Karşı karşıya geldiğim zaman her hareketimin, her bakışımın sırrımı meydana vuracağından korkar, tarif edilmesi imkansız, adeta boğucu bir utanma ile dünyanın en zavallı bir insanı haline gelirdim. Hayatımda hiçbir kadının; hatta annemin bile gözlerine dikkatle baktığımı hatırlamıyorum.

Kendimi bildim bileli, bütün günlerimi, haberim olmadan ve nefsime itiraf etmeden, bir insanı aramakla geçirmiş ve bu yüzden bütün diğer insanlardan kaçmıştım.

Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar.

Hiçbir kadın, ihtiras halindeki bir erkek kadar aciz ve gülünç olamaz. Buna rağmen, bu hallerini bir kuvvet tezahürü zannedecek kadar yersiz bir gururları vardır. Aman yarabbi, insan deli olur.

Para kazanmaya mecbur oldum. Bundan şikayetçi değilim. Çalışmak hiç de fena bir şey değil. Bana dokunan, ruhlarımızı alçaltmadan çalışmak isteyişimizin hoş görülmemesi..

Bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. Gene bu akşam anladım ki, onu kaybettikten sonra, ben dünyada ancak kof bir ceviz tanesi gibi yuvarlanıp sürüklenebilirim.

Hayatımızın, birtakım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın, trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Yahut bir kiremit, hafif bir rüzgarla yerinden oynayarak, devrin gıpta ettiği bir kafayı parçalayabilirdi.

Ona ne kadar muhtaç olduğumu şimdi anlıyordum. Ben hayatta yalnız başına yürüyebilecek bir insan değildim. Daima onun gibi bir desteğe muhtaçtım. Bunlardan mahrum olarak yaşamam mümkün olamazdı. Buna rağmen yaşadım.. Ama, işte netice meydanda.. Eğer buna yaşamak demek caizse, yaşadım..

Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor.’ 

‘Kürk Mantolu Madonna’ , SABAHATTİN ALİ , YKY Yayınları , Şubat 1998 , 163 Sayfa…

‘bana hiç söylenmemiş sözcükler gerek’ – AYTEN MUTLU

 

 

 

 

 

 

GİTME

dur
uyanan güz çiçeklerinin
alazlanan taşların
çalınmış yazgıların
ve ıslak hüzünlerin
ülkesi olan

yanımda kal

o vahşi güzelliği gitmelerdeki
bu günlük
çöl rüzgârlarına bağışla ne olur

kalırsan
akşam ve bulut ve gökyüzü ve çimen
ve gökyüzü ve kahkaha ve hüzün
ve yalnızlık
-o gizi ömrümüzün

bu eski hikâyede ne varsa yaşanmayan
başlayacak birazdan

gitme

Ayten Mutlu 

 
BİR TANIMI OLMALI

bu acının bir tanımı olmalı
bana hiç söylenmemiş sözcükler gerek

gözlerime doluşan bu yağmur kuşlarının
her sevgiye bir tarih düşüren yanlışların
çıkmayan sokaklarda yitirdiğim düşlerin
bu acıyla buluşan bir tanımı olmalı

göğsünü kanırtarak oyan kör bıçak gibi
yaşanacak her şeyi dünde unutmak gibi
ömrünü kayalardan fırlatıp atmak gibi
kendinde kaybolmanın bir tanımı olmalı

toprağı gökyüzüne savuran depremlerden
bütün evleri birden sürükleyen sellerden
geriye bir başına kalan ihtiyar gibi
acıyı solumanın bir tanımı olmalı

güneşin ortasında karanlık olmak gibi
kuruyan bir denizde sessizce yanmak gibi
ıpıssız bir evrende tek canlı kalmak gibi
bu çılgın yalnızlığın bir tanımı olmalı

sevdiğinin yüzüne son kez değercesine
söylenecek hiçbir şey kalmadı dercesine
en uzak tınıları boyayarak sesine
“hoşçakal” demenin de bir tanımı olmalı

ben ne söyleyeceğim şimdi yelkenlerime
bana rüzgâr dilinden sözcüklere gerek

Ayten Mutlu

 AYTEN MUTLU KİTAPLARI :

1- Dayan Ey Sevdam (1984)

2- Vaktolur (1986)

3- Seni Özledim (1990)

4- Kül İzi (1993)

5- Denize Doğru (1994)

6- Çocuk ve Akşam (1999)

7- Taş Ayna (2003)

8- Yitik Anlam Peşinde (2004)

9- Ateşin Köklerinde (2005)

10- Uzun Gemide Akşam / Soir Dans le Bateau Long (2008)