Kaç çeşit acı bilirsin? Acı gelince, Hüthüt Kuşu gibi omzunda belirince nereye gömersin kafanı? Sahi, gömer misin yoksa yorganın altına mı gizlersin? Kim demiş, ruhun acıları fiziksel acılardan daha kutsaldır diye? Yok, öyle bir şey… Yani, organsız bir bedende, herhangi bir hiyerarşik örgütlenme ve organizma yok… Organsız beden işte, yoğunluklar, uçuş çizgileri, akışlarla iç içe geçmiş, sarılıp sarmalanmış, kendine kapaklanmış sızmış içinde kalmış ya da kendinden yüzeye doğru boy vermiş, dal vermiş, yanmış, kül olmuş, bu masal da böyle bitmiş… Derken, bittiği anda, ibn-ül vakt belirmiş, masal yeniden başka bir boyutunda çokluğun başlamış.
Portakalı soyup başucuna koyan çocuk, ilk acıyı yaşadığında, kollarında derman kalmamıştı. Tüm gücü, enerjisi, yaşama devam etme arzusu acısının içinde hapsolmuştu. Sonra devam etti, sonra hayat akıp gitti. Hayat zaten hep akışta, duran sensin, kalakalan sen. Baksana, rüzgâr, ağaçlar, böcekler, bulutlar vs. sonsuz akışın ritmiyle kol kola akıp gitmekte, esip geçmekteler… Her an, arz ile arşın unsurları yenilenerek izdivaç eylemekte, her izdivaçtan yeni tohumlar tevellüt etmekte. Senin ne farkın var ki, çınarın sırrını içinde saklayan tohumdan? Kimliğe gerek var mı veya bir soyadına veya çakı gibi dimdik bir kurumun çatısı altında himaye edilmeye? Doğada diyorum, o muhteşem sanat eserinde, yâ Hû yâ Xwûda, -ah Hollandalı tam da altını çizdiğin gibi, gülmüşlerdi sana, aforoz etmişlerdi seni di mi? – ne kavimler ne ırklar ne milletler var. Sadece sonsuz akışla hemhâl olmuş, bilinçle ya da bilinçsizce, yürüyen çokluklar var. Ya hoşnutlukla ya da perçemlerinden tutularak yürüyenler…
Yalnız mısın, bir başına ve sahipsiz? En koyu yalnızlık seninki mi? Kimse yok mu etrafında, seni anlayan, seninle çatışan, sesine ses, bakışına bakış? Sahi, bu ümitsizlik mi? Yaşamak zaten, havf ve recâ arasında salınım değil mi? Ya da belki ikisine de yolu göstermek. Yaşamım, mım, mım, mım… Oh my lord, hisarım ve kayam, yetimlerin olana hiçbir vakit uzatmadım elimi ben! Yaşamım işte, onu kurar ve yıkarım, tıpkı yüzüm gibi, bakışım gibi, “ne olduğum” ya da “ne olmadığım” çözülene kadar, çözer ve başka bir yerde onu yeniden kurarım.
Yok Musa’yı beklemiyorum, hem şimdi Kızıl Deniz de çok uzakta, ama Fir’avun burada özofagusumda konuşlanmış durmakta boylu boyunca. Derwiş dedi, “Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz.” Bu sebepten zâil olana diyorum: “Düş yakamdan, ben fenâya gidiyorum!”
‘İbn-i Zerâbî’
(Fotoğraflar : Kızıl Derwish…)