Author Archive

Konuşuyorduk.

O gece bir evin bize ayrılan kısmında oturup , bizden önce bize , burası salon burada oturacaksın , televizyonunu şu köşeye koyacaksın , buraya iki vazo bir tane kanepe atarsan iyi görünür diye yapılan mimari bir dayatmanın içinde oturup konuştuk. Gidenlerden konuştuk , yeni doğacaklardan , sabahı çağırmaktı sohbetimizin amacı çünkü o an , güneş bizim oturduğumuz evin çok uzağındaydı. Karanlıktı , ve sessiz… Korktuğumuz için yazıyorduk , yazdığımız için konuşuyorduk , kalemlerimiz bir cümleye takılıyor ve oradan çıkamıyorduk. İsmail BEŞİKÇİ hapiste. Onun da kalemi belli ki bir yerlere takılmıştı ve şimdi kendisi hapse tıkıldı. Takılmamız birazda bundandı. Eğilimimiz vardı , hapse özlem duyduğumuz aptal zamanlar geçirmiştik , ölüm de var bu işin içinde dediğimiz anlar olmuştu – benim vardır birkaç kez direkten dönmüşlüğüm – . Bildiğimiz şeyler vardı. Görüp de söyleyemediğimiz , kör bir insanlığa sesleniyorduk , en göreni , miyoptu ve uzak görüşü yoktu gözlüğünün , – en hit olan yerimiz abide-i hürriyetin köprü altlarıydı , çünkü orada çok yankı yapardı kahrolsun diye bağırırken – akustik bir narayla seslerimizi kısıyorduk.

Sonra aşktan bahsettik , aşkın renginin kırmızı olmasından. Şarabımızın kırmızı olması kana karışmasını kolaylaştırır mıydı ? Yoksa kırmızı şarabı sevmemizin nedeni ideolojik miydi ? Aşka aşıktık. En sevdiğimiz kadın tipiydi , Gorki’nin romanlarındaki kadınlar , ve Nazım’ın Tanya’sı ne kadar cesur bir unutkandı. İsmini unutuyordu , Alman askerlerine söylememek için adını , cesurdu asılmaya giderken köy halkına sesleniyordu boğazındaki ip izin verdiği ölçüde…

Çocuklarımıza Tanya’nın ismini veriyorduk , asılacağını bile bile , dedim ya konuşuyorduk. Kelemimizden başka bir şeyimiz yoktu , dünyayı değiştirmemiz için , parasız pulsuz yazıyorduk. Yazdıklarımızda hep bir akşam üstü vardı , hep yarım kalan hayatlar , acılar , çünkü sevinemiyorduk Tanya asılırken , köy halkı oluyorduk , uzaktan izliyorduk ve çocuğumuz köy halkı olmasın diye ona haksızlık edip , adını Tanya , Deniz , Erdal , Ulaş koyuyorduk. Kaypaklık yapıyorduk , dönüyorduk çok hızla ve dünyanın doğası gereği dönmekti. Döndük bizde , dünya el verdiği ölçüde…

Andık sonra sürekli andıklarımızı , onlardı bize en karanlık zamanlarda bile , bize bir ışık olduğunu söyleyen , ve taşımamız için tabutlarını emanet edenler , yüktü ağır bir yük… Kahraman taşımak , her yoldaşa nasip olmaz diye sıkı sıkı tutuyorduk , düşüp kırılacaklarını düşünüyorduk. Kendi gazetemize sinirli , hüzünlü pozlar veriyorduk , meyilliydik kahraman olmaya…

Sabah olsun diye zamansız konuşuyorduk , şarabımıza katıyorduk gidenleri ve gelecekleri , iş olsun diye yazmıyorduk , işsizliktendi yazmamız , yazdıklarımız para eder bir gün diyip yazıyorduk , ev kirası vardı verilecek ev sahibi de çekilmez bir bunaktı , bir dahaki şarap parasını çıkarıp , evlilik yıl dönümüzü şarapla kutlayalım istiyorduk , istiyorduk ki sabah olsun , şöyle martılar çağırsın sabahı , güneş doğudan yükselsin ve sabaha genç bir günaydın çakalım istiyorduk , cebimizdeki silahı bırakalım gece karanlığında kaleme sarılalım diyorduk. Ve yazıyorduk kan gibi aşk gibi şarap gibi… Sabahı çağırmak istiyorduk ama o hiç gelmedi. (16 Aralık 2007)

‘Papyrus’

‘BEAT KUŞAĞI ANTOLOJİSİ..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devrimci Mektup..

 

‘anma günü , 2003’

 

sacco & vanzetti’yi hatırla

haymarket’i hatırla

john brown’ı hatırla

devlet karşıtı isyanın esirlerini hatırla

malcolm’u hatırla

paracelsus’u hatırla

huey & küçük bobby hutton’ı hatırla

crazy horse & chief joseph’i hatırla

modoc & algonquin ulusunu hatırla

patrice lumumba’yı

afrika rüyası’nı hatırla

tina modotti’yi hatırla

makhnov’u , tsvetaeva & mayakovski’yi & essenin’i

evet , kahretsin , trotsky’i de hatırla

hey , hypatia’yı hatırlıyor musun ?

socrates’i ? giordano bruno’yu ?

en yakın arkadaşımı hatırla , esclarmonde de foix’yı

kozmopolit fitilini hatırla

edward kelly’yi hatırla , cezaevinde katledildi

hatırla , hayatını avuçlarında tuttuğunu

bu anma günü , hatırla

neyi sevdiğini

& ne yaptığını – bekleme

hatırla yaşamın nasıl darağacı ilmeklerine geçirildiğini –

herhangi birine ait olan

& o vakit ozanları da hatırla :

shelley & bob kaufman’ı

van gogh & pollock’u hatırla

amelia earhart’ı hatırla

hatırla güvenli bir vakit değil ve

her şeyden daha doğrusu

yapman gerekeni kalpten yapman

hatırla ‘wounded knee’nin kadınlarını ve erkeklerini

kent state katliamını hatırla

hangi saftaydın :

imparatorluğun ortasında & hunlar yaklaşırken.

hatırla , vercingetorix’i , max jacob’u

apollinaire & suhrawardi’yi hatırla

bütün hatırlaman gereken ne sevdiğin

mary the world’ü hatırla..

Diane Di Prima..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘BEAT KUŞAĞI ANTOLOJİSİ..’ ,

 Hazırlayan : ŞENOL ERDOĞAN , SEL Yayıncılık – 6:45 > Yayın , Haziran 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yer : Türkiye.. Yıl : 2011.. Yıl : 2011.. Yıl : 2011.. YORUMSUZ..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘inceleme bölümünde de belirtildiği gibi yazar hiçbir değer sistemini dikkate almayan , disiplinsiz anti sosyal bir seks bağımlısı tipi ile şahsiyetleştirdiği ‘yumuşak makine’ isimli kitapta bir konu bütünlüğü olmadığı , gelişigüzel kaleme alınarak anlatım bütünlüğüne de riayet edilmediği , genelde argo ve amiyane tabirlerle kopuk anlatım tarzının benimsendiği , özellikle erkek erkeğe cinsel ilişkilerin zaman ve yer tasvirleriyle ar ve haya duygularını rencide edecek ölçüde anlatıldığı , zaman zaman tarihi mitolojik unsurların yaşam tarzlarından örnekler vererek kişisel ve objektif olmayan gerçek dışı yorumlarda bulunduğu anlaşılmaktadır.

Mezkûr kitabın bu haliyle edebi eser niteliği taşımadığı , okuyucu haznesine ilave katkısının olmayacağı , kriminolojik açıdan da kitapta , insanın bayağı , adi , zayıf yönlerinin işlenmesinin okuyucu üzerinde suça izin verici tavırları geliştirmektedir..’

‘küçükleri muzır neşriyattan koruma kurulu..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘nagat al saghira’yla kendimi ararken..

‘yıllar öncesinden koşarak gelip durduğum o son engeli de aşıp kendimi boşluğa bıraktığımda havada ‘onlar’ tuttular.. havada görünmez iplerle tutturulmuş gibiyim boşluğa.. görünmez ellerin tuttuğu görünmez ipler..

işte bugün yine kurtulmak istiyorum iplerden ve yol alıyorum boşlukta..

sesler uzaklaşıyor..

renkler soluklaşıyor..

kulağımda 1950’lerden bir ses ‘nagat al saghira’.. beni boşlukta sıkıca tutanlardan..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kulağımdaki ses boğazıma çöküyor..

sıkıyor sıkıyor..

her şey uzaklaşıyor , ses daha da çoğalıyor..

tüm ruhumu , benliğimi işgal ediyor yumuşacık adımlarla yavaş yavaş..

birden nagat’ın yüzü beliriyor karşımda..

yumuşacık kadife gibi sesiyle dokunuyor kalbimin en acıyan yerlerine..

teker teker dokunuyor..

kalbimin en acıyan yerlerine dokundukça nagat , yaşamak ne kadar ağır bir ceza diye haykırıyorum.. ama haykırışım içimde yankılanıyor.. ‘kimse duyamaz benden başka seni’ diyor..

‘neresi en çok acıyor’ diye soruyor nagat..

kalbime bakıyorum..

ağlıyorum..

eliyle gözyaşlarımı silmeye çalışıyor..

ama durduramıyor..

kim seni bu kadar yaraladı diyor ve kalbime dokunuyor..

ah nagat el saghira..

sen biliyorsun..

biliyorsun ki hala ısrarla aynı yaranın üzerine şarkını bastırıyorsun durmaksızın..

acıyor..

bastırdıkça daha da acıyor..

nereye gidiyorum diyorum kendi kendime..

beyaz..

sadece beyaz..

anna kavan’ın yanından geçiyorum..

ya da geçtiğimi sanıyorum..

elimi yakalamak için uzatıyorum tutamıyorum..

sanki ‘gitme , buz geliyor oradan’ diyor..

nagat ‘devam et’ diyor bana..

ve kendisi de devam ediyor şarkısına..

beyaz gözlerimi kör ediyor sanki..

sadece nagat..

sadece nagat’ın sesi..

sadece nagat’ın kalbime yumuşak dokunuşları..

kaç kişi dinledi seni nagat al saghira bu yeryüzünde..

kaç kişi seni bildi..

bilemeyenlerin dinleyemeyenlerin suçu neydi..

dinleyenlerin ayrıcalığı neydi..

seni dinlemek ‘onu’ dinlemek kadar güzeldi..

seni senin dilinde anlayabilmek de ne büyük şanstı benim adıma..

beraber yol alıyoruz sessizliğin içinde , sadece senin sesinle..

beyazlığın sonunda bir yeşillik görünüyor ufukta..

yorulmuyoruz hiç..

etraf yavaş yavaş yeşilleniyor..

cennet burası mı yoksa diye kendi kendime soruyorum ama bir yerlerden de tanıdık geliyor..

musa..

musa dağı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

burası musa dağı..

diyecek oluyorum parmaklarını dudaklarıma götürüyorsun..

susuyorum..

ama ikimizde çok iyi biliyoruz ki burası musa dağı.. nur dağlarının sonuna doğru yeşillikler içinde bir dağ..

birden serdar karşımda beliriyor arkasından ipek..

bize doğru koşuyorlar..

kalbimdeki tüm yaralardan daha güçlü bir acı duyuyorum..

tüm yaralarım , doğduğumdan beri açılan tüm yaralarımı hep onarmaya çalıştığın halde kabuk bağlayanlarla birlikte hepsi birden kanamaya başlıyor..

serdarın gülüşüne sarılıyorum..

tutamıyorum..

ipeğin saçlarından yakalamak istiyorum elim kayıyor senle birlikte düşüyoruz bir çamın dibine nagat..

ayağa kalkmak istedikçe kanıyor kalbim..

sense kanayan tüm yaralarıma yetişmek istercesine yorulmadan söylemeye devam ediyorsun şarkını..

haykırıyorum ipek’le serdar’a.. ya da haykırdığımı sanıyorum..

çamların arasında kayboluyorlar..

onlar kaybolunca ‘yol bizim , üzülme buluruz onları tekrar’ diyerek elini uzatıp beni kaldırıyorsun..

sırtımı bir ağaca yaslayıp önümde uzayıp giden vadiye bakıyorum..

‘biz onları hiçbir zaman bulamayız , yakalamayız’ diyorum nagat’a..

acı acı gülümsüyor..

hatırla diyor ‘moda’da ipek’le denize bakarak konuştuğunuz günleri..’

senden ne kadar ufaktı ve ne kadar öfkeliydi değil mi..

o küçücük yüreğinde ne kadar büyük bir yürek taşıyormuş değil mi..

şaşıyorsun..

değil mi..

ipek..

yokluğu ne kadar büyük ve acımasız değil mi..

neden dayanamıyorsun onun yokluğuna..

ya serdar..

ne çok gülümserdiniz beraber dayak yerken çetin hocadan..

dayak yedikçe gülümserdiniz..

gülümsedikçe dayak yerdiniz..

ne çok yürürdünüz konuşmadan sadece gülümseyerek değil mi..

gülmeyi , gülümsemeyi ondan öğrendiğini neden itiraf etmiyorsun kendine..

gülmeyi ve gülümsemeyi bilenler kimler..

sahte gülüşlerde sen kendini kaybederken onlar senden çok uzaktaydılar artık..

ve sen onlara şimdi yetişmek istiyorsun..

neden..’

‘neden’ kelimesi kulaklarımda şarkıyla birlikte yankılanıyor..

nagat’ın elini çekip fırlatıyorum kalbimden..

nagat’ın eliyle birlikte kalbim de fırlıyor vadiye doğru..

kalbimi tutan hiçbir şeyim yokmuş..

benim içimde bir ur gibi büyüyüp durmuş..

göğüs kafesinde boşlukta asılı duruyormuş tıpkı benim hayatta boşlukta duruşum gibi.. beni tutan görünmez ipler varken kalbimi tutan görünür ya da görünmez hiçbir ip yokmuş..

donup kalıyorum..

kalbim yuvarlanıyor vadiye doğru..

uzaklaşıyor..

çamların dikenlerine sivri uçlu taşlara çarpa çarpa acıyor belki de..

koşmuyorum kalbimin peşinden..

ayaklarımı uzatıyorum vadinin kenarındaki uçurumdan boşluğa..

zaten hep boşlukta değil miydim..

nagat susuyor birden..

müzik kesiliyor..

ses yavaş yavaş kayboluyor..

nefesim kesiliyor yavaş yavaş..

nagat gitme diyemiyorum bağıramıyorum..

meğer o şarkı..

meğer nagat’ın sesiymiş ayakta tutan beni..

arkasına dönüyor uzaklardan , ‘kalbinin peşinden koşmayan serdarla ipeği gerçekten aramıyor demektir’ diyor yumuşacık sesiyle nagat..

sıçrıyorum yerimden..

sadece bir hamle gerekiyor yetişebilmek için kalbimin arkasından..

kendimi boşluğa bırakıyorum..

ve müzik ve şarkı başlıyor..

nagat tekrar söylüyor..

kalbimi vadinin dibinde bir su kenarında buluyorum..

ve yanında nagat..

nagat’ın yanında bağdaş kurup oturmuş ipekle serdarı görüyorum..

ipek yine kitap okuyor..

serdar’sa nakış işler gibi gülümsüyor bana doğru..

oturuyorum yanlarına..

herkes susuyor..

sonra aboş geliyor..

abooşşşşşşşşşşşşşşşş sen de mi buradasın..

gülümseyip küfür ediyor..

nagat söylemeye devam ediyor..

susuyoruz.. onlara bakıyorum..

sarılmak geçiyor içimden.. ipeğin saçlarına dokunmak , yakalamak ve hiç gitmesin diye bileğime dolamak istiyorum o uzun saçlarından.. tutamıyorum yakalayamıyorum..

serdarın dudağının kenarına uzanmak istiyorum.. uzanıyorum.. gülümsüyor.. düşüyorum..

aboşumun elinden tutmaya çalışıyorum küfrederek beni itiyor tıpkı ortaokuldaki gibi.. hala inatçı..

nagata dönüyorum..

gülümsüyor..

vadinin dibinden yukarıya doğru bakıyorum..

elini uzatıyor nagat..

tutuyorum elinden ve beni çekiyor yukarıya doğru.. hayır diyorum geriye dönüp 20 yıl öncesinde kalan yüzlere bakıyorum..

el sallıyorlar ve arkalarını dönüp vadinin karanlık yerlerine doğru sessizce yürüyüp kayboluyorlar..

gözlerimden yaşlar akarken kalbim kanamaya başlıyor tekrar..

musa dağı’nın tepesindeki yola vardığımızda ellerimi kurtarıp göğüs boşluğumda duran kalbimi tutup vadiye doğru fırlatıyorum..

nagat dönüyor..

bu kez o ağlamaya başlıyor..

şarkıyı söyleyen sesine gözyaşları damlıyor..

onun ağlamasına dayanamıyorum.. kanıyorum.. onu teselli etmeye çalışıyorum , ‘bu kadar anlamsızca yaşanan bir hayatta ne ihtiyacım var bu kalbe’ diyorum..

nagat kayboluyor..

peşinden koşmaya çalışıyorum..

tökezleyip düşüyorum..

düşmemle beraber bir çamın dibinde uyanıyorum..

gözlerimi açıyorum..

adnan abi karşımda yeşil gözleriyle gülümsüyor..

kıyamadım uyandırmaya seni diyor..

kaç saattir uyuduğumu öğrenmek istiyorum..

‘sar hams saa’ diyor gülüyor..

her zaman ki gibi mi diyor evet diyorum..

koşuyor ‘pilot’un yeri’ yazan tabelanın altında kayboluyor..

çam kokusunu içime çekiyorum..

göğsümü yokluyorum..

atan bir şeyler  var..

ve evet kalbim orada..

yine mahkumum kalbime..

gülümsüyorum..

acı çekmeye var mısın diyorum kendime..

arkadan bir ses bence varsın diyor..

dönüp bakıyorum nagat..

gülümsüyor..

ve sana kurban olayım adnan abi..

dünyanın en güzel hummusunu ve buğannüçünü yapan sen o güzel yeşil gözlerinle nasıl da anlıyorsun bu zavallının ilacını : çam ağaçlarına iliştirilmiş hoparlörlerden nagat’ın sesi musa dağından aşağılara doğru yayılıyor..

ve vadinin dibinden nadir başkan’ın sesi çınlıyor : ‘ehlennnnnnnnnnnnnnnnnnn..’

koşarak bana doğru geliyor..

‘bensiz buralara gelip oturmak ha.. haberim olmayacağını mı sanıyordun’ diyor..

özür dileyerek onun gülümseyişinde çaktırmadan serdarı arıyorum..

görür gibi oluyorum..

sarılıyorum nadir’e.. buram buram defne kokuyor.. kokluyorum gar sabunundan gelen defneyi.. içime çekiyorum nadiri..

hala var diyorum karşılıksız sevenler..

hala var umudu yeşertenler..

hala var güzeli arayanlar..

hala var iyiliğe koşanlar..

hala var inadına gülümseyip korkusuzca ağlayanlar..

çam ağacının altındaki her zamanki masamıza çöküyoruz..

yapmacıksız bir insan tüm doğallığıyla karşınızda..

nadir..

ismi gibi nadir..

eskilerden konuşmaya başlıyoruz..

adnan abi yeşil gözlerindeki gülümseyişle geliyor uzaktan..

nadir ona bir küfür savuruyor..

nadir’e ‘ayb ule’ diyorum..

adnan abi gülerek dalga geçiyor benimle tepsiyi masaya koyarken : ‘vay ne zaman öğrendin konuşmayı’ diyor..

hüzünlenerek gülümsemeye çalışıyorum..

kolundan tutup oturtmaya çalışıyorum masaya..

‘habibi buğannüç için patlıcan biber domates attım ateşe yanmasınlar.. yapayım geleyim’ diyor..

hiçbir zaman dolaptan çıkarıp bir şey vermedi bana adnan abim..

1300 kilometreyi sırf onun bu cennetinde oturmak için geldiğimi bilmiyor..

kalkıp ocağa gidiyor..

nadir’le kadehleri dolduruyoruz..

‘neye içelim’ diyor..

‘serdarın gülümseyişine , ipeğin kocaman yüreğine , aboşun çelik bileğine , adnan abinin yeşil gözlerine , acılarıma , acılarına , musa dağına , yaylıcaya , batıayaza , samandağa antakyaya , st simona , kel dağına , denizlere , gökyüzüne , ‘ikizim’e , nagat el saghira’ya ve ve ve güneş’e içelim diyorum..

kadehler havada çarpıp gidiyor dudaklara doğru..

ilk kadehler inmez bitmende masaya..

boş olarak inerken kadehler adnan abi küfrederek geliyor ‘ya şabep , eri……………….’ kahkahaya boğuluyoruz.. onsuz başlayışımıza içleniyor.. susuz bir duble doldurup ‘neye içtiniz hainler’ diyor.. nadir tüm saydıklarımı eksiksiz tekrarlıyor ve ‘halas’ diyince ‘ala ruhek’ diyerek adnan abi çekiyor susuz rakıyı.. dudaklarından damlarken rakının damlaları midesinde beyazlatıyor rakıyı kavrulan boğazından çıkan hoh sesiyle..

gülüyoruz yine..

ve işte alkolün ilk güzelliği..

sessizce müziğe bırakıyoruz kendimizi..

nagat al saghira’nın sesi sarıyor tüm dünyayı..

sadece o..

nagat al saghira..

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ben denize aşığım senin gibi sevgilim,

sevgi dolu ve bazen senin gibi deli dolu göçmen,

misafir bazen,

senin gibi gizemli bazen,

senin gibi üzgün

ve bazen sepsessiz denize aşığım

ben semaya aşığım senin gibi,

bağışlayıcı yıldızlarla ve mutlulukla örülmüş

bir sevgili, bir yabancı

çünkü senin gibi çok uzak

ve bazen senin gibi çok yakın..

şarkı dolu gözlerle semaya aşığım

ben yola aşığım çünkü üstünde tanıştık

mutluluğumuz ve sefaletimiz

dostlarımız ve gençliğimiz

gözyaşlarımızın güldüğü yerde

ve mumlarımızın ağladığı yerde

dostumuzu kaybettiğimiz yola aşığım

ben denize aşığım

ve ben semaya aşığım

ve ben yola aşığım

çünkü bunlar hayat

ve sen sevgilim,

sen hayattaki her şeysin..’

 

Hayatıma Jehan Barbur’u Katmanın Kazanımı Üzerine

dönüşmeden,
değişmeden gün olmaz
çare bulmaz

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hergün yeni bir güne başlamanın farklılığında olup hayatına bir şeyler katmayı dert edinen insanların yanında yer alır sesi Jehan Barbur’un.

 Gidilen her yerden topladığım ve sürgülü naylon poşetlere doldurduğum sıvı katı cisimlerim var evimde. Kum, taş, yazı, mürekkep, gözyaşı, pas, kahkaha, boya, , yün, kıl, tüy, kir, koku. Onlar besliyor, onlar büyütüyor beni. Varlığımın gerçekliği ancak o zaman inandırıcı geliyor. Aksi takdirde ben de sen de boş bir sayfa değil miyiz zaten? diyerek biyografisinde girizgah yapmış güzel sesli kadın. Kitap okur gibi bi hissiyat onu dinlemek, dinlemeyi bıraktığınızda dahi içinizde yer edinen, altı çizilesi dizelerden oluşan sözlere sahip bi zenginlik. Huzur bulmanın yanında, kendimizi sorgulamamıza sebebiyet veren bir aktivite. Kulak vermeye  başladığımda günlerce ilk yaptığım iş, onu açmak, ona açılmak oluyor. az konuşup çok düşünmek şarkılarını dinlemenin etkilerinin başında gelmekte.

  

 

 

 

 

 

Masal dinlemenin büyükler içinde geçerli olduğu, geriye bakmanın unutulduğu dünyamızda bize şöyle seslenmektedir;

 Belki çocukluktan kalan
Küçücük bir hikayenin
Ardından gitmek içindir uykular
Belki yaşanmamış yaşanacak
Onca hayal peşinden koşmak için
Bütün masallar.

 

 

 

 

 

 

fikirlerden çok olayların, durumların ve ilişkilerin arasında boğulan insanları sallar birazda, kendine gel niyetine. Çok şey yapmak isteyip heves kıvamında kalmak, hiçbir şey yapmayıp hayal kırıklığına karşı korunaklı durmak, her şeyi yarım bırakıp bitirilen bir hikayesi olmayan

Biz yığınlara seslenir;

kalabalık bir sokak belki hayat
sen her köşe başı
yorgunluktan mı bu halim
düşünmek bile zor
kelimesiz geldiğim
fikirler yol almaz

dağınıklıktan mı bu halim
durulmak artık zor
geçmişte bitirdiğim
hüznümde hal kalmaz

toplanmamış bir oda
benle hayat
sen
yağmur sonrası…

çoğumuz için kendi içinde yaşamaktan umudunu kestiği, varolan düzenin gerektirdiği evlilik, garantili ve sallantıdan, heyecandan koşar adım kaçanlar için bir güvencedir.

Aşk ise, bir çoğunun ekranda tanık olduğu, bir kısmımızın okuduğu, azınlığın ise irdelediği ve yaşadığı bir kavramdır. Çoğunun söze dökmediği ama dinlerken kendine baktığı bir aşk şarkısında sıra;

Hiçbir şey bitmez
Hiçbir şey ölmez
Hiçbir şey sonlanmaz
Yokolup da kül olmaz

Umudum senleyken yitmez
Her görüşte yeniden aşktır bu belki.

Boş bir güne aldanıp
Uzun uzadıya ağlayıp
Kendimi seninle barıştırıp belki
Gün be gün özleyip ama iki çift laf edemeyip
Tek başına aşık olmaktır bu belki

Sonsuz bir tekrar bu
Seninle tüm yenidenlikler
Cansız bir aşk avuntusu bu
Her görüşte can bulup güzelleşen.

Geç Kalmış Şermin’in Yeri benim yerini ayrı tuttuğum, kelimelerim anlatırsam kifayetsiz kalacağı türden bir değere sahip. Dinleyin, ne dediğimi anlayacaksınız…

‘HERDEM’

‘kevok’ ve ‘sarı..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kevok , sarı.. (fotoğraf : blackhawk..)

 

dün her ne kadar kötünün kötüsü durumdaysam da ‘kevok’ ve ‘sarı’ kardeşlerimin daha doğrusu ‘aylakdaşlarımın’ en mutlu gününün ilk kısmına katılabildim ancak..

beni affetsinler.. gece düzenlenen ve aldığım istihbarata göre içkilerin su gibi aktığı kısma katılamadım.. kendilerinden sonsuz kere özür dilerim..

yaklaşık dört beş gün önce tahmin ettiğim kadarıyla ‘ikiz’ nahiyesinden gelen telefonla zayıf düşen vücuduma bir yerlerden saldıran bir virüs nedeniyle rahatsızlandım.. dün ve bugün özellikle nefes bile alamayacak durumdayım.. bu haziran sıcağında grip , yüksek ateş , öksürük ve artı burada yazmak istemeyeceğim değişik faktörler resmen kök söktürüyor bana.. hatta ‘delirmek’le yazışırken de geçti , ‘vakayı hayriye’ diye adlandırılabilecek ve komik olduğu kadar acı bir duruma düşecek kadar aciz bir durumdaydım..

bir yandan iş gücün peşinde koşmak bir yandan hayatın diğer hengamesi hastalıklar da pekişince tam ‘oldum’ dün itibariyle..

dün sabah altıda ‘ciğerim’le buluştuk.. yaklaşık üç yıldır canımızdan bezdiren bir iş için belki 150. kez büyükçekmece’ye yollandık sabahın köründe.. aracın camından yansıyan ışığın yanında vücudumu yakan kendi ateşimle birlikte yamuldukça yamuldum.. neyse ki işler yolunda gitti de dün itibariyle üç yıllık iş bitme aşamasına geldi.. biraz gülümsedik.. sonra bakırköy’e geçtik oradan göztepe ve acıbadem arası mekik dokuduktan sonra mekana geri döndük.. şehir içinde yaklaşık dokuz saat araba kullanmak bu şekilde hastayken pek mantıklı değildi ama ne yapalım ekmek parası.. fakat pilim tam anlamıyla bitmişti , biraz dinlenelim mekanda dedik ama baktık nikaha bir saat kalmıştı.. iki ilaç attım.. sonra nehirim , ciğerim , gülümser ve abidin dayı hep beraber nikah salonuna yollandık.. ‘halo’ tarafından satılmıştık , o da bizimle gelecekti ama bizi satarak tek başına intikal etmiş kadıköy evlendirme dairesine.. kimseye sarılmadım , öpmedim dün ama ‘halo’ya sarılıp öptüm ve hastalığımı sattım ona büyük bir zevkle.. son haftalarda bize yönelik satışlarda indirime gitmiş olacak ki habire bizi satıyor ‘halomuz..’ dün ben haddim olmayarak cezasını kestim ve hastalığımı ona sattım.. hem dün o mutlu günde o meşhur , namı dünyaya yayılmış kurbağalı kravatını da takmamıştı.. suçu çoğalmıştı yani anlayacağınız ‘halomuzun..’

bahçede hemen hemen istanbul aylaklarının tamamı toplanmıştı.. kimler yoktu ki.. 1 mayıstan daha çok adamı toplamıştık sanırım.. merhabalaşmalar , nasılsınlardan sonra salona girdik heyecanla..

sanırım ‘kevok’ ve ‘sarı’ da çok heyecanlıydılar.. yaşama karşı birlikte direnme kararı almışlardı.. ‘sarı’yı hepimiz tanırız , sanırım yirmi seneye yakın oldu.. ‘kevok’la yeni tanıştık çoğumuz fakat hemen kaynaştı tüm aylaklarla ve ‘sarı’dan daha çok el verdi siteye , katkı sundu..

işte bizler de dün istanbul aylakları olarak bu değerli iki kardeşimizin heyecanlı anlarına şahit olmaya ve mutluklarına ortak olmaya gelmiştik..

salonda müziğin çalmaya başlamasıyla nefesler tutuldu ve kapının açılmasıyla gelin ve damat göründü.. ikisi de çok güzel ve şekerdiler.. yüzlerinden , gözlerinden gülümseme eksik olmuyordu.. ‘sarı’ zaten herkes bilir uyurken de gülümser.. hele hele  ‘sarı’nın o pamuk gibi hali yok muydu bittik hep beraber.. fırlayıp yanaklarını sıkıp öpesim geldi ama gribimi ona satarak bu güzel günlerini zehir etmek istemezdim..

ve klasik nikah seremonisi başladı.. neyse ki abuk sabuk espriler yapan ya da tamamen asık suratlı birisi yoktu bu sefer nikah memuru olarak.. ama ‘sarının’ heyecanı nikahta ortaya çıktı.. kendileri evet diyip defteri imzaladıktan sonra tuttu defteri nikah memuruna vermeye çalıştı şahitlere imzalatmadan.. şahitlerden ‘şule ablamız’ uyardı hemen ‘sarı’yı ve hep beraber kahkahalarla güldük orada.. gülerken ‘kevok’ hemen ayağına basıverdi ‘sarının..’ ve değişik yerlerden son kalelerden birisi daha düştü denildi nedense bana bıyık altından gülümsenerek..

sonra tebrik merasimi başladı.. öpmeye kıymadım kendilerini.. risk alarak ellerini sıktım ve kutladım.. ‘sarım’ ve ‘kevok’ çok mutluydular.. o günü ölümsüzleştirmek için hemen bir fotoğraf çektirdik.. ve ben o fotoğrafta sanki kamyonunu ya da otobüsünü ana yolda yasak yere park etmiş ama her an çekilecekmiş korkusu yaşayan bir otobüs şoförü olarak çıkmışım.. hastalıkta yüzümden okunuyor.. fotoğrafa ‘şoför’ yorumunu ilk yapan sevgili ‘delirmek’ oldu.. ‘papyrus’ ise bana sarılıp ‘abi sarımız da gitti’ dedi.. ‘kalan sağlar bizimdir’ diyip güldük ağız dolusu..

neyse tebrik merasimini de hallettikten sonra tüm aylaklar toplandık mekana yürüdük.. gittim hemen stok yaptım aylakdaşlarıma.. akşama polonezköy’de düzenlenecek yemeğe kadar kafalarını yapmamız lazımdı bu mutlu günde.. biraz çerez taşıyabildiğim kadar bira taşıdım.. mekan tıklım tıklımdı.. gelenler gidenler.. oturacak yer kalmamıştı.. herkes su gibi bira içerken ben hayretle bakan gözler altında ‘su’ içiyordum.. evet su içiyordum.. ‘çivi çiviyi söker’ gibi tahrik edici , şevk veren cümlelere rağmen içmedim.. çivi çiviyi sökseydi bir gün önce iki şişe viskide iyileşmem lazımdı.. ama nerde..

 tüm aylakdaşlar saat yediye doğru yola çıktılar polonezköy’e ama bensiz.. çünkü ben eve doğru yola koyulmuştum..

gece için organize edilen yemek ve eğlenceye katılacak halim yoktu.. çok ısrar ettiler ama ne yazık ki katılmam imkansızdı.. ve doğrusunu yapmışım çünkü dün yemeğe ve eğlenceye katılamayışıma rağmen bugün daha kötüyüm.. şu satırları bile hangi kafa ve fiziksel halle yazdığımı tahmin edemezsiniz.. dün gece yazacaktım ama yazamadım hastalık ve yorgunluktan.. bugün yazmam gerekiyordu birkaç cümle ancak bunlar çıktı kusuruma bakmasın kimse..

 polonezköy yemeği ve eğlencesini de artık katılan diğer aylaklardan birisi yazar.. yazın la.. merak ediyoruz.. ben gidemedim la lütfen yazın.. hele aylaklar adına hediye edilen ‘merdane’nin sarı’ya veriliş anı ayrıntılarıyla anlatılsın lütfen..

kısacası mı özetle mi desem ne desem bilmiyorum ama dün ‘kevok’ ve ‘sarı’ aylakdaşlarımızın en mutlu gününde birlikte olduk.. gecenin tamamına katılamadığım için tekrar burada kendilerinden af diliyorum ve kendilerine ömür boyu mutluklar diliyorum aylak adamız ailesi adına..

gülüşünüz daim olsun..

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

gölge oyunu

karanlık

meşakkatli sokaklar

balodan düşen maskeli suratlar

ve gölgesine basmaya çalışan bir deli

 

aydınlık

sahneden düşen ayrıksı gerçeklik

ışığına aldırmadan etrafında dönüp duran

huysuz bakışlarla şevklenen bir fahişe

 

oyun

düşlerde ip atlayan ihtiyarlar

kıyıda fırtınaya ters düşen hınzır ergen

adımlarını adımlayan karikatürler festivali

 

yaratı

üç kağıda gelmiş tüccar

yalanlar söyleyen imgelemci

ve kelimeler satın alan bir şair

 

gölge

maskesi düşmüş sahtekarın yanılsaması

sokağın köşesine yürümekten korkan bir münzevi

keşfedilemeyecek olan zakyntos adası

 

korku

aldırışsız bir yaşamın en dibinde yaşanagelen

küçük fanusundan çıkamamaya lanetli bir gölgenin oyunu..

 

‘DELİRMEK’

(20.12.2009 – ömer hayyam caddesi , kasımpaşa.)

Jack’le karşılaştığımız hiçbir maçı kazanamadık.

Sokak

Dün kızı otobüse bindirdikten sonra “delirmek” aradı – Nabıyon dedi , dedim ki –Sıcak hava , nem , makat 42 derece. Akşam Behzat var hazırlık yapmak için eve geçiyorum.

“Bizim T’nin nikahı” diyor , Napıcaz. Plan , proje vs. görüşürüz diyip kapatıyorum telefonu.

Ev

Ortalık dağınık. Sağ olsun bizim köpek , bizden daha fazla evi dağıtma yetisine sahip. Düşünmek için oturuyorum. Durup düşünmek gerek ya oturduğum yerden bu ev nasıl temizlenir diye düşünüyorum. Sıkıcı yani… Sonra cep telefonuma tak bir mesaj düşüyor “Crockett” litrelik jack ve otuzbeşlik grants sezonu açılmıştır. Diyorum ki para fezada. Gel diyor her şeyi ben tamam ettim.

Karargâh

Boğanın orda bir dondurma alıyorum Crockett’e… Karargâhın kapısı açılıyor. Sıcağın şefkatli pençelerinden kendimi karargâha atıyorum. Öpme diyor burnum akıyor. Tamam diyorum. Her şey hazır maça başlıyoruz. Hayattan siyasetten vs. konuşuyoruz. Arada bardakları tokuşturuyoruz. İktidar hafiften ürperiyor biliyoruz. Delirmek mesaj atıyor hala orda mısınız ? Kısaca yeap diyoruz. Herif o an çalışıyor ama aklındaki Jack mucizesi çepeçevre sarmış durumda. On beş dakka sonra yanınızdayım diyor. Biz yarım şişeliğiz daha. Yolumuza istikrarlı şekilde devam ediyoruz. Müziklerin bini bir para…

Delirmek geliyor. Yüzü gülüyor , dişi parlıyor. Çoluğu çocuğu işi gücü satıp adam mucizeye koşuyor. Dolduruyor içiyor dolduruyor içiyor adam bizi on dakika içinde yakalamış , öne geçmek için şişeye el atıyor.

Ben tişörtü çıkarmışım halay başı halayda bir tek benden oluşuyor tey tey teeeey…

– Sabah kalktığımda o tişörtü bulamadım haberiniz olsun eğer eve çıplak yürüdüysem kadıköyün cümlesine rezilliğim manşettir ilgili arkadaşlara duyurulur ! –   

Zaman ilerliyor zaman ilerlemiyor ışık hızıyla geçiyor benim ağzım burnumla yer değiştiriyor , dünya diyorum benden daha hızlı dönemezsin , diyorum ki en büyük ibne sensin ver elini öpeyim.

Ev

Hafızamı orospu çocuğu Jack’e çaldırdım söyleyin geri getirsin. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Ve bir kez daha yenildiğimi severek ve isteyerek kabul ediyorum.

“Abi bana o halayı o zeybeği oynatmayın.”

‘Papyrus’

Ruh toparlayıcı ve iyileştirici…

Binanın dış yüzeyindeki o anlamsız düzlük bir ruh toparlayıcısının bulunabileceği ve yaşayabileceği mekanlar içinde sanırım en olumsuzu olsa gerektir. zile basınca kapının açılma süresi ile bekleme süresi arasındaki zaman çok tüketici , alıp götürücü , kendine dönücü bir süreç ve işte o güzel an , otomata basılır , beklersiniz ki otomata kısa sürede basılsın , yok olmaz ama gereksiz olan ne varsa tedaviye geldiğiniz bu ruh toparlayıcının kapısında başlıyor zaten , zzzıırrrr….. kapının ağırlığını açarken kendi ağırlığınızla ölçmeye çalışıp o anı saklamaya çalışıyorsunuz , kapıyı ardına dek açıp içeri ilk adımınızı attığınız her şey korkulu bir düş gibi… ağır adımlarla ruh toparlayıcının dairesine yöneliyorsunuz , o ahşap kapının ardında ne olduğunu bilemeden ( bir an o kapının ardından şişman , şişmanlığıyla gurur duyan bir akıllara zararın çıkacağını elinde bir ruh iğnesi olduğunu , önündeki önlüğün üzerinde beyin parçalarının ve esir ruhların çığlıklarının yapışmış olduğunu gördüğünüzü zannediyorsunuz ) ilerleyip zaten sizin kapıya gelme sürenizle onun içerideki olası masasının başından kalkıp , ahşap kapıyı açmak için kattettiği yol ömrünüzün unutmak istediği fakat aklınızın unutmadığı korkulu bir şeymiş gibi.. kapı açılır ve tam o an tüm o duyduğunuz korkular üzerinize akar , beklediğiniz ile olan arasındaki farkı hisseder gibi sanki…. güleç yüzlü orta yaşlı sekreter ya da asistan görünümlü bir kadın içeri buyur ederken neden umduğunuz görünümde olmadığını kendinize soracak oluyorsunuz , hayır hayır daha kötüsü var demek ki , bu bir kandırmaca şimdi o güleç yüzlü kadının masasının altından bir takım iğneli ve ruhsuz ruhlu insancıklar çıkacaklar , iğneleri ile sizi korkutup sürekli soracaklar sırıtarak ‘hoş geldin niye geldin , hasta mısın , ruhunu mu kaybettin , dr. Yabancılaşmanın verdiği ilaçları neden kullanmadın’…. ellerinde hemen iğnelerinin yanında ruhunuzu tutarak… emin adımlarla ve her köşeye bakarak adımlıyorsunuz muayenehaneyi , bu hanenin içinde sizi nelerin beklediğini bilemeden , çıldırtıcı bir sessizliğe gömülmüş odanın bir tarafından ya da her yerinden gelen ruh dinlendirici olduğunu tahmin ettiğiniz bir klasik müzik , bu ruh toparlayıcının nasıl bir insan olduğunu merak ediyorsunuz ve işte çok beklemeden tanışacağınız ruh toparlayıcının sessiz ve biraz da kendinden emin adım seslerini duyuyorsunuz müzikle beraber o kısacık anda nasıl göründüğünü onun merak etmenize fırsat bile kalmadan görünüyor ve hoş geldin diyor olric… sen benimsin demiyor.. olric sormuyor ruhumu toparlayabilecek misiniz… annnecimmmm….. korkular sakinleşince duyumsuyorsunuz içeriye başka bir içeriye davet edildiğinizi , başka bir içeride ne olacak acaba , ruh dağınıklığının bedeli ne olacak ve bu ruh toparlayıcı nasıl bilecek ruhumun parçalarının dünyanın ya da yaşamın nerelerine dağıldığını , kaç parça olduğunu nasıl anlayacak… belki bir puzllee ustasıdır diye umut ediyorum , o zaman daha kolay olur… ne kadar güzel ve düzenli bir başka içeri burası , iki koltuk tek kişilik birbirlerine bakan , okumuştum bunların birine benim oturmam gerekiyor , diğerine ruh toparlayıcının oturması… bunu dahi ezberletmişler , biliyorum nasıl olacağını , eline birazdan bir kalem alacak muhtemelen hemen yanında bir not defteri olacak , yazacak yazacak , beni yazacak , ruhumu bulmaya çalışacağını söyleyecek , bulabilecek mi acaba ? ve öğretilmiş sorular… baştan başlayalım diyor neden geldin diyor , sizi bana getiren nedir… bilmiyorum sayın ruh toparlayıcı , emin olunki bilmiyorum siz varmışsınız dediler buluyormuşsunuz.. neyi buluyorum.. beni benliğimi yaşamımı kendimi buluyormuşsunuz sonra bulduğunuzu süslü bir zarfın içine koyup veriyormuşsunuz , ruhumu da yerine yerleştiriyormuşsunuz karşılığında ne yapmam gerekiyor.. para vermen gerekiyor… para mı sadece bu kadar mı benden istediğiniz karşılığında , para , ama her yer para , alıp gelirim şimdi , istesem insanlardan vermezler mi… ruhumu tekrar edinmek için o cebinizdeki kağıtlara ihtiyacım var hanımefendi emin olunuz ki onlarla bunu dışında bir şey yapmayacağım , karşılığını öderim size , ruhumu geri alayım ne isterseniz , isterseniz size orgazmı tattırabilirim , desem verir mi o kağıt parçalarından… düşüncelerimi ruh toparlayıcı kesiyor , sonra diyor biz peşin çalışmıyoruz , önce hizmet diyor… olamaz bu boş başka içeride onların ne işi var , hemen karşımda beliriyor , dr. Yabancılaşma bu , yanında dr. korkunç yalnızlık var onun yanında da dr. yalnızlık… hep kıskanır zaten dr. Yalnızlıkla dr. Korkunç yalnızlık birbirilerini… konuşmuyorlar sadece bakıyorlar ve hisset diyorlar kendini ruhunu nerede bıraktığını hatırla… neden geldin buraya ruh toparlayıcı sana bizim veremeyeceğimiz neyi verebilir ki ? bu soru zihnimde dolanıyor , işimin ne olduğunu bilmediğimi söylüyorum ayrıca ruh toparlayıcının o kadar kötü olmadığını elinde iğneler değil sadece not defteri olduğunu söylüyorum , ruh toparlayıcının kelimeleri ile arkasına bakması arasındaki sürede onlar onun göremeyeceği bir yere doğru , köşeye çekiliyorlar , neden korkuyorsunuz diyorum o bir toparlayıcı onun görevi bu , yaşama nedeni bu onun , üstelik bu müthiş hizmet karşılığında sadece para istiyor , ne kadar iyi bir toparlayıcı , sizler paradan fazlasını istemiştiniz hatırlıyor musunuz…. istediklerinizi karşılamanın külfetini karşılayamam çok ağırlar… benliğimi sürekli kendine dönen kısır döngülere teslim olmuş bir garabete benzettiniz , oysa sizleri ben özel kılmıştım yaşamımda , tüm hastalıklarımı iyileştirebilecektiniz… dostane kalabalıklarımı aldınız , sadeleşmiş yalnızlıklarımı alıp dünyanın en ücra yerinde bir kişilik hapishanesine kapattınız , bu çok ağırdı… ruh toparlayıcının sakin sesiyle uyanmış gibi oluyorum , sersem sarsak bir bilinçle cevap vermeye çalıştıkça daha fazla gömülmemek elde değildi… anımsamak şimdi aldığım duyduğum tüm hisleri ceplerimden çıkarmaya çalışıyorum… ruh toparlayıcıya kabalık ettiğimi düşünüyorum aslında sorduğu tüm soruları duymamış gibi yaparak yalnızlığıma gömülmek istemiştim bir an için olan biteni düşünmek burada ne işim olduğunu ve kimliğimi nerede bıraktığımı neden doğduğum yeri hatırlayamadığımı soracaktım aslında , yeşerdiğim ve yaşlandığım tüm mecralarımı biliyor gibi düşünmüştüm… bilmediğini öğrenmenin yolu ya da bildiğini ona sormak ve anlamaya çalışmasını sağlamak gerekiyordu ruh toparlayıcısına bile anlatamayacaksam kime nasıl….

 

Kime nasıl… benliğim… beynim ahh.. o kapıyı açan mendeburun önlüğünde unutmuş olabilir miyim tüm bunları ve daha fazlasını dönüp baksam mı acaba , aralarından seçebilecek kadar iyi tanıdığımı sanmadığımı hatırladım birdenbire , insanın kendi bireyini anımsamaması hatta hatırlamaması sanırım dünyada olabilecek en berbat yalnızlık ve sarsaklık , şimdi ne yapsam ne etsem de bunu en azından ruh toparlayıcısına anlatabilsem doğru düzgün , anlayacak mı acaba ama onun yaşama gerekçesi bu , o bir ruh toparlayıcısı…. öteki olabilmeyi başaramayan ve empati kuramayan her insanın bir zaman sonra kendiyle farklı zeminlerde yaşamını sıkıştıracak sorgulamalara girmesi içten bile değil , sosyallik halinin kendisi içeriği itibariyle zenginleştirici olabiliyor , fakat sorunun kendisi bu sosyalliğin içinde gizli zaten , insanların toplulaşarak yaşadığı bireysel toplumların sosyallik hallerinin samimi olmadığı , sahte yüzlerle dans edildiği aşiyandır , farklı olabilmesi için toplumsal aklın nasıl işlemesi gerektiği konusunda tüm toplumun hem fikir olması gerektir… olric toplumsal akla ters düştüğünü düşünüyor , o akıl olricin insanlarla iletişime geçmesini engelleyen unsurları zenginleştiren bir kanserli hücre gibi , duyulanın anlaşılmadığı , bakılan ile anlaşılan ve anlatılanın arasındaki farklar aklın kendisini imha yöntemi olabilir mi , belki de akıl intikam alıyor… ruh toparlayıcının ne kadar hızlı kalem kullandığı düşüncesiyle gerçek olana geri dönen  bilinç , zamanın ne kadar çabuk geçtiğini anlayabilmek için ruh toparlayıcının yüzündeki endişeye bakakalır… ve empati kurmuştur artık olric , ruh toparlayıcıya gerek mi kalmamıştı yoksa aklının ona oynadığı o garip oyunlardan bir başkası mıydı bu yaşadığı yeni şey , bununla ilgilenip bunu düşünecek miydi bunu da bilmiyordu aslında , dr yabancılaşma , dr yalnızlık ve dr korkunç yalnızlık da terk etmişti onu bu başka içeride , artık tamamen yalnız sayılırdı , yanındaki koltukta ruh toparlayıcısı , olric ve karşıdaki tablodan kendisine bakıp bakıp gülümseyen yaşamı onun… bahtiyarlık hissini mutlulukla özdeş tutmak doğru olur muydu acaba , bahtiyarlık belki de şu an duyduğu huzur olabilirdi , mutluluk ise neydi unutmuştu bile onu yıllardır… artık zaman dolmuştu,ruh toparlayıcı ile bir daha ki randevuya kadar görüşemeyecekti , bir başka içeriden çıkma ve hayatın o anlamsız kargaşasına tahammül etmek gerekiyordu artık , çünkü yaşam asla unutturmazdı kendini ve acılarını , şimdi çıkılacak buradan , o uzun cadde ufak adımlarla geçilecek , eski sevgili bir kez daha özlenecek , eve gitmekle meyhanede oturup bir kadeh rakı içip içmeme arasında kalınan kısacık bir andan sonra sokağın başındaki cazibeli anason kokusuna kendini bırakacaktı belki…. olric yaşam enerjisini yitirmeye başladığını o başka içeride fark etmişti.. ve buda yeni sorun oluyordu , belki de artık bu hayatta yapılacak çok az şey kalmıştı , onları da bir el çabukluğu ile yapıp gitmek gerekiyordu belki de…

‘DELİRMEK’

Bilirkişi Raporu

Biz bilirkişiler olarak yaptığımız incelemeler sonucunda hastanın bilincinde vuku bulan olayın kendinden münferit bir olay olmadığına ve yaşanılan gerçeklik ile yaşanılmak istenen düşler arasındaki bağın oldukça zayıflamış olduğuna , bu saikle yola çıkıldığında hastanın toplum içerisinde ilişki kurmasının hastanın ruhsal ve bilinçsel sağlığı bakımından çok da gerekli olmadığına ve hatta sağlıksız olacağına… dr. Yabancılaşmanın vermiş olduğu ilaç tedavisine, dr. yalnızlığın uygulamak istediği terapiye , dr. korkunç yalnızlığın uygulamış bulunduğu beyin daraltılmasına aynı sıklıkla devam edilmesine… bireyin bilinçsel ve yaşamsal özgürlüğünün aynen korunarak , yüce divanımız ve salonumuzda bulunan yüce halının takdir ve şayanlığıyla ve onların düzenlemiş olduğu kendinden menkul sayılamayacak kadar içi boşaltılmış anayasamızın sıfırıncı maddesine dayanarak korumanın sonsuzlaştırılmasına…. hastanın vermiş olduğu beyanatlar çerçevesinde ülkemizin isminin ruh bozucular olarak değiştirilmesine , yine anayasamızın sıfırbirinci maddesinde yer alan ‘ruh yapıcılar’ isminin ülkemizdeki öğretim kurumlarına verilmesine… olayın vuku bulduğu anda zarar gören akıl damarlarının mistik çayırlık isimli hastanemizde dr. komodin tarafından yapılacak tıbbi bir operasyonla yenilenmesine… toplumsal hijyen kuralları çerçevesinde çürümüş kimlik ve kişilikler bayırında yaşamasına devam edebilen toplum bireylerinin hastayla herhangi bir şekilde yakınlık kurmaması için güvenlik güçlerimizin herhangi bir durum karşısında müsterih olmadan hastayı korumaları için talimatname gönderilmesine karar verilmiştir.

 Sonuç olarak : olric isimli hastamızda : aşırı yalnızlık ve bundan kaynaklı ultra içe kapanma , düşüncelerini kontrol edememe , düşündüğünü yapma isteğindeki fazlalık , insanlarla safça ilişki kurma teşebbüsü , çift kişilikli menopoz , yeryüzünde bulunan fakat izine rastlanamayan bir takım ruh hastalıkları… tanıları konulmuş olup , kendisine ve çevresine karşı nevi şahsına münhasırlık hakkı tanınarak tedavisinin devamında ısrar edilmesine ve bu durumdan dolayı kendisinden özür dilenmesine , topluma kürek cezası verilmesine karar verilmiştir.

 NOT: İmza ; bilirkişiler.

 

‘Dr. Yabancılaşmanın Hizbi…’

Bilirkişi komitesinin verdiği kararlardan sonra dr. yabancılaşmanın varolan sorunla ilgili hissiyatları birer kımıldamazlık hali şeklinde ve anlamanın anlayışsızlığı gibi görünüyor… olric’in insanlığa verdiği cevap kendi duruşunu ve sezgilerini yok sayan bir umursamazlıkla yeryüzüne sadece acı veriyor , kendini yok ediyordu , bilinç savaşında tarafını anlamamış askerler gibi savunmasız , yelkenlerini indirmiş bir gemi gibi rüzgara dayanıksız , usundaki her şeyin hesabını bireye vermeye çalışıyorken ayağına takılan bir düşünceyle sendeleyip yaşamın ortasına düşen olricin hayata dair düşüneceği tüm olan bitenle ilgili bir eleştirisini kaleme almaya çalışıyor , sevgilisiz bir bahar akşamında viktor levi’de şarap içmenin güzelliksizliği nasılsa olric’in hayatla ilgili düşleri de yaklaşık öyle bir şeydir. haliyle ben yabancılaşma uzmanı olarak , olric’in tüm yaşamı boyunca ve tüm dünyayla kurduğu sosyallik halinin kart bir haykırıştan öte bulmuyorum. insanlığın ruhsal ve zihinsel açıdan karşılaştığı buhranları ve girdapları inceledikten sonra toplumsal aklın tüm bu olan bitene sadece bencil bir duyguyla yaklaşmayı tercih etmesi , insanlık nezdinde olric’i esir almış ve acıların önemli kısmını yaşatmıştır. acıların öğretici olduğu yanıtı , bence , komitemizin tez canlı ve açıklayamadığı savlardan kaynaklanmaktadır. olric’in zihinsel gelişimini etkileyen , körleşmesine sebep olan nesnel durumun , gerçeklikle düş arasındaki bağların zayıflaması , geçek ilişkilerle olması gereken ilişkiler arasındaki farkların kendinden menkul bir değerlendirme olamayacağını düşünmekteyim , keza insanın duygu dünyasındaki inşasında atladığı , öngöremediği kendilerinin dışındaki bireylere nasıl yaklaştıkları ve zaman içerisinde boyutları ciddi sınırlara dayanmış bir yozlaşmayla karşı karşıya kalınmıştır. bu karşı karşıya kalınma durumu olric’in zihninde ve bilincinde derin buhranlara neden olmuştur. kendisinin asosyallik halinin ise yaşamsal deneyimlerle birlikte düşünülmeli , hassasiyetlerinin ne kadar su yüzüne çıktığına bakmak gerekmektedir. sn. komodinin ve takdire şayan halının söylemlerinin ve şahitliklerinin gerçeği yansıtmadığı görüşündeyim. lakin kendileri eşyanın kişilik kazanmış tabiatıyla duruma yaklaşmaktadırlar , olric’in beyninde oluşan her şeyi anlamalarını beklemek ruh bilime ters düşmektedir , bu sebeple dr. yalnızlığın ve dr. korkunç yalnızlığın tedavi yöntemlerini benimsemek istememekle beraber toplantı neticesinde alınan , topluma verilen cezalar konusundaki kararlara katılmaktayım , fakat olric’in yeniden bir toplumsal sürece ve insanlığın sosyallik hallerine kazandırılması çabasının yersiz , gereksiz , anlamsız olabileceğini,ömür boyu bir dinlence ve düşünce süresi verilmesini arzulamaktayım. uzmanlık deneyimlerimin sonucunda da kendisi için uygun gördüğüm ilaç tedavisinin dozlara bağlı olarak sürmesini şiddetle arzulamaktayım..

Bilirkişi komitesi katılımcısı

Dr. Yabancılaşma

‘Dr. Yalnızlığın duruma ilişkin özeleştirisi veya cevabı…’

yüzyıllardır insanlığa yaşattığım bu kutsal duygunun soruşturma konusu olması ve insanlığın son durumunun tüm suçlusunun benimle ilişkilendirilmesi oldukça rahatsız edici bir durumdur. insanların kendileri ve doğayla kurdukları ilişki biçiminin kendisi oldukça kaotik ve yabancılaştırıcı bir kült oluşturuyor , doğallığıyla yabancılaşmanın hissettirdiği öncelikli duygu biçemi yalnızlığa eş düşmektedir , ben bireylerin oluşturduğu bir gerçeğim. hatta o kadar gerçeğim ki bir çok yaşama alanında insan denilen yaratığın özüne dönmesini , yaşamı algılayış tazının değişimini , düşünsel doğruların ya da yanlışların öncüsü sayılmaktayım. bu kısa özeleştirimde hastamızdan daha az bahsetmek onu daha az yaralayan bir ilişki biçimidir. dolayısı ile sayın olric’in zihninde ve yaşamında oluşabilecek tüm arızaların yalnızlığa hükmedilmesine karşı olduğumu belirtmek istiyorum. karşıyım çünkü yalnızlık iyi değerlendirildiğinde yaşamsal bir tazeliği ve dönüşümü temsil etmektedir , ha insanlığın bunu bu şekilde algılamaması yalnızlığın gerçek haliyle anlaşılmasını reddediyorum , insanlığın tercihidir diye düşünüyorum yaşamlarında genellikle benden feyz almaları…doz aşımının yarattığı düşünsel ve kimyasal etkiler  olric’in nezdinde tüm insanlığı olumsuz etkileyen bilinçsel kötücülüklere dönüştürmeye başlamıştır. bunun direkt sorumlusunun dr korkunç yalnızlığın olduğunu düşünmekteyim. fikirlerimin olric’in durumuna ilişkin değerlendirmesi budur. takdire şayan halının ve sayın komodinin şahitliğinin yanlış anlaşılması beni kati derecede üzmüştür , bu yanlış anlamanın bir an evvel ortadan kaldırılmasını komitemizden arz ederim…

Bol yalnız yaşamlar dilerim.

Dr. Yalnızlık..

‘Olric’in bilirkişi komitesi raporu ve doktorların cevapları ve savunularına ilişkin cevabı….’

Kişiliğimin ahrazlarını anlatmaya cüret edebildiğim an özgürleşme kendiliğinden gelecek diye düşünüyorum , insan ahrazlarını anlatabildiği ölçüde zenginleşebilen bir varlık , değil mi albayım ? hakkımda anlatıla gelen ve söylene gelen her şeyi anlamaya çalışıyorum , eğer bu anlatılanlar ya da yazılanlar doğru ise -ki yazılan her zaman anlatılan olamayabiliyor-yaşamımı kendi ellerimle bir sonsuz hiçliğe teslim etmişim ve ben olric bunu dillendirmeye o kadar korkuyorum ki… geçmişle başlamak gerektir belki , bu yüzden biraz tarihten başlamak lazım , yok insanlığın ilkleri kadar yorucu bir hayatım olmadı hiç , sadece o an inandığım şeyler bağladı beni hayata ve başka ve şeylere… şeyin anlamını insanoğlu henüz tam olarak çözemedi… büyüdüğüm kentte yaşıyor olmam bir avantaj belki , en azından hala soluk alıyor olmamda önemli bir etken… olric gençliğinde başladı hayatla ayrı noktalarda kendine yaşama alanları belirlemeye , o din hocasına dikkat etmeliydi lakin din hocası kafasındaki her şeyin inanılası ve biat edilesi olduğunu düşünüyordu , yokoluş insanların hayatlarında kendilerini değersizleştiren bir dizi inanışların işgal ettiği yer o kadar büyük oluyor ki , tanımlaması ve kavraması gerçekten zor. din hocasının inanışlarını hayata uygulama çabası umarım bu hikaye içinde kendisi içinde olumlu olmuştur , aksi halde her şeye baştan başlamak gerekecek ve bu hayatı baştan yaşamaya enerjim olmadığı gibi yeni baştan hayata da başlamaya inanın ki hiç mesela , hiç enerjim yok. öğrenim denilenin ezberletilmiş ve öğretilmiş bir takım manasız kalıplar olduğunu anlamak uzun sürmedi aslında… birileri var ve o birileri size şöyle yaşayacaksınız diyor , şunu şöyle bunu böyle yapacaksın ve şikayet etmeyeceksin , mümkün görünmüyor bence…. bilirkişinin de şikayet etmeye hakkı olmadığını düşünüyorum niyeyse  , soranlar oldu ilk , ben böyle yaşıyordum herkesten ve her şeyden uzakta , toplumsal akla kazandırılmam konusunda bu kadar ısrar etmeselerdi ne ruh toparlayıcısı olacaktı ne de isimlerini telaffuzda bile zorlandığım bir takım başka doktorlar , madem ısrar var o halde… şu an geldiğim yaşamsal durum uçurumların dibine doğru bakıyor , doğup büyüdüğüm ve ilk hissettiğim yeşil tepeler artık yok ve ben hayata saldırmaya başlıyorum belki , anlayış beklemiyorum ne de tedavi , burada tedavi edilmesi gereken toplumsal aklın kendisi , karar veremiyorlar çünkü kendilerine dair , nasıl yaşamak gerektiğini bende bilmiyorum ama onlar çoklar , binlerce akla sahipler ben bir tanesine sahip olamazken… menopozik  ve terkedilmiş yalnızlığımla mutlu olduğumu söyleyemem ama toplum bunu istedi , ne diyebilirim ki… o karşıdan karşıya geçmeye çalışanın üzerine sürdüler araçlarını…. aşık olanlara kötü davrandılar zina diye… hakları yenildi ve kıllarını kıpırdatmadılar… bunalımları oldu ve önemsemediler… çocuklar öldürüldü.. sahip çıkmadılar… evleri yok oldu , hayır demediler… yalnız kaldılar birbirlerine saldırdılar… ve olric hiç olmadığı kadar yalnız kaldı bunların sonunda sadece biraz insanlık… kendilerine yine insanların benimle ilgisi yok , değil mi albayım…. ahrazlarım ah ahrazlarım ağrıyor ağrısı başıma vurdu , bunca yabanilik her şeyi temizler mi acaba… okul bitmişti çabucak , yazma öğrenildi ve ötesi gereklilik sayıldı galiba…. beynim akıyor o sekreterin önlüğüne , engel olamıyorum… düşünemiyorum artık…

‘DELİRMEK’