Author Archive

‘ölüm mü ? ne buluş !’

 

 

 

 

 

 

 

 

‘HÔTEL DIEU (1980-1990 arası..)

bilinçli bilinçsiz tehlikeyi bile bile garip bir çekiciliği var ölümün, ona yardım etmek için gerekeni yapıyoruz..

ölüm birkaç kez elimden kurtuldu kaçtı, boşuna saklanıyor, nasıl olsa onu yakalarım.. er geç şurasında ne kaldı ki..

kimin aklına gelir..

nâzım, dünyanın bir gün yok olmasına yakınıyor şimdiden.. dünyanın ölümüne ağlıyor peşin. böylesi bir ağıt hiç yakılmamıştı yeryüzünde.. yeryüzünün geleceği için acı duyulmamıştı.. ne geniş bir insanlık açısı.. bunca uzaklara kederlenen şair , bunca yakın küçücük olaylarımıza da yakınmayı becermiş..

içimde bir savaştır gidiyor.. ekranda görebilsem olan biteni.. .evirme hareketlerini, saldırışları, geriye çekilmeler, kimi kimi..

hızır aleyhisselam doktor kıyafetinde koridorda dolaşıyor.. arkasında bir sürü saygılı melekler, zar zor kanatlarını saklıyorlar beyaz giysileri altında..

..

INSTITUT GUSTAVE-ROUSSY VILLEJUIF (1991)

lanet olası uykusuzluk..

hastabakıcıya bakılırsa, hastanelerde, tiroid hastaları gün geçtikçe çoğalıyor..

neden ola..

stres, sıkıntı, yorgunluk ihtimal.. ölümü sakın adam yerine komayın, yoksa kendini bir şey sanabilir..

tek sorun, çıkış kapısını fazla itişsiz kakışsız tutturmak..

..

ölüm havası, ölüm hevesi..

ölüme ortak çıkmak..

ölüm mü ? ne buluş !

sabah ışığı cam mavisi..

kimseye söylemedim bugüne kadar : sakat doğmuşum, ruhum yok benim.. ya da varsa, nerde olduğunu bilmiyorum.. iyi saklanmış..

doğduğum gün çoktan ölmüştüm..

öldüğüm gün çoktan doğmuştum..

bu konuda tecrübeliyim.. doğmadan önceki yokluğum, ölümümden sonraki yokluğum kadar, sonsuza dek sürmüştü.. önceki ve sonraki, yokluk kavramına ulaşmak.. ikisi bir yerde bitişiyor mu yoksa.. iki uçta bir sonsuzluk halkası mı çiziliyor zaman ve mekan dışı böylece..

siyah delik..’

‘ÖLÜM MÜ ? NE BULUŞ !’ , ABİDİN DİNO, SEL Yayıncılık, Ocak 2005 , 68 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘sırf bir haziran doğru çıksın diye…’

1. NOT;  Pencere kenarında balkona bakıp bakıp bomboş gözlerle dolaptaki rakıdan bir kadeh alsam mı- henüz kahvaltı bile etmemişken ve saat akşam beş olmuşken- diye düşünürken, haydi zamanla ilgili bir şey yazalım dedim hayaletime, ilk sayfa çöp, ikinci sayfa çöp-olmuyor şiir dene dedim-, üçüncü sayfa çöp.. bir sinirle kalkıp ayağa- hayalet ürküp kitaplığın arkasına saklandı- hazır bahanede bulmuşken bir kadeh rakı parlat dedim bu gereksiz bedene, operasyonun ilk aşaması tamamdı- içmek için bir bahane bulunmuştu, yazamadın ya salak-, ikinci aşamasına geçilecekti, fonda incesaz vardı, elde de rakı, saat-zaman- aşk karışımı bir gavurdağı salatası çıkar diye umut ettim, dene, çöp, dene, çöp.. netice de olmadı.. bir yandan güneşe binbirtürlü küfür -neden bu kadar sıcaksın ulan? , bir yandan canını yediğimi aklına bindir türlü küfür.. masaya göz attım, kitaplar; nieztche (güç istenci) , çernişevski (nasıl yapmalı), ihsan oktay anar (puslu kıtalar atlası), büyük saat (turgut uyar).. hah dedim işte budur.. al eline, aldım.. geyikli gece, yok.. tel cambazının tel üstündeki şiiri, yok.. büyük saat.. evet bu oldu.. kendimle kurduğum münakaşa da son cümle şöyle idi; -haddini bil, otur oturduğun yere, ne senden şair olur (olmaya da hiç çalışmadım), ne de yazdığın beşbenzemez yazılamalardan şiir çıkar, salak herif, ayyaş alkolik aylak.. (aylak kısmını sevdim..)  Ve işte böyle çıktı bu da.. madem ben beceremiyorum, o halde sözü turgut abiye bırakıyorum.. Ey tarih saat kaç oralarda?   ;

 

‘BÜYÜK SAAT

 

Tarihi bir olmaz akış gibi,

Oh sanki evrenin en son gecesini yaşadım

Sanki dinozorlar ve ben ve en hızlısı öbürlerinin

Bir ilkel eşitlikte buluştuk (Evrenin kendi kurduğu gecesini).

Ben! Çocukları sevdim yaşadım, Dünyaya alışmadım

Kuru güller gibi yersiz ve inceydim biraz. Hep

bunu duydum. Bunu yaşadım. Pastanelerde şurda burda.

Oturdum emekli konsoloslarla iskambil oynadım.

Emekli konsoloslar, kutu yapımcıları büyük pastanelere,

hamurkarlar, pabuççular, polis hafiyeleri, kese kağıtçılar

Saraçlar, kurşun dökücüler, muhasebeciler, su yolcuları

Şarkı düzenleyenler, saat tamircileri!..

Şimdi tarihte saat kaç?

 

Tarihi bir olmaz akış gibi,

Tarihin yanlışı olmazdı biliyorum. Olsaydı!

Yanlışı olmaz gecikir. Ancak. Bir yapma incelik gecesinde

Danteller ve tüllerle ve krizantemle ve

belki de bir mektupla Lady Montague’den ve

bayram şenlikleriyle. Oysa ben, kış geldi

Dağlara falan gittim. Gözlükleri sevdim,

Coin de feu’lü bankerler kullansın diye. İncil’i ve

Aquinolu Thomas’ı okurken. Ve titrek yaşlı kadınlar,

La dame aux Camelias’yı dinlenme yurtlarında

 

Sırf bir haziran doğru çıksın diye,

Oturdum, bütün bir gün dikiş diktim.

Gözlükleri ve saatleri sevdim, okşar gibi sildim camlarını

Okşar gibi siliyorum, gözlükçüleri ve saatçileri

Saatime bakıyorum, hiç kızmıyorum, hiç kızmıyorum

Biraz geri kalmış, düzeltiyorum.

 

Tarihi yersiz bir alkış gibi

Geçmişte ve Akdeniz’de çalkalanan. Onaltı toplu kalyonlarda

Hatalı sekstant gibi. Kahramandık. Başa çıkılamazdık.

                                                                Acırdık.

Cerbe dolaylarında ve Celali dağlarında ve oralarda.

ve Amasya’da.başının sözü edilirken Şehzade Mustafa’nın

ve Hacı Bektaş kulları bunalırken ve 

Mustafa Kemal bunalırken Amasya’da.

Halk içinde bir büyük imkanı kaçırdık. Ama

bütün cinselliğimle Akdeniz’i avuçluyorum. Bütün. Şimdi

Akdeniz

Ortak. Öyle büyük ki zaten bütün uluslara yeter,

Tuzu ve karidesi ile- karides malum deniz tekesi-

Ve bütün cinsel isteğimle Akdeniz’i avuçluyorum.

Hazırlanıyorum -hala- yanılmışların ve hazırların gecesine

Ölmüş bütün babaları suçluyorum. Babalarla

ne zorum var aslında. Ben ki ölmüş bütün biçimleri

                                                         kullanıyorum.

Güneş vuruyor başıma artık. Ortalıktayım

Güneş vuruyor

Güneş vuruyor

Seni ve

Göğüslerini ve 

Akdeniz’i ve

başıma vuran güneşi birlikte avuçluyorum

Saat, saat kaç hala

Bilmem? Ben güneş saati kullanıyorum.

 

Tarihi bir hazin balkıma gibi

Biliyorum kafiyeyi bozduğumu.

Başka şeyleri de bozduğumu. Ve biliyorum ki

hüzün varsa içinde, bozukluk bile hoşuna gider saatçi Naci’nin

Biliyorum ki bozukluk bağışlanır, sevilir bile

İçinde bulunan herkesin ölmüş olduğu eski fotoğraflarda

Ve Akdeniz’e yelken basan kotralarda

Kuytu mağaralarında Karadeniz’in

Sessizlik ve görülmezlik bir büyük bahanedir.

Adam, şarkısını söyle ve çeker gider

Bir büyük meydana çıkınca gözbebeği

Ve sıkıntısı bir oda sabahına. Tatsız ve

Yanlış geçirilmiş bir geceden.. Ve

Kim bilebilir bir ufak pirinç tablete

Bozulmaz adımı yazdığımı.

Yani remilden birinin mührüne

Yemenden yahut Yunandan kalmış

Yani sonsuz girdi çıktısından mütarekenin

Kim bilebilir bir aldanışın sonunda adımı

Bir köprünün

Enikonu bir köprünün korkuluğuna kazdığımı

Ve bütün tüller, iskarpinler ve seçme şaraplar

Ve danteller ve röprodüksüyonlar ve

kocaman çiçekli balkonlar ve bir tüylü şapka için

Soğuk denizlerde balina avlarını ve büyük kırımları

Şimdi saat kaç?

Yıldızlar evet diyor uzaklarda..

 

TURGUT UYAR’

 

2. NOT; en güzel yıldızları en son nerde gördünüz, ben en son güzel yıldız ormanını arap topraklarında görmüştüm, hala özlerim.. rakı hala soğuk, birazdan da bir rakı davetine icabet edilecek tarafımdan, hala incesaz çalmakta, tütün var, çikolatalarım satılıyormuş.. e bundan alası samandağında kuzu çevirme ve incir rakısı (birine gönderme).. tüm aylakların berduşluklarını kutlarım.. şerefe..

3. NOT; ulan ‘papyrus’ musun nesin, hani şiir öğretecektin, birlikte mektebe gidip sonra kırklar meclisinin müsaadesiyle bir medrese kuracaktık, sen nakkaşhaneyi bende bahçedeki çardaklarda oturan güzelleri alacaktım.. hani şarabı da orda toprak testiden içecektik.. nerde ulan nerde?

 

bil cümle kulunuz ‘DELİRMEK’ ve mahdumları (olric,rakı,incesaz ve takdir-e şayan halı)…

Kan Uyku.. – Turgut Uyar

 

 

 

 

 

 

 

KAN UYKU

Bir biz varız güzel öbürleri hep çirkin

Bir de bu terli karanlık

Sonra bir şey daha var muhakkak ama adını bilmiyorum

Nereden başlasam sonunda o ışıkla karşılaşıyorum

Yarı çıplak utanmaz bir kadın resmini aydınlatıyor

Akşam oluyor ya bir türlü inanamıyorum

Oturmuş iri yapılı adamlar esrar çekiyorlar

Daha bir aydınlık olsun diye içtikleri su

Sarı topraktan testileri güneşte pişiriyorlar

Bir korkuyorum yalnız kalmaktan bir korkuyorum

Gündüzleri delice çalışıyorum geceleri kadınlarla yatıyorum

Sonra birden büyümüş görüyorum ağaçları

Kısrakları birden yavrulamış

Havaları birden güneşli

Kadınlarla yattığım yetse ya

Birde kadınlarla yattığıma inanmam gerekiyor

Hoşlanmıyorum

TURGUT UYAR

‘Büyük Saat..’ , TURGUT UYAR , YKY Yayınları , Mayıs 2002 , 644 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Anlamazsın tabii mal !

Çok önceden yani henüz her şey olmazdan önce “big bang” olmuş biliyoruz. Bilmediğimiz şey ise sanki büyük bir gürültüyle oluşan kainat ya da evren ya da uzay neyse işte o , ona , büyük işler devretmiş bilincimiz.  Big bang’in oluşum sürecinde hiç ses çıkmamış sessizce patlamış ! Patlama diyince hemen aklımıza gürültü çığlık ya da ambulans sesleri geliyor , gelir de. Olsun.

Tanrının oyun alanı haline gelen Afrika’dan başka bir park bilmiyorum ! Bilmediğim şeylerden birisi de hurilerin şarap dağıtıp dağıtmadıkları eğer öyle bir şey varsa

a)     birisi fena halde coşmuş

b)     ikisinden birini seçmelisin

c)      araftaki adama bu söylenir mi ?

d)     Hiçbiri. Aga huriler vardır. Öyle umuyoruz yani

İnsan biraz elini vicdanına koyar düşünür “biz neden olduk lan” diye. Annemize sarhoşken sulanan babamızın en salak spermlerinden de olabiliriz. Üstelik pornoların hepsinde su gibi içki içiliyor ! Üstelik biz de ata sporu olan bu “şerefe baba” ayinini Pavarotti’ye taş çıkaracak şekilde şakıyabiliyoruz.

Bazen her şey hiç istemediğimiz gibi olabilir. Bir ağaç bunu düşünmez balıkta ama “lan sana Allah beyin vermiş” bir düşün bakalım insan nasıl insan oldu ?

Sen mastürbasyona meyilli bir adam olabilirsin , o kız da senden artakalan zamanlarda başkasıyla birlikte oluyor olabilir , doğrudur da ! Ama insan işte bunlardan insan olmayı öğrenmedi mi , mastürbasyoncu lale ? Adam ol bırak elinden o hayvanlığı !

İlk yumruk anısına !

‘Papyrus’

Yabancılaşmanın Aynası Kendi-miz

İki gün evvel okuldan izin aldım,  annemleri uğurlamak için gittiğim yerse  ilkokul yolumdu. Yıllarca ev okul arası yol yaptığım güzergah ilk defa gittiğim bir kent gibi yabancıydı bana. Bu dürtüyle sarıldım kağıt kaleme. İçe dönmek, içtekileri dökmek adına,

Üzerinde oldukça fazla yazı kaleme alınmış olmasına rağmen hala muğlak gibi görünür yabancılaşma kavramı bana. Yaşamın öznesi olma durumundan çıkma, sarf edilen emeğin insanın kendini gerçekleşmesi çabasına katkısı olmaması, amaçsızlık hissiyatı gibi durumlarla kendini var eden bir olma-olmama halidir belki.

gündüz vassaf’ın radikal’deki yazısından yola çıkarak dillendirmek daha etkili olur kanımca;

bir tanıdığım geçenlerde annesini ‘huzurevinde’ ziyaret etti. yılda iki, en az bir kere görüşüyorlar. son gidişinde de her zamanki gibi aileden son haberleri vermiş, annesi de aman kendini yorma, kilona dikkat falan diyerek oğlu için endişelenmiş. huzurevi görevlisinin her seferinde aynı olan konuşmalarını kesmesiyle birdenbire ziyaretin seyri değişmiş. görevli, tanıdığımı kolundan çekip az uzakta koltuğunda uyuklayan başka bir kadını gösterip, “anneniz bu!” demiş. “ne yapayım,” dedi tanıdığım, “yaşlılar birbirlerine benziyor.”

Büyükşehirlerde  yaşamın trafik, iş yoğunluğu figürlerinden dolayı, insanın kendisiyle başbaşa kalamama halini getirir zamanla. kendine dönemeyen insan bir süre sonra sorgulayamadığı kavramlara ve pratik yaşama karşı anlamsızca seyirci konumunda bulur varlığını.

Yabancılaşma terimini ilk defa telaffuz eden Hegel’e göre;

 

 

 

 

 

 

 

 

aynı insanın özne (yani kendini geliştirmeye çalışan insan) ve nesne (yani başkaları tarafından etkilenip yönlendirilen insan) olarak ikiye ayrılmasıdır. Hegel’e göre yabancılaşma insan ve toplum var oldukça yabancılaşmada var olacaktır.

Marx’a göre ise bir çok alanda bunu gözleme şansı vardır insanoğlunun;

Emeğin ürüne yabancılaşması, İşçinin üretim eylemine yabancılaşması, İşçinin doğasına, özüne, türsel varlığına yabancılaşması, Bireyin diğer bireylere yabancılaşması olarak sıralamak mümkündür.

Form ise şöyle tanımlar;

yabancılaşan birey pasif, boş, korkak ve izole edilmiş bir hale gelir. Modern insanın özgürlük ve mutluluk kaynağının tek ölçüsü “arzu edilen her şeyi alabilmesi” ölçeğine indirgenmiştir. Form, insanın kendini bir putperest haline getiren yabancılaşmadan insani bir içeriğe sahip olan sevgi aracılığı ile kurtulacağını ileri sürmektedir.

Yaşamın anlamsızlaşmasının nedeni olarak da görülebilir. Yaşam anlamsızlaştığı oranda temel ihtiyaçlar olarak nitelendirilen ama temel olmadığını düşündüğüm gereksinimlerin giderilmesi (yemek, içmek, uyumak) yaşamın başlıca amacı haline gelir.

birçoklarına göre Kafka yabancılaşma duygusunu en güçlü biçimde dillendirir yapıtlarında. Bir sabah yatağında bir böcek olarak uyanan Gregor Samsa, bilinci ve istemi dışında gerçekleşen bu dönüşümü bir türlü kabullenemez misal. Ailesi ve patronu ise, kısa bir şaşkınlığın ardından, onun artık bir böcek olduğunu kabul ederler. Ama böcek olmakla alışageldiği şeylerden koparak yepyeni bir konuma giren Gregor Samsa da, o güne kadar sürdürdüğü yaşama da, çevresindekilere de, bambaşka bir gözle bakar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Babasında bireyi yok sayan, kaba ve zorba toplumu görür Kafka. Ailede, okulda, toplumun hiçbir alanında kendi benliğini özgürce var edemez; Günce’sinde şunlarla ifade eder kendini Kafka;

“Benim benliğim kabul edilmiyordu. Benlikle ilgili bir durum ortaya çıktı mı bu, ya zorbalıktan tiksinmemle ya da benliğimi yok saymamla sonuçlanıyordu. Öte yandan benliğimin bir yanını bastırmaya kalkınca da bu, kendimden ve alınyazımdan tiksinmem, kendimi kötü ve lanetli bulmam sonucunu veriyordu.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sinemada yabancılaşma denilince perdeye en iyi gadjo dilo yakışır diye düşünürüm. Tony Gatlif‘in çingene kültürü üzerine olan, Latcho Drom ile başlayan, Mondo ile devam eden üçlemesinin son filmidir, Gadjo Dilo. Bir yandan çingenelerin yurtsuz oluşlarına, sürekli yer değiştirmek zorunda kalmalarına dikkat çekerken diğer yandan da Stéphane’ın iç dünyasındaki hareketlenmeleri onun yol öyküsü üzerinden anlatır. Ayrıca Tony Gatlif sinemasının öne çıkan öğelerinden olan “yabancılaşma” bu filmde de karşımızdadır.

‘HERDEM’

Black…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘- hayat rahimden de başlasa , topraktan da başlasa ,

yolculuğu karanlıkta başlar ve karanlıkta biter

bir gün hepimiz bu karanlıktan geçmek zorunda kalacağız…’

 

 gözlerimi yumup , sobelene kadar ağladığım bir filmden bahsetmek istiyorum sizlere :
”black…” 2005 hindistan yapımı bir film… yönetmeni ise ‘sanjay leela bhansali…’
açıkçası filme başladığımda beni saatlerce kuşatacağını hiç düşünmemiştim , lakin hem konusu hem de ‘michelle’nin çocukluğunu canlandıran ‘ayesha kapoor’un o samimi , hatta onun sahiden bir engelli oyuncu olduğunu düşündürecek kadar mükemmel performansı hem gözlerimde su tesisatı , hem de içimde  yerçekimsiz bir alan kurdu…
günün tüm rehavetini unutmamı sağladığı gibi , gözüm ve dilimde büyüttüğüm tüm günlük keyifsizliklere de unutulmaz bir ders verdi…
film sonunda ; 10 senedir artmayan maaşım başta olmak üzere , kaçırdığım , bazılarını yaktığım tüm gemilere , sırtımdaki tüm bıçaklara elimle salla diyerek havayı bayağı kuvvetli bir şekilde tokatladım…
bana bunu yaptıran hissettiren tabi ki görme ve duyma engelli olarak doğan ve daha doğar doğmaz öteki ilan edilen , hayvanca muamele gören michelle’nin imrenilesi direnci , sabrı ve ısrarı…
ona karanlığa hep  borçlu kalacağı  mutluluklarla ve başarılarla  yaşamasını öğreten  sabırlı öğretmeni ‘debraj sahai’ ise tam bir mucize avcısı… öz babasının bile çıngırak takarak hayvan muamelesi yaptığı Michelle , sahainin inancı , sevgisi öyle güzeldi ki…
aslında hiç de öyle olmadığı halde kendi kendinize dertlerinizi abartıp , üzüntülerinizde seçici olamıyorsanız , her gün cehennemin fon müziğinde dans ediyorsanız ya da kalbiniz bu aralar hissiyatsızlaşıp , kalpliğini unutup anüs gibi davranmaya başladıysa izleyin bu filmi…
zira bir gün bizlerde karanlıkta kalabiliriz…
gülüşünüzle ve merhametinizle kalın…

‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘aylak adam , yusuf atılgan..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘aylak adam en çok sevdiğim , beni en çok etkilemiş olan romanlardan biridir.. elbette , bu yeğlememi ‘aylak adam’ı ilk okumuş olduğum gençlik yıllarımdaki ruhsal durumuma gönderme yaparak açıklayabilirim.. ‘aylak adam’ o günlerde beni sarsmakta olan duygulara , kara coşumcu duyarlılığıma ayna olmuş , kendimi sanki  o romanda bulmuştum.. ancak , ‘aylak adam’ı yüceltmemin asıl nedeni bu denli kişisel değil.. yıllar bizimle birlikte geçti.. ‘aylak adam’ hala orada.. bence türk duyarlılık tarihinde bir dönüm noktası orası.. dolayısıyla ‘aylak adam’ hep duracak orada.. zamanında bu romanı toplumsalcılık açısından eleştiren çok oldu.. kanımca ahmet kemal’in şu sözünü (otağ , aralık 1963) anlamadılar : ‘aylak adam için son birkaç söz söylemek gerekirse , edebiyatımız çağımız kişisine eğilmeli , onun sıkıntısını çözümlemeye , kısaca –insanı- araştırmağa yönelmelidir..’

‘aylak adam’ bence bizim ilk kentli bireyimiz , ‘flaneur’ümüzdür.. kent insanının ‘yalnız ve kalabalık’ olduğunu bulgulayan ilk romanımızdır.. bir gün ‘aylak adam’ı walter benjamin’in kavramlarıyla okumamız gerek… o zaman daha da iyi anlaşılacaktır ne dediği de , değeri de..

‘aylak adam’ı yazan kişiyi yıllarca çok merak ettim , yazı dergisinin çıkışı sırasında katkı istemek amacıyla yazıştım onunla.. yanlış anımsamıyorsam , ‘ölü su’ başlıklı şiirin ‘yazı’da yayımlanışı bu yazışmam sonucu olmuştu.. gel gör ki , yusuf atılgan ile daha sonraki yıllarda tanışabildim ancak , sağ olsun enis batur aracılığıyla.. içtenlikle ‘ağbi’ diyerek konuşabildiğim bir insandı.. atılgan ile birkaç kez yazın sohbeti yapma olanağım oldu.. bir ayrıntıyı çok açık olarak anımsıyorum o konuşmalardan.. daha doğrusu , söz konusu ayrıntının aklıma takılmış olduğunu anlıyorum.. vüsat o. bener’in öykülerinden söz ediyorduk.. atılgan , vüsat o. bener’in ne denkli iyi türkçe yazdığını vurgulamıştı.. örnek olarak ise ‘dost’ öyküsünden şu tümceyi tek bir sözcüğünü sektirmeden anmıştı : ‘çengele takılı bir öküz yüreğinden toprağa kan damlıyordu..’ neden bu tümce de başkası değil.. o an sormaya çekinmiştim.. hala yanıtını bilmiyorum bu sorunun..’

 OĞUZ DEMİRALP..

(‘bir ayrıntının ardında..’ adlı mart 2000 tarihli yazısından..) 

‘SATIRLAR ARASINDA AYLAKLIK..’ , OĞUZ DEMİRALP , YKY Yayınları , Temmuz 2006 , 268 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ayraç…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

”bütün yalnızlıklarınızın ilenci

korusun çoğulluklarınızı

cinnet koyun erdemin adını

maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın

hepiniz mezarısınız kendinizin..”

NİLGÜN MARMARA

  

Ayraç

 Kendini ayırdığı sayfanın en ölümcül anlamında arayan

masanın kırık tahtasından tereddütsüz içeri sızan

karanlığını cesurca yalnızlığında saklayan bir ayraç..

kıl..

tüy..

lavabo pisliği dünyanın,

‘neresinden dönsen kar’ olan buğulu yaşamında

kararlılıkla soluğunu kestiğin o an, tüm vaşaklar dünyaya saldırdı,

ardından..

kitabın senin ayırdığın kısmında

durup durup bakıyoruz o ipekten urgana..

ve hala tom çalıyor ”dead and lovely”..

‘Delirmek’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YUSUF ATILGAN..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bugün büyük ustamız ilham kaynağımız ‘yusuf atılgan’ın doğum günü..

27 haziran 1921’de manisa’da hayata merhaba diyen yusuf atılgan , liseyi bitirdikten sonra istanbul üniversitesi edebiyat fakültesi türk dili ve edebiyatı bölümü’nü bitirir.. akşehir’de askeri lisede bir sene öğretmenlik yapar..

ancak ustamız üniversite öğrenciliği sırasında yasadışı türkiye komünist partisi’ne üye olmak ve bu parti için yasadışı faaliyetlerde bulunmak suçlamasıyla ve türk ceza kanununun meşhur 141. maddesi nedeniyle tutuklandı.. sansaryan han’da ve tophane cezaevinde yaklaşık bir sene tutuklu kaldı.. salıverildikten sonra öğretmenlik hakkı elinden alınan yusuf atılgan manisa’nın ‘hacırahmanlı’ köyüne geri dönerek yıllarca köyde çiftçilikle uğraştı..

yusuf atılgan 1976’da istanbul’a dönerek kadıköy’ün moda semtinde bir süre oturdu.. bu dönemde çevirmenlik , redaktörlük vs işler yaptı.. ‘canistan’ romanı üzerinde çalışırken geçirdiği kalp krizi nedeniyle 1989’da aramızdan ayrıldı..

romanları ‘aylak adam’ ve ‘anayurt oteli’nin yanı sıra hikaye ve masallarını topladığı kitabı ve bitmemiş ‘canistan’ romanı edebiyatımıza kazandırdığı dört eseridir..

az sayıda eseri olmasına rağmen özellikle ‘aylak adam’ ve ‘anayurt oteli’yle türkiye edebiyatına damgasını vurmuştur büyük usta.. çoğu kişi oğuz atay ustayla kıyaslar , karşılaştırır yusuf ustamızı.. ben kıyaslama yapmayı sevmem her ikisinin de kendine has üslupları ve yaratımlarıyla gönüllerimizde ayrı ayrı yerleri var.. ama ‘bir adaya düşersen’ diye saçma sapan geyik soruyu buraya uyarlasalar ya da cezaevine düşsek ve orada ‘bir kitap seçme hakkın var’ deseler tek kitap ismi söylerim : aylak adam..

başkasını bilmem ama benim hayatımın dönüm noktasıdır ‘aylak adam’ı okumak.. çok şeyi bende yerle bir etti ve birçok açıdan yeniledi beni.. hediye almayı ve seçmeyi bilmem , hep kitap alırım sevdiklerime , en çok hediye ettiğim kitaptır ‘aylak adam’.. küçücük çocuklara bile hediye ederim ‘sakla günü gelecek okuyacaksın ve beni hatırlayacaksın’ derim..

romanları dışında öykülerinden ‘eylemci’ adlı öyküsü ilk okuduğumda pek gülünecek şeyler olmamasına rağmen nedense beni çok eğlendirmiş ve gülmekten yerlere yıkmıştır.. canım sıkıldığında çevirir çevirir okurum bu öyküsünü..

masalları da ayrı bir güzelliktedir.. bence çocuğu olan herkesin hemen okutması gerekir bu masalları.. gerçi bazıları biraz sert öğeler içeriyor masallar ama okutun bir şey olmaz.. televizyonlarda izlediklerinden daha yumuşaktır.. okutun okutun la.. 

aylak adam’ın ana kahramanı ‘c’ ve anayurt oteli’nin ‘zebercet’i edebiyat tarihimizin en bilinen karakterleri arasına girmiştir.. aylak adam için çok şey yazmak gerekir buraya ama bugün yusuf atılgan’ın doğum günü.. edebi tahliller filan yapmak ve eserleri hakkındaki kıymetsiz saplantılarımı , düşüncelerimi yazmak istemiyorum buraya.. saçma sapan , abuk sabuk şeyler yazmak istiyorum..

hem bugün ustanın doğum gününü yine az kalsın ıskalıyordum ki aylak aylak dolaşırken , ‘delirmek’in attığı mesajla irkilip , hatırlayıp hemen koştum mekana bir iki satır bir şey  karalamak için.. ‘delirmek’ kardeşime buradan çok teşekkür ediyorum bu yüzden..

 doğum günün kutlu olsun sevgili ustamız yusuf atılgan !

keşke aramızda olsaydın da seninle modada denize karşı tüm aylaklarla birlikte rakı içerek kutlasaydık..

keşke ‘aylak adam’ı nasıl beyaz perdeye uyarlarız diye seninle sohbet edebilseydik..

beni yakından tanıyanlar bilir , benden önce belki yapılacak filmi ‘aylak adam’ın ama bir gün ben de çekeceğim ‘aylak adam’ı.. saçma sapan hayatımın en büyük , en önemli amacı bu.. zaten kaç amacım , kaç isteğim var ki artık..

haydi bugün kadehler yusuf atılgan , ‘c’ , bıyıksız – bıyıksız tüm zebercetler  ve tüm eserleri için kalksın havaya..’

 ‘Crockett’

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘..ben çoğu geceler içiyorum , dedi.. şakağımdaki ağrıyı duymamak için iştah açmak için falan diyorum ama değil , biliyorum.. bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum.. belki kendi kendimden.. iki çeşit içen vardır.. biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer.. bir de şu çevrendekilere bak.. bunlar neden içiyorlar ? toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için.. çekinmeden bağırmak , yüksek sesle gülmek için.. dışarda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır.. sokakta hiç gülmemek için burada gülerler.. böylesi az içer.. ya ben ? içiyorum da kurtulabiliyor muyum ? belki yalnız baş ağrısından..

– ya içmediğin zamanlar ?

– o zaman ararım..

– hep arayacaksın sen. ya resim , ya kitap..

– tutamak sorunu.. insanın bir tutamağı olmalı..

– anlamadım..

– tutamak sorunu dedim.. dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde gider gibiyiz.. tutunacak bir şey olmadı mı insanlar yuvarlanır.. tramvaylardaki tutamaklar gibi.. uzanır tutunurlar.. kimi zenginliğine tutunur ; kimi müdürlüğüne ; kimi işine , sanatına.. çocuklarına tutunanlar vardır.. herkes kendi tutamağının en iyi , en yüksek olduğuna inanır.. gülünçlüğünü fark etmez.. kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım.. öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı.. herkesin, ‘veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur’ demesini isterdi.. daha gülünçleri de vardır.. ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü , sahteliğini , gülünçlüğünü göreli beri , gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum : gerçek sevgiyi! bir kadın.. birbirimize yeteceğimiz , benimle birlik düşünen, duyan , seven bir kadın!..’

‘AYLAK ADAM’ , YUSUF ATILGAN.. Ekim 2009 , Yapı Kredi Yayınları , sayfa : 152’den..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

dirilişin kasıklarında sonsuz bir ölümlülüktür yaşam.

‘kelebekler ölüm giyinir de, ölüm gibi özgür uçar kaptan !

dirilişin kasıklarında sonsuz bir ölümlülüktür yaşam.

ve kelebekler bir gece ansızın bir tren vagonunda konar kirpiklerine.

gözlerinden sevda sözcükleri dökülür sarı kelebeklerin ve sarı elbise giyinmiş tüm ayrık zamanların başkaldırı adı olur ayrılıklar..

biteviye vermiş hüzünleri yüreğimin ceplerine kaldırıp tren istasyonuna kaçıştım avuçlarımdaki kelebeklerle.

nereye gideceğini bilememenin rahatlığına  sarınıp kendini elindeki biletlere gömen insancıklarla gömü oldum tarih sonrasına.

ben bir arkeolog edasıyla tren raylarının altında ezilen sarı kelebeklerin peşine düştüm amansız kaptan..

ve salaş bir yalnızlıkla kanatlarından vurulmuş sarı kelebeklerle ağlaştım gün boyu..

ve sarı kelebekler bir gece ansızın bir tren vagonunda konar kirpiklerine ve ağlarsın.. ağlarsın..

ağlarsın kaptan !’

‘Mavinin Çığlığı’