Author Archive

‘yaslı yüreğimin utangaç itirafı..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

burada daha ne kadar öleceğim?

yeryüzüyle gökyüzün aracısı olarak bulutu haraca kestiğiniz yerde?

ben size alışamam.. tehdit : koltuğunuzun bedeninizle dolmaması.. tehdit: bir merdivenin uygunsuz konumu, gözüme saldıran güneş ışınlarında yüzün yokoluşu.. ‘ağlıyordum, onu gönlümde isterdim ve sadece orada..’ öylesine yoksulluk, bir sevi düşünün bu kadar yayılması günlere hiç karşılıksız…

ağlıyorduk.. ben bu ıslaklığı tanıyordum, düşümde böyle düşünüyordum size dokunurken.. siz bu ıslaklığı tanıyordunuz, düşümde böyle düşünüyordunuz.. nasıl biliyorduk, nasıl? her ışıltı anının acı yükünü, ülkemizin sonsuzca yumuşayarak kuraklıktan kurtulduğunu; bu gözyaşlarının susulmuş her çığlık, beklenmiş her sevinç için, onun için bu kadar akıcı, saran ve parlak…

WET : SORROW-

delilik sevgilim, bir sözcük üzerine kurulmuyor, varolanı dürtüyor, eşeliyor, o bölgede yer ediniyor.. bir sabah, bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla uyanıyorum, bundan böyle, nereye baktığı bilinmeyen gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak bir acıyla..

onu sürükleyeceğim.. sürükleyeceğim ki, açığa çıkarılamayacak, tanımlanabilir gün ve gecelere maledilmeyecek bir sevi karabasanından aldığım pay, saygısını bulsun içkin dünyasında belirsiz ‘Ben’in..

yaslı yüreğimin utangaç itirafı: ‘SİZİ SEVMEKTE ÖLÜYORUM’..

 

NİLGÜN MARMARA

Mart, 1982..

(Alıntı : ÇALINTI Aylık Müzik Kültür Dergisi, Kasım 1994, Sayı:18..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yabancı…

‘yaşadığımın farkında olmadığım gibi dökülüyor yaşlar gözümden.. ben böyle hep amansız ve zamansız ağlıyorum ya bu acı mağaramdan geliyor. ağlıyorum gene farkında olmadan bir yıldıza çarpmış da yere düşmüş parçacıklar gibi dağılıyorum. bu kadar mı çok sevdalandın ay’a da bu tutulma gündönümleri bitmiyor.

bak gördün mü gene koca yürekli adam, yüreğinin ertesinde kaldım.. bitip bitip yeniden yaşama başlama sevdan bulaştı tırnaklarımın arasına. oysa her saat başı tırnaklarımın arasına saplanan yaşamı kökünden kesip duruyordum.. iç sızın iç mağaramı böyle ayyuka çıkardı.

ve ben sana artık ‘iç sızım’ adını verdim. çünkü ben ne zaman ki gökten yeryüzüne savurduğun parçacıkların üzerinde yürüsem, topuklarıma batıp yüreğimi acıtıyordu. yüreğimi acıttıkça mağaram acıyor ve iç sızım oluyordun. bitap düştüm yaşamın kucağında bu kadar yaşama ve ölüme sevdalıyken. yorgunluktan beni bile taşımaz oldu şiirler. niye bu kadar mutsuzum, niye bu kadar acıya batmışım da çıkamıyorum bu mağaradan..

bana hayyam’ın kızılcık şarabını yolla içeceğim bugün sensizliğe ve sessizliğin sesine. sonra bir soluksuz bir harfe üfleyeceğim ruhumu, hayyam ses olsun diye şarabıyla bana.

sen orda için sızlayarak şiirle oku bana hayyam’dan ben burada içimi oymakla iş olayım kendime. kendim dediğime de bakmayın ki, kendim kim onu da bilmem ben. kendi dışında herkesin yanında olan, kendi dışında herkesin acısına soyunan, kendi dışında herkesin sesine bürünen bir ‘şey’im. herkesine benzerken kendine benzemeyen ben, kendi sesi yok, kendi acısı yok.. söyleyin kendimi şiirlerle yakmayayım da ne yapayım ben..

sonra sen benim iç sızım bana nilgün’ün kuşlarını yolla. hani o ölüme uçarak atlayan kadının kuşlarını yolla. ne demişti nilgün: kuşlara iyi bakın.. kuşlarım yaralı oysa nil. sesi martı çığlığı kokan güvercinleri durmadan vuruyorlar nil. ve sabahlar artık daha da yorgun karşılıyor bizi. herkes herkese çok yabancıyken ben,sen ya da o niye bu kadar herkese benziyoruz ki.. diyordun ki nil; ey iki adımlık yer küre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben. bütün arka bahçeler hep mi yabancıydı bize nil.

ah nil kirpiklerimle yakarak sana nil dolu mektuplar yazıyorum her gece belki arka bahçelerin birinde bulur da birlikte okuruz diye. nerde başlayıp niye buraya geldiğimi bilmiyorum. bildiğim yaşama sevdalıyken ölümü tırnaklarının arasında saklamaya çalışırken yalpalayan çocukları çok özlediğim.. şimdi senin şiirinle iç sızıma mavi bir selam verelim nil.’

‘Mavinin Çığlığı’

YABANCI.

en yakın yabancı sendin, daha sürülmemişken ışığın biberi yaramıza, yaslanırken boşlukta duran bir merdiveni henüz. güzdü sonsuz bir çöle takılan bakışımız, ilk yaz derken -kışı gözden kaçıran yüzlerce eller yukarı, saygı duruşlarımız en güçsüz kollarla-

çözüldü aşkın zarif ilmeği bulandı aynalar duruluğu. çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda bilmedik çekenin yanlış bir uzaklık olduğunu..

yabancıların en yakınıydın sen!

NİLGÜN MARMARA

gözlem kulesi

İncelik ve günümüzün vahşi depremleri rock ve s…ş tarihi

İnsanlığın kanlı ellerinde, doğanın toprakaltında Chopin

eğilip dudağı dudağıma değdiğinde, güneş en güzel Rönesans’ta soyunmuş

üçüncü sayfa haberleri kendilerini kesen başkalarını kesen

ve bizi bize taşıyan tirenlerin önüne kendini atan on yedilik bir kız çocuğu kadar sıradan doğum-yaşam-ölüm üçgenindeki bermuda!  

 

bak olmuyor! savaşmanın sırası değil çıkın bu kuyruktan, beklemeyin

kredi kartları, gökdelenler, rüzgarın kafatasımıza değememe ihtimali de var

incelik ve günümüze çok uzak düellolar. Kılıçtaki kalp artığı ve

kazanmanın vahşisi de var. But, sırf et sonrasında masalarca şarap

eğilip öptüğümde dudaklarından açılan uçurum. toprağın kayması havanın olması

hepsini yaşadıkça bok gibi tadı var.

Edebiyat kaçkınları daha iyi kelimeler bulabilir aşkımıza, öğretilmiş bilinç, genlerimizde süren karmaşa, kelepçe, taşıyıcılıktan yargılanıyorum

babamı kanımda, s….i avuçlayıp bakıyorum. herkes bakıyor ben bunu biliyorum.

 

İncelik ve kapitalizmin şefkatli bombaları arasında tur rehberi; sağımızda Hiroşima

solumuzda Vietnam ve fotoğraf makinalarının deklanşörleri

Çin sermayesinin canı cehenneme.

Sevgilim biz ölmeliyiz. Amsterdam’da kutup kaçkını iki zenci gibi bileklerimize teğet geçen jilet alkol kirli bir yatak eşliğinde söylemeliyiz son şarkılarımızı

Dünyanın canı cehenneme, inceliğin de!    

Ta taaa taaaa.

‘Papyrus’

Bellek için düşülen notlar…

Buna ihtiyacım var. Uzun zamandır kısa belleğim, uzun bellekte tutulan ne kadar anı varsa, hepsi rüyalara emanet. Gülünecek durumdayım aslında; ancak lütfen siz gayri-muktedir iktidar sahipleri, sizi kastetmiyorum. Delileri, ucubeleri, cadıları, kurtadamları, vampirleri vs. nefesini, kudretini harekete geçirmek için, oluş için kullananları kastediyorum. Sizin o yapış yapış müstehzi gülüşlerinizi istemiyorum. Çünkü sizin acımanız; ancak istihzadır. Çünkü siz mutsuzluğumla beslenirsiniz, ben üzüldükçe büyürsünüz. Üzgünüm, o kadar zorba, köle, rahip ve güçsüz olmadığım/olamadığım için. Evet doğru bildiniz, sizin sattığınız şeytanla da kadim bir bağım var; o yüzden bu “kibrim.”

 

Bu aralar sıkça düşünüyorum, aslında ben dediğim bu ben (Hangi ben?) sadece birinin, evet işte orada o!, gördüğü bir rüyadan ibaretim. O kadar yani… O uyanacak birgün ve “ben” diye endişesine tutulduğum bu mesele de ortadan kalkacak. Ammawelakin, helal olsun, ne diyeyim daha, öyle gerçekçi bir rüya ki gördüğü, acı çekiyorum, aksırıyorum, kalbim sıkışıyor… Ve beynim, evet ya beynim, kafam değil başım değil, beynim acı içinde, sızlıyor, yanıyor ve evet beynim tıpkı bedenim gibi, sabahları ağırlıkça hafiflerken, geceye doğru acıyla ödem yapıyor, şişiyor. Sabahları hafiflemesi sadece tekrar ağırlaşacağını bilmesinden. Rüyaları kullanarak, uzun bellekten derlediği saçmasapan kombinasyonlarla, gerçeklikle kurduğum ilişkinin tarihsel kaydını tutan arşivimi tasfiye etmesinden.

 

O sebepten, ağlayamıyorum bile, sadece kahkahada istiğrak arzusu diyebilirim bu duruma. De hocam, kafana göre! Aslında, bir hurafeyi yazacaktım. Yin-yang stickerıyla yıllar önce elime tutuşturulan bir arayışa, şimdi bir hurafeye dönüşmüş bir amaca dair yazacaktım. Felsefi bir kuramsal çerçeve çizecektim. Hollandalı ve İspanyoldan devşirdiğim kavramsal araçlarla analiz edecektim. Böylelikle çözüm-odaklı eyleme sürecimi tamamlamış ve mefhumun bilgisine erişmiş olarak, kendimi artık sezgisel olanın kollarına bırakabilecektim. Ama olmadı işte, sadece beynim değil. Bu gerilim kalbim ve beynim arasında. İşte diyalektik sayın bayım, aşırı uçlar arasındaki gerilim. Sınır durumlarla potansiyeli sınananın seyr-i süluku. Bir bozguncu bitkinin, kavramlarıyla, kendi hiperaktif yazgısıyla sınanması.

 

Ama biliyorum, bu İspanyol ve oğlu Hollandalı’nın oyunu bana. Düpedüz meydan okuyorlar, beni arenaya çağırıyorlar. Şüphesiz Rab bilir, Rab üçümüz arasında adaletle hükmeder… Ve ben korkmuyorum, sonuçta son kertede, O’nun gördüğü bir rüyayım aslında. 

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(resim : mihriban mirap…)

‘bir zamanlar adamın biri bana dedi ki : köşeyi dönüp de sıcağı hissettiğinde tastamam 30 saniyede bırakıp gitmek istemeyeceğin hiçbir şeye bağlanma..’ – neil mccauley (büyük hesaplaşma..)

gece, saat 11 30.. iç mekan..

eve varış.. en son öğlen saat 12 civarında tek başına bir öğlen yemeği.. günlerdir öğünler teke düşmüş durumda.. gecenin bu saatinde evde yemek yenir mi.. yenir ama sonra pert şekilde yatağa atınca kendini gecenin bir saatinde nefes kesilmesi ve çarpıntıyla uyanırsın.. yemedim.. kaç bira içmiştim bilmiyorum.. halbuki yaş otuz yediyi bulunca bazı şeylere insan dikkat ediyordu.. saymadığın şeyleri bile sayıyordun.. ama sıkıldın saymaktan yine.. tüm gün o sahaf bu sahaf dolandıktan sonra keyifle heybeme yüklediğim kitaplara bira içerek bakma keyfinde en güzeli neydi : ‘sombahar’ın bulduğun eski sayılarında kaybolmak.. hadi itiraf et hep ‘nilgün marmara’ ile ilgili yazılar bulmak istediğini.. ama bugün boş geçtin..

kitaplara bakarken gelen gidenlerden bölünmeniz.. sonra gelen gidenlere kendinizi teslim etmeniz.. o gelenler gidenler arasında sana kafayı yedirtenler.. hayata ‘top kafayla’ bakanlar.. bir yanında da hayata şiirle bakanlar.. oysa ne sevinçliydin dün..

sonra kalktım sahaf dolaştım.. bir sürü kitap dergi yüklendim geldim.. ne güzel gidiyordu gün işte.. sonra içme faslı..

bir, two, leti, erbaa, hamsi, six, seven, acht, dokuz, on.. saymakla bitmiyor ki.. sıkılıyorsun.. zaman akıyor..

‘delirmek’imin gülümseyişinde , ‘reis’in ve ‘yüco’mun muhabbetinde..

sonra birden onu hatırlayıp eline ‘t’un kapaklarını alıp tavşan yapmaya başlıyorsun.. hiçbir alet kullanmadan ‘t’un kapaklarından tavşan yapmak.. nerden aklına geldi ‘n’.. kafayı yemişsin oğlum ‘n’.. bir kapak, nen kapak, three kapak, erbaa kapak vs vs vs devam ediyor..

bir ara bu tavşanları çekmecende biriktiriyordun değil mi..

bazen ‘t’un kapakları direniyor parmakların kesiliyor.. alkolden sulanan kanın pıhtılaşmıyor, sıkılmadan kanıyor parmakların.. kağıt kesiği gibi ‘t’un kapaklarının kesikleri..

eve bazen tişörtünde, gömleğinde kan lekeleriyle gidiyorsun farkında olmadan.. canım annem görünce ürküyor ve soruyor : ‘kavga mı ettin..’ cevap verecek gücün yok annene.. ne kadar kötü bir evlat oldum ben hep böyle.. hep korkuttum, hep üzdüm onları.. değil mi la.. ‘yok anne’ diyorsun ‘yok bir şey..’ tabi sen de o sırada bu kan nedir diye düşünüyorsun.. sonra parmaklarında bir acı.. hatırlayıp gülümsüyorsun.. annen hemen vazgeçmiyor, seni tepeden tırnağa süzüyor.. inanmazlar hemen.. inandırana kadar o haldeyken bitersin zaten..

gece, saat 11 50.. iç mekan..

ve yatak..

uzanıyorsun..

gece, saat 00.40.. iç mekan..

yatak cehennemi başlıyor.. dönüp duruyorsun..

televizyon karşında açık..

binlerce kitabın arasında yatağında dönüp duruyorsun.. uyku yok..

oysa on saniye önce bayılmak üzereydin.. ama uyumak istediğin anda uyku koşa koşa kaçıyor sanki..

küfür..

gözlüğü takıyorsun televizyona bakıyorsun..

kalkıp bir ‘family guy’ atıyorsun zorlukla.. ‘stevie’ye biraz takılıyorsun.. ‘güneş’ yüreğini yakıyor.. kaç gün oldu görmedin.. sen kötü bir amcasın.. ‘güneş’, ‘enigma’dan parçalar söylüyor artık ve sen onu görmüyorsun..

‘güneşim..’

her şeyin senin ‘güneş’..

fakat onu görecek gücün bile yok.. gözlerinden yaşlar damlıyor.. ‘family guy’u kapatıyorsun.. binlerce film arasına dalıyorsun bu sefer.. gecelerinin rutinlerinden izlemek istemiyorsun.. ‘believer’ diye bir film.. onu makineye koyuyorsun.. şok.. sarsıcı bir film.. uykun artık kaf dağının ardında..

gece, saat 02. 35.. iç mekan..

uyku kaçınca bir yerli yapım bu sefer : ‘gişe memuru..’ olumlu eleştiriler alamasa da çok beğeniyorsun ‘gişe memuru’nu.. zaten kel alaka ne alaka ‘david lynch’ filmlerinden başlayarak ‘gişe memuru’nu eleştiren yazılar yazarsan derginde, senin dergini iki bin kişi bile okumaz bu ülkede.. yusuf atılgan’ın ‘anayurt oteli’nden uyarlanan filmden sonra yapılmış en iyi psikolojik gerilim filmi.. kim ne derse desin.. üç beş film izleyen sinema eleştirisi yapıyor bu ülkede, bu dünyada.. ‘truffaut‘ ve ‘godard’ın kemikleri sızlıyor.. günde üç, dört bazen beş yeni film izleyen bir manyak olarak bile cesaret edemem öyle yazılar yazmaya.. yüz film bile izlemeyen oturuyor film eleştirmeni oluyor bu dünyada… gerçi niye kızıyorsun ki safsalak ‘n’, çevren de bile yok muydu on roman okumayıp roman yazmaya başlayanlar..

gece, saat 04.55.. iç mekan..

‘gişe memuru’yla birlikte saati sabahın beşi ediyorsun.. uyuman lazım sabah  sekiz buçukta ‘ciğerim’i alıp istanbul içi ankara yolu kadar yol yapıp on tane adliye dolaşacaksınız.. uyuyamıyorsun.. bazen ara ara dalıyorsun.. ama yine işkence gibi bir gece..

gündüz, saat 07.30.. iç ve dış mekan..

üç kuruşluk kısa uykundan kalkıyorsun fakat dakikalar geçtikçe hala yataktasın.. mide hapın.. el yüz yıkama faslın.. giyindin.. garajdasın.. yine illa birileri saçma sapan şekilde park ettiğinden garajda bir sabah cinnetiyle kendinden geçme faslı..

gündüz, saat 08.55.. dış mekan..

arabayla ‘ciğerim’i alıyorsun.. ve yollar ve yollar.. koşturmaca başlıyor.. zaman akmaya başlıyor..

gündüz, saat 11.30.. dış mekan..

‘halo’ sizi bir adliye çıkışında yakalıyor.. onu da paket yapıp arabaya atıyorsunuz.. artık yollar onunla daha neşeli..

gündüz, saat 14.05.. dış mekan..

fark ediyorsun ki sen dün öğlenden beri yemek yememişsin.. midene bıçak saplanmaları.. işler bitmeden ‘ciğerim’e dönüp yemek yiyelim artık yoksa bir tırın altına gireceğim diyorsun.. ‘abidin dayı’yı gidip alıyorsun mekandan..

nereye gidelim derken teklifi kendin yapıp kendin karar veriyorsun.. sen de az faşo değilsin ‘n’..

çamlıca..

yirmi dört saattir aç olan adam et yemeye gidiyor.. bir çorba bile olmayan yerde rakıya çorbalık yaptıracaksın aferin sana ‘n’..

ve çamlıca.. önden gelen aperatif ve peynirle kahvaltı faslı.. hele sıcak sıcak gelen ekmeklerle bir ayin..

ve sonra yemek.. manzaraya kaç kere baktın be ‘n’.. hiç.. senin için o manzaranın hiçbir anlam ifade etmediğinin farkında değil kimse..

‘halo’ çakırkeyif oluyor.. muhabbet ve komedi bir arada..

gündüz, saat 15.30.. dış mekan..

yemekten ağır ağır kalkılıyor.. bir ufak tur daha.. yaklaşık 60 kilometrelik.. sonra kadıköy’e, mekana geri dönüş.. yorgunsun. ama neden.. uykusuzluktan mı yoksa koşturmaktan mı.. bilmek istemiyorsun..

gündüz, saat 16.55.. iç mekan..

mekanda tek başına bira açıyorsun.. ön odadan pencereden dışarı bakıyorsun.. dışarıda yüzlerce insan hemen yirmi metre ilerde saçma sapan nedenlerle yedi kişinin bıçaklanarak yaralandığı olaya inat alkolü vücutlarına enjekte ediyorlar.. muhabbet gırla.. hiç sevmedin böyle mekanlarda içmeyi.. hep kendi inlerinde takılıyorsun.. oysa bak hayat dedikleri orasıymış la.. yürüyün la anca gidersiniz.. kendi dediğini bile duyamadığın yerlerde zırıltı içinde edilecek muhabbet de, içilecek alkol de uzak dursun benden.. o kaddddddaaaaarrrrrrrr..

tek başına içmeye devam ediyorsun mekanın arka bölümünde..

yine saymayı unutuyorsun şişeleri..

‘yael naim’ çalmaya başlıyor..

fondipler başlıyor..

tek başına şişeleri havaya kaldırıp sağlığına diyorsun boş şişelere vurarak..

gülümsüyorsun..

‘yael naim’den, ‘she was a boy’ sahne alıyor birden..

gözlerinden yaşlar akarken ayağa kalkıp ‘yael’e bağıra bağıra eşlik ediyorsun..

yukarıda uduyla sana müzik ziyafetleri çeken güzel komşun neye uğradığını şaşırıyor.. notaları karıştırıyor ve udu bir kenara bırakıp seni ve senden fırsat kalırsa ‘yael naim’i dinliyor saygıyla ya da dehşetle..

gözünden akan yaşlar döşemeye, masaya her yere salakça damlıyor..

‘yael’ kalbinin üzerinde tepiniyor o yumuşacık sesiyle..

gece, saat 21.16.. iç mekan..

tebrik ediyorsun kendini çünkü sayıp bakıyorsun masaya, tam tamına 12 tavşanın var..

eline ‘bavulunu’ alıp kümesine doğru yola çıkıyorsun kulağında ‘amy ray’ın ‘birds of a feather’.. ‘hey brother’ diyor..’ it’s hard to be close, hey brother it’s hard to be touched’..

sonra tekrar ‘yael naim’ alıyor sözü..

ve ‘she was a boy’ diyor sıkılmadan..

ve sen gözlerini yarıştırıyorsun hangi şarkıda hanginiz daha çok ağlayacak diye..

sokaktasın..

‘abu abdalla’nın her zaman ki gülümseyişini suratına gömüp, ona sessizce kafanla selam verip kayboluyorsun sokaklarda..’

bu sefer ‘yael naim’ noktayı koyuyor yeni başlayan şarkısıyla :

‘game is over’..

Crockett..

(gecenin bir yarısı dönüp yazıyı okuduğumda gördüm ki hadi truffaut doğru da, godard’ı da gömmüşüm yazıda, onun için de kemikleri sızlar demişim.. kendisinden özür diliyorum.. on dakika içinde naylon kafayla yazılan yazılar ancak bu kadar oluyor ne edek la.. ‘mutsuzluk taviz vermektir’ demişsin ustam godard.. ben hep taviz veriyorum usta ne edeceğiz, çare nedir.. bak seni bile gömmüşüm kemiklerini sızlatmışım.. güldüm sabahın dördünde.. kusuruma bakma emi..) 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bölünüyor…

‘bölünüyor gece..

bölük pörçük durmadan bölünüyor gece.

milyon kere sen olma yolunda sesine bölünüyorum. ve biliyor musun sevgili birinin suretini hayal etme şansın vardır ama sesini ve soluğunu hayal etme şansın hep yitik bir sokağın karanlığı gibi kalıyor.

durmadan bölünüyorum..

düşlerinin ayazı vursa da aynama en çok oradan ısıtırım düşlerini bilirsin.

yanı başımda değil sevgili, ruhumun içindeki direnişin adısın sen.

bildiğim gece bana bölünüyor ben gecedeki kuş seslerini fısıldayan çocukların sesine bölünüyorum.

kendi dışımızda herkesi gördüğümüz bir iç ayna..

yarası kanamasın diye üzerine kendimizi siper etmeye çalıştığımız çocuklar..

çıkrık sesiyle umutları yarınlara ertelenmiş sokak yosmaları..

bölünüyorum durmadan onlara ve gözlerinin açıkta kalan yanlarına bölünüyorum..

ahh çok yorgunum çook. kitaplığımın arasına sıkışmış bir tahta kurdu var onun gibi zamansız bir çaresizliğe yorgunum..

şimdi fark ettim susmuş o da sevgili.

o da mı terk etti beni dersin yoksa o da mı kemirmekten yorgun düştü yüreğimi..’

‘Mavinin Çığlığı’

 

ve her şey, her şey birbirini yer..

‘yalnızlık ..  dört yanı sen’lerle çoğul..

yalnızlık.. mutfakta biriken bardaklar..her bardakta sadece  sana ait olan.. dudak izleri..

evet.. hayatımızda mutlak olan o tek şey’lerden biri de kişinin yalnızlığı.. kendineliği…

ve sonunda inandım ki  herkes her şey  birbirini  bir süre sonra yemeye başlıyor.. 

ve mutlak son ise  yine tek başına olmak..

ZEKİ DEMİRKUBUZ; türk sinemasının en önemli bağımsızlarından biri.. filmlerini izlemek.. arka sokaklarda kir pas içinde, aciz, çaresiz, yoksul, kimsesiz yürümek..yara bere içinde kalmak.. düşüpte  kalkamamak..

ayağa kalkmak istememek.. düştüğün yerde dizlerini karnına çekerek, öylece sonsuza kadar uyumak isteği..

bu kadar kalabalık duygu içinde bir o kadar da duru bir anlatım,.

Ve filmlerindeki  kapıların gizemi.. 

Demirkubuz’un cezaevinde yazmaya başladığı ve edebiyata ilgi duyduğu dönemlerde DOSTOYEVSKY’nin  özellikle ‘SUÇ VE CEZA’nın etkisinde kaldığı,  “YAZGI” filmini ise  ALBERT CAMUS’nun ‘yabancı’sını yeniden biçimleyerek çektiği malumdur..

 En sevdiğim filmi  ise ,,,

 KADER ;  film haluk bilginer ve derya alabora’lı masumiyet’in  öncesini anlatan bir film.. masumiyet ne kadar  güçlü  ise kader filmi de  bana göre başyapıt .. masumiyetin gölgesinde kalmadan ilerleyen yolunu bulmuş bir film..

 aşkı en güzel, en rezil, en çaresiz ve en güçlü anlatan  filmlerden..
ve insanın kafasını, aklını, kalbini darmadağın eden bu sahne..

BEKİR ; “geçen gene çocuk hastaydı..ilacı bitmiş almak için dışarı çıktım..

sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyoruz..
birden durup dururken içim cız etti.. bir baktım gene aynı karın ağrısı..

öyle özlemişim ki seni.. dönerken bir meyhane gördüm,

bir içeri girdiğimi hatırlıyorum bir de rakıya yumulduğumu..

arkasından en az 4 cigaralık.. sonra bi gözümü açtım karşıdan karlı dağlar geçiyor..

bir daha açtım başımda bir çocuk ‘Kalk abi’ diyor, ‘Kars’a geldik’..

otobüsten indim yürümeye başladım.. dedim allahım neredeyim ben, burası neresi?

sonra güç bela burayı buldum.. kapının önünde durup düşündüm..

dedim ‘Bekir, bu kapı ahret kapısı, bu köprü sırat köprüsü..

bu sefer de geçersen bir daha geri dönemezsin’, ‘iyi düşün’ dedim..

düşündüm, düşünüyorum, ama olmadı, dönemedim..

sonra ‘bak oğlum’ dedim kendi kendime, ‘yolu yok, çekeceksin.

isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle.

Yol belli, eğ basını, usul usul yürü şimdi’.”

Ve filmde aklımda kalan,  gonca öncel’in pansiyonda

yan odadan gelen sesi ve şarkısı…

İster kul ol ister köle..

Tüm aşklar bir gün bitecek..

 

ve her şey , her şey  birbirini yer..

‘TAFLAN’

………….

‘bizi karşıya geçir
bu bahçesi dağılmış
elmanın cinnetidir
bizi kayığına alma
senden karşıya geçir’


HAYDAR ERGÜLEN

susma…

‘sen, sakın susmaaa..

bir tek sen sen konuşunca yaşamın ve bu şehrin gürültüsü son buluyor beynimde.

bir tek sen anlatınca ‘mem zin’e kavuşan bir gerçeklik oluyor zihnimde.

bir tek sen nefeslenince çocuk oluyor babamın yüreğindeki o lâl suretler.

ve sen ne zaman uzun uzadıya soluksuz bir şeyler anlatmaya başlasan ben sınır ihlaline çıkmış bir mülteci oluyorum. kendime koyduğum sınırları mayınla patlatma sevdasına tutuldum bu ara sana tutunurken.

sen sakın susma. mademki bu gece kalbin bir pavyon gibi boş, mademki her şey bu kadar laçka bir seyir almış, mademki ben burada basılmış boş bir kitaba meylettim, o halde sen bu gece sabaha kadar konuşmalısın benimle.

olmadı sen bana gülüşünü ver ben sana avuçlarımdaki mavi bilyeleri vereyim.

sen yeter ki susma!

olmadı ‘boş bir pavyon’ gibi olan yüreğini basılmış boş bir kitap olan yüreğimin satır aralarına iliştireyim ki sesin asılı kalsın gökte. çünkü ben gülüşümün adını sen koydum, o
nedenle sen orda hep gülümse ve sakın suskuda sus olmaa !’

‘Mavinin Çığlığı’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yolda biriktirilenler; şarap, muhabbet, rüzgar gülü ve Cevat Çapan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şehri uzakta kendi haline bırakmanın ruha verdiği huzurla düştüm(k) ada yoluna. İnsanın yaşadığı yere mesafeli duruşu kendine yakınlaşmasıdır çoğunlukla. Rehberin anlattıklarını notlamanın dışında araya sıkıştırdığım kişisel fikirlerimi taradım az evvel. Farkettim ki, şehir uzak durulması gereken mecburi istikamet salt benim için.

Geyikli iskelesinden bindiğimiz Feribot’tan sabahın ilk demlerinde inip kumsalla kardeş kafelere geniş adımlarla yaklaşırken adaya özgü bir kahvaltı hevesiyle ilerledik ilkin, acıkmıştık ama yeniliğe daha bi açtık sanırım. Klişe kahvaltı tabağına çok anlam yükledim ben, ada kredimin sonsuz oluşundan kaynaklı. Neyin bizi karşılaşacağı merakıyla büyüyen gözlerle adaya sabitlendik, önce bizi bi boz-kır karşıladı. Adanın yeşillikle özdeşleşmiş hafızamda kırıklık olarak nüksetse de, bu ilk görünüşten dolayı almış “Bozcaada”sıfatını. Ada ile ilgili çok şey yazılmış, söylenmiş, bunlardan birine biz de kulak verelim;

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Kral Kyknos’un Thenes adındaki oğluna, üvey annesi bir iftira atar, kendisine saldırdığını söyler bir de üstüne şahit niyetine de bir kavalcı bulur. Babayı bu yöntemle ikna ederler ve Thenes bir sandığa konularak denize atılır. Sandık Bozcaada’da kıyıya vurur. Yarı baygın bir halde Thenes sandıktan çıkarılır. Bu olayı kutsayan bir çok kişinin önderliğinde adaya da Thenedos adı verilir.”

Yola düşmeden görülesi yer olarak tembihlenen Ayazma (yunanca kutsal anlamında) Plajı için az bile söylenmiş dedim kendimce.  Nadiren karşılaşılacak bir soğukluğa sahip olmasına rağmen gördüğüm en has denizdi.  Tekrar göreceğimi biliyordum burayı artık, müdavimi olmaya niyetli.

Adanın batı ucunda bulunan (Polente ucu) oldukça eski (1861) deniz fenerini ve rüzgar enerji tribünlerine sırtını vererek denize şerefe kadeh kaldırmanın sihrini tariflemek epey güç şahsım için.  Rehberimizin söylemine göre pek girmek mümkün olmuyormuş rüzgar güllerinin alanına ama dedim ya, ada-m bana sürprizlerle geliyordu işte. Her şey yolundaydı, en ufak bir aksilik hemen yoluna koyulurdu biz hissetmeden. Her şey ayarlanmış gibi bi lüksümüz vardı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  

“Dünyanın ucundaki bu fener”in altında ayakta, oturan, bir şeyleri beklediği malum ellerinde kitapların olduğu bir topluluk karşıladı bizi. Uzaktan tanır gibi olduğum yaklaştıkça şiir dede olarak kanıksadığım ama birkaç kelimenin yetersiz kaldığı Cevat Çapan’ı gördüm. Mutlu oldum. İçimdeki çocuğun korkunç dillendiği o an elini sıkmak ve fotoğrafla yetinip sonrasında Odysseia’dan okunacak paraflar için kendime yer baktım ilkin. Anlatıcı Haluk Şahin’in konu ile ilgili girizgahı esnasında okumadığı kitabı çeviren Cevat Hoca’nın hazırlanışını bekledim bir vakit. Aklıma düştü şiir o anda ada’da;

 

Bir yaştan sonra, sınırsız bir çağrışımlar
zinciridir hayat;
başka kokular, başka görüntülerle
saldırır üstüne tekleyen belleğinle
ve birden başka adlarla uyanırsın
bir dağ yamacında daldığın düşten.
…………………
Sonunda sana sığınıyorum, ey şiir,  (eklenti niyetine: ey ada!)

Bu güzelliği tamamlayan şarap ve yeni tanışmaların izinde tekrar düşülecek bir yoldur Bozcaada,

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dünün yanlışları… Affet ama unutma!

“Oi Va Voi”nın en sevdiğim şarkılarından, “Yesterday’s Mistakes”ten alıntı başlık. Affet ama unutma. Unutmak işte asıl gaflet olan o. Yoksa affetmenin ve yola devam etmenin kendisi, pasif bir eylem değil.  Affetmezsen, tam göğsünün ortasında, inceden bir çıngıraklı yılan beslemeye başlıyorsun. Muhtemelen, canın ilk yandığında ortaya çıkıyor yılanın. Sonra, her kastın ardından, sana kast eden özneyi ve intikam saatini belleğine kazıyarak, yılanına bir halka ekliyorsun. Zaman akıp gidiyor, kişiselleştirilmiş acıların beslediği yılan devasa bir çıngırağa dönüşüyor. İntikam almaya bile mecalin kalmıyor; çünkü yılanın hareket edecek yeri kalmadığından seni zehirleyerek kendisine dönüştürüyor. Yani, tüm o menfi, kalbi delik deşik eden duyguların ve ateşin kendisine.

Bu aralar hesabımda halkla ilişkiler var. Zaman zaman kilitlenip kalıyorum. BtŞ’yi oluşturan “ben”ler sırasıyla arzı endam eyliyorlar. Bir ben intikam ateşini yakarken, diğeri affetmemi telkin ediyor. Sonra biri çıkıp kibirle, “İnsanlar böyledir efem, onları oldukları gibi kabul etmek gerekir” diyerek, bana kent-soylu gurur ve acıma ile karışık bir bakış atıyor. Affetmeyi telkin eden benin kapı komşusu olan, akl-ı selim ben, mağarasından çıkıp, Musa’dan ödünç aldığı asasına dayanıyor ve: “Bekle çocuğum Zülkarneyn bilincinin göğünden senin için zuhur edecek” vaadinde bulunuyor. Ardından, en ham, en şeytani ben çıkıyor ve, “S….. et bu salakları! Zekanı, kısasa kısas hakkın için kullan. Bahçelerine gir, evlerini tarumar et. Hepsini yak ve onlar acı ile yanarken, sen  dumanlanıp seyret” diyerek, o keçi ayaklarıyla sırtımı tekmeliyor.

Wesselam bir hayli karışık işler… Ammawelakin, hayat işte orada! Sana yolda çarpan, seni tanımadan eleştiren, sahip olduğunu sandıklarına hasetle bakan, süreci değil sonucu gören, mutsuzluğuna mutlu/mutluluğuna mutsuz olan teyzede, arkadaşta, meslektaşta vs., kısaca karşılaştığın her toplumsal adacıkta. Hayat kaçınılmaz, ol sebepten halkla karşılaşma da kaçınılmaz. Halkla ilişkilerde ortaya çıkmasının risk olmayıp, kesin olduğu zarar ve belaları en aza indirmek ise imkansız değil. Evet zor, evet bir hayat boyu gel-git, iman-küfür, affediş-kin arasında salınımı gerektiriyor; ancak nasılsa hayat her türlü geçecek ve her türlü cehennemi olacağız birbirimizin.  Sadece zaaflarımızdan, hırslarımızdan ve tamahkarlığımızdan vurulabiliriz. Birinin kibirle canımı acıtması, bendeki egonun yüksekliğinden ya da diş telleriyle gezinen bir ergen olmasından kaynaklanmaz mı aslında? Benliğimin inşası/adam edilmesi, maddi araçlarla yapılıyorsa, yazık bana! Demek ki kaybettiğimde evi, arabayı, manitayı yerle bir olacak “kendim” dediğim her ne var ise. Yok eğer rahmimde, her gün çapalayıp, temizleyip, sulayıp yetiştirdiklerimse, aferim o zaman bana. Ben ölmeden, hiç kimse / hiçbir şey bir halt yapamaz bana; ancak Rabile döner/dönüşürüm.

Niye bu kadar uğraşıyorsun ki sen, olduğu gibi, geldiği gibi karşıla ve vur gitsin sana kastedene? Öyle de, o zaman ondan ne farkım kalacak? Egoların savaşı… Öf hocam öf, hayat kısa, emel uzun; akl-ı selim ben, bu emelin tasfiyesinde buldu gönlünün ferahını. O sebepten, eşiktekine söyle, cinlerle flört edip durmasın. Kalbindeki sonlu bağları koparsın ve özgürleşsin. Ha, o vakte kadar mı? Soğukkanlı ol, muhatabın kendi gerçekliğinden konuşuyor, ikinci tekil şahsa, kendi “habilitusu”nun ölçüleriyle bir elbise dikmeye çalışıyor. Kendi kıçının çıplaklığına ilişmesin, İtŞ’nin gözleri diye, ona kendisini çıplak hissettirerek başlatıyor yabancılaşma sürecini. Sonra, kutsalı, elalemi, genel kabulleri kullanarak, onu o elbiseyi giymeye ikna ediyor, yani yabancılaştırıyor.

Ol sebepten gaflete düşme, içinin farkında ol, karşındakini gör akıl, zeka ve kalbinle. Gör ve dikkatini kendisine yönelt: “Bak kıçın açık!” O dönüp kendi kıçını örtmeye çalışırken, sen ellerin ceplerinde, çınarların altında kendine şekerli bir kahve söyle.

‘İbn-i Zerabi’