Author Archive

‘FRANÇOIS TRUFFAUT..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kariyerinize bir eleştirmen olarak başladınız.. bunun bir yönetmen olarak sizin üzerinizdeki etkisi nasıl oldu?

bunu söylemek zor, çünkü insan filmlere yönetmen olduğunda başka, eleştirmen olduğunda başka bir gözle bakıyor.. mesela ‘yurttaş kane’i her zaman sevmiş olsam da, kariyerimin farklı aşamalarında farklı biçimlerde sevdim.. onu eleştirmenken izlediğimde, özellikle hikayenin anlatılış biçimine hayran olmuştum: bütün karakterlerle görüşen kişiyi görmemize nadiren izin verilmesi, kronolojiye saygı gösterilmemiş olması, bunun gibi şeylere.. yönetmen olarak izlediğimdeyse beni daha çok teknik ilgilendiriyordu : bütün sahneler tek bir seferde çekilmiş, ters kesim kullanılmamıştı; birçok sahnede görüntüden önce müziği duyuyordunuz; bu, orson welles’in radyo eğitimini yansıtıyordu, vs.. sıradan bir izleyici gibi davranınca insan filmleri uyuşturucu gibi kullanır; hareketten büyülenir ve analiz etmeye çalışmaz.. öte yandan , bir eleştirmen (özellikle de benim gibi haftalık bir dergi için çalışan eleştirmen) on beş satırda filmlerin özetini yazmak zorundadır.. bu da insanı bir filmin yapısını anlamaya ve beğenisini akılcılaştırmaya zorlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

özellikle hayran olduğunuz ya da bir yönetmen olarak özellikle yararlı bulduğunuz eleştirmenler var mı?

hiçbir yönetmen eleştirmenlerden hazzetmez, ona karşı ne kadar nazik olurlarsa olsunlar.. her zaman kendisi hakkında söylediklerinin yeterli olmadığını, ilginç bir tarzda hoş bir şeyler söylemediğini ya da söyleyebilecekleri bütün hoş şeyleri başka yönetmenler hakkında söylediklerini düşünür.. ben bir zamanlar eleştirmen olduğumdan, sanırım eleştirmenlere karşı başka yönetmenler kadar husumet duymuyorum.. yine de eleştiriyi filmlerimin kabulünde etkili olan bir unsurdan fazlası olarak düşünmedim hiç.. halkın tutumu, tanıtım malzemesi, gala sonrası reklamlar, bütün bunlar eleştirmenler kadar önemlidir..’

‘FRANÇOIS TRUFFAUT..’ , Derleyen : RONALD BERGAN, Çeviri: EBRU KILIÇ, AGORA Yayınevi, Aralık 2010, 210 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Eski Koltuklar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘sabah beş gibiydi sanırım uyandığımda.. uykusuzluğa mahkumum.. ortalama üç, üç bucuk saat bölük pörçük uyurum herkes bilir..

uyandım.. açık olan televizyonu kapadım.. bilgisayarı açtım, gittim mide hapımı içtim.. maillere bakayım dedim.. onlarca mail arasında okuduğum ilk mail ‘tanju berk’ adlı kardeşimizin oldu.. kısa filmlerinden birini izlememizi, yorum yapmamızı istiyordu : eski koltuklar..

okur okumaz diğer mailleri okumadan ‘eski koltuklar’ filmini açtım..

izledim..

dann diye bir kaya düştü üzerime, daha da derine gömüldüm..

uzandığım yerden bir kez daha basla tuşuna bastım..

izledim..

tekrar izledim..

filmin esinlenildiği sevgili ersin karabulut’un çizgi öyküsünü hatırlamaya çalıştım.. sonra tekrar döndüm filmi izledim..

her izleyişimde on iki kusur dakikalık filme daha da bağlandım.. oyunculuklar çok başarılıydı.. kurgu çok güzeldi.. tek takıldığım filmin başlangıç jeneriğiydi.. daha iyi olabilirdi diye düşündüm.. onun dışında on numara bir film çıkarmış tanju kardeşimiz ve ekibi..

filmin konusundan sadece biraz kesit vereyim.. dünyada hayat zor koşullarda yaşanmaktadır.. devletler nüfus planlaması kapsamında ya da belki de ekonomik nedenlerle (zaten ikisi birbirini direk etkiler) artık ailelerden doğuracakları her çocuk ve öngörecekleri yaşam biçimi ve süresi için yaşam vergisi almaktadır.. işte filmdeki çiftimiz ellerindeki kısıtlı imkanlarla bir çocuk sahibi olmaya karar verirler.. küçük erhan’ımız doğar ve film akar..

ben hiçbir zaman roman, çizgi öykü filanın aslıyla çekilen filmi ya da çizgi filmi, animeyi vs karşılaştırmam , karşılaştırma zevzekliğinde bulunmam.. çünkü roman, hikaye veya çizgi öykü ayrı anlatım tarzları olan ayrı ayrı sanat dalları.. ayrıca her insanin düşünme, hayal etme tarzı farklıdır.. kaldı ki herhangi bir filmi çekenle, izleyen her kişinin bazen anladıkları da farklı olabiliyor izlediklerinde.. örneğin edebiyattan benim ecinnilere bakış açımla sizlerinki veya bir başkasının ki bambaşka olur değil mi.. bu yüzden ‘germinal’in filmine küfür edenlerle aşağılayanlara, ‘anayurt oteli’ için ‘ııhıh olmamış’, ‘gölgesizler’ için ‘çok yavan kalmış’ diyenlere sadece gülümsüyorum..

tanju kardeşimizin ellerine, beynine, yüreğine sağlık bize bu filmi kazandırdığı için.. bence bu sene izlediğim en güzel yapımlardan birisi.. tüm ekibinin yüreklerine sağlık.. ‘erhan’ adlı küçük çocuğu oynayan ‘bertan demet ceylan’ gerçekten müthiş bir oyunculuk çıkarmış.. sanki ‘truffaut’ ustamın filmlerinden çıkmış gelmiş gibiydi.. diğer oyunculuklar da iyiydi.. anne ve nüfus memurunu oynayan arkadaşlarımız da gerçekten yaşayarak oynamışlar rollerini.. memur rolündeki ‘beyti engin’ büyük oyuncudur benim gözümde her zaman..  anne rolündeki ‘gökcan gökmen’ de etkileyici bir oyun çıkarmış her şeyiyle hissetmiş ve hissettirmiş rolünü.. baba rolündeki ‘hakan ka’ ise her zamanki gibi oyunculuğunu döktürmüş.. ama anne karakteri daha baskın çıkmış filmin havasını yansıtmada..

kısa film yürek, cesaret isteyen bir alan.. tanju kardeşimiz ekibiyle birlikte çok iyi bir iş çıkarmış.. bize bu filmi haber verdiği için de kendisine teşekkür ederiz.. inanın nereye yetişeceğimizi bilmiyoruz.. bazen bazı yerlere ulaşmamız mümkün olmuyor fakat böyle güzel insanlar bize haber verince nokta atışı yapıp güzel keşiflerde bulunup değerlendirmelerde bulunuyoruz..

ersin karabulut’un öyküsünün de tabii ki ayrı bir etkileyiciliği, özgünlüğü var.. öyküye ve filme abartı ya da fantezi diyenlere sadece dünyaya bakmalarını istiyorum.. cinnet bir dünyada yaşıyoruz.. dünya top yekun bir cinnet hali yaşıyor.. ne ersin’in öyküsü ne de tanju’nun filmi abartıdır..

‘çocuğunuzun son kullanma tarihini kendinizin belirlediği bir dünya’ tasviri abartı mı sizce.. hayır.. bu film dünyaya güzel bir ayna tutuyor..

sadece size birkaç örnek vereyim, kusarak kendinize gelin ve tanju’nun filmini tekrar izleyin..

sadece üç dört haberden örneklerim.. yakın zamanlara ait.. birincisi adana’nın bir ilçesinden.. daha geçen hafta gazete ve televizyon haberlerine konu olan bir olay.. sulama yapan bazı tarım işçileri bir borudan su gelmediğini fark edince yaklaşık on santim çapındaki boruyu tıkandıklarına inandıkları yerden kesiyorlar..

ve ne mi görüyorlar : yeni doğmuş bir bebek cesedi..

kustunuz mu..

ben yazarken de kustum..

gün içinde her aklıma gelişinde de içimde kabaran bir öfkeyle kusuyorum.. nasıl bir şeyler yiyebilecek misiniz uzun bir süre.. bu olayı unutabilecek misiniz.. dileyene haberin linklerini gönderebilirim gerçekliğiyle yüzleşmek isteyen varsa..

evet bu yeni doğmuş bebeyi o sulama borusuna atanlar aramızda yaşayan yaratıklar.. tüylerim diken diken oluyor olay ve gazetedeki fotoğraf aklıma geldikçe..

sarı bir boru..

küçücük..

ah bebem seni oraya nasıl atarlar..

nasıl yürekleri var bu yaratıkların.. hiç mi sızlamaz.. hiç mi yanmaz..

insanlığın iflas ettiğinin en büyük delili oldun sen bebem..

seni oraya atanların yatacak toprağı olmaz umarım..

ikinci olay ise hatırladığım kadarıyla istanbul’da meydana geliyor.. hani eskiden insanlar bebeklerini cami avlusuna bırakırlardı ya.. ya da evlerin kapılarına bırakıp zile basıp kaçarlardı.. ama istanbul’da bazı mahluklar yeni doğmuş bir bebeyi bir çantanın içine koyup bir arabanın altına koymuşlar.. arabanın gariban sahibi gelmiş ters taraftan kapısını açmış, çalıştırmış ve hareket edince bir şeyin üzerinden geçtiğini fark etmiş.. inmiş, durmuş, çantayı açıp bakmış ve yığılıp kalmış açtığı çantanın içindekini görünce..

ölün be insanlık ölün..

gözlerinizden fışkırmıyor mu yaşlar bunları okuyunca ya da duyunca..

ölün ve terk edin bu dünyayı ey ruhsuz vicdansız insanlık..

geberin..

son ses ‘andrea bauer’ çalıyor.. çellonun telleri titrerken ruhum tepeden tırnağa korkuyor.. kendim için değil korkum, gözlerimden yaşlar fışkırırken tüm bebekler ve çocuklar için korkuyorum..

ey insanlar uzak durun çocuklardan..

uzak durun..

uzak..

daha fazla anlatacaktım ama ben de hal kalmadı yazarken..

yazarken yıkıldım tekrar tekrar..

nasıl vicdansızlıktır bu kardeşim.. bana kim anlatmak ister.. faşizmin her türlüsüyle yeniden cirit atmaya başladığı bugünlerde tanju berk’in kısa filmi bizlere ayna tutuyor.. kafalarınızı sabitleyip ekrandan gözünüzü kaçırmadan ve gözlerinizi kapatmadan izleyin ‘eski koltuklar’ filmini.. yüreğiniz yetiyorsa.. ha sakın yanlış anlamayın filmde kan vahşet bir şey yok.. ilginç bir öykü.. güzel bir kurgu.. güzel oyunculuklar ve işte ‘eski koltuklar..’

filmi youtube’dan izleyebilirsiniz, youtube’un arama motoruna ‘eski koltuklar’ ve ‘tanju berk’ yazarsanız filme ulaşabilirsiniz.. ayrıca aynı yerden tanju berk’in diğer kısa filmi ‘inside the door’ filmini de izledim.. bence güzel bir korku gerilim filminin öncülü olmuş film.. vaktiniz varsa bu kısa filmi de izleyin.. tanju berk’in ilerde çekeceği güzel filmlerin sinyallerini veriyor bu filmler.. tekrar kendisine ve ekibine teşekkür ediyoruz.. yüreklerine sağlık..

aynanızla kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ESKİ KOLTUKLAR.. 

 

Eser : ERSİN KARABULUT

 

Yönetmen : TANJU BERK

 

Uyarlama Senaryo : TANJU BERK

 

Yapımcı : TANJU BERK , İSMET ÇAYLI

 

Görüntü Yönetmeni : SERDAR ÜNLÜTÜRK

 

Uygulayıcı Yapımcı :  NAFİZ ÇAYLI, ASLI BERK

 

Oyuncular :

 

Küçük Çocuk Erhan : BERTAN DEMET CEYLAN

 

Anne : GÖKCAN GÖKMEN

 

Baba : HAKAN KA

 

Memur : BEYTİ ENGİN

 

Öğretmen : MEHMET ÇAYLI

 

Sanat Yönetmeni : HÜLYA KELEŞ

 

Ses : BAYCAN AKÇAYÜZ

 

Işık : KUBİLAY ÖZOĞLU, NEJAT UĞURLU

 

Müzik : YİĞİT DENİZCİ

 

Kurgu : ŞENNUR BAYKUT

 

Prodüksiyon : ÇAĞKAN ÇAYLI ,  MUSTAFA ACAR

 

Afiş Tasarım : ÖZKAN ALGÜL

 

Makyöz : AZNİV SIRMA  VARJABEFYAN

 

Kamera Asistanı : FIRAT ÖZBİR, CUMHUR AKSU

 

Set Fotoğrafları : ÖZKAN ALGÜL

 

Çeviri : EDA ÇAYLI

 

Işık Kamyonu : İSMAİL SÜRMELİ

 

Jeneratör :  ATİLLA ŞENGÜL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bugün Çehov günü olsun!

Salt 2008 yılının değil türk sinemasının en has filmleri arasında seçkin bir yeri vardır ‘Sonbahar’ın. Tekrar anımsamama vesile olansa sanki film bütün anlamını ‘Yusuf ile Eka’nın birbirlerinden habersiz izledikleri ‘Vanya Dayı’dan aldıkları ‘Sonya’nın ağzından dökülen cümlelere yüklemiş; “Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Elimiz ağzımız tuttuğu sürece dur durak bilmeden başkaları için çalışıp didineceğiz. ecel geldiği zaman da usulca öleceğiz. çok acı çekip gözyaşı döktüğümüzü, çok içimizin yandığını söylediğimizde tanrı bize acıyacak. ve seninle ben, sevgili dayıcığım, aydınlık ve güzel bir hayat yaşayacağız. işte o zaman mutlu olacağız, şimdiki mutsuzluğumuzu hatırlarken gülümseyeceğiz ve huzura ereceğiz

Yazının asıl sahibi bugün yaşamını yitiren ‘Çehov’ olmasına rağmen düşündüğümde ilkin anımsadığım Çehov anısıyla girizgahı uygun buldum. İsminin hikmeti epey fazla olan  eşsiz hikayecinin sahip olduğu bir özellik olan geçmişe bakma korkusunu (otobiyografyafobi) gerekçe göstererek gençliği, ailesi kısacası hayatına girmeden , yazım hayatının bize yol göstereceği bir notlamadan  ibaret bu yazı. Mektubundan yaptığım bir alıntıyı eklemeden geçersem de içim elvermez;

”her yanım öylesine asya ki, gözlerime inanamıyorum, 60 bin kişi yemek içmekten , üremekten başka bir şey düşünmüyor. Yaşamla başka bir ilişkileri yok.  Ne bir gazete, ne bir kitap.”

Öykülerinin hayli öne çıktığı benim kütüphanemde en samimi durduğum oyunlarında, genel itibariyle Rus toplumunun tüm katmanlarından karakterlerle yüzleşiriz sahnede. Geçiş dönemi Rusya’sının, alt üst olmuş toplumsal değer yargılarının bir gösterisi olan oyunları her dönem gösterilir ülkesinde. Benim de ülkemin Şehir Tiyatrolarında izlediğim bilinen eseri Üç Kızkardeş için broşürde şöyle bir yazı vardı hatırımda kalan; “Üç Kızkardeş, Yaşanmamış Bir Hayatın Hikayesidir!” Oyun bittiğinde ne demek istediğini çok iyi anlattığı kanısına varıyorsunuz, bununla özetlemek mümkün hatta bütün oyunu. Oyundaki her karakter başka bir dünyanın kapısını açıyor izleyene sanki, başka bir mutsuzluk hikayesi her biri. Öyle zengin bir oyun ki izleyen herkesin yaşamı ile ilgili kendini kurcalamasına neden oluyor bir yandan. Çok farklı bir izleyici profili olsa da (iki defa izleyeni de hiç sevmeyeni de) tüm övgüleri hak ediyor fikrindeyim.

Çehov için bir o kadar sevdiğim Tolstoy’un ne dediğine kulak verelim hep birlikte; “çehov bir sanatçı olarak, önceki rus yazarlarıyla, turgenyev, dostoyevski veya benimle, mukayese bile edilemez. çehov’un kendi biçimi var empresyonistler gibi. bakarsanız adam hiçbir seçim yapmadan, eline hangi boya geçerse onu gelişi güzel sürüyor. bu boyalar arasında hiçbir münasebet yokmuş gibi görünür. ama bir de geri çekilip baktın mı şaşırırsınız. karşınızda parlak büyüleyici bir tablo vardır.”

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Bir İdam Mahkumunun Son Günü..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘XVII

ah kaçabilseydim, kırlarda nasıl da koşardım!

hayır, koşmamam gerekir.. dikkat çeker, insanları kuşkulandırabilir.. tam tersine yavaş yavaş yürümek gerek; başınız dimdik olacak ve şarkı mırıldanacaksınız.. kırmızı desenli, mavi renkli, eskimiş gömlek gibi şeyler giyeceksiniz üstünüze.. bunlar insanı iyi gizler.. nasıl olsa yöredeki bütün sebzeciler böyle giyinirler..

kolejdeyken, arcueil dolaylarında arkadaşlarımla her perşembe kurbağa avlamaya gittiğim bir bataklığa yakın bir koru var.. akşama kadar orada saklanırdım..

akşam olunca, yoluma devam ederdim.. vincennes’a giderdim.. hayır, ırmak bana engel olurdu.. o  zaman arpajon’a giderdim.. saint germain yolundan gidip havre’a varmak, sonra da ingiltere’ye giden bir gemiye binmek daha iyi olurdu.. ne fark eder! longjumeau’ya varıyorum.. bir jandarma geçiyor, bana pasaportumu soruyor.. eyvah! yakalandım!

ah! mutsuz hayalperest, önce seni hapseden şu üç ayak kalınlığındaki duvarı yık! ölüm! ölüm!

düşünüyorum da, küçükken buraya, bicétre’e gelmiştim; büyük kuyuyu ve delileri görmeye!..

XXXIV

saat bir, biraz önce çaldı.. bilmiyorum hangisi; saatin çekicini zor duyuyorum.. kulaklarımın içinde bir org sesi duyuyorum sanki; uğuldayan son düşüncelerim bunlar..

anılarımın arasında derin düşüncelere daldığım bu en yüce anda, korkunç bir biçimde, işlediğim suç ile yüz yüze geliyorum; ancak, daha çok pişmanlık duymak isterdim.. mahkum edilmeden önce, çok acılarım vardı, o zamandan bu yana yalnızca ölüme ilişkin düşünceler var gibi geliyor bana.. gene de daha çok pişmanlık duymak isterdim..

yaşamımda geçmiş herhangi bir dakikayı düşlediğim ve onu her an bitirmek durumunda olan o balta darbesini anımsadığım zaman, sanki yepyeni bir şey görmüşüm gibi titriyorum.. güzel çocukluğum! güzel gençliğim! ucu kanlı yıldızlı kumaş.. o zaman ile bugün arasında, bir kan ırmağı, başkasının kanı ve benim kanım var..

bir gün, insanlar benim bu öykümü okurlarsa nice masumiyet ve mutluluk dolu yıllardan sonra, bir cinayet ile başlayan ve bir idamla sona eren bu korkunç yılın varlığına inanmak istemeyeceklerdir; eksik bir yanı, eksik bir havası olacak..

ve yine de, ey sefil yasalar, sefil insanlar, ben kötü biri değildim!

ah! birkaç saat sonra ölecek olmak ve bir yıl önce, aynı gün, özgür ve suçsuz olduğumu, güz gezintileri yaptığımı, ağaçların altında dolaştığımı ve yapraklar arasında yürüdüğümü düşünmek!’

‘Bir İdam Mahkumunun Son Günü..’ – VICTOR HUGO

Çeviri : ERHAN BÜYÜKAKINCI, CAN Yayınları,  1992..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘KARDEŞİM AKİF..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çok sevinirim sevineceğim buraya gümüşlük iskelesi’ne sözlünle birlikte gelirsen.. gerçekten de güzel bir yer bu koy.. hava yavaş yavaş ılımanlaştığı için yabancıların gelmeye başladığını seziyorum.. ‘mevsim’ daha açılmadı ama, motellerde pansiyonlarda bir kıpırdama var anlaşılıyor.. benim pansiyonda iki oda boş arkadaşının pansiyonu biraz pahalıysa, burayı tutarsınız (biri denize, ötekisi limon bahçelerine bakıyor; mutfak, kap kacak. çatal bıçak, buzdolabı, ocak var, insan kendi yemeğini yapabilir isterse.. iskeleden, deniz koy karşında olmak koşuluyla, sola döneceksin, ev iki-üç dakikadır yürüyerek; altta ince ali (ev sahibi) ailesiyle oturuyor, telefonları 11..

y. küçük ile yerasimos’un kitapları iyi güzel de, ikisi de çok çalışkanlardır, konulara eğilirken dişlerini gıcırdatmaları hoş değil bence.. insan böylece – zaten bir dolu handikap var nesnel olmamak için – sorunun bittiğini bitirildiğini sanıyor sanabilir.. şiirdeki özgünlük de öyle bilinir, şair ne denli az etki altında kalmışsa özgün olur; oysa tersidir gerçek, binlerle on binlerle etki sonucunda özgün olunabilir.. bu işi bakarken de, başka başka açılarla bakmalı.. ünsal oskay bana hilmi ziya ülken’in türkiye’de çağdaş düşünce tarihi kitabını vermişti, okudum, bir dolu açı kazandırıyor insana.. taner timur’un kuruluş ve yükseliş döneminde osmanlı toplumsal düzeni de öyle, kitabı bitirmek üzereyim.. ittihat ve terakki programı bir ipucudur bence ancak.. (sina akşin’in 31 mart olayı kitabı aklıma geldi..) kısa zamanda bu da unutulacaktır.. ben bu toplumun kesinlikle bir insan toplumu olduğu düşüncesinde değilim çünkü..

biliyorum, çok ağır bir yargıdır bu ama elimde kesin ve tartışılmaz kanıtlar var bu konuda.. herhangi bir eleştiri de değil bu.. bir kırgınlık kızgınlıkla duygusallıkla da söylenmemiştir.. pek kuşkulu bir adam sayılmam ama bana çok şey gösterilmeye çalışıldığı gözüktüğü gibi gelmiyor.. sözgelimi işin gerçekten çok küçük bir türevidir.. ‘defterler konuşması’nın başına gelenler ya da getirilenler ama kimin umurundadır sorun üç beş arkadaşın dışında.. yaa vah vah.. demek kurnazca bir numaradır, akıllarınca.. ben bu genel geçer yazar gerçeğini bildiğim için işin ütüne üstüne gidiyorum; hem özel hem genel anlamda bir büyük yanlışlık işleniyor işlenir.. neyse..

gerçekten çok küçük bir alandayız, her anlamda.. sesini kimse duyuramıyor duyuramaz, insan..

hoşça kal akif.. selamlar çok.. yazışalım yine..’

Ece Ayhan..

29 Mart 1982 , Gümüşlük..

‘KARDEŞİM AKİF.. AKİF KURTULUŞ’A MEKTUPLAR..’ , ECE AYHAN , Hazırlayan : EREN BARIŞ, DİPNOT Yayınları, 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kitaplar ve fahişeler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

NO : 13

‘on üç – bu sayıda duraklamaktan zalim bir zevk aldım..’ – marcel proust

‘yaprakları açılmamış kitap, hala bakire, daha önceki ciltlerin sayfa kenarlarını kana bulayan kurban törenini bekler; kendisine temellük edecek silah ya da sayfa açacağının girişi..’ stéphane mallarmé

 

I. kitaplarla ve fahişelerle yatılabilir..

II. kitaplar ve fahişeler zamanı dokur.. geceye gündüz, gündüz de geceymişçesine hükmederler..

III. ne kitaplar ne de fahişeler dakikaların onlar için değerli olduğunu belli ederler.. ama biraz daha yakından tanındıklarında, ne kadar büyük bir telaş içinde oldukları görülebilir.. biz kendimizi kaptırdığımızda onlar dakikaları saymaktadır..

IV. kitaplar ve fahişeler öteden beri mutsuz bir aşkla birbirlerini severler..

V. kitaplar ve fahişeler – her ikisinin de onlardan geçinen ve onlara kötü davranan bir erkeği vardır.. kitaplarınki, eleştirmenler..

VI. kitaplar ve fahişeler umuma açık yerlerde hizmet verirler – öğrenciler için..

VII. kitaplar ve fahişeler – onlara sahip olanlar nadiren sonlarına tanık olurlar.. göçmeden gözden yitmenin bir yolunu bulurlar..

VIII. kitaplar da fahişeler de nasıl bu yola düştüklerini anlatan hikayeler uydurmaya bayılırlar.. oysa çoğunlukla ne olduğunu kendileri bile fark etmemişlerdir.. yıllar boyunca ‘kalbin’ sesine kulak verilir; günün birinde sırf ‘hayatı gözden geçirmek’ için durulan bir köşe başında kellifelli bir gövde pazarlığa başlar..

IX. kitaplar ve fahişeler kendilerini sergilerken sırtlarını dönmeyi severler..

X. kitaplar ve fahişeler doğurgan olur..

XI. kitaplar ve fahişeler – ‘dar kafalı yaşlılar, genç orospular..’ bir zamanların kötü şöhretli kitaplarından ne kadar çoğu bugün gençleri eğitmekte kullanılıyor..

XII. kitaplar ve fahişeler kavgalarını herkesin gözü önünde ederler..

XIII. kitaplar ve fahişeler – birinin sayfalarındaki dipnotlar neyse, ötekinin çoraplarındaki banknotlar da odur..

‘SON BAKIŞTA AŞK..’ , WALTER BENJAMIN , METİS Yayınevi.. Sunuş ve Hazırlayan : NURDAN GÜRBİLEK.. , 1993 , Kasım 2008..

 

 

 

 

 

 

 

 

‘İşsizlik Hakkı..’ – IVAN ILLICH

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘eğer insanlar kendilerine uzmanlar tarafından ihtiyaç olarak dayatılan şeyleri eksiklik olarak kabul etmeye gönüllü olmasalardı, meslekler hakim ve köreltici hale gelemezlerdi.. insanlar ve meslekler arasındaki karşılıklı bağımlılık yozlaştırılan dil yoluyla örtbas edildi ve tahlil edilemedi.. eski güzel sözcükler, uzmanları evin, dükkanın, mağazanın ve bunların arasındaki boşluğun vasileri olarak belirlemeye yarayan damgalar haline getirildi.. en temel ortak mal olan dil, her biri bir mesleğin kontrolü altında olan dolambaçlı jargonlar tarafından kirletildi.. sözcüklerin gasp edilmesi ve gündelik dilin içi boşaltılarak bürokratik bir terminolojiye indirgenmesi ile, çevresel bozulmanın insanları kâra dönük olarak istihdam edilmedikleri sürece fayda sağlamaktan mahrum bırakan özel bir şekli arsında itibarsızlaştırma dereceleri açısından yakın bir paralellik vardır.. profesyonel hakimiyetin etkisini azaltacak olası tasarım, tutum ve kanun değişikliklerinin mümkün olması, bu hakimiyetin arkasına saklandığı isimlendirme hilelerine karşı daha duyarlı olmamıza bağlıdır..’

‘insanlar zaman kaybettiren hızlanmanın, hasta eden sağlık hizmetlerinin ve aptallaştıran eğitimin tutsakları haline geliyorlar, çünkü belli bir eşik aşıldıktan sonra endüstriyel ve profesyonel ürünler silsilesine bağımlı olma hali insan potansiyelini öldürüyor ve bunu spesifik bir yolla yapıyor.. metalar yalnızca bir noktaya kadar insanların kendi yapabilecekleri ya da üretebilecekleri şeylerin yerini alabilirler.. mübadele değeri, yalnızca belli sınırlar dahilinde kullanım değerinin  yerini tatmin edici şekilde doldurabilir.. bu noktanın ötesinde üretim artışı yalnızca bu ihtiyaçları tüketiciye dayatan profesyonel üreticinin çıkarına hizmet eder, tüketiciyi ise belki daha zengin, ama aklı karışmış ve sersemlemiş bir hale getirir.. sadece giderilmekle kalmayıp tatmin de sağlayacak ihtiyaçların sınırı, belli bir ölçüde kişisel otonom eylemin bıraktığı izden duyulacak keyifle belirlenmelidir.. kişinin ihtiyaçlarını tatmin edecek eylemleri kendisinin belirlediği bu durumlar için de, ötesine geçildiğinde metaların tüketiciyi köreltmeden çoğalmalarının mümkün olmadığı belirgin sınırlar vardır..’

‘günümüz toplumunda bir patron tarafından emredilmiş olmadığı sürece hiçbir çaba üretken sayılmıyor ve ekonomistler de bir şirketin, gönüllü kuruluşun ya da çalışma kampının kontrolü altında olmayan insanların nasıl olup da gayet işe yarar olabildiklerini açıklamakta güçlük çekiyorlar.. bir iş yalnızca standartlara uygun şekilde belgelenmiş olan bir ihtiyacı karşıladığına hükmedecek bir profesyonel kurum tarafından planlandığı, takip edildiği ve kontrol altında tutulduğu sürece üretken, saygın ve yurttaşlara layık bir iş olabiliyor..

gelişmiş bir sanayi toplumunda işsizliği özerk ve faydalı çalışma hali olarak değerlendirmek, hatta hayal etmek imkansızlaşıyor.. toplumun altyapısı öylesine bir şekilde düzenlenmiş ki üretim araçlarına erişmenin tek yolu ücretli işler ve devlet devreye girdikçe kullanım değeri üretimin üzerindeki bu meta üretim tekeli daha da baskıcı oluyor..

bir çocuğa yalnızca diplomanız varsa bir şey öğretebilirsiniz, kırılmış bir kemiği ancak bir klinikte oturtabilirsiniz.. ev işleri, el becerileri, geçimlik tarım, radikal teknoloji, birbirinden öğrenme ve benzeri faaliyetler yalnızca aylaklar, üretken olmayanlar, çok yoksullar ve çok zenginler için mümkün hale gelmiş durumda..’

‘İŞSİZLİK HAKKI..’ , IVAN ILLICH, Çeviri : DENİZ KESKİN , YENİ İNSAN YAYINEVİ, Mayıs 2010, 94 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Bir Şehre Gidememek..’ – Mario Levi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘sonra birden o koskoca eski sokakta, kendimi bu apartman dairelerinden birine bir kez daha koyabilirim dedim.. sonra başka suskunlukları, yan çizmeleri, yalnızlık temrinlerini, eksik cinsellikleri, hayali aşkları, zorunlu topluluklarda bir yama gibi olmaları, küçük utanmaları anımsadım.. cumartesi akşamları kent sinemasına yalnızca filmler için mi gidilirdi.. bir başka hayal perdesi değil miydi o kervan sineması.. sonra o koskoca sokakta, o apartmanların birinde bir akşam kızıllığını anımsayabilirim dedim.. plaklar arasında programı akşam galiba yedide başlayacaktı.. şarkılar, yaşantılar: aydınlıktan bir kızarış, balık kokusu geliyor o anda.. türkan şoray’ın yeni filmini kaçırmayalım diyor madam matilda, ihtiyar madam eleni’yse mutfakta çırılçıplak dolaşıyor; ben bundan çok korkuyorum.. susuyorum sonra.. oysa o günlerin bende kalan, hep gelişen hikayesini ne de çok anlatmak istemiştim.. kaçıyorum ama geçmişimden ve hep yanı başımda gezinen hayaletimden.. kendimden, yenilgilerimden, bazı insanlarla karşı kaşıya kalmaktan kaçıyorum..’

‘kitaplar, diyebiliyorum kitapların çok özel dünyasından hep bir şeyler beklemiştiniz ne de olsa; kandırmacalardan ve kaçışlardan bir küçük sığınak yaratmıştınız kendinize.. günün birinde, sözcüklerden ve olasılıklardan aldığınız güçle birçok yanılgıyı bir küçük yalanla geçiştirebilir, dahası açıklayabilirdiniz..’

‘zamanı durduramamanın ve kimi hayalleri tüm kandırmacalara karşın gerçekleştirmemiş olmanın kırgınlığı.. fırsatını bulduğumda buna bir küçük pişmanlık ya da bir kaçınılmaz ödeşme zamanı diyebilmeliyim.. uzunca bir arayışın beklenmedik bir yerinde insanın aniden bir başına kalabileceği anları da gözden geçirebilmeliyim bu aşamada; yitirilmiş onca sevince karşın yeni bir ilişkiye doğmak istemenin hüznünü anlatabilmeliyim bir başkasına.. bu durumda bir cümleye yıllar sonra sözcükleriyle başlanabilir.. yıllar sonra insanın yapabilecekleriyle değil yalnızca yapabilmiş olduklarıyla yaşayacak olması, evet.. kısacası uzunca bir yaşam serüveninin anlatımına sıvanmış birçok yazarın kolay kolay kayıtsız kalamayacağı izlekler.. yalnızlık adına birçok olasılıktan vazgeçmek zorunda kalanlara satır aralarından da olsa seslenebilme özlemi.. bir kez daha; yepyeni kandırmacaları da göze alabilerek.. iyi.. yıllar yılı hayali kurulmuş bir hikaye için umut verici bir başlangıç olabilir bu.. yeni bir umut evet, yalnızca başlangıçlarda kalmamak için.. eşref bey’e sanımca bu aşamada da bir buruk gülümseme  gerekecek..

oysa her şey diyorum hemen her şey tanımlanması güç bir eksiklikten kaynaklanıyordu ve siz o uzun yazıyı hiçbir zaman tamamlayamayacaktınız..’

‘akşam kızıllığının odaya kazandırdığı bu beklenmedik görünümün ve çağrıştırabileceklerinin peşine belki de bu yüzden takılıyorum.. bir küçük yolculuk özlemi olmalı bu : yıllar önce, hiçbir gerçek ayrılığı, yalanı ve düş kırıklığını tanımamış, tütünün her türlüsüne alışmamış, iğrenç sarhoşluklarla zorunlu bir eve dönmemiş,  genelevlerde hangi duyguların kazanılabileceğini öğrenmemiş ya da yasının zorunlu serüvenine henüz çıkmamışken de tanımıştım bu akşam kızıllığını.. insanların bir ev halinde kimi rollere itiraz etmediği ve bir takım alışkanlıklarla uzun ölümleri kabullenir göründükleri günlerdi; yarınlar hep aynı insanlar, saatler hep aynı saatler içindi.. sezinleyebildiğim, ama bir türlü açıklayamadığım bir terslik vardı işte.. akşam kızıllığının çağrıştırdıkları mı aldatıcıydı o zaman, bir küçücük şefkat adına özlemlediklerim mi.. suskunluklar mı tercih edilmeliydi sonuçta, gerçek savaşımlar mı.. yalnızlığın büyüsü diyorum şimdi kendi kendime, yıllar sonra geriye yanıtlardan çok görüntüler kalabiliyor; zamanın fırtınasında neleri gerçekten kazandığımızı anlamakta güçlük çekiyoruz..’

‘BİR ŞEHRE GİDEMEMEK..’ , MARİO LEVİ , AFA Yayınları, Nisan 1990, 120 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Medeniyet Yavrum Medeniyet!

Modernizm Yavrum Modernizm.

Modernizm ya da çağımızın kağnısı.

“Onların” dışındaki insanların tamamını medeniyet mağduru haline getirdiler. Dünya çapında kıçı kırık demokrasi inşaatı devam ederken, “modernizm mi demokrasiden çıkar, demokrasimi modernizmden,” tartışmaları yapıldı kapandı veyahut yapılamadan unutuldu gitti.

Alternatif intihar yöntemleri bulan insan artık acı çekmeden ölebiliyor. Bu iyi!

Sylvia Plath sabah saatlerinde iki çocuğu için sütlerini hazırlamış, atıştıracak bir şeyler koymuş ve mutfağa gidip kapıyı ıslak havlularla kapatmış, sonrasında gaz ocağını açıp kafasını içine sokarak intiharını başarılı şekilde gerçekleştirmiştir. Anna Sexton’da bu ölümün ardından şiirinde “niye benden önce” diye “tıs”lamıştır. 1950’lerin ikinci yarısından sonra Amerika’nın önde gelen şairleri arasına giren bu iki kadın intihar ederek dünyanın boktan ve katlanılmaz bir yer haline geldiğini, “siz takılın bize eyvallah” diyerek, tanrının verdiği bedene teröristçe yaklaşıp, kendi yollarını çizmişlerdir.      

Bir alternatif yol olarak intihar etmenin, kapitalizmin çarkları arasında sucuk olmaktan daha iyi olduğunu düşünenlerdenim. Çulsuzlara, vahşi şefkatiyle yaklaşan dünya sistemi “zengin olmanın yollarını” gösteriyor. Ama pek fazla şans tanıdığını düşünmüyorum. İş yapalım diye yola çıkıp küçük bir dükkân açtıktan sonra iş yapamama ihtimali, sadece iş yapacak adamın beceriksizliğiyle alakalı değil. Ondan daha büyük ve şişman adamlar dünyada hem daha fazla yer kaplıyorlar, hem de holdingleri hem enine hem de fezaya daha fazla uzanıyor. İşte biz o şişmanlara oligarşi diyoruz. Onlar sanatın kraliyetler gölgesinde gelişip olgunlaştığını çok iyi bilirler, onlar kitapevleri açarak türlü çeşitli yazarlara para akıtırlar, onlara yakınlaşma çabası içinde olan insanların sayısı azımsanamayacak kadar çok. Ama sonuçta sanatında bir iş olduğunu düşünürsek, “medeni şekilde iş yapıyorlar doğru.”

Şairin İntiharı

Memesi olanın bir sıfır önde olduğu sektörlerden biri olarak şair kabilesi geliyor. Ahkâm kesmeyi seven ve her boku bilen insanların toplandığı esnek çalışma saatleriyle, histerik duruşlarıyla “hayatı bilmiyorsunuz lan” diye haykırıyorlar. Yine medeni şekilde!

Kendini öldürecekmiş gibi yazan ama makyajsız dışarı çıkmaya korkan, hayatında belki hiç ter kokmamış hatta terlemenin nasıl bir uygunsuzluk olduğunu düşünen kadın şairler tanıyorum. Hala yaşıyorlar ve benden sonra geberecekler. Bunları adım gibi biliyorum. Modernize tugaylar halinde sanatın yanında yer alan insanlar da var. Onlarında, başkasının acısını görmekten zevk alan bir sirus kabilesi olduğunu düşünüyorum. Hâlbuki gözlerini açıp mahallesinde geri dönüşüm işçilerine biraz baksalar ne iyi olur! Öyle güzel boyunları var ki çöpe kafayı sokup, eliyle pet şişeleri nasıl bir açıyla yakalıyorlar bilemezsiniz! Siliokolis işçilerinin akciğerleri inanın dehşet verici ama sizinkiler marka slim sigaralar yüzünden çok daha temiz ve check-up’nızın tarihi aksadığında bile kendinize düşman oluyorsunuz. “Ah aptal kafa!”

Barlardan kafasını kaldırıp dünyaya bakamaz halde içen, hatta geçen ay Kadıköy’de bıçaklanan yedi yurttaş için “kardeşlerimiz için içiyoruz” eylemiyle içmenin öküzce nerelere taşındığını gördük. Aralarında şair kafilesi de vardı. Bu insanlar ne yaptılar peki? Basın açıklamasını titrek bir sesle okuyup bitirdikten sonra, gördükleri ilk tekel büfesine saldırdılar. Ellerinde aslanlar gibi siyah poşetleriyle apartman önlerinde boğazlarını serinlettiler. Poliste Hell’s Angel’s’lardan –zebanilerden- korudu. Yapılanları küçümsemiyorum elbette. Eylemin siyasallaştırdığı doğrusunu atlamadan yazıyorum. Fakat oradaki bileşene baktığımda bazıları genç ve cesur olmanın yanında günde 10 litre bira tüketen ve kırmızı masaya gelir devrim olur edasında olmalarının yanında kelli felli devrimci ağabeyleri de gördük. Bunlara ne demeliyiz peki? Makul koşullar oluşturulup tartıştığımızda siyasal olarak bizi itin götüne sokup çıkarabilecek adamların orda ne işi vardı? Çok basit sadece sosyalleşiyorlardı. Peki, şu çabayı seçim döneminde Sebahat Tuncel’in seçim bürosunu açmak için kullansalardı ve Kadıköy’ümüzde bir bürosu olsaydı o kadının, kötü mü olurdu? Haberleri bile yok! Bırakın onu şiire siyaseti sokmanın onurunu yaşarken, gerçekte akıllarından bile geçmez. Kalem işler yazar övünür. Ne yazsalar tayfa hazır kıta alkışlamayı bekler. İlginç olmanın garip bir erdemi vardır! Bu adamlar harbiden ilginç!

Kadıköy’ün barlarında leş gibi içip sonrasında yan masalardaki kadınlara sarkan, edepsizliğin sınırlarını, İngiliz safkanlarına bile bırakmayacak adamların bu eylemde olması esasen beni çokta şaşırtmadı. İçmek için kendine alan yaratma çabalarını evde içerek kutluyorum.

Modern şiir tartışmalarının modern şair tartışmasına döneceğini hayasızlıkla bekliyorum.

‘Papyrus’

Bir bakışın yetti canım unutturmaya…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ne güzel artık adını koyabiliyorum, geçmişte yaşanmış bir halin neye tekabül ettiğini analiz edebilecek kavramsal araçlarım var. Aferim sana! On yıl önce, Melih Kibar, bir gazeteci ile görüşmesi sırasında, Çiğdem Talu ile doğurdukları “İçimdeki Fırtına” adlı şarkılarını piyanosunda çalmıştı. Kibar’ın bu canlı performansının kaydı, işim gereği elime geçmişti. Hatırlıyorum, günlerce, üst üste dinlemiştim. İçimdeki coşkuyu, o iki kişi arasında olup bitene yaptığım şahitliğin tadını aktarmam mümkün değil kavramlarımla. Ne ilme’lyakin ne de ayne’lyakindi o halim, düpedüz hakkâ’lyakindi.

O ikisi gibi var mıdır bilemem? En azından şu an aklıma gelmiyor. Talu şarkıların sözlerini yazıyor, Kibar ise onları besteliyordu. Şimdi bunları yazarken fonda, tekrar tekrar ikisinin doğurdukları çocukları dinliyorum ve hala titriyor tüylerim. Kibar mesela, o röportaj sırasında bir türlü tam olarak dillendirememişti olup biteni. Ne diyebilirdi? Herkesin anladığı gibi kadın-erkek arasında olup biten türden bir cinsel aşk mı? Yoook, bu o aşkı küçümsediğimden değil, hem Spinoza gibi dillendirirseniz öylesi bir cinsel aşk karşısında saygıyla eğilirim de. Bence yaşıyordu, haldi onda ve bilgisini bilmese de olurdu onun için.

Bu aralar, en sevdiğim Fransızlardan olan Deleuze’den Spinoza dinliyorum. Sanki bütün yıl çalışıp paramı biriktirmiş de, Fransa’ya Deleuze’ün dersini dinlemeye gitmişim gibi. Şimdi… Spinoza’da üç temel duygu var: arzu, keder ve sevinç. Arzu, yani varolma kuvvetimiz ve eyleme kudretimiz. Sevinç bunu artıran, keder ise bunu azaltan duygulara verilen genel ad. İşte hikaye tam da burada. Bizlerde, tekliklerde ortak bir öz yok; aramızda varlık olarak bir farklılık yok. Bizi –burada alemdeki tüm suretleri kastediyorum- birbirimizden farklılaştıran, işte bu kudretimizin niceliksel farklılığı ve varolma sıfatlarımızın niteliksel karşıtlığı. Kudretimin pasif olması, sevincimin ve kederimin dışımdaki cisimlerle, şeylerle belirlenmesi. Oysa tanrı, sonsuz akış hem bana içkindir hem de benden başkadır. Dayanağım kendimimdir, kendi kudretimi etkin kılma çabamdır.

Herbirimiz sonsuz sayıda parça içeren, sonsuz bağıntılara sahip çokluklarız. Mesela A cismiyle karşılaşıyoruz ve asgari sayıda bağıntılarımız birleşiyor ya da çözülüyoruz. Bu işte kötücül bir karşılaşma oluyor ve bunu içimizde tuttuğumuz sürece, sadece kendi kudretimizden yiyoruz. O sebepten, intikam duygusu, kısasa kısas bile aslında kişinin kendi kendini yiyip bitirmesi oluyor. Ammawelakin, B cismiyle karşılaşıyorz ve bir bakıyoruz ki, bağıntılarımızın çoğunluğu, onun bağıntılarının çoğunluğuyla birleşiyor, işte o zaman da mutlu oluyoruz ve eyleme kudretimiz, arzumuz artıyor. Ancaakkkk…. Nietzsche’nin “erk isteği” diye bahsettiği mesele de tam da bu. Bu iktidar isteği falan değil, basbayağı kişinin kendi kudretinin farkına varıp, kudretini etkin kılması. Yani bir gücü ele geçirmekle vs. bir ilgisi yok, aksine tek gücün kudret olduğunu söylüyorlar. İşte burada Spinoza diyor ki, kudreti artırmak, şey/cisim ile benim bağıntılarımızı, yeni bir birey, ikimizin sadece birer alt bireyi olacağımız muhteşem bir yeni birey oluşturacak şekilde birleştirmemizdir. Ahanda İspanyol işte, “Etik” sonuçta, Spinoza’nın İspanyol’la hemhal olmasından tevellüd eden çocuk, muhteşem yeni birey değil de neydi/ne? Dahası var mı hocam ya, bakın işte, her an, “kün feyekün” yeniden üretilmekte. Unsurlar bitişmekte ve doğurmakta….

Uzatmayayım ve geleyim Kibar ile Talu’ya… Anın emzirdiği bu iki ruh, işte böyle bir şey yaşadılar. Orada artık ne Talu ne de Kibar vardı ya da ne erkek ne de kadın vardı. Hem anası hem babası hem de emzirdiği çocuklar oldular tüm o şarkı/çocukların. Üçüncü bir birey oluşturmayı başardılar ve bunu da çocukları olan şarkılarıyla kayıtladılar. Bellek notları gibi… İşte Spinoza cinsel aşkı, böylesi bir kavramsal çerçevede tanımlar: bireylerin birbirlerinin farklı bağıntı ve özelliklerine ket vurmadıkları, engellemedikleri muhteşem bir şefkat ilişkisi… İşte o sebepten, ben ne zaman bir Talu ve Kibar şarkısı dinlesem ki yazı boyunca fonda devamlı çalmakta, herbir şarkı ile bağıntılarım birleşip yeni bir birey oluşturuyor.

Ol sebepten, zahir ehline ne aklım ne de gönlüm akıl sır erdiremiyor, yine de canları sağolsun. Hah dağılmayayım, aşk nedir? Hayyam’dan okusak, Mevlana’dan okusak, Nesimi’den okusak vs. aşk nedir? Ve gelseler, sorsalar bana, göster bize var mı birileri bu yüzyılda? Düşünmeden ikisini ve şimdi ikisini temsil eden, yok hayır burada var kılan, şarkılarını işaret ederim. Kaç kişinin bu zamanda, onlar gibi gönüllerine dolmuştur aşk ve işte sırf bu yüzden onlar gibi, kaç Rabbi imaja ve ritüele indirgeyerek, kurumsallaştıran zahir-ehlinin yüzüne değmiştir Rabbin nefesi?

‘İbn-i Zerabi’