Hafta sonu, çok sevdiğim bir dostumla, bir tur otobüsüne binip Kapadokya yoluna düştük. İkimiz için de ilginç bir tecrübe oldu; çünkü daha önceki “serseri” gezilerimizde, turlarla gelmiş hatunların, esrik sorularına maruz kalmış ve “Tur mu? Hayatta olmaz!” diye de büyük laflar etmiştik. Ancak kader işte, beş kuruş para vermeden gezmek söz konusu olunca, dayanamayıp dahil olduk tur olayına.
Aslında, o kadar da önyargılı olmamak gerekirmiş. Sonuçta, istediğiniz kadar sosyalleşme hakkınız hep saklı. Siz istemedikçe, kimse sizi anlamsız bir sohbet veya Voltran’ın eksik parçasını oluşturmanız için zorlayamıyor. Hem farklı gerçekliklerden insanlar dahil olduğu için sürece, bol keseden sosyoloji yapıp, eğlenebiliyorsunuz. Bir daha görmeyeceğiniz için insanları kafanıza takmanızı gerektirecek bir durum da olmuyor. Neyse… İyiydi yani, sıradan bir günde, sıradan bir grupla Anadolu’nun göbeğine doğru yolculuk oldukça keyifli bir tecrübe oldu benim için.
Geziden bana hasıl olanlara gelirsek… Bir kere, Dogville her yerde aynı. Aynı hayat, aynı beklenti, aynı karmaşa ya da aynı tekdüzelik içerisinde sürdürüyor hayatını. En önemli mevzu, belirleyici ölçüt maddiyat. Sevgili Marx, “Alt yapı üst yapıyı belirler” derken ya da “Din, kitlelerin afyonudur” önermesinin altını çizerken aslında, Hayyam’ın rubailerinde yerden yere vurulan insan tipolojisi ile benzer varsayımları üretiyordu. Selam olsun sizlere hem Marx hem de Hayyam! Yani, kim olduğunuz, kafanızın ne kadar zehir olduğu, sahip olduğunuz erdemli hal ve tavırlarınız vs. hiçbiri önemli değil, eğer maddi bir kazanca dönüştürülemiyorsa.
Varlık veya yokluk, nereden geldik, nereye gidiyoruz, kimiz, kim miyiz? vs. sorularla hiç işi yok Dogville efradının. En önemli sorunlar, hayatı maddi anlamda sürdürebilmekle ilgili. Kapadokya çok önemli bir coğrafya, dün buna gözlerimle şahit oldum. Hattiler’den itibaren birçok kavme beşiklik etmiş. Erozyona uğramış dağlar, dağların ve kayaların içlerine yapılmış meskun mahaller, gizemi… oldukça enteresandı. Büyüleyici miydi evet, ancak muhteşemdi anlamında değil. Tüm o izler, birer barbarlık anıtı gibi duruyordu karşımda. Ammawelakin, havanın içinde veya toprağın altında saklı sırlar vardı. Ne çok insan, kavim, millet geçip gitmişti. Ezenler ve ezilenler arasındaki ölüm oyunlarına sahne olmuştu mekan ve şüphesiz çok insanın ahı alınmıştı. O sebepten, ne eşyayı ne de eşyaya iliştirilmiş şahsımı fotoğraflamaya yeltenmedim. Sanki, asırlar önce öldürülmüş, ahı alınmış bir mustazafın ruhu sinmiş de, fotoğrafını çeksem bana geçecekmiş gibi.
Hah ne diyorduk Dogville… Eşraftan bir çömlekçi ailesinin üyesi, mesela bana, Hititlerin dini ayinlerinde kullandıkları kabın kopyasını, yaklaşık 750 TL’den en son 375 TL’ye indirdi. Tamam el yapımı, emek-yoğun bir ürün, buna bir sözüm yok; ancak bu miktar yine de çok fazla değil mi? “Naptın hocam yaaaa, eywallah!” deyip, “Siz de Kibele var mı?” diye sordum. “Yok” dedi, “Bir tane kalmıştı o da geçen gün satıldı.” Öyle deyince, fiyatını sormadım artık. Tanrı’ya sadakatin sunulduğu bir törende kullanılan bir kabın kopyası en son 375 TL ediyorsa, kim bilir tanrıçanın kopyası en son kaça düşerdi? İşin enteresan kısmı, Ürgüp’te çarşıyı gezerken, aynı kaptan çok örnek görmem ve fiyatının pazarlıkla 150 TL’ye düşmesiydi. Mübarek, adamlar aynı tasarımı birçok ustanın yaptığı tarihi bir kopyayı satmıyorlar sanki de, özgün bir Alev Ebuzziya tasarımı pazarlıyorlar!
Yörenin zanaatkar-esnaflarının şirinliklerini sergiledikleri sırada, arkadaşımla dışarı attık kendimizi. Elma çayı içip laflarken, sedirde yanımızda oturan baba-kızın konuşmalarına kulak kabarttık az biraz. Öyle laf ola beri geri konuşurlarken, yanlarında oturan arkadaşıma, nereden geldiğini, geldiği yerde hangi semtte oturduğunu vs. sordular. Arkadaşın semtini, 80’ine merdiven dayanmış, üst ön sıra dişleri tamamen altın kaplama olan amca şu şekilde yorumladı: “Orada evler ucuz ancak çok uzak…” Haydeeee, amca ne iş ya? Sonra, baba-kız baktılar, benim arkadaşta fazla bir muhabbet isteği yok, kendi içlerine döndüler. Çayımı içip, sigaramı bitirdikten sonra, “Az biraz derinlemesine görüşme yapayım” diyerek, amca ve kızına sordum: “Buralı mısınız?” İkisi de mutlulukla bana döndüler ve ben sordum onlar cevapladılar. Arada onlar da sordu; ancak görüşmeci bendim ve ipleri elimden kaçırmamaya niyetliydim. Bizim bu amcanın dedeleri 300 yıl önce Yemen’den Avonos’a gelmişler. Amca yıllarca Almanya’da çalışmış. Suratında geniş bir gülümseme ve güneşte parlayan altın sarısı dişleriyle, Almanya’dan sadır olan hasılatını şu şekilde özetledi: “Yaaa, hem Almanya’dan hem de buradan emekli oldum. Üç tane evim var, çocukların hepsine bir de toruna ev aldım. Bu benim kızın da emeklisini yatırıyorum, dört yıl sonra emekli olacak inşallah.” Süpersin amcam yaaa, Avonos’ta senden iyisi yoktur. Bu arada, Kayseri’den de ortak tanıdık kotardık. Kayseri’nin bilinen bir otobüs firmasının sahibi, “Haaa biliyorum amca, o yeni firmayı kuran kayınpederiymiş di mi onun?”, amcanın akrabasıymış. Hem amca hem de kızı bunu en az üç defa vurguladılar: “Bizim akrabamız olur, olur, olur, lur, lur…”
Sonra döndüm ve ölümcül darbeyi yaptım: “Yaw amca senin durum iyi peki hanım hayatta mı?” Amca başını önüne eğdi önce, “Öldü işte o çok kötü” dedi. Ben de, “Amca ya gençlik geçiyormuş da, yaşlılıkta hayat arkadaşı olmadı mı zor oluyormuş değil mi?” diye sordum. Amcanın kızının yüz hatları gerildi ve gözlerini çevirmeden karşıya bakmaya başladı. Amca muzip bir tebessüm edip, yan bakışıyla kızını kontrol ederek, “Öyle evladım öyle. Sağolsunlar bakıyor evlatlar; ama yine de olmuyor yalnız.” dedi. Kızı tek kelime etmedi. Anladım ki, amcanın evlenme mevzusu olmuş; ancak mal bölünmesin diye kızları, “otur oturduğun yerde baba” diyerek resti çekmişler. İşte o anda, meslek gereği içli dışlı olduğum “evlilik programları” adlı garabete katılan, yaşını başını almış amca ve teyzelerle ile ilgili merakım giderildi. Bu amcalar, para var pul var, ancak hanımları ölmüş ya da ayrılmışlar. Onlar evlenmek istiyorlar ve evlatlarına, “Everin beni” diyorlar. Ammawelakin, sırtlan veletler mal bölünmesin diye babalarına üç günlük dünya saadetini çok görüyorlar. Buradan tüm bu evlatlara sesleniyorum, “Gelin yapmayın, babalarınızı analarınızı evlendirin. Sonuçta, kimse kimsenin nasibine engel olamaz; çünkü herkesin nasibi zaten doğuştan bellidir. Hem iki günlük dünyada, niye ananızın babanızın ahını alasınız ki?”
Nasıl söyleyeyim, çok keyifliydi. Yani, Dogville’le aynı parametrelere sahip değilsen ve “şeylerin zorunluluğu” ilkesi sende bir hissihâle dönüşmüşse, en sağlam stand-upçıları orada bulabilirsin. Hem para vermezsin hem de bir kilo pirzola yemiş gibi olursun. Son olarak, bir diyalogu daha aktarıp kaçacağım. Şimdi bizim turun bir de haskan Ürgüplü bir rehberi vardı. Rehber; ancak kelimenin tam anlamıyla rehber. Önce ticaret olsun da dostluğu napayım yawwww… türünden, seyirlik bir Dogville müridi. Bizim bu rehber, “google” kıvamında konuşurken, baktım, r ve l harflerinin yan yana geldiği yüklemlerde r’leri l yapıyor. Bu yörenin ağzının tipik bir unsurudur. Örneğin, geliyorlar yerine geliyollar demek. Şimdi, Uçhisar’da indik, ben amcaya fırsat yapıp sordum:
– Kayserili miyiz hocam?
– Yok Ürgüplü’yüm. Niye ki?
– Dikkat ettim, sizin r’ler l oluyor. Geliyollar, buluyollar vs.
Bunu ikinci derece bir durum olarak algılayan rehber:
– Yok yawww, öyle mi sahiden? O kadar da dikkat ediyorum ama… Ondan değil de Fransızcamdan ötürü böyle.
Pratik akıllı rehber, ikinci derece algıladığı durumu anında birinci dereceye evirdi. Arkadaşımla rahat gülmek için rehberin gerisinde kaldık: “Nassı yaa, benim bildiğim Fransızca gırtlak girerse devreye, geliyorlar, geliyollar değil, geliyoğğlağğ olur. Demek ki neymiş, her yöreye has, sözcükleri bir Fransızca kırma biçimi de varmış. Eheh eheh, hoh, hoh, hoh…”
Böyleydi işte, çok keyifliydi. Öyle ki insanın, hep yollara düşüp, farklı coğrafyalarda, farklı Dogville müritleriyle karşılaşıp, bağıntılarını birleştiresi geliyor.
‘İbn-i Zerabi’