Author Archive

Benim biraderler: Yeryüzünün ızdıraba gark olmuş ruhları

Aslında yeryüzünde bulunmalarına rağmen, hala elmayı yememiş ve cennetten kovulmamışları itham etmek gibi bir amacım yok. Sadece yazmak, baş ucuna ilişmek istedim Amy Winehouse’un… Bilmek bazen kesmiyor insanı; hani hamlığından kurtulup ya da bunun zehabına kapılıp pişiyorsun ya… Yok aslında öyle bir şey, yaptığın belki de sadece içindeki o kuyunun üzerine çekip tahtadan kapağı, Hayyam’ın rubaileriyle gözyaşlarını yerlerinden çıkmasınlar diye, işte onlar orada dursunlar da göğsündeki derin yarık tekrar kanamaya başlamasın diye, hıçkırıklı kahkahalar atmak. Bu işte en iyi yaptığım  şey. İşte bu “şey” diyerek işaret ettiğim istidatlarımı da bilincim ve hafızam gibi kurarım. Malzemeyi de alemden ve bilinçaltımdan toplarım.

 

Bakışlar… Hafızamda kayıt dışı bakışları toplanır cümle alemin. Orası öyle bir kuyu ya, varsın dolsunlar içine. Ancak mümkün değil, bana değdiği, benile irtibatlandığı andan itibaren arkamı dönüp gitmem. Evet yaşarım hem de çok güzel yaşarım gündeliği, ancak hafızadaki bakış o da benle yaşar dolaşır sokaklarını dünyanın. Bilirim, bu benim kadim bilgeliğim. Dünyaya ikinci doğuşum, yine acıyla olmuştu; ammawelakin ağlayamamıştım bile… Hayat zordu wesselam we tam sırt çantamı alıp yola çıkacakken, kendimi Bay Sınır Durumlarla Sınanmanın kollarında bulmuştum. Elbette, tabi ki, o yolculuğa hiç çıkamadım; ancak söz konusu Bay’ın rehberliğinde çıktığım yolculuğun yanında o, 80 günde devr-i alem kalırdı. Şimdi buradan bakınca, eywallah sayın bayım! 

Amy W., en başından göründü işte o derinumutsuzacıboşluk BtŞ’ye… Daha önce Kurt Cobain’de de olmuştu, benim gökyüzümün yıldızlarında da… Yine de çok güzeller, yine de paha biçilemezler… Ol sebepten, bu aralar, ilk tekkeme vefa ziyaretinde bulundum; iki tur döndüm etrafında ortasındaki ızdıraptan müteşekkil kara deliğin. Ne çok sewerdi o kara delik beni, ne çok içine alır ve geri çıkarırdı; çünkü acıdan gözlerim kanadığı zamanlarda bile, deli gibi gülerdim.

 

Ama yine de, Amy’nin üzeri örtülmüş cesedini taşırlarken ambulansa, bir defa daha teyit ettim ki, ne sonluluk ne de bu fikrin benile birleşmesinden doğan o piçhiçlik duygusu beni bırakıp da gitmeyecekler bir yere. Öyleyse: “Yüreğim kimselerden ihsan dileme/Bu amansız felekten aman dileme/Bil ki derman aradıkça artar derdin/Derdinle haldaş ol, derman dileme (Ö. Hayyam).”

‘İbn-i Zerabi’

Dibin tadına vurulduk !!!

Sadece iki satır bişey yazıp çıkacağım diye düşünüyorum zaten işler acayip bir şekilde yoğun Crockett devamlı sitem ediyor iki satır bişey yaz diye . Yazamıyorum bir sürü yazar arkadaş bile benden çok yazdı siteye sanıyorum . Takip de ediyorum sağlam yazıyorlar yüreklerine sağlık .

 

Dün yine çöplükte içiyorduk bu Crockett’ın ısrarlarını anlamıyorum bazen kafam zaten trilyon olmuş hala iç te iç . İçiyoruz da ne zaman bırakacağız karaciğer ‘ i masaya merak ediyorum .

Bu aralar vucudumun sinyal verdiğini hissetmiyor değilim ama durmak yok içmeye devam !

Bir kaç satır da aylakadamiz için bişeyler söylemek istiyorum . Nerden başladık nasıl başladık nerelere geldik . Bugün geldiğimiz noktaya ben bile şaşırıyorum . Sitenin istatistiklerini gördükçe yaptığı hit sayılarını gördükçe gururlanmamak içten değil sevgili dostlar . Ve biz hala bu siteye reklam almıyoruz . Bu alana o kadar çok reklam vermek isteyenler var ki anlatamam . Ama inatla reklama karşıyız !!!

 

Sıcaklarla da başımız epey dertte bu sıcak havada çok sert içkiler içmemenizi tavsiye ediyorum ki ben bu ettiğim tavsiyeye hiç bir zaman uyamayacağım bunu da biliyorum .

Dipte kendimizi bulduk , dibin tadına vurulduk !!!

 

BLACKHAWK (Aga’nın tabiri ile REİS)

hey ! hareketsiz…

‘- hareket etmeyenler, zincirlerin ne kadar ağır olduğunu bilmezler…’ – rosa luksemburg

kendimden çok uzaktayım yine…
her şey aklımda koşuştururken, hareketsiz bir sızı var içimde…
duvar dibi gibi…
oysa alışmaya başlamıştım. keskin viraj gibi birden bire değiştirdiğin hayatıma…
biraz olsun tekrar içtenleşmeye başlarken gülüşüm, yine sahteleşip beni terk etti..
hiçbir şey yapmak istemiyorum bugün…
beni yine dönme dolaba bindirip en yüksek yerde elektriği kesen, üstelik birde şiddetli rüzgarlarla beni deneyen, her gün, her sabah illaki baktığım ve hep bir daha asla bakmayacağım dediğim facebook foton mu, su şişesi mi, yoksa bana aldığın ayakkabılar mı bilemedim…
hani en son senle içtiğimiz tekila var ya… hani sen yine bahçesi olmuştun pembeli, kırmızı yanakların…
hani yüzünü eşkiterek içtiğin içki, eline tatlı tatlı şeyler yazdırmıştı, şimdi okununca tatlılıktan ziyade, bizans mızrakları gibi gelen cümleler…
kahretsin!!! sigarayı üfleyişinde geldi şimdi  aklıma, efkarla işve arası bir kavisi vardı dudaklarının…
ne çok yakışıyordun geceye ve alkole…
sonra ben ayak parmaklarına komik komik suratlar çizmiştim de sen yine çok salakça bulmuştun hani…
sana gönderdiğim cevizlerin kabuklarına da çizmiştim o komik gülen suratlardan… acaba o zamanda salakça gelmiş miydi?
her neyse işte ben o tekila şişesini atmadım… su şişesi yaptım ve gün içindeki en işe yarar reaksiyonumda, off çeke çeke şişeyi kafama dikmek… dolabın önünde öylece dikilirken, yine istilasına uğruyorum hiç hesapta olmayan anıların ve……
sesini duymak istiyorum… sadece sesini duymak… ama sen bilme istiyorum… bilmeden bahset günlük sıkıntılarından…
evinden bahset, yapmak istemediğin ev işlerinden, dökülen kahveden, bencillikten, gitmek istediğin konserlerden, izlediğin filmlerden, yeni aldığın giysilerinden, hamza’dan, borçlardan, sana bebekken süt getiren amcadan, hatta ONDAN bahset…
ya da hiçbir şey yapma dur öylece nefes alışını duyayım…
bilinçli şekilde acı yaşamak bu olsa gerek…
bana aldığın  ayakkabıları giyerken de  ne kadar eskidiklerini fark ettim, peki neden eskimiyor böğrümdeki bu sızı?
bazen kendimi balık gibi hissediyorum… oltana takılmış, sonra sen tarafından ufacık bir leğende bir süre bakılmış, sonra  ”-ne bu ya tuta tuta bu balığımı tuttun! küçük balık bu, işine yaramaz, öbür leğene attığın balık daha iyiydi, boş ver at gitsin bunu denize…!
diyene kulak verip apar topar tekrar denize atılmış bir balık gibi…
hatta o kadar umarsızca ve acele fırlatılmış ki denize; çarpacağı kayalıklar hesaba katılmayan, sersemleşmiş bir balık gibi…
şimdi tekrar tüm her şeyi bir başıma omuzlamak ve iyileşmek zor…
aman ha.. yakındığımı düşünme sakın… hiç ama hiç yakınmıyorum sadece hüzünlü bir şey  işte…
aklıma geldiğinde !
sümüklü halde hatırladığım çocukluk arkadaşlarımı, facebook’ta çoluk çocuğa ve zamana karışmış halde bulduğumdaki burukluğu yaşıyorum o kadar….
hem ben sayende birçok dost edindim sevgili ecelim… böğrümdeki sızına borçlanarak buluştuğum dostlar…
yüzlerini görmediğim ama her birinin yaralı bir güvercini okşar gibi yüreğime dolan kelimelerini bildiğim dostlar… kelimelerimle ellerini tuttuğumu söyleyen dostlar… hastalanan annem için en az benim kadar kaygılanan dostlar, güzel bir şey dinlediğinde okuduğunda paylaşan, şarkılar, türküler armağan eden dostlar…
CROCKETT, REİS, ÖTEKİ, NİYOBE, GULE ve henüz tanışamadığım daha bir çok aylak dost….
teşekkür ederim sevgili ecelim… sayende bu mutluluk, hepsi sayende….

‘BULUT’

‘-korku ve kan, daha her şeyin  sonu değildir,
 bir şey, tek bir şey tüm yıkıma karşı ayakta kalır…
 insanın insanla karşılaşması…
 gün oldu, bir yabancının bakışlarıyla, bize bir göz kırpışıyla…
 uçurumun kenarından döndük…. – cesare pavese’

AŞKA AŞIK KADINLARLA SAYIKLAMALAR

(ve adam, her gün kadına duyduğu açlığın acısını çekip,
sadece onun varlığını bilerek hissedebilir mi ?

– bence mümkün..

ve kadın adamın yıkılmış halinin ötesini görüp,
ona ulaşabilir mi ?
 
– bence tüm çabası bu…

böyle dedi durmadan tırnaklarındaki yaşamı kesip yiyen kadın..
ve karşılıklı bir atışmadır başladı çığlıktaki kadınla geçmişe olan yolculuk…)        
 
M- O kadar canım yanıyor ki çocuk.. uzak yakın bir yolda yolsuz bir yosma kalmış avuçlarımdaki yüreğimle iz sürme sevdasındayım..
şizofrenist olmuş tüm harfleri bulup bulup yutma aşkındayım..

O kadar canım yanıyor ki çocuk uzak yakın ve gölgesini yutmuş kuklalarla aşk sevgisiyle ateş böceklerinin peşine düşmüş bir çocuk gözündeyim…
 
A- Aşk sevgilinin ruhuna çıkılmış bir yolculuktur. kendini ararken ateş böceklerinin aydınlığı doldurur yüreğini. onların geçip gittiği yolda sen kalırsın. demir atarsın, bir cennet diye baktığın bahçe anlamsız bir otoyola döner onu ararsın geçen her aracın içinde.. onun olmadığı her yer cehennemleşir, kuraklaşır ve sularsın…

ama ellerim ellerinde Kadın.. votka şişesinin kapağını açtım.. kitapları çıkaralım tozlanmış raflarından Kadın.. iki içer sonra laflarız boş şeylerden. içindeki boşluğu dolduramam Kadın ama seviyorum seni.. sana doğru çıkılmış bir yolun başındayım..

M- Nietzsche’nin Salomesi’ne takıldı gözlerim demin.. yollar ki, aktı gitti önümden de bir tek o durdu donuk gözleriyle karşımda..
Ahh Salome, içini taşkın zamansızlığıyla Nietzsche’yi alt eden kadın…
insan kendini alt edendir diye söylenir dururdu o zerdüşt.. oysa insan insanı alt edendir.
bak Zerdüşt, salome seni sevgisizliğiyle aletti.

sonra benim yüreği kendinden ağır, asiyle direnişim olan Kadınım.. gel bu gece aşka dair ne varsa bu yolun başında başlayalım saçmaya..
sen elindeki votka kadehiyle yürek sızımda voltalar at, ben beni bekleyişlerinin gecesine elimdeki bu şarap şişesiyle kızılcık masalları çizeyim kırılan bardaklarla..
dinle asim.. benin asiyle direnişim olan göğüm…

Aşka aşık kadınların kaderidir bu kadın, boşluğun yankılanan sesiyle kalmak.
sen yola sadece yol olmak için çıkarsın, uzuvlarından spermler taşıranlar sadece yolcu olmak için çıkar..
sen ilk kez kar yağışının ruhuna bıraktığı mucizeyi gizler ve fısıldayışını duyumsamak için eğilirsin arza.. kaygan delikler için anlık delilikler peşinde koşanlarsa arza kapkaç olurlar..

Varsın Salome elinde kırbaçla dolansın bu gece, biz gene de Nietzsche’nin gözlerinden damlayan yaş olalım aşka aşk için.. seni sevmenin iç çekişlerini üfürüyorum.. hisset Kadın.
hadi içelim.. acıya, hüzne, aşka varoluşa, varken yok oluşla kavrulanlara.. kan kaybından cehennemleşenlere ama en çok da aşka aşık kadınlara içelimmm..

M- Savunmasızdı aşk karşısında aşka aşık kadınlar …
Elinde kırbacı olmayana veryansın edip sırt dönerdi, çünkü aşka aşık kadınlar sırtında şaklatılan kırbacın acısına aşıktılar.. yola yol olan bu kadınlar acının rahmine dahra olup sevişiyorlardı kendilerinden doğurdukları o piç acıyla..
 
Salome umarsızlığın çarmıhında unutmuştu kendini Kadın.. Nietzsche İsa’nın ruhundaki o duyumsanan yanlarındaki peygamber edasına bürünüp Salome’nin kendisi için hazırladığı çarmıhta gerilmeye bıraktı kendini..
çünkü aşk başkaldırıdır, nidalarını ters yüz edip aşka boyun eğmektir dedi böylece o çarmıhta gerilirken.. gel Kadın.. aşık olduğum adama değil sahipsiz kalmış Nietzsche’nin gözyaşlarına içelim.. Kafka’ya ve onun sahipsiz kalmış mektuplarına içelim.. hadi kaldır kadehi de ruhuna bürüneyim gece gibi Kadın…

A- Ve ne yazık ki Nietzsche biliyordu kırbacı elinden bırakırsa gelip o kırbacın kendi sırtında şaklatılacağını.. yine de öyle bıraktı kendini Salome’nin karşısında. Ve Nietzsche savunmasızdı aşk karşısında.. ve şimdi o zerdüştün acılarını giyinelim bu gece.. ve aşka değil, aşık olduğum adama içelim , aşık olduğumuz adamlara içelim… sevginin hindi baası kelebekler yapıyor uçuşan tüylerden hissettim..

Kafka içini deşiyordu aşkın bıçağıyla ruhunu, Nietzsche Salome’den gelecek her türlü acıya boyun eğiyordu.. Zafer takip etti Nilgün’ü ve aşk hep kendinden bir şeyler katıp karıştı sevgilinin acısına . içelim be Mavim.. Cemal Süreya gibi içelim.. ne içsek şarap olsun 12’den sonra..

M- Nilgün’ün kuşlarına içelim Asi göğüm.. İçini amansız bir boşlukla beslerken nasıl ölüme kucak açmış ona içelim.. Plath’in ölüm haritasındaki keşiflere içelim.. onun kafasından sızan hezeyanların bunaltılarına sonra.. nasılsa gece bizim Kadın. içelim ve acının en diplerinde bize gülümseyen piç çocukları da unutmayalım kadın.. sonra…

Aşkın yol haritası hep böyle katran karası bir iç yarasıdır Kadın.. ve Aşka aşık kadınların memelerinden sızan irin rengindeyim bu gece.. içelim kadın, içelim.. enderinimden sızan son demimin dilek ağacına çaput bağlarken ki acısına içelim…

susadım kadın.. hadi birlikte susalım ve asmabahçelerinin yalın ayak koşan çocuklarıyla birlikte göğü izleyelim.. asiyle direnişin çığlıklarını duyumsayalım..
susssss !!!

‘Mavinin Çığlığı’

‘SOUND OF NOISE : music for one city and six drummers..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘günlerdir canım sıkkın, nefes almak istemiyorum.. saçma sapan gündemlerin içinde saçma sapan problemlerle uğraşıyorum senin yalnızlığında, yok sayışlarında, bir görünüp bir kaybolmalarında ve terk etmişliğinde ‘ikizim..’

siteye yazmak istiyorum ama yazamıyorum.. içimdeki kabaran öfke, stres, kırılmışlığım, yok sayılmışlığım artık son safhasına gelmiş durumda..

şu tatil gelse de bir iki hafta dinlenmeye teşebbüs etsem diye artık saat dakika sayıyorum..

işte bu süreçte geçen gün zorla elime tutuşturulan bir filmle karşılaştım ve bir süre nefes alıp, kafamı dağıttım : ‘sound of noise..’

gece yarısı yine kafam on milyon şekilde eve gittiğimde izlemek istemedim önce filmi.. bir an önce sızmak istiyordum çünkü biliyordum ki iki saat sonra kalkacağım ve bir daha hiç uyuyamayacağım sabaha kadar.. iki saatlik uykuma yatarken filmi de çalıştırdım yanı başımda oynasın, mırıldansın diye.. gözlüklerimi çıkarmadan ilk beş dakikayı izleyeyim dedim uykum belki daha çabuk gelir diye.. ama uykum geleceğine koşa koşa kaçtı.. film aldı esir etti beni.. iskandinav sinemasına son yıllarda fena şekilde tutulmuştum zaten.. bu film doruk noktası oldu benim için.. içinde müzik olan, müzikle ilgili filmleri çok severim.. hele biraz da hayatla iç içe olursa bayılırım bu filmlere.. işte bu film hem hayatla iç içe ve hem de düzene başkaldırı niteliğinde bir film..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

müzisyen bir aileden gelen terörle mücadele biriminde çalışan polis memuru ‘amadeus warnebring’ bir ‘tahta kulaktır..’ yani müzik kulağı yoktur, hiçbir müzik aleti çalamadığı gibi aynı zamanda müzikten nefret de etmektedir.. dedesi, babası, annesi değişik aletler çalan ya da orkestra şefliği yapan bir ailedir.. şimdi de küçük kardeşi büyük bir orkestra şefi olmuştur.. ama polis memuru warnebring bu aileden hiç nasiplenmemiştir..

işin ilginç yanı şimdi müzikal bir soruşturmayla karşı karşıyadır.. filmin geçtiği şehri ve insanları adeta bir orkestra gibi kullanan altı kişilik bir eylemci grubu vardır.. onlar için hayatın her öğesi bir müzik aletidir.. en akıl almaz şeylerle bile müzik yapmaya çalışırlar.. hayata, düzene karşı tepkilerini ‘bir kent ve altı davulcu için müzik’ şeklindeki bir eylem programıyla gerçekleştireceklerdir..

birinci eylem ses getirecek birisini kaçırarak onun üzerinde müzik yapmaktır.. evet bir insan bedeni.. bunu bir hastanede gerçekleştirmeye karar verirler..

ikinci eylem ise paraya karşı tepkilerini ortaya koymak için bir bankada içeridekileri rehin alarak bankanın içindeki aletlerle müzik yapmaktır..

üçüncüsü ise polis warnebring’in kardeşinin vereceği konser sırasında konser salonunun önünde akla hayale gelmeyecek aletlerle müzik yapmaktır..

ve sonuncu eylem ise sürpriz olsun sizlere.. her eylemde şaşkınlığım arttıkça ağzım, gözlerim açık kalıyordu kocaman kocaman hayretler içinde.. son eylemi yaparlarken artık koptum, çüşş dedim yuh dedim, sonra saygı duydum, taptım bu altı kişilik gruba.. bu eylem listesini filmdeki ingilizce versiyonuyla da yazayım içimde kalmasın..

music for one city and six drummers : 

1- doctor, doctor, gimme gas (in my ass)..

2- money 4 u honey..

3- fuck the music.. kill! kill!

4- electric love..

filmdeki müzikler, özelikle bateri soloları dehşetti.. kendimden geçtim filmi izlerken.. sonra bir daha, sonra bir daha.. sanırım onu bulduk.. uzun bir film de değil.. 98 dakikada sıkmadan kasmadan anlatacağını güzelce anlatıyor.. oyunculuklar da harika.. yönetmen ve senaristlerin de önünde saygıyla eğiliyorum.. çok özgün bir film ortaya çıkarmışlar..

film sanırım 29 temmuz’da gösterime girecek tekrar.. kaçırmayın derim izleyin ve ve ve sevdiklerinize, çevrenizdekilere izlettirin iyilik, güzellik yapmış olursunuz insanlığa..  pişman olmayacaksınız ve kendinizin de tahta kulak olup olmadığınızı sorgulayacaksınız..

müzikle ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Sound of Noise.. – Yaşamın Ritmi..’ 

Yönetmen: Ola Simonsson, Johannes Stjärne Nilsson

Senaryo: Ola Simonsson, Johannes Stjärne Nilsson, Jim Birmant

Oyuncular: Sanna Persson, Magnus Börjeson, Bengt Nilsson, Marcus Boij, Fredrik Myhr, Anders Vestergard, Johannes Björk, Sven Ahlström, Ralph Carlsson, Paula McManus

Müzik: Magnus Börjeson, Fred Avril, Six Drummers

Görüntü Yönetmeni: Charlotta Tengroth

Ülke: Fransa, İsveç

Yıl: 2011

Aldığı Ödüller :

2010 Cannes Altın Ray–Genç Eleştirmenler Ödülü
2010 Austin Fantastic Fest. En İyi Film (Fantastik)
2010 Sitges Mansiyon
2010 Varşova Özgür Ruh Ödülü

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘okulda insanlar imal edilir..’

‘okulda insanlar imal edilir.. bu insan yapma sürecine eğitim denir.. geniş anlamda düşünüldüğünde; içerisine doğduğumuz aile, sinema, televizyon, tiyatro ve radyo ile gazete, kitap ve afişler de okul sayılır.. bir nevi bilgi iletmeye yarayan bütün yerler okuldur..

çeşitli nesneler yapmak üzere farklı farklı araçlar kullanılır.. insan yapma aracı ise bilgidir..

insanlar doğal ihtiyaçlarına, alışkanlıklarına veya şiddete uyarak davranmadıkça, gösterdikleri davranışlar bildikleri ile sınırlıdır.. alışkanlıklar bile bir ölçüde bilgi tarafından şekillendirilir.. insanın davranışları yaşamının seyrine yön verirken, edindiği bilgiler de yaşama biçimini belirler.. öyleyse okullarda yanız insan değil, (insanın) yaşam öyküsü de imal edilir..

bilginin özünü anlamanın yegane yolu, onun (bilginin) insan hayatına etkisini araştırmaktan geçer..

bir aracın niteliğini daha iyi anlayabilmek için, o aracın nasıl bir amaca yönelik kullanılacağını bilmek gerekir.. aracın niteliğini amaç şekillendirir.. amaçsız araç olmadığı gibi, amaçsız bilgi de yoktur..

insan yapımında kullanılan bilgiler, ‘yapmak’ istediğimiz insan türüne uygun olmak zorundadır.. eğer onu bir tamirci yapacaksak, veteriner yapan bilgiler kullanamayız..

eğer gönüllü bir alman askeri olmasını istiyorsak, ona elbet ineklere tapan birine gerekli bilgiler veremeyiz..’

‘eğer eşek bir dolabı döndürerek tarlayı suluyorsa, böylece kendi yaptığı iş ve sahibin yaptığı işle daha büyük değerler yaratılıyorsa, eşeğin yeni oluşan bu değerler üzerinde hak sahibi olması gerektiği hiç kimsenin aklına gelmez.. yalnızca dünyadan habersiz tımarhanelikler ve köpeklere vizon mantolar satın alan deli karılar bu eşeğe saman yerine sünger yataklar sermek isterler.. en hoşgörüsüz ahlakçı bile, eşeğin yarattığı değeri, sahibinin almasını doğru bulur.. isa bile eşeği taşıyacağına üzerine binmiştir.. eşeğin ahırında daha büyük bir pencere olması gerektiğine, ona birkaç leziz lokma verilmesi ve ona karşı iyi davranılması gerektiğine katılanlar çok olacaktır.. fakat yarattığı değerlerin karşılığının eşeğe para ile ödenmesi fikri kimsenin aklının ucundan bile geçmez..’

‘üretenler, ne üreteceklerine, ne kadar üreteceklerine karar veremezler.. bir bakıma üreticiler işverenlerin yanında, eşeğin sahibi karşısında bulunduğu durumdadır..

nerede duracağımıza başkaları karar verir..

insan imal eden biri : emirlerine uyan, yakınmadan ona fabrikalar inşa eden insanlar yapacaktır..’

bizi ‘yapan’ bilgileri,  en önemli uğraşları mal ürettirip sattırmak olan kişiler seçer.. bizden ve ailemizden kimseye mal ürettirmez ve sattırmaz.. satmak üzere eşya üreten insanlar her yerde azınlıktadır.. roket satan bir insanın, okullarda roketin korkunç bir silah olarak tanıtılmasından hiç çıkarı olabilir mi..’

‘okullarda, özellikle ilkokullarda yapılan dersler boyunca sürdürülen ‘delice’ üretimin ne çaplara vardığını söylemek güç.. ezenlerin okullarında gözleri korkmuş ana-babalarımız, bu korkularından dolayı hala onlar öğrenciyken kendilerine yutturulan öğretilere göre davranıyorlar.. eğer ahlaksızca, sapıkça ve aptalca yaşamayı önlemek istiyorsak – en azından önlemeye başlamak istiyorsak- işe düşüncelerimizin biçimlendiği, zenginlerin bilgi verdirdikleri yerden –yani okuldan başlamalıyız..

okullardaki eğitim programına, gazete, radyo ve televizyon programlarına karşı kendimizi savunmazsak, kafamızdaki düşünceler, düşmanımız olmaya devam edecektir..’

E. A. RAUTER

‘Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur..’ , Çeviri : Merlin Ecer (Çeviriyi Gözden Geçiren : Felicitas Hörmann, Türkçe İlk baskısı : Gözlem Yayınları, Ekim 1976), Yeni Baskı : Kaldıraç Yayınevi, 2011, 80 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Eğitim üretim içindir..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘eğitimin amacını tek kelimeyle söylemek gerekirse; bu amacın genel anlamda üretim olduğunu söyleyebiliriz.. evet eğitim üretim içindir..

tarihin ilk çağlarından itibaren durumu incelersek eğitimden beklenen sonucun bir şey üretmek olduğunu görürüz.. eğitimin amacı üretim dendiğinde, bu üretim sözcüğünden yalnızca bir nesnenin, bir ürünün sayıca çoğaltımı anlaşılmamalıdır..

eğitim üretim içindir, ama eğitim yaratım içindir de.. yeni bir anlayış, yeni bir yapı, yeni bir düzen, yeni bir metot oluşturmayı da bir çeşit üretim sayıyoruz ve işte bu anlamda; eğitim üretim içindir, eğitim yaratım içindir diyoruz..

öte yandan şunu belirtelim ki çok açık bir gerçek olmasına rağmen; ‘eğitim üretim içindir’ ilkesi türkiyemizde henüz ifade bile edilmemiştir.. gerçekte ise; tarih incelendiğinde açıkça görülür ki doğru eğitim daima üretime dönük olmuştur..

türkiyede ise; ‘eğitim üretim içindir’ ilkesi ne kabul edilmiş, ne de ifade edilmiştir.. eğitim, ama ne için eğitim.. bu soruya cevap vermeye yönelen eğitimcilerimiz; ‘memleket kalkınması’, ‘adam yetiştirme’ gibi büyük fakat ne anlama geldiği belirsiz olan sözlerle ortaya çıkmışlardır.. gerçekte ise, bir eğitimcinin ilk bilmesi gereken şey ne için eğitim yapılacağıdır.. bu sorunun tek doğru karşılığı ise üretim için eğitim ilkesidir..

eğitimden beklediğimiz, ihtiyaç maddelerinin çoğaltılması ve yeni değerlerin yaratılmasıdır.. halbuki türkiye’deki eğitim başlıca üç yanlış ürün verir :

1) sokağa işsiz,

2) memuriyete aybaşı beklemeye,

3) yurtdışına işe..

eğitimini tamamlamış bir kişi için ilk tehlike işsiz kalma tehlikesidir.. daha değişik bir söyleyişle; hiçbir üretim yapma olanağı bulamamaktır..

türkiye’nin sosyo ekonomik ve siyasi yapısında hiçbir değişiklik olmadan yalnızca eğitimde bir reform olamaz.. eğitim toplumsal hayatın ayrılmaz bir parçasıdır.. yaşamak savaşının gereği olan bilgilenmeyi sağlamak için ortaya çıkmıştır.. toplumun geliştirdiği üretim araçları ve insanlar arası ilişkilere bağlı olarak her ekonomik yapıda farklı eğitim sistemlerinin olduğunu görüyoruz..

çağdaş ingiliz düşünürü bertrand russel ‘eğitim ve toplum düzeni’ adlı eserinin ikinci bölümünde farklı eğitim düzenlerinden şöyle söz eder : ‘günümüzde üç ayrı eğitim düzeninin savunucuları var.. bunların ilkine göre, eğitimin amacı yetişme olanakları sağlamak ve engelleyici etkileri ortadan kaldırmaktır.. ikinci kurama göre, eğitimin amacı bireye kültür vermek ve yeteneklerini mümkün olan en geniş ölçüde geliştirmektir.. üçüncüsü eğitimin birey yönünden değil toplum yönünden ele alınması gerektiğini, görevinin yararlı yurttaşlar yetiştirmek olduğunu ileri sürer.. bu kuramlardan üçüncüsü en yeni olanıdır.. en eskisi de ilkidir..’

russel’in ayrımına göre bizdeki eğitim düzeni daha çok ikincisine uymaktadır..

herhangi bir eğitim düzeni hangi tür olursa olsun, ülkenin sosyo ekonomik yapısında hiçbir değişme olmadan eğitim reformu yapılamaz, yani yeni bir eğitim düzeni kurulamaz.. başka bir deyişle hiçbir eğitim düzeni o ülkenin sosyo ekonomik yapısından ayrı olarak ele alınıp çözüme varılamaz..’ 

HARUN KARADENİZ

‘Eğitim üretim içindir..’, Gözlem Yayınları, Ekim 1979, 86 Sayfa..

 

‘harun karadeniz, 1942 yılında giresun’un alucra kazasının armutlu köyünde doğdu.. yüksek öğrenimini istanbul teknik üniversitesi inşaat fakültesinde tamamladı.. öğrenciliği döneminde çeşitli öğrenci derneklerinde görev aldı.. 1968-69 yıllarında itü öğrenci birliği başkanlığı yaptı.. 1968 yılının tös’ün düzenlediği devrimci eğitim şurası’na çağrılı olan öğrenci örgütleri dayanışma kurulu yürütücüsü olarak kurulun ön çalışmalarına katıldığı halde, siyasi baskı ortamının yarattığı sakıncalar yüzünden şura’ya fiilen katılamadı.. itü’ye yapılan bir faşist saldırıda yaralandı.. bu yaralanmalar kendisinde kalıcı hasarlar oluşturdu.. 12 mart döneminde tutuklandı.. hapiste olduğu dönemdeyken uğradığı saldırı ve işkenceler yüzünden oluşan rahatsızlığı arttı..  12 mart sıkıyönetimin çeşitli engellemeleri yüzünden tedavisi gecikti ve amansız hastalığı onu 1975 ağustosunda aramızdan ayırdı.. ‘olaylı yıllar ve gençlik’, kapitalsiz kapitalistler’, ‘eğitim üretim içindir’ adlı üç kitabı ve bazı broşürleri vardır..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sükût-u Leyl…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu gece daha da çok artan yalnızlığınla, azalan yanlarının sıcağında tutuşmuş küçük bir kağıt parçasında konaklıyor gözlerin. Ama bir kapı gibi sanki, araladığında milyonlarca kelimenin iç yüzdene dağılarak kanına karıştığı. Ardı arkası kesilmeyen bir dolu görüntünün o küçücük anahtar deliğinden sızarak odanın hiç eksilmeyen dört duvarında gölge oyununa başladığı…

Sonrası uzun bir sessizlik oluyor hep. Her verişinde almaya daha da hevesli bir iç çekişle sıkışıyor yüreğin. Dile getirmeye niyetlendiğin ne varsa gelip takılıveriyor her seferinde dilindeki kesiklere. Yutkunup ağır ağır, oldukları yere tekrar gidip oturduklarında, içinde duyduğun sızı beyninde yankılanıyor olanca gürültüsüyle.

Tesellisi olmayan bir zaman aralığı oluyor bir anda yaşadığın tüm hayat. Anda olup, anı olmayı bir türlü becerememiş,  hala avuçlarındaki kokusuyla kırmayı başarmış; öfkeni, alınganlığını, kırılganlığını ve daha ne varsa bencilce içinde biriktirdiğin…

Ve yine ortada kalıyorsun, o hep çocuk bakan bir çift gözün karşısında ellerini nereye koyacağını bilemeyişinle…

Bu gece de yanmamalı o kağıt parçası, kül vakti değil henüz. Birkaç kelimelik hacmiyle, yılların ağırlığını taşıyan bir kapı olmalı hep orada. Geçmiş ya da gelecek diye adlandırmadan tüm anlara aralık…

‘Öteki’

 

‘’Ve neyi kanıtlar ki yüreğin
bir rakkastır dünle yarın arasında
sessiz ve yabancı
ve ilan ettiği artık
kendi dökülüp gidişidir zamandan. ‘’ 

Ingeborg Bachmann

Dogville’le elma çayı içip laflarken…

Hafta sonu, çok sevdiğim bir dostumla, bir tur otobüsüne binip Kapadokya yoluna düştük. İkimiz için de ilginç bir tecrübe oldu; çünkü daha önceki “serseri” gezilerimizde, turlarla gelmiş hatunların, esrik sorularına maruz kalmış ve “Tur mu? Hayatta olmaz!” diye de büyük laflar etmiştik. Ancak kader işte, beş kuruş para vermeden gezmek söz konusu olunca, dayanamayıp dahil olduk tur olayına.

Aslında, o kadar da önyargılı olmamak gerekirmiş. Sonuçta, istediğiniz kadar sosyalleşme hakkınız hep saklı. Siz istemedikçe, kimse sizi anlamsız bir sohbet veya Voltran’ın eksik parçasını oluşturmanız için zorlayamıyor. Hem farklı gerçekliklerden insanlar dahil olduğu için sürece, bol keseden sosyoloji yapıp, eğlenebiliyorsunuz. Bir daha görmeyeceğiniz için insanları kafanıza takmanızı gerektirecek bir durum da olmuyor. Neyse… İyiydi yani, sıradan bir günde, sıradan bir grupla Anadolu’nun göbeğine doğru yolculuk oldukça keyifli bir tecrübe oldu benim için.

Geziden bana hasıl olanlara gelirsek… Bir kere, Dogville her yerde aynı. Aynı hayat, aynı beklenti, aynı karmaşa ya da aynı tekdüzelik içerisinde sürdürüyor hayatını. En önemli mevzu, belirleyici ölçüt maddiyat. Sevgili Marx, “Alt yapı üst yapıyı belirler” derken ya da “Din, kitlelerin afyonudur” önermesinin altını çizerken aslında, Hayyam’ın rubailerinde yerden yere vurulan insan tipolojisi ile benzer varsayımları üretiyordu. Selam olsun sizlere hem Marx hem de Hayyam! Yani, kim olduğunuz, kafanızın ne kadar zehir olduğu, sahip olduğunuz erdemli hal ve tavırlarınız vs. hiçbiri önemli değil, eğer maddi bir kazanca dönüştürülemiyorsa.

Varlık veya yokluk, nereden geldik, nereye gidiyoruz, kimiz, kim miyiz? vs. sorularla hiç işi yok Dogville efradının. En önemli sorunlar, hayatı maddi anlamda sürdürebilmekle ilgili. Kapadokya çok önemli bir coğrafya, dün buna gözlerimle şahit oldum. Hattiler’den itibaren birçok kavme beşiklik etmiş. Erozyona uğramış dağlar, dağların ve kayaların içlerine yapılmış meskun mahaller, gizemi… oldukça enteresandı. Büyüleyici miydi evet, ancak muhteşemdi anlamında değil. Tüm o izler, birer barbarlık anıtı gibi duruyordu karşımda. Ammawelakin, havanın içinde veya toprağın altında saklı sırlar vardı. Ne çok insan, kavim, millet geçip gitmişti. Ezenler ve ezilenler arasındaki ölüm oyunlarına sahne olmuştu mekan ve şüphesiz çok insanın ahı alınmıştı. O sebepten, ne eşyayı ne de eşyaya iliştirilmiş şahsımı fotoğraflamaya yeltenmedim. Sanki, asırlar önce öldürülmüş, ahı alınmış bir mustazafın ruhu sinmiş de, fotoğrafını çeksem bana geçecekmiş gibi.

Hah ne diyorduk Dogville… Eşraftan bir çömlekçi ailesinin üyesi, mesela bana, Hititlerin dini ayinlerinde kullandıkları kabın kopyasını, yaklaşık 750 TL’den en son 375 TL’ye indirdi. Tamam el yapımı, emek-yoğun bir ürün, buna bir sözüm yok; ancak bu miktar yine de çok fazla değil mi? “Naptın hocam yaaaa, eywallah!” deyip, “Siz de Kibele var mı?” diye sordum. “Yok” dedi, “Bir tane kalmıştı o da geçen gün satıldı.” Öyle deyince, fiyatını sormadım artık. Tanrı’ya sadakatin sunulduğu bir törende kullanılan bir kabın kopyası en son 375 TL ediyorsa, kim bilir tanrıçanın kopyası en son kaça düşerdi? İşin enteresan kısmı, Ürgüp’te çarşıyı gezerken, aynı kaptan çok örnek görmem ve fiyatının pazarlıkla 150 TL’ye düşmesiydi. Mübarek, adamlar aynı tasarımı birçok ustanın yaptığı tarihi bir kopyayı satmıyorlar sanki de, özgün bir Alev Ebuzziya tasarımı pazarlıyorlar!

Yörenin zanaatkar-esnaflarının şirinliklerini sergiledikleri sırada, arkadaşımla dışarı attık kendimizi. Elma çayı içip laflarken, sedirde yanımızda oturan baba-kızın konuşmalarına kulak kabarttık az biraz. Öyle laf ola beri geri konuşurlarken, yanlarında oturan arkadaşıma, nereden geldiğini, geldiği yerde hangi semtte oturduğunu vs. sordular. Arkadaşın semtini, 80’ine merdiven dayanmış, üst ön sıra dişleri tamamen altın kaplama olan amca şu şekilde yorumladı: “Orada evler ucuz ancak çok uzak…” Haydeeee, amca ne iş ya? Sonra, baba-kız baktılar, benim arkadaşta fazla bir muhabbet isteği yok, kendi içlerine döndüler. Çayımı içip, sigaramı bitirdikten sonra, “Az biraz derinlemesine görüşme yapayım” diyerek, amca ve kızına sordum: “Buralı mısınız?” İkisi de mutlulukla bana döndüler ve ben sordum onlar cevapladılar. Arada onlar da sordu; ancak görüşmeci bendim ve ipleri elimden kaçırmamaya niyetliydim. Bizim bu amcanın dedeleri 300 yıl önce Yemen’den Avonos’a gelmişler. Amca yıllarca Almanya’da çalışmış. Suratında geniş bir gülümseme ve güneşte parlayan altın sarısı dişleriyle, Almanya’dan sadır olan hasılatını şu şekilde özetledi: “Yaaa, hem Almanya’dan hem de buradan emekli oldum. Üç tane evim var, çocukların hepsine bir de toruna ev aldım. Bu benim kızın da emeklisini yatırıyorum, dört yıl sonra emekli olacak inşallah.” Süpersin amcam yaaa, Avonos’ta senden iyisi yoktur. Bu arada, Kayseri’den de ortak tanıdık kotardık. Kayseri’nin bilinen bir otobüs firmasının sahibi, “Haaa biliyorum amca, o yeni firmayı kuran kayınpederiymiş di mi onun?”, amcanın akrabasıymış. Hem amca hem de kızı bunu en az üç defa vurguladılar: “Bizim akrabamız olur, olur, olur, lur, lur…”

Sonra döndüm ve ölümcül darbeyi yaptım: “Yaw amca senin durum iyi peki hanım hayatta mı?” Amca başını önüne eğdi önce, “Öldü işte o çok kötü” dedi. Ben de, “Amca ya gençlik geçiyormuş da, yaşlılıkta hayat arkadaşı olmadı mı zor oluyormuş değil mi?” diye sordum. Amcanın kızının yüz hatları gerildi ve gözlerini çevirmeden karşıya bakmaya başladı. Amca muzip bir tebessüm edip, yan bakışıyla kızını kontrol ederek, “Öyle evladım öyle. Sağolsunlar bakıyor evlatlar; ama yine de olmuyor yalnız.” dedi. Kızı tek kelime etmedi. Anladım ki, amcanın evlenme mevzusu olmuş; ancak mal bölünmesin diye kızları, “otur oturduğun yerde baba” diyerek resti çekmişler. İşte o anda, meslek gereği içli dışlı olduğum “evlilik programları” adlı garabete katılan, yaşını başını almış amca ve teyzelerle ile ilgili merakım giderildi. Bu amcalar, para var pul var, ancak hanımları ölmüş ya da ayrılmışlar. Onlar evlenmek istiyorlar ve evlatlarına, “Everin beni” diyorlar. Ammawelakin, sırtlan veletler mal bölünmesin diye babalarına üç günlük dünya saadetini çok görüyorlar. Buradan tüm bu evlatlara sesleniyorum, “Gelin yapmayın, babalarınızı analarınızı evlendirin. Sonuçta, kimse kimsenin nasibine engel olamaz; çünkü herkesin nasibi zaten doğuştan bellidir. Hem iki günlük dünyada, niye ananızın babanızın ahını alasınız ki?”

Nasıl söyleyeyim, çok keyifliydi. Yani, Dogville’le aynı parametrelere sahip değilsen ve “şeylerin zorunluluğu” ilkesi sende bir hissihâle dönüşmüşse, en sağlam stand-upçıları orada bulabilirsin. Hem para vermezsin hem de bir kilo pirzola yemiş gibi olursun. Son olarak, bir diyalogu daha aktarıp kaçacağım. Şimdi bizim turun bir de haskan Ürgüplü bir rehberi vardı. Rehber; ancak kelimenin tam anlamıyla rehber. Önce ticaret olsun da dostluğu napayım yawwww… türünden, seyirlik bir Dogville müridi. Bizim bu rehber, “google” kıvamında konuşurken, baktım, r ve l harflerinin yan yana geldiği yüklemlerde r’leri l yapıyor. Bu yörenin ağzının tipik bir unsurudur. Örneğin, geliyorlar yerine geliyollar demek. Şimdi, Uçhisar’da indik, ben amcaya fırsat yapıp sordum:

–         Kayserili miyiz hocam?

–         Yok Ürgüplü’yüm. Niye ki?

–         Dikkat ettim, sizin r’ler l oluyor. Geliyollar, buluyollar vs.

Bunu ikinci derece bir durum olarak algılayan rehber:

–         Yok yawww, öyle mi sahiden? O kadar da dikkat ediyorum ama… Ondan değil de Fransızcamdan ötürü böyle.

 

Pratik akıllı rehber, ikinci derece algıladığı durumu anında birinci dereceye evirdi. Arkadaşımla rahat gülmek için rehberin gerisinde kaldık: “Nassı yaa, benim bildiğim Fransızca gırtlak girerse devreye, geliyorlar, geliyollar değil, geliyoğğlağğ olur. Demek ki neymiş, her yöreye has, sözcükleri bir Fransızca kırma biçimi de varmış. Eheh eheh, hoh, hoh, hoh…”

Böyleydi işte, çok keyifliydi. Öyle ki insanın, hep yollara düşüp, farklı coğrafyalarda, farklı Dogville müritleriyle karşılaşıp, bağıntılarını birleştiresi geliyor.

‘İbn-i Zerabi’

‘Eşek Sırtındaki Saksağan..’ – Yusuf Atılgan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘eşek sırtındaki saksağan’, atılgan’ın edebiyat anlayışını kavrayabilmek açısından önemli.. bu romanla ilgili bilgilere refik durbaş’ın yaptığı söyleşiyle ihsan bayram’ın atılgan’la ilgili anılarında rastlıyoruz.. refik durbaş’a şunları söylüyor :

‘1965 yıllarıydı.. bir köy romanı yazıyordum ‘eşek sırtındaki saksağan..’ romana başladım, yazıyorum.. roman nerdeyse bitmek üzere : birden yadırgadım.. o sıralar faulkner’in ‘döşeğimde ölürken’ini okuyorum.. bu romanın tekniğini kullanmışım.. içeriğiyle pek ilgisi yok.. biliyorsun faulkner’in bu romanında olayı birisi anlatır, sonra başka biri alıp götürür.. benimkindeyse geçişler çok daha sözel bir geçiş gibi.. yani o sözü orada biri bırakmış da burada başka biri alıyor.. çok güzel bir ayarlama da yapmışım.. öyle olduğu halde büyük bir benzeşim havası yarattı bende ve o romanı yırttım.. şimdi ise pişmanım tabii.. (refik durbaş, ‘aylaklık en zor iş ona göre’, cumhuriyet dergi, 7 şubat 1988, sayı:102..)’ 

‘ihsan bayram da anılarında bu olayı şöyle anlatıyor :

‘o aralar bir köy romanı ‘eşek sırtındaki saksağan’ı yazıyordu.. ilk kısım ‘ali’ ile başlıyordu.. ali felçli bir çocuk.. roman ilerledikçe ortaya çıkan kişiler olayları kendi ağzından anlatıyorlardı.. eşeklerin sırtında yara olunca kurtlanır.. saksağanlar bu kurtları çok severler.. konarlar sırtlarına, onları yerler.. yaranın çabuk iyileşmesine yardımcı olurlar.. işte romanın adı buradan geliyordu..

roman, daktiloya çekilmeye kalmıştı.. daha önce sözleştiğimiz gün köye gittiğimde ne yazık ki sayanın yanındaki ocakta duran külleri gösterip : ‘işte eşek sırtındaki saksağan’ dedi..

benim çok üzüldüğümü görünce : ‘son günlerde faulkner’den bir roman okudum.. iç diyaloglar vardı. benimkine benzettim.. köy romanı kolay yazılmaz.. çok emek ister.. daha iyisini yazarız, sen üzülme be ihsan’ dedi.. (yusuf atılgan’a armağan, s. 47..)

bu bilgilerden, aşağıdaki mektubun mart 1960’ta yazıldığını düşünürsek, atılgan’ın 1960’tan 1965’e kadar ‘eşek sırtındaki saksağan’a çalıştığını, sonunda da yaktığını anlıyoruz.. beş yıllık emeğini yok saymasının gerekçesiyse titizliğinin, özgünlük kaygısının boyutlarını gösteriyor..’

ŞEFİKA NURKAN ÖNSOY

Yazının tamamını okumak için : Yusuf Atılgan’ın Çıkmamış Romanı Üstüne Yarım Mektubu..’ , ‘Kitap-lık Aylık Edebiyat Dergisi..’ Haziran 2009,  Sayı 128, Sayfa: 59,60,61,62,63..’