Author Archive

Hayırlı bir iş için yazıyorum..

Sevgilinden ayrılıyorsun hayırlısı olsun, arkadaşınla küsüyorsun hayırlısı olsun, sınıfta kalıyorsun hayırlısı olsun, işe alınmıyorsun hayırlısı olsun, sevdiğin adam başka birini seviyor ve gidiyor ‘hayırlısı olsun’, unutuluyorsun hayırlısı olsun, dışlanıyorsun hayırlısı olsun, almak istediğin ev depremde yıkılıyor hayırlısı olsun, uçağı kaçırıyorsun hayırlısı olsun, kaza yapıyorsun hayırlısı olsun, istemediğin bir adam ülkenin başında hayırlısı olsun, terör almış başını gidiyor, her güne neredeyse 3 insan ölüyor bu vatan uğruna hayırlısı olsun, miden rahatsız hayırlısı olsun, tayinin çıktı hayırlısı olsun..

Hangi duruma hayırlısı olsun diyoruz ki biz anlamadım.. Gerçekten hayır olan, olmasını istediğimiz şeylere mi, yoksa olumsuz olup da düşünmekten kaçıp kurtulmak istediğimiz şeylere mi?

Ben bakıyorum şöyle bir hayırlısı olsun dediklerime; ki örnekteki çoğu şeyi kendim söylüyorum; olumsuz olup da kaçıp kurtulmak istediğim, düşünmek istemediğim şeyler. Bazen bazı şeylerin önüne geçemiyoruz evet, ama öyle bir şey yaratmış ki hayırlısı olsun beynimizde ‘haydi kaç kurtul ve tekrar tekrar ‘tekrar et’ -hayırlısı olsun-..

Hayır bu kadar kolay olmamalı – hayır-. Şer geliyor başına, söyle o sihirli cümleyi ve kurtul. Savaşsana bir önce kardeşim; git bir peşinden bakalım sevdiğin adamın ayrılmayalım , seviyorum, affediyorum, deneyelim, baştan alalım, sensiz yapamam falan de. Sonra dene, çabala, uğraş, yılma, at gururunu, hırsını, kibrini, yenilmişliğini üzerinden.. Yine mi aynı şey oldu? Her şeye rağmen o aynı, durum aynı, sonuç aynı mı.. İşte şimdi hep bir ağızdan söylüyoruz  o sihirli cümleyi ‘hayırlısı olsun’..

Kimse bizim yaşamımızı hem yazıp, hem yönetmiyor. Bize bırakılmış kocaman bir pay var ‘hayatımız’.

Ben yılmışlığımdan bıktım artık ve gerçekten içinde hiçbir hayır göremediğim işlere hayırlısı olsun demiyorum abilerim, ablalarım .. Yok abi bir bakayım bu işin içinde bir iş var diyorum.. Didik didik edip yoruldum, bu işten bir sonucumu neyimi alamam ki ben dedim mi; işte o zaman yine her bir ağızdan söylüyoruz ‘hayırlısı olsun’..

Şimdi böyle heyheylenip yazdım yazmasına ama şunu unutmuyorum.. ”Hoşunuza gitmeyen nice şeyler vardır ki sizin için hayırlıdır ve hoşunuza giden nice şeyler vardır ki sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz ayet-i kerimesi.. Benim sorunum kaçmakla, kılıf bulmaya çalışmakla, örtbas etmeye çalışmakla..

Her şeyi (sana verilen kadarıyla ) yaptıysan gönül rahatlığıyla; hatırlayıp bu ayeti paşa paşa oturabilirsin tabii ki koltuğunda..

‘İSMİM BU..’

Can Yücel

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üşüyormu deniz
üstüne boşandıkça yağmur ?
Ondan mı dersin
tüylerin böyle ürperiyor  ?

Bende gidersem bi gün bu biçim bi sağnakta
Alı al moru mor bir sandal gibi acaba
Yıllar sonra yılmayıp yine
Çarpar mı yüreğim yurdumun sahillerine ?

 

CAN YÜCEL

Seni Çok Özledik !

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın . yürüyüşün farklı olur . bakkala , manava başka türlü davranırsın . bunun için kimse sana puan yazmaz tabi ama anlarlar . orada birisi farklı yürüyordur . “

Kazim Koyuncu

 

 

Roman Yazıları-1

“Bir bahçen ve bir kitabın varsa hiçbir eksiğin yoktur demektir.”

Okumakla haşır neşir olan insanların başat kitapları vardır her daim. Benimde başı çeken kitaplarım vardır bir solukta sıralayabileceğim. Şiirin motifi olduğu romandan bir dünyada  gezerim epeydir. Başka hayatları tanıyıp kendini bulabildiğimiz hazinesi kelimelerin olduğu bir iletişim sistemidir kitap. İnsanın bakışlarından okumakla ne derece ilgili olduğunu çözebileceğine dair bir sava sahibim ben. Okuduğu kitapların notlarını tuttuğu kağıtları birleştirmekle geçen zamandaki mutluluğum tariflenemez.

“Kitap okumaksızın geçen üç günden sonra konuşma tadını kaybeder.” derken Çinliler haksız da sayılmazlar. Kendimizde de bunu gözlemleyebilmek mümkündür; Okumakla pek bir mesafeli toplum olduğumuzu kavramak için istatistiklere gerek olmasa da tabloyu şöyle özetleyebilmek mümkün aynı zamanda; Bir Japon bir yılda ortalama 25 kitap okuyor. Bir İsviçreli bir yılda ortalama 10 kitap okuyor. Bir Fransız bir yılda ortalama 7 kitap okuyor. Türkiye`de 1 yılda 6 Türk 1 kitap okuyor. Öncelikli ihtiyaçlarımız arasında kitap okuma ihtiyacımız tam 235. sırada yer alıyor. 235.sıra…

Sinema kuşağında olduğu gibi seri şeklinde yazmayı hayal ettiğim yazılarımın girizgahıdır bu. Bunca zaman yazmamamın  da nedenidir aynı zamanda.

Beni hatırlayan, tanıyan herkesin aklına gelen ilk isim Vedat Türkali ile açılış yapmak pek bir münasip olacaktır.  

 

 

 

 

 

 

 

Kendisi gibi her kitabının da bir değer olduğunu düşündüğüm seriden; Bir Gün Tek Başına’da geçen bu diyalog hepimizi harekete geçiren bir durumdur belki de;

” 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden önce Türkiye içten içe kaynıyor. Kenan, yıllar önce gizli Komünist partisine girme suçlamasıyla polis sorgusunda çabucak yılgınlığa düşmüş, eski çevresinden tümüyle kopmuştur. Karısı ve çocuğuyla korunaklı bir yaşam sürdürmektedir. Aslında mutsuzdur, içi ile barışık değildir. Bir meyhanede tanıştığı genç Günsel, içinde çürümemek için direnen ne varsa hepsini ateşleyiverir. Aşk, direniş, devrim günleri… Yaşam, Kenan’a kendini bir kez daha sınama olanağı verir…”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mavi Karanlık’ın sayfalarını çevirelim birazda; “Görmek istemiyordu….Televizyonda dizi bitmiş, haberleri veriyordu spiker. Ankara’da bugün bir saldırıya uğrayan… Taş kesildi birden. Ekranda spikerin yerini Korhan’ın resmi almıştı.”

Korhan ile Özgür arasında sıkışan Nergis’in durumuna paralel aydınlarla halk arasında süren açmazı olduğu gibi çok iyi yansıtabilmiş Bodrum’da geçen bir hikayedir okuduğumuz.

Raflarımız arasında turlarken bir diğer kitabı “Yeşilcam Dedikleri Türkiye” ye bakalım şimdi de;

Yeşilçam’ın günlük yaşamından küçük kesitler de anlatılır: “…Stüdyoda iki kısımlık bir montaj işi vardı. Sansürden dönmüş Anıt-Film’in bir filmi. Yeniden bir iki sahne çekmişler. Hemen bağlayıp sansüre yollayacaklarmış. Haftaya sinemalara girecek. İyi de para vermişlerdi. (…) Yazıhaneye koşturdu. Dünkü çocuklar merdivenlerdeydiler gene; ışıkçılar, setçiler filan. Dün para alamamışlar. Film bitmiş… İçerki odalar da kalabalıktı. Çoğu para bekliyor olmalı bunların da. Durum gerçekten… Yok canım, her vakit böyledir. Paraları olsa da süründürmeden vermezler. Çoğuna bono zaten. Takside bağladıklarına da üç dört kez gidip gelmeden ödeme yaptıkları görülmüş mü? Bizim piyasa bu!…”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Vedat Türkali, anı, deneyim ve birikimlerini kullanarak yaklaşık yüz yıllık bir zaman dilimini anlatmıştır, aktarmıştır bize romanlarında. Okuyacak kitap seçmekte kararsız kalanlara, nerden başlayacağını bilemeyenlere bir ışık tutmak adına yazılmıştır bu yazı.

(Güven, ele alınıp başlanması gereken  en kıymetli yapıtlarındandır. Alıntıları oldukça kabarık olduğundan yazıya aktarılmamıştır.)

Bir Gün Tek Başına, Mavi Karanlık, Yeşilçam Dedikleri Türkiye, Güven (2 cilt ), Tek Kişilik Ölüm, Kayıp Romanlar, Yalancı Tanıklar Kahvesi,  ilk akla gelenler…

‘Herdem’

Denizin bekleyiş olduğu yerde düşe-yazmak…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgili düş,

Biliyor musun, kaç yaşında olursam olayım, ne zaman adını ansam, biliyorum kalbim hep böyle yerinden fırlayacakmış gibi atacak. Elimde değil, kırılmış onca düşten sonra, durup dinlenmeden, eski bir dostu anmanın tadında, seni tespih taneleri gibi parmaklarımın arasından geçirmemek. Öğretti, çünkü hayat, düşün kırılıp ayaklarımın etrafına saçılması diye bir şey yok, bu sadece zihnin kapıldığı bir zehab.

Aklıma bu aralar, sık sık Tezer geliyor. Tezer’in metinleri, kalabalıkların ortasında, kahvelerde, mezarlıklarda vs. hayat bulmuş tanımlamalar/betimlemeler/durum tespitleri. Suyu bile içişim değişiyor, hiçbir şey eskisi gibi değil. Öyle kana kana içmek istemiyor özefagusum, “ağırdan al” diyor, yaşama dair her ne var ise sana değen/temas eden ağırdan al… Öyle, bu sebepten suyu bile yudum yudum içiyorum. İçindeki su soğukken, sıcak havanın temas ettiği bardağın yüzeyi tatlı tatlı terlerken, parmaklarımla haritalandırmak yüzeyini… Wesselam düş-bozumu, tıpkı bağ bozumu gibi, bozulmuş düşlerden kendime cennet şarapları yapacağım. Sonra… Sonra dostlarla oturup bahçemde, sıra sıra devireceğiz şişeleri, Füruğ mesela bize, tüm yaralarının aşktan olduğunu dizelerken.

Tezer, evet Tezer, 20’li yaşların başında karşılaştım onunla. İlk karşılaşma, evet o bir çarpışmaydı ve o an için yeryüzünde hiçbir çokluğun bağıntılarıyla o denli bitişemezdim. Ve o da diğerleri gibi ölüydü. N’apalım nasip böyleymiş! Hiç ara vermeden, derslere girmeden o küçük külliyatı devirişim. Bilhassa, “Hayat nerede?” sorusunun cevabına işaret eden cümlelerin altını çizişim… Şimdi, 40’lı yaşlara merdiven dayamış, usul usul tırmanırken, tekrar aynı soruyu soruyorum kendime, “Hayat nerede?” Yok, ama bu saatten sonra oturup da Kundera okuyacak değilim. Ammawelakin, Benjamin’in o dalgın bakışları, onlardan medet umabilirim. Kendime, düş bakışlı putçuklar yapıp şekerli kaymaktan, kan şekerim düştüğünde ilk onları yiyebilirim.

Evet, hayat nerede sayın bayım? Bir gün, kalabalığın ortasında, bir pazar yerinde oturup insanlara bakarken, filesini taşıyan yaşlı adamda, limonatasını yudumlayan roman çocukta ya da oturmuş insanlara bakarak çay-tütün yapan kadında onu gördüğümü düşünürken, hayat Mekke, Kudüs ya da Bezm-i elestten çıkıp gelir mi? Niye olmasın ki? Beklentisiz bekleyiş denilen ne ki? Bekleyiş makbulse, kabul görmeyen bekleyişe bir kılıf uydurmak, ona bir isim vermek mi? Olması gereken, salt soyut ışık olmak mı? Cibran’ın bakışlarındaki gibi beklemiş bekleyişin hüznüyle sağa doğru profil vermek mi? Yok, bilmiyorum, en iyisi hiçbir ad koymadan, öylece akışına bırakmak galiba bilinci dehrin. Belki de,  tam da bu bilinç düzeyinin adıdır, ashab-ı kehf?

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Giardini Hakkında Bilinenler’

Ruhumuzu daha biz yokken teslim ettik. Yalnızlığımız daha önceden başkalarının yaşadıkları.

Her gün kalkıp gittiğimiz iş, okul, tarla bindiğimiz otomobil, tren, otobüs, vapur bile bizim değil. Dilin sınırlarını oluşturan kelimeler bizim değil, sadece arıyorum.

Dünya artık insanlığa bir şey vermeyecek. İnsan iyimser düşünmeyi seviyor. Düşündüğüne inanıyor, inandığı şeyin gerçekleşmesini istiyor. Maymunun rüyasında muz görmesi gibi bir şey yaptığımız. İyi insanlar mutlaka var ama kötülerde öyle.

Toplum insanlığın en büyük hapishanesiyken özgürlük arayışı niye? Olmayacak. Hep böyle oldu bizden önce ve bizden sonra olacak olan.

Diye düşünüyordu Giardini.

Sonra yoluna devam etti. Sürekli gittiği orospunun bacak aralarına sığındı. Bir an olsun beynini rahatlattı. Sigarasını yakıp “annem” dedi, orospu saçlarını okşarken “özledim.”

“Öldü o, kötü öldü. Çöplükte bulmuşlar cesedini ya açlıktan ya da soğuktan ölmüş, bilmiyoruz. Hangisi daha iyidir?”

‘Papyrus’

‘aylaklıklarıyla eskiyerek doğanlar…’

( yazık ki her acıdan arda kalan eskimek değil yeniden yeniden doğmak! )
Biz arkası olmayan çıkmaz ruhların piçleri kim daha çok eskitti bizi.. Her gece altında sancıyan ruhlarımızı doyuran rakı mı, Hayyam’dan arda kalmış şarap mı, yerlerden topladığımız
şiirler mi.. ya da üstinsan olma istencimizdeki tasmalarımız mı, sokaklara bıraktığımız kirler mi, tavansız sokaklar mı.. kim, kim daha çok eskitti bizi ?                                                         
Diyorsun ki Kaptan: her acıdan arda kalan eskimek değil,
yeniden yeniden doğmak!

Ahh be Kaptan yeniden doğuşlar da eskiyor.

Hep aynı ananın rahminden aynı acının şavkıyla ıslanarak doğmak da eskiyor. Eskiyor ve eskidikçe yaşlanıyoruz, yaşlandıkça
azalıyoruz be Kaptan!                                                     
Aylaklıklarıyla eskiyerek doğanların acılarından öpüyorum maviyle..

‘Mavinin Çığlığı’

çiçekli şiirler yazmak istiyorum bayım!

“… Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.”
Didem MADAK
 
didem madak çok genç yaşta ölümü  yaşadı..  çok çok iyi bir şaiiri unutup, geçmek istemedim..
şöyle kısa bir hayat tanımı .. bir kaç yerden alıntılar..  ve 2 adet şahane şiir ..

1990 kuşağının en iyi şairleri arasında gösterilen Didem Madak, 23/7/2011 tarihinde hayata veda etti. Bir süredir kolon kanseri tedavisi gören Madak, 41 yaşındaydı. ‘Müsvedde’ şiirinde “Anlatarak bitiriyorum hayatımı/ Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat/ Bir çiçek çizdim bu akşam avucuma/ İsmini her şey koydum/ Simli ojeler sürdüm yalnızlıktan sıkıldığımdan/ Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım/ Yıldızlı bir gecenin” diyen Madak’ın cenazesi bugün öğle vakti Şişli Camii’nde kılınacak cenaze namazının ardından toprağa verilecek.
1970 İzmir doğumlu Madak, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Tezgâhtarlık, sekreterlik, anketörlük gibi işlerde de çalışan Madak’ın şiirleri Ludingirra, Öküz ve Sombahar gibi dergilerde yayımlandı. ‘Grapon Kâğıtları’ isimli ilk kitabı İnkılap Kitabevi Şiir Ödülü’nü kazanan Madak, 2002 yılında ‘Ah’lar Ağacı’, 2007 yılında ise ‘Pulbiber Mahallesi’ adlı şiir kitaplarını yayımlamıştı.
Bireysel ve toplumsal özgürlük vurgulu şiirlerinde kadının iç dünyasını yansıtan Madak aynı zamanda, Wayne Miller ve Kevin Prufer’ın yayıma hazırladığı ‘New European Poets’ adlı antolojide ‘Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım!’ şiiriyle Türkiye’yi temsil etmişti:
‘… Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım./ Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum./ Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen/ Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?/ Bir gül, bir güle derdi ki görse/ Yalan söylüyorum/ Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.’

çiçekli şiirler yazmak istiyorum bayım!

‘zenciler prensesi olacağım
hayat işte asıl o zaman başlayacak’

pippi uzunçorap
çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
bilmiyorsunuz. darmadağın gölgemi
çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
karanlıkta oturuyorum. ışıkları yakmıyorum.
çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
bir yağsam pahalıya malolacağım.
ben bir bodrum kat kızıyım bayım
yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
fakat korkuyorum. birazdan da
kırk üç numara ayakkabılarınızla
bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
bu iyi olmaz bayım!

“gün akşam oldu” diyorum
ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara
cam kırıkları yiyorlar
rüyamda; bir kase dolusu suyun içinde
rengarenk yap-boz parçacıkları
anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz.
hayır, sanırım sabahı bekleyemem
bilmiyorum.
insanlar rüyalarını acilen anlatmalı.

ondört yaşındaydı ruhum bayım
bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.
protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
o ara içimde çiçeklerden oluşmuş
bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
sinemalarda da “organzm gıcırtıları” oynuyordu.
kaçmaya çalıştım. olmadı.
bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.
neyse işte
ben her filmi hatırlarım
sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu.
“sofinin tercihi”ni seyrederken çok ağlamıştım.
öpüşen guramilerle ilgili bir film yapsalar
onu da mutlaka hatırlardım.
insan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?
hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
bir “eşya toplayıcısıyım” bayım.

büyük gemiler yok artık bayım
büyük yelkenler de
büyük kağıtlar yakmak istiyor şimdi canım
işte az önce bir karabatak daldı suya
bir süredir de kayıp
dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
bir gül, bir güle derdi ki görse
yalan söylüyorum
güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.

DİDEM MADAK

..

 SİZ AŞK’TAN N’ANLARSINIZ BAYIM?

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum…
Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!

Allah’la samimi oldum geçen üç yıl boyunca
Havı dökülmüş yerlerine yüzümün
Büyük bir aşk yamadım
Hayır
Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım
Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı
Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım…
Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.
Aşk diyorsunuz ya
Ben istemenin Allahını bilirim bayım!

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Balkona yorgun çamaşırlar asmaya
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı
Ben acılarımın başını
evcimen telaşlarla okşadım bayım.
Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben işte istedim bayım.
Uzaklara gittim
Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin
Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım!

Süt içtim acım hafiflesin diye
Çikolata yedim bir köşeye çekilip
Zehrimi alsın diye
Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz
İlahiler öğrendim.
Siz zehir nedir bilmezsiniz
Zehir aşkı bilir oysa bayım!

Ben işte miraç gecelerinde
Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,
Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,
Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin
Bir şiir aradım.
Geçen üç yıl boyunca
Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım.
Ülkem olmayan ülkemi
Kayboluşumu aradım.
Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Bir ters bir yüz kazaklar ördüm
Haroşa bir hayat bırakmak için.
Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.

Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır.
Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Acının ortasında acısız olmayı,
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya,
İşte orda durun bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan.

Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!

DİDEM MADAK

amy winehouse için kederim ise ayrı bir yazı konusu… o bir kelebekti ve ömrü bu kadardı.. daha fazla yaşayamazdı..

bir şarkısını gönderiyorum.. 

love is a losing game..

çok sevgiler..  

‘Taflan’

Tuncel Kurtiz’den : Otobüs..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘isviçre’deki evde telefon çalıyor birden, tunç okan.. ‘abi, seni çok aradım, nerelerdesin, mutlaka görüşelim.. ben şimdi bir belgesel çekiyorum.. sonra görüşürüz.. tamam, benim telefonum şu.. tamam..’

bir bakıyoruz ertesi gün bir telefon: ‘geldim, sizin evin önündeyim..’, ‘buyur, gel yukarıya..’ sarılmalar, ‘kaç yıl oldu baba, seni nasıl özledim.. bak bir gün çalışacağız, buluşacağız dedik, işte buluştuk..’ çok güzeldi..

‘mutlaka bir film yapacağız..’

‘bir film yapmak kolay değil..’

‘biliyorum, öğreniriz..’

ve hikayeler..

bu arada ‘bebek’ filminin cezayir’de çekilmesi kesinleşiyor.. rahmi saltuk da filme alınıyor.. tunç okan da küçük bir rol oynamak üzere cezayir’e çağrılıyor..

yaptığımıza pek de film denemez.. barbaro daha çok acemi.. ama çok beğeniyor yaptığını.. işte öyle bir film çıkıyor oradan..

isviçre’de dişçilik yapan tunç okan bir film çekmeyi kafaya iyice koymuş artık.. 68 günleri, üniversitede arkadaş olan iki isviçreli, biri tunç okan, birisi tuncel kurtiz.. birisi dişçi oluyor, birisi mühendis.. aynı kızı seviyorlar.. sonunda bir düello yapıyorlar.. böyle bir hikaye anlattı bana tunç okan.. ‘iyi bir hikaye olur’ dedim.. ‘sen ve ben, iki isviçreli..’

sonra bir ‘otobüs’ senaryosu üzerine çalışmaya başladık.. istanbul’dan başlamak istiyordu.. florya plajında uzun donlu insanlar vardı.. bunların hepsi kalktı, bir otobüs geldi, içinde insanlar vardı.. bunlar harikulade gelişti..

fakat filmin ortalarında tunç okan’ın patron tavırları takınması, insanları ayırması ve bütün bunları kimseye para vermeden yapması? herkes oraya beni sevdiği için, bana inandığı için geliyor.. ben de herkese demişim ki ‘bu hepimizin filmi, herkes bu filmin ortağı olacak, ama yüzde bir ama yüzde yarım..’

bazı anlaşmazlıklar yüzünden filmin bir bölümünü bitirdikten sonra bizim tunç okan sırra kadem bastı ve filmlerle birlikte gitti, şoförü oynayan oğuz roylas’ı aldı.. hamburg kerhanelerinde birkaç sahne çekti ve filmi böylece bitirdi.. sonra mektuplar yazdı, ‘bu filmi ben yaptım, güneş balçıkla sıvanmaz’ gibi beylik laflarla.. ‘sokaktan topladığım insanlarla film yaptım..’ çok üzüldüm..

yıllar sonra sizin festivalde, bursa’da ‘otobüs’ filmi gösterilirken karşılaştık.. film başlamadan önce mikrofonda ‘bugün yıllar sonra ‘otobüs’ filmini burada izlemek benim için harikulade bir şey.. ama daha önemli bir şey var ki, yıllar sonra burada karşılaşabildiğim tuncel kurtiz.. onunla beraber olabilmek, tekrar onu görebilmek ne büyük mutluluk..’

teşekkür ettim..

ben ‘otobüs’ filminden bir kuruş para almadım..’

‘TUNCEL KURTİZ’

‘BÖLÜK PÖRÇÜK’ , TUNCEL KURTİZ , BOYUT Kitapları, 216 Sayfa, 2004..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DÜŞÜNCE

Zaman, tahayyülün renksiz meyvası

Hayatın bitmeyen raksında keder;

Mes’ut rüyaların saf rayihası;

Uykuda çimlenen ilk düşünceler.

Günahsız arzular, şekilsiz zaman;

Bir rüya gülüşü, içli ve sade;

Yükselir ansızın dal uçlarından,

Bulutsuz rüyalar şekillenince.

Çılgın rüyalardan dökülen billur.

Mevsimi dallardan içen mavilik,

Bir cennet meyvası dallarda huzur;

Meçhul masallardan kalan renksizlik.

 

EDİP CANSEVER

(İlk Şiiri, 1944..)

(Alıntı : PAPİRÜS Aylık Dergi, Sayı : 2, Temmuz 1966..)