Author Archive

başkalarına

bir bildiğim vardı eskiden, şimdi unuttum
sular belki yalnızca kendine akıyordur, düşünmeye gerek yok
hep öyledir.

sandığımdan fazlasıymış hayat
acıdıkça öğrendiğim arka sokaklar, taş
üstünde köz kaybettiğim arkadaşlar
belki diyorum çektirdiğimiz fotoğraflarda hala gülüyorlar. 

‘Papyrus’

kaybolmuş bir şiirin son dizesi…

( kaybolmuş bir şiirin son dizesini bulmak için aynı şiire düşmüşlerdi..

adam, sorgusuz sualsiz ve yorgun duruşuyla sarıldı kadının yokluğuna.

adını dahi sormadı. şiir için az biraz heyecan bir tutam yokluk, az biraz 

hüzün yeter deyip kadına: Z.. adını verdi.

kendisine de sonun başlangıcı olan Y.. adını verdi !

ve kapadılar aynı şiire gözlerine. )

 

Z.. bu sen misin, nasılsın.. söylesene?

ellerin..ellerin nerede..

bak ıssız bir ada gibiyim.

beni çevrele… 

beni sar, beni sor, beni ağlat bu gece..

gel tam kucağımda açan zerdali dalı ol. 

 

üşüyorum bana bir palto bul Z..

bana omuzlarından soyulmuş ve yıllanmış 

olan yüzyıllık yalnızlık kokunu ver..

 

bana avuçlarınla bir sandal yap,

bakışlarının sıcağına demir atacak. 

ya da aç göğsünü ısınıp kalayım öyle..

bırak kalayım serzenişinde bir ömür Z..

 

Y.. düştüm gecede..

düşerken dizine çarptım ve düş oldum dilinde.

 

Y.. bana dilinin ucundaki sözcükleri ver, 

birlikte dolduralım bu satırları. 

olmadı diline hapsolmuş küfürleri ver,

birlikte düzelim bu düzeni kaymış yaşamın..

 

Y.. çok yorgun bir akşamın elinden tutuyorsun ya sen,

gel benim avuçlarımdan tut sana yetim kalmışları 

göstereyim..

 

( yitik bir nefes aldı kadın, adamın duraksayıp Z..’leri tükettiği yerde.

sonra gözlerini milad-ı evvel zamana çevirip, harfleri çalınmış bir 

uygarlığın sesine bürünüp kusmaya başladı içindeki Y..’leri kadın. )

 

Y.. dün geceden bu yana ruhundan 

çamaşır ipine asılı bir kadın diktim düşlerime..

ki, bedeninden oluk oluk akan bu aralık kan yağmurları kurusun diye.

 

üşüyorsun hala Y.. kapa gözlerini ve gör bizi.

yüreğim yüreğinin üstündeki hezeyanda.

Y.. yalnız değiliz; çünkü tanrıların ve tanrıçaların 

çıldırmış olduğu araflardan  kaçtık da geldik.

 

gözlerin Y.. gözlerin rengini unutulmuş 

dağ çocuklarından almış bu gece.

sarıl bana o çocukların gözlerindeki ateşle ve 

dokun bana onların özgürlük şavkındaki mavisiyle..

 

Y.. kulaklarım uğulduyor.. 

yoksunluğunda attığın  çığlıklarla..

sen de ben, ben oluyorum Y.. 

ben sen olmuşken nasıl giderim..

 

Y.. gece neden bu kadar uzak. 

gecesi kısa bir sevda bulur mu adımlarımızı dersin?

 

‘Mavinin Çığlığı’

Güneş Doğuyor…

Bak nasıl içimde gözlerimin
Eriyor damla damla keder
Karanlık ve isyancı gölgem nasıl
Tutsağı oluyor güneşin
Bak
Yok oluyor tüm varlığım ve beni
İçine alıyor bir kıvılcım
Fırlatıyor taa doruklara
Bak nasıl
Sayısız yıldızla
Doluyor gökyüzüm benim
Uzaklardan geldin sen ve uzaklardan
Ve kokular ve ışıklar ülkesinden
Şimdi bir teknedeyim seninle birlikte
Fildişi, bulut ve kristal
Götür beni ey yüreğimi okşayan umudum
Götür şiirlerin ve coşkuların kentine
Yıldızlarla dolu bir yol beni götürdüğün
Çıkardığın yer yıldızlardan daha yüksek
Bak
Nasıl yandım ben bu yıldızlarla
Ateşli yıldızlarla doldum ağzıma kadar
Durgun sularından gecenin saf ve kırmızı balıklar gibi
Yıldızlar topladım

Eskiden ne kadar uzaktı toprak
Gökyüzünün mor köşelerine
Yeniden duyuyorum şimdi
Senin sesini
Karlı kanatlı sesini meleklerin
Bak nerelere ulaştım sonunda ben
Samanyoluna, ölümsüzlüğe, bir sonsuzluğa

Birlikte çıktığımız doruklarda şimdi
Yıka beni dalgaların şarabıyla
İpeğine sar beni öpüşlerinin
İşte beni yeniden bitmeyen gecelerde
Bırakma artık beni
Beni yıldızlardan ayırma
Bak tam karşımızda gecenin mumu
Damla damla nasıl eriyor
Nasıl doluyor ağzına kadar uyku şarabıyla
Gözlerimin simsiyah kadehi
Senin ninnilerini dinlerken
Ve bak nasıl
Şiirlerimin beşiğine
Sen doğuyorsun, güneş doğuyor…

Furuğ Ferruhzad
Çeviri : Hatice Gülcan Topkaya

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘More Pricks Than Kicks’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

…..

Bir zamanlar arkadaşım olan Belacqua, herkes gibi dünya nimetlerinden tat almaya başlamadan önce, tekbenciliğinin son evresini, yapması gereken en tutarlı şeyin hiç durmadan birinden ötekine uzam değiştirmek olduğu düşüncesiyle renklendirirdi. Bu sonuca nasıl ulaştığını bilmiyordu, ama duyumsadığı kadarıyla bir yeri ötekine yeğlediği anlamı çıkarılmamalıydı bundan. Yalnızca, harekete geçmekle, kendine özgü deyişini yinelersek, cinlerini atlattığını düşünmek hoşuna gidiyordu. Ama seçilen uzamların hiçbiri ötekinden farklı değildi, neden derseniz, herhangi birine gelip de yerleştiğinde gözünden siliniyordu her şey. Yalnızca yerinden kalkıp gitme edimi rahatlatıyordu onu, nereden nereye yol aldığı önemli değildi. İşte böyle. Denizde ve karada, kişiliğinin bu özelliğini istediği biçimde çok daha büyük ölçüde tatmin etme olanaklarından yoksun oluşuna üzülüyordu. Denizde ve karada, oradan oraya! Yoksulluğu nedeniyle gücü yetmiyor, zorlanıyordu. Ama alçakgönüllüce de olsa elinden geleni yapıyordu. Ocaktan pencereye, çocuk odasından yatak odasına, hatta kentin bir mahallesinden ötekine ve oradan da gerisin geriye, tüm bu devinileri gerçekleştirmekten hoşnuttu, kural gereğince de bunların kendisine yararı dokunuyordu. Toy çağlarındaki deneyimlerini andırıyordu bu durum, güçlüklerle dolu terimler, rahatlatan aralar.

Yine de berbat bir uyuşukluğa gömülmüş bezgin ruhu, kendi deyişiyle cinleriyle baş başa kalmaktan başka bir şey dilemezken, bazen bulduğu çözüm acaba sızlanmasından çok daha rahatsız edici değil mi, diye merak etmekten kendini alamazdı. Ama yanıtı olumsuzdu bu sorunun, bu yola başvurmayı sürdürdüğüne göre, bir yararı vardı kuşkusuz, çok değildi belki, yine de deniyordu yıllardır ve az da olsa kendisine iyiliği dokunduğu için hoşnuttu.

Bu davranışı en basit biçimde, bir bumerangın fırlatılışına ve geriye dönüşüne benzetebiliriz, doğruyu söylemek gerekirse onca yıldır becerebildiği tek şeydi bu onun. Böylece, susuzluğunu gidermek için arada sırada verdiği molaları saymazsak, hiç oyalanmadan, dosdoğru başlangıç noktasına döndüğüne göre, yönteminin uzamdaki farklı noktalar arasından yaptığı bir ayrımdan kaynaklanmadığı açıktı, nereye giderse gitsin, döndüğünden zamanını en ünlü kentlerin birinde geçirmişçesine coşkulu olurdu.

Tüm bunları biliyorum, o anlattı bana. Bir devirde Plydes ve Orestes gibiydik onunla, çok hassas bir ilişkimiz vardı ama iyi dayandı, devam ettiği süre içinde birbirimizi sırdaşıydık. Bu gidiş gelişlerin her evresine tanık oldum. Karşı koymaya hiç kalkışmadığı güçlerin itkisiyle, bir şimşek gibi yola koyulup, eyvallah bile demeden çekip gittiğinde hep yakınındaydım. Kısacık yolunda, anlık, mutlu görüntüleri var kafamda. Değişmiş, düzelmiş biçimde döndüğünde yine oralardaydım. Öykünmeler’in yazarı “Neşeli çıkışın hüzünlüdür dönüşü” demişti, oysa yaşadığı tam aksiydi bunun.

Bana ve davranış biçimini açıkladığı kişilere, bunun, kazma kürekle yapılan kaba saba işlerle hiçbir benzerlik taşımadığını, o tür işlerin pisliklerin yok edilmesine yaradığını ve insanı yalnızca bedenen yorarak bir arındırma işlevi gördüğünü ve hepsi için de büyük bir aşağılama duyduğunu belirtirken öylesine zorlanırdı ki. Kendini yormadığını söylüyor, tam tersini savlıyordu. Bir Beethoven duraklamasında(ne demekse) yaşıyordu, söylediği buydu. Kendini dışa vurma kaygıları içinde hüzünlenirdi bazen. Bu kaygı(belki de bana öyle geliyordu) sahiplenmekten asla vazgeçmediği bir kendini yeterlik duygusunu parçalamakla kalmıyor, benim küçük benliğimi de çöküntüye uğratıyor, onu da kendi gölgesinde yaşayan aciz bir maymun konumuna sokuyordu. Ama bu sırada içkiden gözünün dünyayı görmediğini ya da tutarsız bir kişiliğe sahip olduğunu ve böyle bir yaşamdan da mutlu olduğunu söyleyerek kendini savunuyor, her seferiden zeytinyağı gibi üste çıkıyordu. Sonunda çekilmez biri olmuştu. Bu durumda onu bıraktım, ciddi biri değildi çünkü.

Bir gün coşkuyla içini dökerken, bu ‘devingen duraklamalar’dan birinin açıklamasını yaptı bana. Çelişkili kavramlara büyük zaafı vardı. Bir hayli de cin tonik içmişti bu arada.

Bu tümüyle katışıksız devinimin, ileri adımını ya da adımlamanın çekiciliği, özne onaylasın ya da onaylamasın, dış dünyanın güçsüz izdüşümlerinin bir bütün olarak algılanmasıyla sınırlı değildi. Bu devingen duruşlar yazgıdan bağımsız, umulmadık biçimde insanın karşısına çıkabilen gülünç olaylara sırt çevirmek ve hiç beklenmedik rastlantılardan kaçınmak gereği duymazlardı. Öncelikle boş olma özelliği taşıyan bu aylaklığın tek çekiciliği değildi bu duyarlılık, kirlenmeyi onaylayan acelecilik de, bu katışıksız edimin tek çekiciliği olamazdı. Ama buna yakındı.

…..

‘Samuel Beckett’

‘AŞKSIZ İLİŞKİLER / More Pricks Than Kicks’, SAMUEL BECKETT, Çeviri : UĞUR ÜN, AYRINTI Yayınları, 159 Sayfa, 2010.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YALANLAR

‘İnsan kendini bazen olur olmaz yerde yalanların ortasında bulur. Kendine bir şato yaratır. Duvarlar sıkıştırdıkça canı yanar, ama kabullenemez. Yarattığı şato, ona gerçek gelmektedir artık. Ya şatodan vazgeçecek, ya da acıyı bütünüyle hissedecek.

Acıyı hissetmek, sonrasında avazı çıktığı kadar bağırmak ve bağırdıkça kaybolmak ister insan. Değişimler, değişimler, değişimler… Değiştikçe değişir zaman, zamanı yakalamak için midir bütün bu yalanlar?  Yoksa olmak isteyip de olamadığı kişilikler için midir?

Hayal dünyamızda yarattığımız ben, biz, siz…  Bazen kişi gerçeklerden o kadar uzaklaşır ki, yarattığı “ben”’i kabullenmek gerçek olur. Hayallerinde bile kandırabiliyorsa insan kendini, isyan edebilir mi gerçeklere. Oysaki hayallerin gerçekleri yakalaması o kadar zordur ki!

Hayaller mi gerçek, gerçekler mi hayal kim bilebilir ki?’

‘Siyah’

Getma Getma / Crockett ve Aylakadamız..

Dostlar ırmak gibidir;

Kiminin suyu az, kiminin çok…

Kiminde elleriniz ıslanır yalnızca,

Kiminde ruhunuz yıkanır boydan boya…

Bundan bir yıl önce blog sayesinde karşılaştık Crockett ile. Sesini hiç duymadım, yüzünü hiç görmedim ama en kötü anımda bana en sağlam desteği o verdi. Yanımda değildi ama ne önemi vardı ki…

Fevkaladenin fevkinde bir sitesi var hem bu aylak adamın 🙂 Bizim gibi aylakların uğrak yeri. Sinemadan, müziğe, edebiyattan, siyasete, pek çok konuda yaşamın inceliklerini en güzel kelimeleri biraraya getirerek yazan bu dostlara türküm armağan olsun ve bilin ki paylaştıklarınızla, ruhumu yıkıyorsunuz boydan boya…

Dostlar,tıklayın, üşenmeden okuyun, bu tadından yenmez sitenin farkına varın, önerin, paylaşın …

Okumadan önce bir sayfa açın ki kaydedeceğiniz, not alacağınız bir sürü şey olacak orada.

https://www.aylakadamiz.com/ …

Tüm aylakdaşlara selam olsun…

Sevgili dostum Crockett sağolsun bu türküyü ilk okuduğumda ona yollamıştım ve şahane bir yazıyla sevincimi taçlandırmıştı.Yazıyı okumak istersen linke tıklayınız https://www.aylakadamiz.com/archives/3520

‘NİYOBE’

Yüzü kırık çocuklar… Yüzü kırık mabetler

Onların umutları yok. Üstelik bunun için oturup ağlamıyorlar da. “Dahi” anlamındaki “de”yi ayrı yazmak da sıkıntıları arasında değil. Ancak içlerinde, kalemi ve imlası çok güçlü olanlar var. İstisnalar kaideyi bozmasa da, onlardan bahsederken, bu dâhil hiçbir istisna bir ayrıcalık göstergesi olarak ele alınmıyor. Sosyal cangılın içerisinde hangi mahalleden olurlarsa olsunlar, onları bakışlarından, suya bıraktıkları iki ince çiğ tanesinden tanıyabiliyorsunuz kolaylıkla. Kimileri acıdan kaçmak için yaşarken, onlar en güzel giysilerini acıdan biçtikleri kumaşlarla dikiyorlar. Tıpkı zamanında muazzam günler yaşamış; acıyı, sevinci, çaresizliği, yakarışı vs. görmüş; ama bir gün tepeden inme bir kararla, inananlarını yitirip derin bir sessizliğe gömülmüş kutsal mekânlar gibi.

Onlardan biri de, Cunda Adası’nın merkezinde bulunan Çamlı Kilise olarak da bilinen, Taksiyarhis Kilise’si. 19. Yüzyılın ikinci yarısında inşa edilen kilise, hala ayakta. Mübadele sırasında, adanın yerlileri olan Rumlar, adayı terk ederken beraberlerinde, kilisesinin devasa haçını da götürmüşler. İlerleyen yıllarda meydana gelen depremde, haçın olduğu alan, haç biçiminde çatlamış. Rehberler, bu olayı doğaüstü bir durum olarak anlatırlar bugünlerde yolu adadan geçenlere. Ammawelakin Taksiyarhis, başkadır benim gözümde. Çocukluğumu, ilk gençliğimi, kafası karışık çok günlerimi gördü. Ayvalık’ta olduğum uzun günlerde, sıklıkla sığınırdım kiliseme ve saatlerce otururdum, melek ikonlarının önündeki sütunlara dayayarak sırtımı. Avludaki çam ağaçları, nar ağacı ve kilisenin duvarlarında, onca acımasız tahribata rağmen kalmaya direnmiş ikonlar, muhteşemdir. Kilisenin eşiğinden adımınızı attığınızda, başınızı kaldırın ve bakın; orada durur Yunus Peygamber, az önce kendisini balığın karnından çıkarak duasını etmiştir.

Dün gece yarısı, uzun zamandan sonra ilk kez gittim Taksiyarhis’e. Sen güzel, sen çok güzelsin Taksiyarhis! Gittim, ama yıkılma tehlikesi olduğundan kilitlenmiş kapısından içeri giremedim. Ön sokaklarda, insanın  “balık-rakı-Ayvalık” halinin failleri, fonda Zeki Müren eşliğinde, bardaklarında kalan son rakılarını yudumlarken,  sessiz arka sokakta ben, kilisenin girişindeki basamaklarda oturdum uzun uzun. Taşlarını okşadım, sütunlarına dayadım yine sırtımı. Girişteki heybetli çam ağacının üzerinden, yıldızlı geceye baktım. Eee, noldu? Bu sende niteliksel bir sıçrayışa neden oldu mu? Peki yani, böyle bir anda, varsaydığın gibi niteliksel bir sıçrayış olması zorunlu mu yoksa mümkün mü? Mümkün, mümkün… Ama sen yine de gördüğüne inanma!

Taşın, toprağın her ne var ise âlemde yer tutan bir hafızası var. Kulağını, gözünü kapayıp, kalbinin gözüyle bakman, duyman, buna meyletmen yeter. Çocukların kahkahaları, zamanında ölmüş olanların arkasından kalabalığın yaktığı ağıt ya da evlenen bir çifte eşlik eden mutlu insanların tebessümleri, hala oradaydılar. Acı bir hikâye bu, senden bağımsız, sana rağmen karar veren egemenlerin, “git” demesiyle, insanın yuvasını, umudunu, sırtına haçını yüklenip de geride bırakması. Belki de giden haç, bilmeden bunu temsile durmuştur. Depremde, yeri öylesine özlemiştir ki kendisini, kendine duyduğu özlemden yine kendi biçiminde çatlamıştır. Belki de bu o sütunun yakarışıdır, sevdiğine benzemesidir. Kim aksini iddia edebilir ki? Soruldu mu ki o duvara, o haça, gitmek, ayrılmak istiyor musunuz diye? Sadece insan mı çeker ayrılığın acısını, kavuşamamanın ızdırabını, sadece o mu meyleder aynada yüzünü unutmaya?

Yokkk,  taş da yağmur da çam ağacı da bilir hüznü ve acıyı. Taksiyarhis, işte bunun ispatıdır bende. Şimdi, fon bulup onu restore etmeye çalışıyorlar, her ne kadar fonsuzluktan yarıda kalsa da girişimleri. Ama o duruyor, bakıyor insanlara, bakıyor ve sakin bir tebessümle: “Geçer” diyor.

‘İbn-i Zerabi’

MAVİNİN YANKISI

Derin bir kuyuya dalar gözlerin

Mavinin yankısı vurur diline

Rengin seslerini bir sen işitirsin

Ve bir sana yakışır renkleri seslere dönüştürmek

Kalemimin ucuna konuk ettim gülüşünü

Bütün harfler senin tebessümün şimdi

Bunaldıkça yazıyorum

Eylül sonu gibi yorgunum

Kırdım dallarını ağaçların sarı yaprak dökmesinler diye…

İçime ekilen çiçeklerin hatrına, mevsimler kendini bir süre ertelesin diye.

Günün kirpiğinin ucunda yaşıyorum şimdi…kapatsa düşeceğim; öyle kırgınım; öyle zor tutunmuşum zamana

Yağmur bir yanda…içimde güneş…

Kelimeler kapında secde

Ani bir iç çekiş şimdi aşk..

Ve;

Bağırsam işitmez tanrı

Uzağının dumanında izliyorum içimin ateşini..

Ve

Sen aklıma geldikçe şenleniyor yorgun çocukluğum..

Artık içimde daralmıyor hiçbir sokak;

Gerilimi kesilmiş sokak lambası gibi gözlerim..

Karanlık yok

Ben Türkçenin bütün sözlerinden düştüm şimdi

Kürtçenin şiirselliğine kilitledim elimi ve dilimi

Aşkın semantiği değişti şimdi

Rüyalarıma nazar boncuğu iliştiriyorum her gece..

Sana kem göz değmesin diye…

Ve

Suç işleyecek kadar deliyim şimdi

Rüyaya yatacak kadar da sakin…

Uykuya dalan bir çocuk gibi sev beni

Dilinde lal masallar biriken bir anne gibi

‘TOPAL KUŞ’

CÜFRE…

İlerliyordu gövdesi başına emanet bir beden… Akşam ahıra, sabah çayıra… Mevla’m kayıra hesabını tuttuğu zaman diliminde… Kader çizgisine yazılanlar uğradığı adreslerde taş taş üstüne bırakmamıştı oysa… Tökezliyordu her şehir girişinde yangın yerine dönen kalbi… Ayakları birbirine dolanıyordu bilmediği yaşamlarda… Bir kalp sıkışmasıydı hissettiği ilk anda… Soluklandı bir nefeslik canı kalmıştı oysa… Ağırlaşan sağ kolunu uzattı, parmak uçlarıyla yokladı kalp atışlarını… Dokunduğu göğüs kafesine sığmayan kalbiydi, duyumsadıysa aksak ritimleri…

İçmeden sarhoş gibiydi… Düşlerinin bir oyunuydu oynadığı… Düşenin dostu olmazmış sayıkladı… Düşmemiş olmayı istedi kendine yabancı bu şehirde… Her köşe başı dönüşünde yokladı ateş basan bağrını, kulak kesti gelecek olan seslere… Kaç kez tekler ki kalp… Düz bir rota çizmişti oysa oyuna gelmeseydi düşüncelerinde… Labirenti andıran bulanıklığa karıştı sesler yükseldiğinde düşlediği düz yollar… Afalladı, Devenin nalbanda baktığı gibi bakakaldı… Hızlı düşünmeli, az nefes almalıydı… Zaman yok… Pimi çekilmiş bir bombaydı artık kalbi… Bir adım ölüme yakın… Bir nefes yaşama uzak… Beklemek akıl karı değil… Kaçmalıydı… Bir tuzaktı, çölde serap görmek gibiydi düz yolda dolambaca girmek…

Hızlı bir dönüş ağır adımlarında… Tik tak sesleri de yoktu göğsüne dayadığı bileğinde… Zaman kaybıydı durmayı düşünmesi… Oysa dinçti beyni kalbinin ağır aksaklığına rağmen… Bu kez olmadı bu şehirde… Düşlediği düz yoldu oysa… Yanılmıştı hep yanlış düşüncelerin peşinden gitmekle… Yığıldı kaldı sağ eliyle tutmayı bıraktığı kalbi… Ses seda yoktu ortalıkta… Sessiz bir ölüm çığlığı duyulan…

Ebe teknesinden beri su görmemiş bir leş köşede…
Azrail’in yokladığı…
Kötülüğün simgesi mezar taşına yazılan…
Pisliğin kokusu yayılan…

Toprağa karışansa sadece bir beden, düşünceden yoksun…

‘Hasibe’

Sesli Düşünceler

Bir sabah güne neresinden başlayacağını bilmediğin bir çok sabah gibi işte. İçin bomboş uyandığın, arınmış öylesine ne varsa. O kadar ki kalktığında yürümeyi bile unutuşuna şahit gözlerin, yalpalayan ayaklarında takılı kalmış. Hissetmeye çalışıyor var gücüyle içinden sesleniyor kıpırdamayan parmaklarına, umursamıyor kasların çoktan terk ettikleri bir ceset gibisin, arkalarına dönüp bakmıyorlar bile.

Yüzünde gölgesini taşıdığın hangi cisme uzanabilir bu eller şimdi? Yüreğine yansımayan bu kadar yığın kalabalık arasında içindeki kördüğüme aşina bir göz bulabilmek mümkün müdür hala?

Yoksa oturup bir başına yavaş yavaş çürüyerek yok oluşuna şahit olmak mı düşer bahtına. Her gün biraz daha karışık bir zihin ve her gün biraz daha büyüyen bu boşlukla kaç sabaha uyanabilirsin eksilmeden…

Soru sormadan geçirdiğin bir gün var mı sahi?  Her şeyi anlamış olduğu gibi kabullenmiş ve sessiz bir dinginlikte sadece nefes alabiliyor olmanın coşkusuyla kulak verebilir misin içinde dönüp duran orkestraya…

Yaşamın en ilkel yanına gidip birde oradan bakabilir misin? Sadece hayatta kalmak için birbirini yiyen canlıların seyrine daldığında, insan olmaktan utanır mısın? Bazılarının ruhlarındaki bitmeyen açlıkla birbirlerini yemeye bir türlü doyamadıkları şu günlerde…

Öyle ya da böyle herkes ölüyor yavaş yavaş, içimizde hiç bitmeyen cenaze törenleri. İnsanlığı en başından kaybettik ya nasılsa. Hangi ahlak öğretisi tutunabilir artık hayvansallıktan bile çok uzakta kalmış iç güdülerimiz üzerine . Hey gidi insanlık. Ne saygımız kaldı ne sevgimiz. Kardeşliğimiz mi?  Onu Habil ile Kabil zamanında yitirmiştik zaten. O vakitten beridir ince sızı bir yara hep bağrımızda. Katilin soyundan mıyız? Maktulün mü? Diye de düşünmedik değil ara sıra…

Sonsuz bir rüyanın tekrarı gibi dön başa bir serüvende sadece zamanın mekanın ve bedenlerin yer değiştirdiği bu yeryüzü ağrısı işte. Yine çok canımızı yakıyor… Değişen bir şey yok ne yazık. İbret yine çok uzak bir ütopyadan bize miskin miskin  gülümsüyor.

bir uyanış gerek,

                                                                                                                                                bize bir uyanış…

‘Öteki’