Author Archive

tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter…

bazen öyle çaresiz, çıkışsız kalırız ki.. hiç bir yol yoktur ..  bir kısır döngü içinde gider geliriz..  tutunamayız.. nefes alamayız.. ama bütün bu yoksunluğun  içinde yine de bir an gelir yaşamaya alışırız.. sanki bu kendiliğinden olur.. sanki zamanla daha da güçlenir bünyemiz.. direncimiz artar.. belki farkındayız belki  değiliz ama güçlenmenin ilk eylemi sanırım durumu kabullenmekle başlıyor..  yani direnmenin ilk şartı kabullenmek.. bazıları bunu sevmez.. yenilgi gibi görür. tam tersine benim için kabullenmek, yüzleşmek olumlu bir şeydir.. güçlü kılar  ve acıyı hafifletir.. ama bu kabullenişin devamında   mücadele ve direnmekte olmalıdır yine de.. bezginlik başladığı anda yenilgi de kaçınılmaz olur yoksa..

efsanevi mitolojik kahraman  sisyphos’un  kayasını her gün tepelere yuvarlamaktan vazgeçmediği gibi.. ertesi gün aynı yerde bulacağını bile bile.. zamanla kayasından daha güçlü hale geldiği gibi.. bu anlamsızlık içinde bile yaşam üstün gelmiştir..

işte bu hazin durum bana  çok kahramanca gelmese de üzüntü verse de,  çok değil, azıcık derine inersek kendi çaresizliğimizle- kendi kaya’mızla yüzleşir, kalırız.. hiç bir farkımız yoktur bazen..

le mythe de sisyphe- sisyphos soyleni”  isimli denemesinde sisyphos’u anlamsızlığın bir simgesi olarak tanımlayan albert camus, insanın yaşamın anlamsızlığına ve tüm baskılarına rağmen direnmek zorunda olduğuna dikkat çeker ve sisyphos’u anlamsızlığı akıl ve bilinç gücüyle yenen insan kahraman olarak niteler.

sisyphos;

bir kayayı dağın tepesine çıkarmak, ardından taşın aşağı düştüğüne tanık olmak ve aynı taşı tekrar tepeye çıkarmakla cezalandırılmıştır, sonsuza kadar.. tanrılar tarafından lanetlenmiş, hiç bir kurtuluş ümidi olmayan sisifos, taşın düştüğü anlarda camus’a göre içinde bulunduğu durumun saçmalığını kavrar, uyanır ve kaderiyle yüzyüze gelir: sonsuza kadar sürecek bir işkence.. işte bu an, sisifos’un bilince kavuştuğu andır..
ne zaman olacağı belirsiz ve dayanaksız bir kurtuluş umuduna bel bağlamak yerine, bu işkencenin sonsuza kadar süreceği gerçeğiyle yüzleşen ve bu kaderini kabul edip aşağı inerek taşı tekrar yukarı çıkartmaya başlayan sisifos, en alasından absürd bir kahramandır artık.. bu boyun eğme değil, başkaldırıdır..

sisifos’un tanrılara karşı kazandığı bir zaferdir.. çünkü tanrılar, sonsuz bir işkence cezasıyla elinden tüm ümidini alarak ona kötülük yapmak istemişler, ümidini kaybeden sisifos ise, bu kaderiyle yüzleşerek ve uyanarak ümitsizlik ve anlamsızlık içinde  kendi kurtuluşunu  yaratmıştır..

aşağıdaki yazı  ise albert camus’nun can yayınevinden basılan sisifos söyleni adlı kitabından.. kitabı fransızca aslından tahsin yücel çevirmiş.. tahsin yücel, fransızca ‘absurde’ kelimesini ‘uyumsuz’ şeklinde çevirmiş..

sisyphos’u dağın eteğinde bırakıyorum! kişi yükünü eninde sonunda bulur. ama sisyphos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün sadıklığı öğretir. o da her şeyin iyi olduğu yargısına varır. bundan böyle, efendisiz olan bu evren ona ne kısır görünür, ne de değersiz. bu taşın ufacık parçalarının her biri, bu karanlık dağın her madensel parıltısı, tek başına bir dünya oluşturur. tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. sisyphos’u mutlu olarak tasarlamak gerekir.’

albert camus

‘hayatımızda ki tüm zorluklara ve kaya’lara rağmen yaşamaya devam etmek belki de kendimizi bağışlayabileceğimiz bir şeydir..’

sevgimle..

‘Taflan’

Hasta Parçacıklar – IV

“Denizyıldızı”

Müzik olanca iç yakıcılığı ile sesini yükseltiyordu. Bense kendimi hapsettiğim otel odasında elimde kalem ve etrafımdaki defterler kalabalığı ile uzayda değersiz bir zerrecik olarak  zaman ve mekan kavramımı yitirmeye çalışıyordum. Kafamdaki abuk sabuk fikirler defterlerin sayfalarında  uzunca bir süre uçuştuktan sonra  yazılamadan son buluyorlardı.  Uyuyamıyordum. Hafıza kaybım artmıştı. Bu kayıp hayatı umursama gereksiniminin azalmasından mı kaynaklanıyordu bilmiyorum . Belki de – hani siz bilmezsiniz ya nine kavramını…- babaannemdeki gibi gerçek bir hafıza kaybının erken başlamış şekliydi.

İnsanlara karşı davranışlarım değişmişti. Dışarıda sıcaklığı giderek artan havanın bir etkisi olabilir miydi acaba bu değişim? Doğru da olabilirdi pekala. Şehir gazetelerinde metronun  çok sık arızalanmaya başladığı , şehir içinde çok  fazla doğal gaz patlamaları olduğu  , yer altında  telefon hatlarının  çok daha sık değiştirildiği söylentileri artmıştı.

Bense sadece düşüncelerimin dağınıklığından  ve bunları gerçekte hiçbir yere koyamayışımdan rahatsızdım. Ne yapacağımı bilemez vaziyette kendimi günlük tekliflerle kandırarak  zaman kavramını öldürmeye çalışıyordum. Söz konusu teklifler  ise sadece kendime ait yönelmelerdi.

Son yazımı da karalarken uyuyakalmıştım. Dayanılmaz bir sıcaklıkla uyandım. Üzerimdeki örtüyü neredeyse hava almayacak şekilde  kucaklamıştım. Kendi ürettiğim ısı ile yanıyordum adeta. Kafamdaki boşluk dayanılmaz bir  hal almıştı.

Öğleden sonranın yıkıcı sıcaklığını yüzümde hissederek kapattım odamın perdesini.

İnsanlar Aralık ayında ki bu sıcağa anlam verebiliyor muydu acaba? Uzun zamandır dünya medyası ile  olan bağlantımı da kestiğimden bu konuda hiçbir  fikrim yoktu.

Ne yaptığımı bilmez bir şekilde elime geçen ne varsa büyük bavuluma doldurup büyük zorlukla fermuarı kapattım.  Küçük bavulum zaten ortalıkta yoktu. Sonradan küçük bavulumu beni terk eden eski kız arkadaşımın götürdüğünü  hatırladım. Bavulun içine kendi eşyalarını değil bana aldığı  ve hatıra olabilecek malzemeleri koymuş ve evinin bahçesinde  bana gönderdiği video kaydında ki “istese bana da aynısını yapardı” dedirtecek  bir hışımla yakmıştı.

Bunları hatırlamış olmak bile yeterince yorucuydu.

Arabamın sıcaktan arızalanmaması için arada durup kendime işeme molaları vererek  bir yerlere ulaşma şansımı artırmaya çalışıyordum.

*                              !                                     *

Ve otoyol tekrar altımda uzanmaya başladı her saniye yoldaki çizgiler üçer dörder yıldız gibi kayarken.

Nereye gittiğimi bilmiyordum. Arabam nereye gittiğini biliyor olmalıydı sanırım. Neler saçmalıyordum ben…

Havanın kararmasına yakın sıcaklık da düşmeye başlamıştı. Arabamın termometresi bu düşüşü nedense çok abartıyordu. Çünkü oldukça hızlı bir sıcaklık azalmasıydı bu. Cam buğulandı ben bunları düşünürken. Camı açıp dış ortamı gözlemlemek istedim. Hava gerçekten de çok soğuktu. Birden üşümeye başladım. Alıp verdiğim soluk pudra gibi üzerime düşmeye başlamıştı ve ben  tedirgin olmuştum. Bir yerlerde bir şeylerin sınırını geçmiştim sanki.-Sıcaklığın biterek hayatın soğumaya başladığı noktayı da bir hayli geçmiş olmalıydım- .

Karın bastırdığı noktada durdum. Dışarı çıkıp arabayı temizlemeye koyuldum. Cam silecekleri bir anda hızlanan karın ağırlığı altında  takılmışlardı.  Düzeltmek için bir süre uğraştıktan sonra elimin soğuktan yanmaya başladığını hissederek vazgeçtim.  Biraz ileride ki yol sapağının  uzantısında  belli belirsiz bir ışık seçiliyordu . Cesaretimi toplayarak arabamla oraya doğru ilerlemeye karar verdim.  Yol şimdiden bir karış kadar karla kaplanmıştı. Hükümetin  buz tutmayan ve  karın sürekli eridiğini iddia ederek tüm ülkeyi donattıkları asfalt hiçbir işe yaramıyordu.

Ara yola girdikten sonra uzakta bir çift çakır göz beni izlemeye koyuldu.  Kar beyazı olan bu ufak kurt arabamın peşinden gelmeye başladı. Biraz ileride  karşıma çıkan otelin köpeğinin ani havlamasıyla  ters yöne doğru kaçıştı.

İçeriden tek nefeste çalınan bir trompet solosu yükseldi kar sessizliğine doğru. Çok tatlı bir melodiydi. Uzun süredir ilk kez bir şeylerden zevk aldığımı duyumsadım.Sanki uzun zamandır arayıp da bulamadığım bir duyguya ulaşmıştım.

Kapıda  klasik hikayesel tanımlamalara uyan papyonlu , kısa boylu, şişman, saçları jöleyle kafasına adeta  ütüyle yapıştırılmış bir görevli belirdi.  Ya da en azından ben görevli olduğunu standart bir otel kapıcısının smokinli , karın içeri , göğüs dışarı duruşundan anlamıştım. “Otelimize hoş geldiniz!”, diye bağırdı rüzgarda sesini duyurmaya çalışarak ve  sırıtarak. Arabadan inerek arkadaki bavulumu alırken diğer yandan  görevliye hoş bulduk anlamında bir el selamı yolladım.  Zaten bu yoğun kar yağışında konuşmak da pek mümkün değildi. Hızla yanıma gelerek bavulu elimden aldı. “Şanlısınız. Otelimizde kalmakta olan yabancı kafile bugün gitti. Dolayısıyla sayısız oda seçeneğimiz mevcut.” Sanki beraber kalacakmışızcasına söylenmiş bu sözden rahatsız olarak, söylediklerine onay veren bir bakış fırlattım- ama hayır fırlatmadım sayın okuyucu. Evet böyle bir bakış istediği aşikardı ama bu konuda ne en ufak bir söyleşiye girişmek ne de bakış fırlatmak istemediğim için “Herhangi bir odanıza  en hızlı şekilde girip dinlenmek istiyorum. Oldukça uzun bir yoldan geldim.”, dedim. 

“Tabii ki!” dedi sevinçle ve sırıtarak. “Kayak takımlarınızı getirmemişsiniz. Ama dert etmeyin bizde onlar da var.”

“Az önce güzel bir müzik duydum. Kimdi o?” diye umursamazlığımı ortaya koydum. Kayağa ilgi göstermemem biraz moralini bozsa da çevreyle ilgilenmem  onu yine mutlu etmişti. “Herkes burada bir müzisyen olduğunu düşünüyor  ama sanılanın aksine  duyduklarınız sadece hava akımının yarattığı şeyler.”

“Şu karşıdaki yol nereye çıkıyor?”

            *                      !                      *

Karşıdaki yoldaydım. Görevliyi bavulumla baş başa bıraktıktan sonra  nereye çıkıldığını tam olarak bilemez vaziyette etraftaki ağaçlara bakarak  yolumu bulmaya çalışıyordum. Benden önce yolda yürümüş olanların kar ile ince temasları biraz olsun işimi kolaylaştırıyordu. Her ne kadar bu yola koyulmamın anlamsızlığını bilsem de yine de hedefe varma gereksinimi ağır basıyordu. Kendimi bulacağımı düşündüğüm yolda ilerlemek ne mutluydu oysa ki – yoksa bu cümleyi yazmak okuyucuya karşı bir zayıflık mıydı?. Ama yol kısmen de olsa bir tedirginlik de yaratıyordu.

Yol, kavislerle ne kadar  uzakta olduğunu kestiremediğim bir zirveye ulaşıyordu. Zeminde adımlarıma ayak uyduran kar hışırtısını dinlemek bile belki de tek amacımdı…

Ama bölgeye ulaştığımda duyduğum o müziğin kaynağını bulmalıydım.Yol boyunca kar ve buzun yer yer birbirinin yerine geçmeye çalıştığı  ve bu yüzden zaman zaman düşüp tekrar kalktığım süreçlerin sonunda tepe noktasına vardım. Ulaştığım noktada bir turist kafilesi oturmuş, odun ateşinin artık köz haline gelen ışıltısı  karşısında  sıcak şarap ile demleniyordu.

Daha yukarı çıkmak gerektiğini düşünerek tekrar yola koyuldum.  Yukarı doğru yol aldıkça sıcaklık giderek düşmeye başlamıştı. Buna karşılık havada tek bulut yoktu  ve yıldızlar hayatım boyunca hiç bu kadar canlı görünmemişlerdi. Hepsi birer kristal cazibesine sahiptiler. Zemindeki kar da aynı kristal ışıltısını yansıtıyordu. Gezegen belki de güzelliklerini her şeye rağmen  yani her türlü hoyrat kullanıma rağmen göz zevkimize sunmaya devam ediyordu.Bu görüntü karşısında çok da üşüdüğüm söylenemezdi. Yeryüzünün bu cömertliği akıldışıydı bana göre insansal yıkımdan sonra.

Her adımda biraz daha üşümeye başladım bunları düşünürken . Zirve bana giderek yaklaşırken bir yandan da uzaklaşıyor gibiydi. Aynı şey daha önce ıssız bir mekanda ayaklarımda paletler olmadan yüzerek birkaç yüz metre uzaktaki bir adacığa ulaşma çabam sırasında da başıma gelmişti. Sevdiğim kadın bir şekilde o tatlı bonesiyle olimpik yüzücülerin yüzme becerilerini uygulamaya çalışırken ben de karşı adacığa  ulaşarak buradaki el değmemiş kumsaldan  elde ettiğim bir deniz kestanesi ya da deniz yıldızını doğum günü hediyesi olarak O’na götürmek düşüncesindeydim. Sahilden adacığa doğru ilerledikçe benden kaçmaya çalışan bir dinozorun sırtı gibi sanki uzaklaşıyordu adacık. Yaklaşmaya çalıştıkça da dip akıntısının soğukluğu altında  ölüp kayıplara karışmanın  o anlık ilginç ve korku veren  sürecini yaşamaktaydım.  Ayağımda paletler olsa belki de birkaç dakikada alacağım yol için gereksiz bir maceraya atılmıştım. Bir süre sırtüstü yüzerek dinlenmeye ve böylece karşı kıyıya ulaşma şansımı artırmaya çalıştım. Suda ilerledikçe adacık daha da yakınlaşıyor ama çok kısa bir süre sonra bunun sadece bir yanılsama olup attığım kulaçlara rağmen olduğum yerde saydığımı anlıyordum.   Bir ara geriye baktığımda aslında mesafenin tam  ortasında yer aldığımı  ve artık geri dönmenin de bir anlamı olmadığını itiraf ettim kendime. Yola çıktığım kıyıda puantiyeli bikinisi içinde biricik sevdiğim  el sallayıp benim iyi olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. Elimi kaldırıp iyi olduğumu işaret etmeye çalıştım. Ama ikimiz de miyoptuk ve sevdiğim kız gözlük kullanmazdı. Buna rağmen beni fark etmiş ve rahatlamış olacak ki sudan çıkarak  sahilde o sırada komşumuz olan  yaşlı bayanla aramızda olabilecek olası bir evlilik sürecinin nasıl seyredebileceği ile ilgili konuşmaya başlamışlardı bile- bunu sonradan sevdiğimin o saatleri hatırlarken ki öfkeli bakışları altında ağzından kaçırdıklarından çıkarmıştım-

Soğuğun göz bebeklerimi dondurduğu dağ başında denizin içinde kendi kendime paniklememem gerektiğini söyleyip karşıya ulaşabileceğime dair telkinler aklıma geldi. Sonunda güç bela karşı kıyıya geçmeyi başarmıştım.  Kumsalda bir şeyler bulunmamasına karşılık denizin bulanık olmadığı kısma dalıp elime geçirdiğim ilk deniz yıldızını şortumun cebine koymuştum. Bir süre dinlendikten sonra aslında yaptığım  delilik olsa da yaşadıklarımın  kendime karşı kazanılmış bir zafer ya da belki de sınırlarımı yukarılara taşımak olduğu düşüncesi yerleşti. Bu fikrin verdiği coşkuyla tekrar yola koyulmadan önce elimi olanca yüksekliğe kaldırarak salladım ama gözlüğüm karşı kıyıda olduğundan fark edildiğim konusunda pek emin değildim.

İlginç bir şekilde geldiğim kıyıya ulaşmak daha kolay olmuş ve daha kısa sürmüştü. Buna karşılık sevdiğim kadın  ortalıkta yoktu. Onun, benim yokluğumda ne kadar korkabileceğini düşünerek ben de telaşlandım. Sahildeki yaşlı kadın çiçeğimin beni aramak için bir tekne bulmaya gittiğini söyledi. Ardından da gözlüğümü elime tutuşturduktan sonra suda kalmaktan derisi çatlamış eliyle sinirini belli eden okkalı bir tokat yapıştırmıştı yüzüme. “Haydi gidelim M.” , diyerek yüzme öğrettiği torununu simidi ile beraber kolundan çekip vakur bir şekilde yola koyuldu. Torun M. de  pis pis sırıtarak ve simidinin ördek kafasını kemirerek  yaşlı kadınla birlikte gözden kaybolmuştu.

Biraz sonra ise tekne bulamadan eli boş dönen çiçeğim ağlamaklı yüzüyle belirdi karşımda. Sımsıkı sarıldı bedenime yapışarak. Hiç konuşmadı gün boyunca , hatta hafta ve ay boyunca. Doğum günü hediyesi olarak hayatımı tehlikeye atarak elime geçirdiğim deniz yıldızı ise artık kimliğini yitirmişti. Sadece bir nesneydi artık o… Tıpkı benim dağ başında o anda , bembeyaz soğukla kalbimi dondurmaya çalışırken kendim için hissettiğim kadar basit bir nesne.

Soğuk dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Düşüncelerim de donma noktasına  ulaşmıştı sanki. Gezegenin donduğu yerdi belki de ulaştığım seviye. Ama dağcılıkla ilgili dergilerden söz konusu zirvelere kolayca çıkılamayacağını da biliyordum. Tekrar gökyüzüne baktım . Ağaçlar da seyrelmeye başlamıştı yürüdükçe. Bir sakız attım kuruyan ağzıma. Ama ısırdığımda  ağzımda dağıldı ve tükürmek zorunda kaldım.

Geri dönmemek gerektiğini düşünüyordum her nedense. Bu yolculuğa neden çıktığımı da hatırlamıyordum. Son derece sıcak bir hayattan(!) kendimi sürüklediğim dağ başı  soğuğundaki sessizlik gerçekten de ilginç bir rahatlama kaynağı oluyordu. Zifiri karanlık beyaz örtü ile şafak sökümüne benzemişti. Birden yanımdan bir kar motosikleti geçti ters yöne doğru. Biraz ileride durarak  çok da anlamadığım bir bağırış ve el hareketleriyle  aşağıya inmek isteyip istemediğimi sormak ister gibiydi.  Bense ters yöne gideceğimi belirten bir el hareketi yaparak yoluma devam ettim. Kayak için kullanılan böyle dağlarda  zaman zaman yapılan bu dağ kontrol turlarından başka birine yakalanmamak için  karlı parkurdan çıkarak ağaçların arasından yola paralel olarak ilerleye başladım.  Daha fazla ilerlemeliydim belki de nefessiz kalıncaya kadar. Yukarı çıktıkça kenarından ilerlediğim yolda virajlar da artıyor bir yandan da belli noktalarda sanki asıl yol orası değilmişçesine belirsizleşmeye başlıyordu.  Birden ilk duyduğum  müthiş güzellikteki  trompet solosu yükseldi  etraftan. Derin bir nefes çektim ciğerlerime ve olduğum yere kendimi sırtüstü attım. Sonrasında tekrar tekrar  müzik yükseldi  o iç geçirtici tonuyla. Bu rahatlamadan sonra daha yukarılara çıkmalıydım. Tekrar yola koyuldum. Müziğin kaynağına ulaşma ihtimalim beni daha da heyecanlandırmış  ve daha da hızlandırmıştı. Bir süredir durduğunu fark etmediğim kar yağışı tekrar başladı. Hatta o kadar hızlıydı ki geride kalan ayak izlerim çok kısa sürede belirsiz bir hal alıyordu. Elimi gözlerime siper yapıp zirveye  doğru bakmaya çalıştım. Silueti oldukça yakında görünüyordu. Müzik sesi de daha gür geliyordu. Karşımdaki bayırı tırmandıktan sonra  zirve tam karşımda olacaktı.  Kar yağışı birden durdu. Adımlarımı hızlandırmaya başladım. Zirveye ulaşmanın heyecanı artmıştı. Yükseklikten olsa gerek  nefessiz kalmaya başlamıştım. Öte yandan sanki hava da ısınmış gibiydi. Zirvede bir parıltı gördüm. Hareketli bir karaltıya bitişik bir parıltıydı bu.  Tam da o sırada o ana kadar duyduğum müzik bütün netliği ile içime işledi. Biraz soluklanmak için  durdum.  Aslında  müziğin verdiği hazzı hissetmekti duruş nedenim. Artık zirve gözlerimin önündeydi. Karaltı da bir insan siluetiydi  elindeki parlak  nesneyle birlikte.  Ona ulaşabilmek için ellerimi de kullanmam gereken bir tırmanışa geçtim. Kalan mesafenin tam ortasındayken ayağım kaydı  ve gerisin geri yere kapaklandım. Neyse ki zemindeki beyaz örtü yastık vazifesi görüyordu.  Heyecanım beni daha da hızlandırmıştı. Kayalara ve buz parçalarına daha bir sıkıca  tutunuyor daha çevik hareketlerle tepeye ulaşmaya çalışıyordum.

*                                 !                                  *

Sonunda zirvedeki düzlüğe ulaşmayı başardım. Derin nefesler aldıktan sonra O’nu gördüm. Elinde altın sarısı bir trompet tutuyordu. Geldiğimi fark etmemişçesine derin bir soluk alarak dudaklarını trompete yapıştırdı ve o iç geçirten melodiyi  haykırdı ciğerlerinden gökyüzüne ve yaşama. Melodi bittiğinde bağdaş kurmuş O’nu dinleyen bana döndü ve o keskin bakışlarıyla süzdükten sonra “Demek en sonunda geldin.”, dedi. “ Evet sanırım zirvedeyim” , dedim. “Burası senin zirven. Oysa ki etrafta birçok zirve var . Herkesin kendine ait zirvesi” , diyerek etrafı işaret etti trompetinin ucuyla. Gerçekten de daha önce fark etmediğim bir çok dağ ve tepe yer alıyordu etrafta . En yükseği de benimki sayılmazdı pekala. “Ya sen. Sen kimsin?”, dedim merakımın doruk noktasında. O sırada tekrar trompete sımsıkı sarılmış ve az önceki melodiyi haykırıyordu  “buraların son nefesiyim” dercesine. Soluğunun son noktasında derin bir nefes alarak  “ Çok uzaklarda yaşarım. Karlar başlayınca ve çevrede sessizlik hakim olunca gelir ve nefes veririm.”, dedi. Üşümeden nasıl böyle  oturabildiğini sordum. “Üşümesi gereken sensin aslında. Ben sadece senin için son noktayım. Buraya bu sese ulaşana kadar çalgıma üflerim ve sen burada  olduğunda son kez nefes veririm.”, dedi. Biraz korkmaya başlamıştım. Ama öte yandan çalgıcının sözleri ve ses tonu da rahatlatıcıydı da. Hatta bir zamanlar tanıdığım ama adını aklıma bir türlü getiremediğim bir müzisyene tıpatıp da benziyordu. Gözlerimin içine hazır olup olmadığımı  soran bir ifadeyle  bakarak tekrar önüne döndü  ve çalgısını  nefeslendirmek için hazırlandı. Nereden geldiğini anlamadığım bir ışıkla parıldamıştı çalgı. Ama nedense üflemiyordu.  Etrafıma baktım son bir kez. Sessizlik bile susmuştu ya da ben sağır olmuştum. Üzerimdekileri çıkartmaya ve teker teker zirveden aşağı atmaya başladım. O ise çalgısıyla hazır vaziyette benden işaret bekliyor gibiydi. Çırılçıplak beyaz örtünün üstüne uzandım. O ise işareti almışçasına üfledi çalgısına  ve o müthiş müzik yankılandı  karanlık gökyüzüne ışık saçarcasına.  Ses canlanmıştı sanki kalbimi  titretircesine. Kalp atışlarımın o kadar tatlı olduğunu ilk kez  fark ediyordum. Ama giderek yavaşlıyordu sanki. Çalgıcı yavaşça oturduğu yerden kalkarak yanıma geldi. Elini alnıma koyarak gözlerimi kapadı. Artık sadece kalp atışlarımı  duyuyordum. Etrafımdaki sıcaklık bir yandan artmışken altımdaki beyaz örtünün soğuğu ile dengelenmişti.  Kalp atışlarım yavaşlayarak duyulmaz hale geldi. 

Kendimi bırakmıştım bu sessizliğe. Rahattım. İçim huzur doluydu. Birden boğazımda bir sıkışma hissettim. Boğazıma yumrukla basılıyordu  sanki . Öksürmek istiyordum. Ama hareket edemiyordum. En sonunda  öksürerek kendime gelmeyi başardım.  Yavaşça kollarımı  ve bacaklarımı  da oynatabilmeye başladım.  Bedenimin sağ  yarısı suya gömülü vaziyette kumsalda yatıyordum. Tepemdeki Güneş’in sıcaklığı ve suyun serinliği birbirini dengeliyordu. Elimi mayomun iç cebine götürdüm. Dipten çıkardığım deniz nesnesi  halen cebimdeydi.  Parmağımda altın bir halka takılıydı.  Ayağa kalktım. Ama çok fazla duramadan yere kapaklandım. Midemden bol miktarda suyu kustuktan sonra  deniz suyu ile yüzümü yıkadım. Karşı kıyıda tanıdık bir sima aradım. Ama gözlüklerim olmadığı için net olarak bir şeyler göremedim.  Üzerinde bulunduğum adacık ıssızdı. Tekrar denize atladım. Bazen sırtüstü bazense yüzüstü kulaç atarak karşı kıyıya ulaşmayı başardım.  Yaşlı bir kadın torunu ile beraber sudan çıkarak yanıma geldi. Yüzüme sağlam bir tokat indirecekken  eline hakim oldu ve arkasına dönerek “Hadi gidelim M.” ,dedi torununun kolundan  çekiştirerek.  Torun M. belindeki simitle yola koyuldu bana karşı pis pis  sırıtarak. Kilimin üstündeki gözlüğümü takıp  etrafı gözlemledim.  Kimseden eser yoktu. Kendimi çok rahatsız hissettim. Geriye döndüğümde arabamın kıyıda durduğunu gördüm. Eşyaları toplayıp  arabaya taşıdım. Anahtarı bulamayınca geri döndüm. Biraz sonra S. ağlamaklı yüzüyle  belirdi yanımda. O tatlı kocaman gözleri yaşla dolmuştu. Bana sıkıca sarıldı. Sonra “Sana hiçbir şey söylemek istemiyorum! Bu sorumsuzluğunu hayatım boyunca unutmayacağım!” diye hıçkırarak arabaya yöneldi. Kapıyı hışımla açarak arka koltuğa oturdu.Onun arabaya gidişini izlerken cebimden çıkardığım deniz nesnesi  ve S. arasında bakışlarım gidip geldi. Nesne elimden kayarak kuma yapıştı. Arabaya bindim. Kaldığımız otele ulaştığımızda  S. arabadan inerek hızla odaya çıktı. Uzunca bir süre hatta ertesi akşama kadar zorunlu cümleler dışında sesler çıkarmadık.  Gece boyu uyumaksızın pencereden süzülen ay ışığını izledim. Ama nedense yer değiştirmiyordu . Yataktan kalkarak pencereye ulaştım.  Işığın kaynağı sokak lambasıydı. Bu durum rahatsız ediciydi. Hava ne kadar da ısınmıştı. Odadaki klima bozulmuş da olabilirdi.  

Ertesi günü neredeyse ayrı geçirdik.  S. gazete ve kitaplara gömülerek güneş şemsiyesinin altında yatıyordu. Hava dayanılmaz bir sıcaklığa ulaşmıştı. Klimanın karşısında durmama rağmen  hiçbir faydasını göremiyordum. Üzerimdekileri çıkarıp balkona çıktım. Kavurucu Güneş sıcağı altında daha fazla dayanamayarak aşağı atladım.  Havuzun serin suyu  çok rahatlatıcı gelmişti. Ama S.nin donmuş vaziyette yukarıdan bakışlarını  kazanmayı başarmıştım.  Otel müdürü hemen yanıma seğirterek ikinci kattan havuza böyle  sorumsuzca atlayışı kabul edemeyeceğini ve derhal oteli terk etmemizi söyledi.  Sakin olmasını ve oteli terk edeceğimizi söyledim.

Yarım saat sonra  yoldaydık. Sıcaklık dayanılmaz bir hal almıştı.  Eve yaklaştığımızda hava kararmaya başlamıştı.  Ben de S.’nin elini tuttum tüm cesaretimle.  Elinin sıcaklığıyla geceye doğru yol aldık…

Fran(sı)z 

(2010)

(Yazıyı yakın dönemde elektronik ortama aktarmış bulundum)

[N.P.Molvaer’in Re-vision Arctic Dub 2.34 saniyesi]

Güz Kumpanyası…

Gerçek şu ki ‘müziksiz hayat hatadır’ diyen ‘Nietzsche’ çok haklıydı, bu sözü söylerken.    …Ki ben müziksiz bir hayat düşünemedim hiç. Sadece notalar değil belki, evrenin o hiç durulmayan sürekliliğinin içindeki tüm sesler dâhil buna, bazen bir dalga sesinin kıyıya uzanmasındaki o derin hassasiyet, bazen bir kuşun kanat çırpmasındaki uçarı özgürlük, rüzgârın yaprakla buluşmasındaki o hırçın sevda…  Hepsi olağan bir seyir halindeyken belki çok azımız tüm bunları rutinden ayırıp her birini ayrı ayrı ve sonra bir bütün halinde duyma çabasındayız çoğu kez.

Ve bu müziğin sesinin belki de en yüksek çıktığı mevsim olmalı sonbahar…  Tabiatın ciddi bir dönüşüm için koyulduğu gerçek bir hesaplaşma. Tüm duyularımızın hissiyatıyla yaşadığımız bir şölen… Sebebi hüznü ise dünyanın anlamsız gürültüleriyle başımız bir hoş olmuşken, ani gelen bu yüksek volümün tüm kuru gürültüleri susturup dengelerimize hafiften şöyle bir dokunuşu niyetinedir.

Bu bitmeyen müzikten ilham almış ve kendi yetileriyle insanların duygularına dokunarak, varlıklarından haberdar etmenin, hızla yoğunlaşan tüketime inat üretip paylaşmanın peşinde koşan nadir  insanlar ise yaşadığımız karmaşanın içinde bir bekleme ve düşünme durağı…                                                                                                                                                                                                                                                               

Adından olsa gerek, mevsimin bu kadar içindeyken sarıydı, hüzündü, sonbahardı derken aklıma geldi ‘Güz Kumpanyası’. 2003 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Türk Halk Bilimi Topluluğu çatısı altında kurulan bir grup. Kendilerini daha detaylı tanımak isterseniz eğer : http://www.guzkumpanyasi.com/

Ve aynı isimle 2007 yılında Kalan Müzikten çıkan albümleri ‘Güz Kumpanyası’…  Klasik Türk ve Halk Müziği repertuarından oluşan eserlerin en keyifli icrası… Ne yazık ki tek albümleri, ancak albüm dışı bir dolu kayıtları da mevcut.                                                                                                             

Dinlediğim de dinlendiğim melodilerin temiz akışına kendimi kaptırıp huzurla ve içten gülümsediğimi hissettiğim çok kıymetli bir albüm. Elinizden tutmuş sizi, bir bakarsınız ege kıyılarında, dalmış gitmişsiniz mavi bir tebessümle… Sonra ufkun kızıllığı sarmış batarken güneş… ‘‘Uyudun mu ah güzel Marika’m’’ diye mırıldanırken bulursunuz kendinizi…‘Sen uyurken seni izlemek, sessiz ve sakin bir deniz gibi, uçsuz bucaksız ve mavi…’ diye gelir sonrası kendiliğinden…

Şimdiden keyifli dinlemeler efendim…

Güzü ve baharı aynı samimiyetle karşılayabilmek dileğiyle…

Sağlıcakla kalın… 

‘Öteki’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BeDbAhT

Erken uyandın mevzuya aferin diyor

Öyle hocam bu işler, hayat bu çocuk oyuncağı değil

bir girdi mi bir daha töb’allah çıkmaz diyorum

Salın sen kafana göre olanlar hep ola gelenler diyor

Eywallah, beklenti bitti, baksana öylece kaldım boşluğumun ortasında diyorum

Eski fotoğraflara bak, bak hepsi gitti, kim kaldı sahi diyor

Haklısın kimse diyorum

Onca öfke, direniş, kalbi yakan ateşten acı, kendini kusturan fa-fa-faşist mide bulantısı nerede şimdi diyor

Yüzüne bakıyorum, pes etmemekte ısrarcı, toprak olmadılar, kurtlar elleri ve gözleri, göğüste duran kalbi yediler, onların edip eylediklerini değil diyorum

Çocuuukkk diye uzatıyor, dolunay vakti kurt adama dönüştüğüne inanan sivilceli bir ergen gibi

Çocuk sana g….. diye ünlüyorum ben de ona

Benden sonra da sana g….. diyerek lafımı diliyle geri tepiyor ağzımın içine

Almasaydım, akşam çok yemişim, hazmedemeden daha dolmayı bu fazla oldu diyorum

Tamam, kusura bakma, nefs-i emmare yokladı diyor

Benden hiç gitmedi ki olur öyle diyorum

Onlar var ya diyor, sadece nemrutlar tarafından makamlara dikilen takım elbiseli korkuluklar diyor, sakın korkma, çünkü sen bir karga değil, insansın diye ekliyor

Ama diyorum, ama o korkuluklar yine de kirli-yapışkan kanat kırıcılar, kaç kez düşürdüm ve yedim, düşürdüm ve ceviz ağacının dibine gömdüm içime bıraktıkları larvaları…

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GECE KULÜBÜ

bir gece devriliyor üstümüze

karanlık yapılarca neon çizgilerle yırtık

o martinikli ses kederle yumrukluyor bizi

eksik şafaklara kadar

ellerimi bulamıyorum bir ara

ışık bıçaklarının çakıp sönmesinde

herkes konuşuyor sen susuyorsun

kirlenmiş karanfiller benzeri öpüşlerle

bir sevicinin gözleri götürüyor seni

 

hiçbir gece yeni değildir bir öncesinden biliyorum

gürgen kapılarda hasta bir güneş eskisi bekliyor

ve yetmiş iki diliyle konuşan gece milletinin

vildan’ın vurulmuş iki yıldız gözleridir

ormanlık yeşillerden içeri geçiyorum birden

bir –matisse siyahından- içeri geçiyor yılmaz

tel tel uykular ağrıyor beynimizde

 

üç kişi güneşli saçlarına eğilmiş güner’in

bir öpüşün yüz konyaktır diyorlar

bilmiyorlar güner orada değil

ayhan’ın gözlerini niçin sakladığını

bu yarım aşkların içmelerin nedenini

ferid’in kaçmak gibi yaşadığını bilmiyorlar

hiç bulunmadığı bir sokağı düşünüyor herkes

tüm alkollerde aynı yaslı tad

yirmi dört saatlerin dışındayız

ellerini derleyip topluyor –kâzım gece sever-

başkaca bir şeyi yok zaten

ciletlerde sokak fenerlerinde aklı fikri

kalbinde akrep mısrâlar zonkluyor

-kaç nerval varsa o kadar fener direği var- biliyor

 

sen susuyorsun gözlerin de öyle

biz bitiyoruz alkol bitmiyor

sedefli serin aklığında sessizliğin

ellerini mavi mavi görüyorum

hiçbir gün yeni değildir bir öncesinden biliyoruz

eksik şafaklara karşı sarhoş

yaşanmadan eskimiş günlere çıkıyoruz..

 

HAYALET OĞUZ (OĞUZ HALÛK ALPLAÇİN)

Seçilmiş Hikayeler Dergisi, Nisan 1957

‘O PERA’DAKİ HAYALET’ , Hazırlayanlar : Sezer Duru, Orhan Duru, YKY Yayınları, 161 Sayfa, Mart 1996..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HAYALET OĞUZ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘biz yıllardır bu kentte yaşıyoruz.. içimizde ömrü bitenler oldu.. onları çok eğlentili törenlerle gömdük.. bu törenlerden ağıt ve içtenlik yönünden en ağır basanı hayalet oğuz’un cenaze töreni oldu.. oğuz, istanbul’da yaşadı.. oğuz bir dönemi yaşadı.. yeryüzünde belki de hiç kimsenin yaşayamadığı gibi.. tek bir sandalye sahibi olmadı.. bir-iki giysisi temizleyicide durur, kirlenince yenilerini satın alır, iç çamaşır ve çoraplarını en yakın çöp tenekesine atardı.. ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de bir tek mobilya mağazasına girmedi.. pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı..

..

kurbağa bacağı, mantar turşusu gibi garip yiyecekler severdi.. beyoğlu’na gelen ilginç filmleri de ilk gören o olurdu.. çok ender insanda rastlanan bir zekası vardı.. ölmeden beş gün önce bulvar kahvesinde oturuyorduk.. oğuz: e.’ye uğradım.. sen bende daha önce gebereceksin, çok seviniyorum, diye gülerek anlattı.. hepimiz gülüştük.. insanın kendi ölümü üzerine, ölmeden dört gün önce şaka yapabilmesi üstün bir zekanın bile işi değil.. ölmeden dört gün önce, insanın hastaneye traşlı bir yüzle gitmesi için, cağaloğlu’nda para araştırması inanılır gerçek değil..

..

tünel’e doğru yürüyecekti.. otuz yıldır yaşadığı bu caddede son yürüyüşü olacaktı bu, yorgundu.. ağabeyimin evinde uyuyacaktı, yanında pek tanımadığı bir üniversiteli genç kalacaktı.. bu çocuk onu sabah ada vapuruna bindirecekti.. ve oğuz dört gün sonra akciğer kanserinden boğularak ölecekti.. kırk altında yaşında ve kırk altı kilo olarak..

oğuz öldükten birkaç gün sonra şunları yazmaya çalışmıştım : sevgili oğuz istanbul kentini bu eylül ayı bıraktı.. 3 eylül 1928’de doğdu.. 17 eylül 1975’te öldü.. 1.73 boyunda, 46 kilo idi.. şişli camisi avlusuna tabutunu dört kişi hafif bir çanta taşır gibi getirdi.. o zaman tabutun içinde onun yattığına kuşkum kalmadı..

..

oğuz yaşamının çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirdi.. oğuz aylarca da benimle kaldı.. onun konukluğu bir kelebek gibiydi.. insana kendini hiç belli etmemeye çalışır, hiçbir özel isteği olmaz, ince ve sevimli bir sesle konuşur, eve gelirken çiçekler ve pasta getirir, bana alman eğitiminden geçtiğim için, muti, derdi..

..

kimsenin görmesine olanak vermeden hemen giyiniverir, azalmış saçlarını özenle tarar, kolonya sürer, bir bardak çayını kendi koyup, bafra sigarasına başlardı..

oğuz, yanından kaldığı dostlarına aldığından çok daha fazlasını verirdi..

..

oğuz, bunalan bir insan değildi.. onun akıl ve mantığı bu tür gereksizlikleri çoktan aşmıştı.. hiçbir zaman,

-sıkıldım, acıktım, uykusuzum, yorgunum, bile demedi..

akciğer kanserine yakalandığını bilmedi, yakınmadı da,

-solurken ciğerlerim acıyor, uyutmuyor beni, demekle yetindi..

-çok hastayım, demedi.. doktorun terimini kullandı : ‘çok hastaymışım’, dedi..

..

türkçeye çeviri ve derleme olarak yüze yakın kitap kazandırmıştı.. adını hiçbir zaman çevirmen, yazar, ozan, şunu yaptı, buna çalışıyor, bunu hazırlıyor… gibilerden kullanmadı.. yazın çalışmalarında  tam bir fabrika işçisiydi.. sığınabileceği bir köşede çalışır, çalışması bitmeden kazanacağı parayı çekmiş, bitirmiş, sayfalarca çeviri bedeli de borçlu kalmış olurdu.. yüzlerce film senaryosu yazdı yeşilçama.. bunların tümünün adını bile bilmez, filmleri de görmemiştir..’

TEZER ÖZLÜ

‘ESKİ BAHÇE – ESKİ SEVGİ’ , YKY Yayınları, 119 sayfa, Mayıs 1993..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DELİ SINIR

Yetersizlik diyorum

Aşk yetersizdir alkol yetersiz

İş yetersiz oyun yetersiz

Bıçak çekse de kalem tutsa da

Sağ el yetersizdir diyorum

Sol el yetersiz

Nokta yetersizdir çizgi yetersiz

Yetersiziz efendim

Yetersizsiniz

Yetersiz

 

J. PRÉVERT

Çeviri : HAYALET OĞUZ (OĞUZ HALÛK ALPLAÇİN)

Seçilmiş Hikayeler Dergisi, Temmuz 1955

‘O Pera’daki Hayalet’ , Hazırlayanlar : Sezer Duru, Orhan Duru, YKY Yayınları, 161 Sayfa, Mart 1996..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SEVDALI RAKI -1-

Bir hafta içiydi, sanırım günlerden çarşamba ya da perşembe. Çıkasım geldi kadıköye. Her zaman içtiğimiz bara salına salına giderken, sokağa taşmış masalardan birine yöneldim. Tentenin altında karanlıkta kalmış 2 sandalyeli yalnız bir masa. Nedendir bilinmez oturdum, bekleyenler olmasına rağmen. Oturdum biramı söyledim, bide canım çerez çekti, fıstık sadece. Biram geldi, ilk yudumu aldım.. masada gıcık olduğum o kendinden başka bir şeye   hayrı olmayan, sadece gözleri biraz aydınlatan ve benim de gözlerimi rahatsız eden o küçük mum. Sakin bir üfleyiş ile söndürdüm, rahatladım.
Sigaramı yaktım, nefes çektim, garson geldi mumu yaktı. Sinir bir vaziyet. Tam üfleyeceğim yine, karşı masada onunla göz göze geldim. 1-2 saniyelik bakışlar güzeldir, yine üfledim muma kendimi karanlığa gömdüm. İnsan bazen görülmeyip görmek ister, benimkisi de öyle bir şeydi  işte. Dedim ya tentenin altındaydı masa, nedendir bilinmez birisinin tenteyi açası geldi. Açılan tentenin üstünden mumdan da beter bir ışık süzmesi geldi yüzümü tokatladı. Öyle mal mal ne yapacağımı düşünürken, yine onunla göz göze geldim. BU sefer diğer arkadaşı da bakıyordu fısıldayarak. Dedim ya göz göze gelmek güzeldir hele bir de arkadaşı ile fısıldaşıyorlarsa… Neden sonra tentenin üstündeki ışık soldu ve bitti ve ben yine rahattım İkinci biramı yarılamıştım ki karşı barın hafifçe aydınlattığı masama bir gölge düştü. İsteksiz kafamı kaldırdım gülen bir yüz elinde rakısı ile karşımda duruyor. BU göz göze gelmenin güzelliğinden daha başka bir şeydi. O oturdu masama gülümseyip kendini davet ettirerek. Rakısından bir keyif aldı, kibritini çakıp mumu yaktı. Hani o kendinden başka bir şeye  hayrı olmayan, gözleri aydınlatan mum ilk defa bana bu kadar cömert davranmıştı. Bilirsiniz o mumun ışığı rüzgardan hafif hafif sallanır ya işte o salıntı O’nun gözlerinde dans eder gibiydi, ışıl ışıl.
10-15 dakikalık sohbet sonrasında ben öyle dalmış gözlerine bakarken, bana dedi ki Öyle Sevdalı Durma Rakı Doldur. Rakı doldurmak istedim tabi ama ben ne zaman dışarıda rakı içsem sarhoş olurum. Derken arkadaşlarının o gereksiz seslenmesi ile sohbetimiz son bulmak üzereydi ve tam kalkacakken, ben gitme diyemedim, O gitti masasına. Mumu söndürdüm. Neyse uzatmayayım, bir süre daha oturduk o karşıda ben onun karşı masasında. Hesabını aldı, kalkarken el salladı, ben arkasından bakarken birden döndü arkadaşlarına baktı ben ona baktım, ben arkadaşlarına baktım, onlar bana baktı. O geldi yanıma gülümsedi yine gözleri ışıl ışıl.Yarın dedi.Yarın akşam burada olacağım.Ve bir dal sigara bıraktı masama.
Sanırım 7 yada 9 dakika daha oturdum, biramın dibindeki son yudumu aldım kalkıp salına salına yürüdüm yolumun devamına. O hep içtiğimiz mekana girdim, bara oturdum. Bardaki arkadaşım ‘umut 50’lik mi’ diye sorunca birden duraksadım ve dedim ki ‘bana bir rakı doldur ama sevdalı olsun.’ O tek dal sigarayı da yaktım sevdalı rakımın yanına derin bir nefes çektim yarına dair.

Sonra ne oldu biliyor musunuz?

Sarhoş oldum.

‘UMUT’

900. Yazı ‘Asghar Farhadi’ ve son filmi ‘Bir Ayrılık..’ için..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(asghar farhadi, ‘elly hakkında’nın çekimlerinde..)

 

‘iran sinemasına dalalı epeyi uzun süre oldu.. giren çıkamıyor.. izlemediğim film ve yönetmen kaldı mı diye düşünürken o okyanusun içinde sadece elimin uzanabildiği yerlere ulaşabildiğimi, daha atılacak çok kulaç olduğunu fark ediyorum..

iran sinemasında son yıllarda keşfettiğim yönetmenlerden birisi de ‘asghar farhadi..’ çok geç oldu onunla tanışmamız fakat izlediğim ilk filmi olan ‘elly hakkında’nın ilk sahnelerinden itibaren çarpıp büyülemişti beni..

sağa sola sapmadan, dolambaçlı yollarda izleyiciyi yormadan hayatı olduğu gibi anlatıyor.. küçücük olayların insanların hayatında nasıl büyük olaylara ya da yıkımlara yol açabileceğini işliyor filmlerinde.. ufak bir yalanın, küçük bir ısrarın insanların hayatında geri dönülmez sonuçlara ya da felaketlere neden olduğunu kamerasıyla abartmadan işliyor..

ben açıkçası ‘elly hakkında’yı kaç kere izlediğimi buraya yazsam bazılarınız belki tamam bu adam sıyırmıştı ama artık tam kayışı koparmış diyeceksiniz.. ama bazı filmler vardır insanı kendine bağlar ve her tekrar izlenişinde yeni bir şeyler gösterir ya da sizinle bir gizini daha paylaşır ya işte benim filmlerin bazılarına kafayı takmamın en büyük nedenlerinden birisi de bu..

tabi ‘elly hakkında’yı bu kadar çok izlememin sebeplerinden birisi de ‘golshifteh farahani’nin filmde başrol oynaması ve onun müthiş oyuncuğunun etkisi de var.. herkesin zayıf bir noktası vardır.. benim zayıf noktam da ‘golshifteh farahani’, ne yapayım.. en kötü senaryoyu bile koparıp çok yükseklere çıkarabilecek kadar büyük bir oyuncu kendisi.. güzelliğini konuşmaya bile gerek yok zaten.. bu kadar keskinim ‘golshifteh’ konusunda.. neyse saymadım ama sanırım ‘elly hakkında’yı yirmi seferden fazla izlemişimdir.. belki daha fazla, bilmiyorum.. ve bugün de tekrar izleyebilirim, kim bilir..

ödüller benim için bir anlam ifade etmez ama ifade edenler için yazalım  ‘elly hakkında’ filmiyle berlin film festivalinde en iyi yönetmen ödülünü 2009’da kazanan ‘asghar farhadi’ bu sene de ‘bir ayrılık’ filmiyle berlin film festivalinde altın ayı ödülünü aldı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

gelelim filme.. ‘simin’, kocası ‘nadir’ ile birlikte küçük kızları ‘termeh’i de alıp onun eğitimi için yurtdışına gitmeye karar vermişlerdir.. ancak ‘nadir’, babasının alzheimer hastalığı artınca onu bırakıp yurtdışına gidemeyeceğini anlar ve bu nedenle karısı ‘simin’le aralarında başlayan tartışmalar boşanma aşamasına kadar gelir..

filmimiz de zaten mahkemede boşanma davasında tarafların birbirini suçlaması ve kendilerini savunma sahneleriyle başlar..

kamera yargıç konumundadır.. böylelikle  yönetmen filmin başlamasıyla birlikte seyirciyi yargıç konumuna koyar.. seyirci yargıç konumunda iken artık bir soru bombardımanına tutulmaya başlar.. arka arkaya yağan sorular karşısında seyirci yargıç konumunda kim haklı diye karar vermeye çalışır.. çünkü seyirci filmin kahramanlarından daha fazla şey bilmektedir.. ‘simin’ mi haklı ‘nadir’ mi, yoksa ‘nadir’in babasına bakması için işe aldığı bakıcı ‘raziye’ mi.. ya da ‘raziye’ mi yoksa  kocası mı.. ve hepsinin arasında haklı olan kim.. bir açıdan bakıldığında ‘simin’ ve ‘nadir’in kızları ‘termeh’ de bizim açımızdan olaylara bakmaktadır.. kendisi için yurtdışına gitmek isteyen annesi ‘simin’ mi yoksa yurtdışına gitmekten vazgeçen  babası ‘nadir’ mi.. bakıcı ‘raziye’ ile babası ‘nadir’ arasında olan tartışma sonucu ortaya çıkan felakette kim haklı, babası mı yoksa bakıcı ‘raziye’ mi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bizim gibi aynı sorularla karşı karşıya kalan 11 yaşındaki ‘termeh’ çoğu sahnede bizim gibi kitlenip kalmaktadır.. burada bir şeye daha değinmek istiyorum, iran sinemasının itici motor güçlerinden birisi de hemen her filmde ki çocuk oyuncuların müthiş oyunculukları ve başarısıdır.. özellikle majidi, panahi ve kiarostami filmlerinde bu çok açıktır.. çocuk oyuncular filmlere oyunculuklarıyla çok şey katmakta iran sinemasında.. ancak bu filmde ki ‘termeh’ karakterini canlandıran ‘sarina farhadi’ bana biraz tutuk geldi.. onun sahneleri filmin kilit sahnelerinden olmasına rağmen film bazen o sahnelerde sanki takılıp kalıyor, film ağırlaşıyordu.. örneğin yine aynı filmdeki bakıcı ‘raziye’nin küçük kızını oynayan çocuk oyuncu harika bir oyun sergiliyor.. bilmiyorum belki ben yanılıyorum ya da ‘termeh’ karakterini ben çözememişimdir..

‘asghar farhadi’ sineması, yalın anlatımı esnasında olaylara ezilenler yönünden bakması da filmlerine değişik bir boyut katıyor ve anlatımını güçlendiriyor.. ezilenler dememin sebebi şu, sadece sınıfsal açıdan bakmıyor problemlere.. sınıfsal baskılar dışında kadın-erkek eşitliği, baskıcı rejimlerin insanlar üzerindeki dini, ulusal baskıları gibi konulara da çok güzel yaklaşıyor.. ajitatif söylem yerine yalın, net bir şekilde sorunu, eşitsizliği, baskıyı size gösteriyor ve ne yapmalı diye soruyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

örneğin filmin en vurucu sahnelerinden birinde olan bakıcı ‘raziye’nin baktığı ‘nadir’in çok yaşlı  babasının altını kirletmesi üzerine ‘raziye’nin tıpkı bizde olduğu gibi ‘alo fetva’ benzeri bir hattı arayarak mollanın tekinden bu yaşlı adamın altını temizlemesinde dini bir sakınca var mı yok mu diye soruyor.. artık çocuğa dönüşmüş bir ihtiyarın altını temizlemek için ‘raziye’ üzerindeki müthiş dini baskı nedeniyle mollanın tekini arayıp ondan izin almak gereğini duyuyor.. mollanın şu cümlesi insanın kanını beynine sıçratıyor : ‘yaşlı adamın altını değiştirmenin acil bir gerekliliği var mı..’ yani ‘nadir’in babası ihtiyar amcamız saatlerce üzerindeki idrarıyla kirlenmiş elbiseleriyle oğlunun işten gelmesini bekleyemez mi acaba diye soruluyor.. temizlik imandan gelir biliriz biz ama molla efendi, çocuğa dönüşmüş ve çoğu hareket yetisini kaybetmiş ihtiyarın altının temizlenmesinin acil olup olmadığını sorguluyor.. alacaksın o molla ve onun gibi düşünen zatı muhteremleri foseptik çukurunun yanına bağlayacaksın, ayakları o çukurun içinde bir gün değil sadece iki saat oturtacaksın bakalım ne düşünecekler.. ya da ellerini kollarını bağlayarak günlerce kendi pislikleri içinde kalmalarını sağlayacaksın ki belki insanlıklarını hatırlarlar.. en insani olayda bile dini, milliyetçi ya da baskıcı bir unsurun devreye girip insanlığa ket vurmasına neden izin veriyor insanlar hiç anlamıyorum..

‘simin’ ile ‘nadir’in boşanmasında da aynı problemler ortaya çıkıyor.. hakime, kızı ‘termeh’in daha iyi şartlarda, daha iyi bir eğitim alması için yurtdışına gitmek istediğini söyleyen ‘simin’e hemen hakim çıkışır ve ne demek istediğini sorar, yoksa iran kötü bir ülke midir, yaşam şartları kötü müdür, yönetim kötü müdür.. en ufak bir muhalif sese izin yoktur, devleti ilgilendirmeyen bir boşanma davasında bile devlet höt zöt eder, sopayı gösterir hemen..

asghar farhadi’nin ‘elly hakkında’ adlı filminde özelikle kadın-erkek eşitliği bakımından yaşanan problemler nakış gibi işlenerek anlatılmıştı.. ve tipik asghar farhadi filminin özelliği olan olay örgüsünün gelip bir yerde tıkanmasıyla devreye giren şiddet sorunları kendince bastırmaya başlıyordu.. ‘elly hakkında’ adlı filmde başlarda laylaylom eğlenen dört beş çiftimizin bir olay nedeniyle aralarında başlayan gerginlikler erkeğin kadına şiddetiyle hemen sonuçlanmıştır..

yine ‘bir ayrılık’ filminde bakıcı ‘raziye’ evindeki maddi sorunlar nedeniyle kocasından gizlice ‘nadir’in babasına parayla bakmaya başlar.. evinin geçimine katkı sağlamak, kocasının alacaklıları karşısında biraz evini rahatlatmak isteyen ‘raziye’nin kocası bu durumu öğrenir öğrenmez ‘raziye’ye şiddet uygulamaya başlar.. ‘raziye’nin suçu kocasından gizli çalışması değildir, ‘raziye’nin suçu bir erkeğe bakmasıdır.. hem de bu erkek, artık bir çocuktan daha bakıma muhtaç, hareket yetilerini yitirmiş bir insandır.. ama aslında ‘raziye’nin yaşaması, nefes alması suçtur.. filmde ‘raziye’ hem kocasından şiddet gördüğü gibi bir de ‘nadir’in bir anlık öfkesinin sonucu ‘nadir’den de şiddet görür ve hayatında büyük bir kayıp yaşar..

işte hem iran özelinde hem dünya genelinde toplumsal sorunlarımızı sade, yormayan bir dille anlatan ve genellikle filmlerinde müzik öğesinin pek bulunmadığı asghar farhadi yine bize ders niteliğinde bir film sunuyor.. usta yönetmenliğinin yanı sıra başrol oyuncuları   ‘peyman moaadi’ (nadir), ‘leila hatami’ (simin) ve ‘sareh bayat’ın (raziye) oyunculukları da filmi bir başyapıt olma yolunda yukarılara taşıyor.. özelikle ‘nadir’ rolündeki ‘peyman moaadi’nin oyunculuğunu takip ediyorum birkaç filmden beri.. hep yükselen bir grafiği var.. en son ‘elly hakkında’ filminde onu izlemiştim.. burada oyunculuğunu daha da üst seviyelere çıkarmış durumda.. sanırım ‘golshifteh’ gibi onu da vazgeçilmezlerim arasına koyacağım yakında..

123 dakikalık uzun ama su gibi akan bu filmi mutlaka izleyin derim ve bulabiliyorsanız ‘asghar farhadi’nin diğer filmlerini da bulup izleyin.. yoksa çok şeyden mahrum kalacaksınız bilmiş olun..

gülüşünüzle kalın..’

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmin Künyesi :

 

Yönetmen : Asghar Farhadi

Senaryo : Asghar Farhadi

Oyuncular :

Peyman Moaadi – Nadir

Leila Hatami – Simin

Sareh Bayat – Raziye

Shahab Hosseini – Hoca

Sarina Farhadi – Termeh

İran – 2011 –  Farsça

123 Dakika..

 

‘yürüyüşçü bir terslik insanıdır..’ – David Le Breton

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘adımlar sessiz ve rahattır, törensizdir.. yürüyüşçü her zaman beklenmedik bir anda gelir, varlığını hiçbir ses haber vermez. beklenmedik ya da sıradan sahnelerle karşılaşır.. uyuyan ya da son derece hareketli köylerden bir hırsız gibi geçer.. çocuklar oynar, köpekler ona bakar, meraklı bakışları belli eden perdeler titrer pencerelerde, erkekler ve kadınlar bahçeleriyle uğraşırlar ya da tarlalarda çalışırlar, ağaçları devirirler.. o geçerken sesler kesilir bir an ve dikkatlerin kendisinde toplandığını sezer.. şaşıran yerleşiklerin merakı yürüyüşçünün suskunluğunu ve ağır başlılığını bozar.. dumanı kokusunu uzaklara yayan bir çiftlikte tavuklar yemlenir, ahırlar sessiz bir hareketlilik izlenimi uyandırır, elinde süt tenceresiyle bir çiftçi görülür, ipe asılı çamaşır rüzgarda şaklar..

camilo jose cela, taracena’ya varır ve kimseyi bulamaz orada.. ‘sıcakta öğleden sonra saat dörtte, sadece düş kırıklıkları içinde, birkaç kayısı çekirdeğiyle oynayan bir çocuk var.. yerde sürünen oku, katırları koyuverilmiş bir araba daracık bir yerde, güneşte kavruluyor.. birkaç tavuk bir gübre yığınında yemleniyor.. bir evin ön tarafına asılmış, yıkanmış, kartonu andıran ve kar gibi parlayan sağlam ve sert gömlekler kuruyor..’ (cela, 191)

laurie lee hasat toplayan köylülere rastlıyor.. ‘yanlarına vardığımda, dikiliyorlardı ve bakıyorlardı ve ben bir şey söylemeden geçip gidiyordum yanlarından.. kimi zaman da kollarını kaldırıp selamlıyorlardı beni ve güneşin yaktığı ellerinde, kıvrık ve ışıl ışıl parlayan, altıncı bir tırnak gibi oraklarını gördüğümü sanıyordum..’ (lee, 1996) yürüyüş paylaşılmış ya da gizli bir sürprizler dünyasıdır, insanda bir yaşama şaşkınlığı doğurur ve zamanın kırılganlığından bir kırıntı yakalama olanağı verir..

yürüyüşçü bir terslik insanıdır, gündüzleri yol alsa da sembolik olarak görünmez, sessiz bir gece yaratığıdır, tüm aydınlık silinir onda.. kendi adımlarının yolunu yaratmak için bilinen yerlerin yanından dolaşmak, kalabalık yollardan kaçmak toplumsal bir gereklilik getirir.. yürüyüşçü küçük aralıklar, iki-aradalar insanıdır, ters yollara girmesi onu bir karşıtlar birliği içine sokar : hem dışarıda hem içeride, hem burada hem oradadır.. bazen rastgele, kamusal alanların dışında bulunanların kişisel hikayelerine dalar çünkü onlar çok yalnız, çok çekingendirler.. ve böylece yol iyi ve kötü sürprizlerini dağıtır.. sürekli yabancı olan yürüyüşçü iki akşam üst üste aynı yerde değildir.. bir akşam kurmuş olduğu ilişkiler ertesi gün sıradan anılara dönüşür.. yürüyüşçü bedeninin ve soluğunun ölçüsünde yol yaratır; uyumak için de, beslenmek için de, yürümek için de kimseye hiçbir şey borçlu değildir, yol arkadaşlarını seçer ve keyfine göre bir yalnızlık içine dalar..

‘beni yürümeye iten çok önemli nedenlerden biri bazı meçhul rastlantılarla karşılaşmak, her gün beklenmedik, farklı ilişkiler kurmak, sonuç olarak tutkulu ve de cesaret kırıcı bir deneyim içinde yaşamaktır : sürekli yabancı olmak, görünüşe göre değerlendirilmek, kabul edilmek ya da reddedilmek, bir yolda, bir kafede ya da bir çiftlikte bir anlık bir konuşma sırasında kim olduğunu, ne olduğunu açıklamaya çalışmak..’ (lacarriére, 1977)

boş ve dar alanlarda, ara yollarda dolaşmak aynı zamanda gerçek ve simgesel anlamda yolların yan yanalığını, sadece bazı izleri kalmış sessiz dramları da açığa çıkarır..

werner herzog, bir gün, bir ırmağa atılmış, neredeyse yepyeni bir bisiklet bulmuştur.. bir cinayet ya da bir kavga, bir tartışma, kimsenin sözünü etmediği o yöreye mahsus bir trajediden kuşkulanarak, uzun uzun düşünür..

sapma, yadırgatıcı durum, bir terslik çoğu zaman çekingenlik, hatta düşmanlık doğurur ve sözgelimi arabasız bir gezgin gören jandarmalar endişelenerek, gayrete gelirler.. birkaç yıl önce vézelay’den hareket ederek compostela’ya doğru yürüyen pierre baret ve jean-noéel furgand kötü bir deneyim yaşamışlardır bu bağlamda.. dokuz kez aranıp, sorguya çekilmişler ve yolda yürüyen sırt çantalı ve arabasız bu iki kişiden kuşkulanan ve kimliklerini gizleyen birtakım insanlar tarafından sık sık ihbar edilmişlerdir.. (baret, furgand, 1999)

paradoksal bir biçimde, başka bir yerden gelmek ve bir yerden sadece geçmek dilleri çözer ve anında ilişki kurmayı kolaylaştırır.. tanınmamak ve en fazla birkaç sat içinde herkesin uzaklarda olacağını bilmek, görüşme isteği konusunda cesaretlendirir insanı : sadece konuşma ve küçük yardımlaşmalar, birlikte bir yudum su ya da şarap içme, bir dillim ekmek ya da yöredeki küçük bir lokantada yemek yemek değil, yolun kısa bir bölümünü bir yük arabasında ya da bir traktörle, mümkün olursa bir arabayla -yürüyüş etiğine küçük bir saygısızlık- kat etmek.. aynı çeşmeden ya da dereden su içmek, sabah çiyine doymuş çimende, yıldızların altında geceyi birlikte geçirmek, bir derede birlikte yıkanmak.. bunlar hiçbir sakıncası olmayan ama silinmeyen anılar bırakan yürüyüşçülerin geçici kardeşlikleridir..’

DAVID LE BRETON..

‘YÜRÜMEYE ÖVGÜ’ , Çeviri : İSMAİL YERGUZ, SEL Yayıncılık, Temmuz 2003,143 Sayfa..