Author Archive

‘Maldoror’un Şarkıları’ – Comte de Lautréamont

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

I.nci şarkı’dan alıntı.

Billur dalgalı yaşlı okyanus, muçoların yaralı sırtında görülen mor izlere benziyorsun biraz; yeryüzünün vücuduna dövülmüş uçsuz bucaksız bir mavisin sen; seviyorum bu karşılaştırmayı. Senin, ilk görüşte, tatlı melteminin mırıltısıymış gibi gelen uzun bir keder esintisi, silinmez izler bırakarak geçer derinlerinden sarsılmış ruhun üzerinden ve farkında varmadan sana vurulanların anısını hatırlarsın, ve insanın, yakasını bir daha bırakmayan acıyla tanıştığı o ilk zor yılları. Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus !

Yaşı okyanus, geometrinin katı yüzünü şenlendiren uyumlu küresel biçimin, nasılda insanın, küçüklükleriyle yabandomuzunun, kusursuz yuvarlaklarıyla da gecekuşlarının gözlerine benzeyen küçük gözlerini anımsatır bana. Bununla birlikte, çağlar boyu hep kendi güzelliğine inandı insan. Ben, özsaygı yüzünden kendi güzelliğine inandığını sanıyorum biraz; ama gerçekten güzel değildir insan ve kuşku duyar bundan; çünkü neden benzeşenin yüzüne bunca tiksinmeyle baksın ? Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus !

Yaşlı okyanus, özdeşliğin simgesisin sen: Hep kendine eşit. Özde hiç değişmezsin, ve, dalgaların bir yerde kudurmuşsa, daha uzakta, bir başka yerde, tam bir dinginlik içindedir. Sokakta, birbirinin boğazını parçalayan iki buldog köpeğini seyretmek için duran, ama bir cenaze geçerken durmayan; sabahları sana yakın, akşamları mendeburun teki olan; bugün gülüp yarın ağlayan insan gibi değilsin sen. Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus !

Yaşlı okyanus, beslediğin türlü soydan balıklar arasında kardeşlik bağı yok. Hepsinin ayrı ayrı olan huyu ve yapısı, başlangıçta bir düzgüsüzlük gibi gelen durumu yeterince açıklıyor. Mazereti aynı olmayan insanın da durumu böyle. Bir toprak parçasını ele geçirmiş olan otuz milyon insan, sınırdaş bir toprak parçasına kök salarak yerleşmiş komşularının yaşamına karışmamak zorunda olduğuna inanır. Büyükten küçüğe, her insan kendi ininde bir yabanıl gibi yaşar, ve kendisi gibi kendi inine çökmüş olan türdeşini ziyaret etmek için pek ender çıkar buradan. Evrensel büyük insan ailesi, beş paralık bir mantığa yaraşan düşten başka bir şey değildir. Ayrıca, senin verimli memelerinin görünümünden nankörlük kavramı yayılır; çünkü, iğrenç birleşmelerinin ürününü ortalığa bırakarak yaratıcı’ya karşı oldukça nankör davranan sayısız anababaları düşündürürler. Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus !

Yaşlı okyanus, senin özdeksel büyüklüğün, kapsadığın kitlenin tümünü oluşturmak için gerekmiş olan etkin doğal güçlü ölçüştürülebilir ancak. Seni şöyle bir bakışta göremez insan. Seni görmek için gözlerin sürekli bir hareketle teleskopunu ufkun dört bir yanına çevirmesi gerekir, tıpkı bir matematikçinin, bir cebir denklemini çözmek için, problemi ele almadan önce çeşitli olasılıkları gözden geçirmek zorunda olması gibi. Besleyici maddeler yer insan, ve besili görünmek amacıyla, daha iyi bir yazgıya yaraşır daha başka çabalarda gösterir. İstediği kadar şişsin, semirsin bu sevimli kurbağa. İçin rahat olsun, erişemeyecektir senin boyutlarına, en azından ben öyle sanıyorum. Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus !

Yaşlı okyanus, acıdır suların senin. Eleştiricilerin, güzel sanatlar, bilimler ve öteki şeylere ilişkin olarak damıttıkları safranınki gibidir tadın tamı tamına. Bir dahi ile karşılaşırlarsa, sanki buradaymış gibi sunarlar onu. Güzel vücutlu biri, korkunç kamburun tekidir ona göre. Kuşkusuz, kusurunu böylesine eleştirebilmek için, dörtte üçü kendisinden kaynaklanan bu eksikliği alabildiğince güçlü duyumsaması gerekir insanın. Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus !

Yaşlı okyanus, yöntemlerinin yetkinliğine ve bilimin araştırma olanaklarından yararlanmaklarına karşın, uçurumlarının baş döndürücü derinliğini ölçebilir duruma gelemedi insanlar. En uzun, en zahmetli iskandiller kanıtlamıştır, senin öylesine uçurumların var. Balıklara vergi bunları yapmak, insanlara değil. Çoğu zaman düşünmüşümdür, hangisini bulgulamak daha kolay diye; okyanusun derinliğini mi, yoksa derinliğini mi insan yüreğinin ? Çoğu kez, direklerin arasında, düzensiz bir biçimde sallanırken ay, ben, alim alnımda, teknenin üzerinde ayakta ve peşine düştüğüm amaçtan başka her şeyi  dışlamış, bu zor sorunu çözümlemeye çalışırken yakalarım kendimi ! Evet hangisi daha derin, ikisinden hangisi daha ulaşılmaz: Okyanus mu , yoksa insan yüreği mi ? Otuz yıllık yaşam deneyimi belli bir noktaya kadar, dengeyi bu çözüm yollarında birinden ya da ötekinden yana bozabilirse, diyebilirim ki, bu konuda bir karşılaştırma yapılacak olursa, derinliğine karşın insan yüreğinin derinliğiyle boy ölçüşemez okyanus. Erdemli insanlar tanıdım. Altmış yaşlarında ölmüştüler, ve hepsi de şöyle haykırmaktan geri durmadı: “Bu yeryüzünde iyilik yaptılar, yani hayır işledirler; Hepsi bu kadar, hiçte güç değil, herkes yapar bu kadarını” Bir gün önce birbirine tapan iki sevgilinin, kötü yorumlanmış bir sözcük yüzünden, kin, öç, aşk ve acı dikenleriyle birlikte, iki ters yöne gitmelerini ve ikisinin de kendi yalnız gururlarına sarınarak birbirlerini artık görmemelerini kim anlayabilir ? Her gün tekrarlanan bir tansıktır bu ama gene de şaşırtıcı. Yalnızca türdeşlerimizin talihsizliklerinden değil, üstelik kendileriyle birlikte acı çekmemize karşın en yakın dostlarımızın talihsizliklerinden keyiflenmemizi kim anlayabilir ? işi uzatmamak için işte size yadsınmaz bir örnek: İnsan ikiyüzlülükle evet der, ama kafasındaki hayır’dır. İşte bu nedenledir ki insanlığın, yabandomuzu yavrularının birbirlerine karşın büyük bir güvenleri vardır ve bencil değildirler. Gelişme yolu daha çok uzun ruhbiliminin. Selamlarım seni, yaşlı okyanus !

Yaşlı okyanus, öylesine güçlüsün ki, bunu bedelini ödeyerek öğrendi insanlar. Üstün yeteneklerinin bütün olanaklarını boş yere harcadılar… sana egemen olamadılar. Efendilerini buldular. Kendilerinden daha güçlü bir şey bulduklarını söylemek istiyorum. Bu bir şeyin adı var: adı Okyanus ! Öylesine bir korku salmışsın ki içlerine, sana saygı duyuyorlar. Buna karşın, en ağır makinelerini iyilikle, incelikle ve kolayca döndürüp duruyorsun. Göğe ulaşan akrobat sıçrayışları ve kendi ülkenin diplerine kadar görkemli dalışlar yaptırıyorsun onlara: Görse kıskanırdı bir panayır cambazı. Demiryolsuz, sudan bağırlarında, balıkların ve özellikle de kendilerinin nasıl davrandıklarını göstermek için, onları kaynayan kıvrımlarınla kıskıvrak sarmadığın zaman çok mutludurlar. İnsan der: “Okyanustan daha zekiyim ben” Olasıdır, dahası oldukçada doğrudur, ama onun okyanusta yarattığı ürküntüden daha çoğunu okyanus onda uyandırır: Kanıtlanması gereksiz bir şey. Gözünden hiçbir şey  kaçmayan bu ihtiyar, asılı yerküremizin ilk dönemlerinin çağdaşı, ulusların deniz savaşlarına tanık olduğunda acıyla gülümser. Al sana insan elinden çıkma yüz kadar ejderha. Üstlerin tumturaklı konutları, yaralıların çığlıkları, ateş eden toplar, birkaç saniye içinde yok etmek için bile bile çıkardıkları gürültü. Öyle görünüyor ki bir kıyım sona erdi ve okyanus hepsini yutup mideye indirdi. Kocaman ağız. Dibe doğru devsel olmalı, bilinmez yönünde ! Bu ilginç bile olmayan budala gürültüyü taçlandırmak için, yorgunluktan geride kalmış birkaç leyleğin uçarken, göğün ortasında, durmadan haykırmaya başladıkları görülür: “Bak hele ! Hiç hoşlanmadım bundan ! Aşağıda kara kara noktalar vardı, gözlerimi kapattım, görünmez oldular” Selamlarım seni, yaşlı okyanus !Yaşlı okyanus, ey büyük bekar, soğuk krallıklarının görkemli yalnızlığını bir baştan bir başa dolaşırken, doğuştan gelen görkeminle haklı olarak gururlanırsın, ve bende sana gerçek övgüler sunmak için can atarım. Yüce gücün sana bağışladığı özelliklerden en büyüğü olan görkemli yavaşlığının nemli kokusuyla keyifle salınarak, kara bir gizemin ortasında, benzersiz dalgalarını baştan başa o yüce yüzeyine yayarsın. Sonsuz gücünün verdiği o dinginlik duygusuyla. Küçük küçük aralarla, birbirlerini izlerler. Biri biraz alçalacak olsa, bizde her şeyin  köpükten yaratıldığı izlenimi uyandırmak için dağılan köpüğün üzünçlü sesinin eşliğinde, bir başkası hemen onun yerini alır (İnsanoğulları da böyle, bu canlı dalgalarda birbirleri ardınca, tekdüze, ölürler; ama köpüğün ezgili sesini bırakmadan) Göçebe kuş güven içinde dinlenir üzerlerinde, ve onların mağrur bir incelikle dolu devinimlerine bırakır kendini, kanatlarının kemikleri gökyüzü hac yolculuğu sürdürebilmek için gerekli olan her zaman ki gücüne tekrar kavuşuncaya kadar. Yalnızca senin somut yansıman olmasını isterdim yüce insanın. Çok şey istiyorum, ve bu içten bir dilek övgü senin için. Sonsuzun simgesi olan tinsel büyüklüğün, uçsuz bucaksızdır. Filozofun düşüncesi gibi, kadının sevgisi gibi, kuşun kutsal güzelliği gibi, şairin içe dönüşü gibi. Geceden de güzelsin sen. Kardeşim olmak ister misin, söyle bana, okyanus ? Coşkuyla kımılda. Biraz.. biraz daha, seni Tanrı’nın öcüyle karşılaştırmamı istiyorsan eğer, uzat kurşuni mor tırnaklarını, kendi bağrında bir yol açarak kendine… Güzel. Haydi yay korkunç dalgalarını, yalnızca benim anladığım ve saygıyla önünde yere kapandığım çirkin okyanus. İğretidir insanın yüceliği: Zorla kabul ettiremez kendini bana. Ama sen, evet. Ah ! Bir saray gibi giz dolu kıvrımların içinde, sen büyücü ve acımasız, kim olduğunu bilmenin bilinciyle dalgalarını birbiri ardına salarak yüksek ve korkunç sırtınla ilerlediğin, benim bulgulayamadığım bir yoğun acıyla bunalmış bir durumda, insanların o çok korktukları soğuk uğultunu göğsünün derinliklerinden koy verdiğin, kıyıda güvenlik içinde bile seni titreyerek seyrettikleri sırada, sana eşit olduğumu ileri sürecek bir düzeyde bulunmadığımı anlıyorum. Bu nedenle, üstünlüğün karşısında, senin yanında en alaylı karşıtlığı, dünyada eşi benzeri görülmemiş en gülünç zıtlığı oluşturan benzeşlerimi bana acı acı düşündürmeseydin bütün sevgimi (güzele olan özlemlerimin kapsadığı sevginin niceliğini kimse bilemez) sana verirdim; sevemem seni, nefret ediyorum senden. Cayır cayır yanan alnımı okşamak için açılan ve dokunur dokunmaz ateşini alan o dost kollarına binince kez neden geri dönüyorum ? Bilmiyorum gizli yazgını; ilgimi çekiyor seninle ilgili en varsa. İblis’in barınağı mısın, değil misin, haydi söyle bana ? Söyle bana.. söyle bana, okyanus ( henüz senin gözbağcılıklarından haberleri olmayanları üzmemek için yalnızca bana), bulutlara değen tuzlu sularını ayaklandıran fırtınaları İblis’in soluğu mu çıkartıyor ? Söylemelisin bana, çünkü sevindirecek beni, insanın cehenneme bu kadar yakın olduğunu bilmek. İstiyorum ki bu benim yakarışımın son dizesi olsun. Öyleyse, bir kez daha, seni selamlamak ve seninle vedalaşmak istiyorum ! Billur dalgalı okyanus.. Gözlerime sel gibi yaşlar doluyor ve sürdürecek gücüm yok, çünkü hödük görünüşlü insanların arasına dönme zamanım geldiğini duyumsuyorum; ama..cesaret! Büyük bir çaba gösterelim, ve görev duygusuyla, bu dünyadaki yazgımızı gerçekleştirelim. Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus !

“Denizin bütün suyu düşünsel bir kan lekesini yıkamaya yetmez”

Comte de Lautréamont

“Maldoror’un Şarkıları’ – Comte de Lautréamont.

Çeviri : Özdemir İnce. Kırmızı Yayınları. 315 Sayfa. 2008 , İstanbul

‘Maldoror’un Altıncı şarkısını okuyunca kendi yapıtlarımdan utandım’ André Gide

‘Maldoror’un birazcık tadına bakınca, bütün şiir yavanlaşıyor’ Louis Aragon

‘Lautréamont’u açın ! Bütün edebiyat şemsiye gibi tersine döner’ Francis Ponge

‘Maldoror’un Şarkıları olmasaydı Fransız kültürü eksik ve tamamlanmamış olurdu.’ Marcelin Pleynet

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

iyilik, insan, aşk, yaz ve sen

derin bir soluktur insan,
göğse vurup kaçan.
 
iyilik, ince sesli bir yankıdır,
dağın doruğundan ovaya yayılan,
 
aşk, bir saklambaç oyunu
kafesin duvarını zorlayan.
 
yaz, kısır bir mevsim,
çiçeği besleyemeyecek olan.
 
sen; uzak bir yol, güneşli hevesli
gözü kamaştırıp, gizi kutsal kılan.

‘Topal Kuş’

‘GÖKLERDE ERİYİP GİTMEK İSTERDİM..’ – JOSÉ MARTİ

göklerde eriyip gitmek isterdim,

yaşamın ışıklı ve dingin olduğu,

sürekli ve huzur veren bir esriklikte,

beyaz bulutlarda gezintilerin mutluluk verdiği –

dante’nin yıldızlar arasında yaşadığı yerlerde..

biliyorum, çünkü gördüm gözlerimle

ışıklı bir günde tarlalarda bir çiçeğin

nasıl açıverdiğini goncasını –

ruh da öyle açar işte,

tıpkı böyle olur bu, yemin ederim –

ansızın gelen bir şafak gibi

ya da baharın, ilk uyanışıyla

çiçeklerle donatması gibi leylak ağacını..

fakat ne yazık.. başladım anlatmaya

ve beklerken şiiri, izliyordum ki

yüce kartal imgelerinin

inişini çevremdeki toprağa;

ürkütüp kaçırdı öteye insan sesleri

o altın kanatlı soylu kuşları..

ve yitip gittiler.. bakın

kan nasıl da fışkırdı yaramdan..

bugün benim için dünyanın simgesi

kırılmış kanatlardır.. savatlanmaya

altın teslim olur, ruh değil –

acı içindeyim, ruhum henüz diri

dar bir mağarada sıkıştırılmış bir geyik gibi –

ve ağlıyorum ve gözyaşlarıyla

intikam alıyorum kendimden..

JOSÉ MARTİ

‘GÖKLERDE ERİYİP GİTMEK İSTERDİM..’, Çeviri : ATAOL BEHRAMOĞLU, CAN Yayınları, 118 Sayfa, Eylül 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘zanan-e bedun-e mardan / erkeksiz kadınlar / women without men..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘iran sineması üzerine yaptığım çalışmalarım da ‘shirin neshat’ eserlerine yeni giriş yaptım.. ve pek bir memnun oldum kendisiyle tanışmaktan.. ‘shirin neshat’ın ilk izlediğim eseri de yine arşivimde uzun süredir bekleyen ‘women without men’ adlı yapımı oldu.. filmin afiş ve kapağı bayağı etkileyici olsa da ben onu arşivimde demlenmeye bırakmıştım.. ve sıra ona geldi.. mekanda tek başıma takıldığım, moralimin sıfır olduğu bir anda izlemeye başladım.. daha ilk sahnelerle ‘munis’ adlı karakterin olağanüstü çekimlerle kendini boşluğa bırakmasıyla ben de kendimi boşluğa bıraktım gözlerimden akan yaşlarla.. iran sineması kadar insan ruhunu sinema perdesine bu kadar güzel yansıtan bir sinema yok yeryüzünde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

oyunculuklarıyla, yönetmenleriyle, müziğiyle, kurgusuyla her şeyiyle bir sarsılmaz kale iran sineması.. bizim ülkemiz gündeminin de ilk sıralarında yer alan ‘kadın’ın ezilmişliği, yok sayılması üzerine bir destan ‘shirin neshat’ın bu çalışması..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(yönetmen : shrin neshat..)

 

hikayemiz 1950’lilerin iran’ında geçiyor.. dört kadının hikayesi var birbiriyle benzeştiği için çakışan.. ha şimdi sadece bu dört kadın mı eziliyor hayır.. hikayemizde bu dört kadın var.. çeşitli sınıflardan gelen dört kadın.. birisi evde zorla evlendirilmeyi bekleyen ve benim oyunculuğuna hayran kaldığım ‘munis’ karakteri.. diğeri kendisini terk eden sanatçı arkadaşından sonra mecburen üst düzey bir generalle evlenen kadın karakterimiz.. bir diğeri ise genelevde çalışan ama yaşadığı hayata bir gün  isyan eden.. bir diğeri ise sevdiği erkeği başkasına kaptırmak üzereyken elinden geleni ardına koymamaya çalışırken başına gelmeyen kalmayan ve bana en itici gelen karakter.. ha neden sadece ‘munis’in ismini verdin diye soracak olursanız ‘munis’ benden torpilli ondan derim..

neyse filmimizin geçtiği 1950’lilerin yaşamsal ve siyasi ortamına bakalım.. o sıralarda iran’ın başbakanı ‘musaddık’tır.. iran petrolünü millileştirmiştir.. bu durumdan rahatsız olan emperyalist ülkeler ‘musaddık’ı devirip eli kanlı şah’ı yine etkin kılmaya çalışmaktadır.. ulusalcılar ve ülkenin solcuları ayaktadır.. her gün ülkenin dört bir yanında başbakan musaddık yanlısı gösteriler yapılmaktadır.. ancak emperyalist ülkelerin gazı verdiği iran ordusu darbe yapmak üzeredir.. eve kapatılmış ve zorla evlendirileceği erkeğini beklemeye zorlanan ‘munis’ evde radyodan gündemi her an takip etmektedir.. bir gün yine heyecanla radyo dinlerken odaya giren abisi radyonun fişini kopartır ve akşam gelecek görücü tayfası için hazır olmasını yoksa bacaklarını kıracağını söyler.. abisiyle sert bir tartışmaya giren ‘munis’ tartışmanın ardından evin çatısına çıkar, kulaklarında çınlayan musaddık yanlısı göstericiklerin sesleri arasında ve gökyüzünde kayan bulutların altında kendini boşluğa bırakır.. ve film burada başlar.. herkesin öldü zannettiği ‘munis’i abisi tam da kendisi evleneceği sırada böyle bir rezaletle düğünü lekelenmesin diye gizlice evinin bahçesine gömer.. üstelik bu duruma şahit olan ve ‘munis’in abisinden hoşlanan munis’in arkadaşı da göz yumar.. ‘munis’in abisi namaz kıldığı yerden kalkar kendisi yüzünden intihar eden kız kardeşini kimse çakmasın diye evlerinin bahçesine gömer.. hepimizin öldü sandığı ‘munis’ kötülere inat en olmayacak zamanda topraktan fışkırır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(munis..)

filmdeki dört karakteri buluşturan şey ise uğradıkları zulümlerden sonra şehrin dışındaki duvarlarla çevrili sislerle örtülü bir bahçe içindeki evdir..

film kadınların her devirde her ortamda nasıl ezildiğine dair çarpıcı gözlemler, tespitler sunuyor.. sağcı, solcu, ulusalcı, gerici, dinci, faşist her yapı ve yönetim içinde kadınların ikinci sınıf vatandaş-birey vs olmadığını çok güzel anlatıyor.. kadın sadece bir araç..

‘munis’ten sonra en etkilendiğim karakter genelevde çalışan ‘zarin’ karakteri.. yabancı bir oyuncunun canlandırdığı ‘zarin’ karakteri genelevden kaçıp önce hamam gider.. burada kadınların şaşkın bakışları arasında derisini parçalayarak ve vücudunun  her tarafını kan içinde bırakarak temizlenip, arınmaya çalışır.. insan olan herkes derisinde ‘zarin’in yaşadığı acıları hissederken kalbinde, beyninde yaşadığı fırtınaları da hissetmesi kaçınılmaz oluyor bu sahnelerde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

iran doğumlu ‘shirin neshat’ın yine iranlı yazar  ‘shahrnoush parsipour’un aynı adlı romanını okuduktan sonra mutlaka bunu sinemaya aktarmalıyız diye düşünmesi üzerine ortaya çıkan bir film bu.. filmi birkaç defa izledikten sonra üzerine yaptığım çalışmalarda sağda solda film hakkında yazılıp çizilenleri incelediğimde erkek egemen yazar-çizer takımının nasıl insafsızca eleştirip filmi yerin dibine batırdığını görünce güldüm geçtim.. bu filmi bu kadar acımasız infaz edenlerin iran’da aynı adlı romanı ve filmi yasaklayan erkek egemen molla yönetiminden hiçbir farkı yok benim için.. utanmadan çekinmeden ‘soraaya’yı taşlamak’ filmini yerlere göklere sığdıramayan tayfa bu filmi yerin dibine sokmuş.. şaşırdım.. ‘shrin neshat’ın babasının şah yanlısı olduğu iddia edilerek, shrin neshat’ın feminist olduğu ve soruna sınıfsal bakamadığı iddiasıyla (feminist olmak bile suçmuş öğrendik) bile bu film kötülenmeye çalışılmış.. sadece yazıklar olsun demek bile az geliyor bu duruma..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bir kere konu, çekimler, oyunculuk ve her türlü sinemasal kriter açısından üst düzey bir çalışma olan ‘women without men’ filmi ders olarak her sinemacıya izletilmesi gereken bir film.. ve unuttuğumuz insanlığımızı yüzümüze haykıran bir film..

‘shirin neshat’ın tüm çalışmalarında (fotoğraf, sinema vs) olduğu gibi ‘kadınlar’ gözümüzün içine içine dimdik bakıyor.. o bakışlar hepimize suçlu olduğumuzu, utanmamız gerektiğimizi anlatıyor.. ‘cennet anaların ayakları altında’ymış.. bu cümle bile kadınlar için cenneti düşünmeyen, sadece anasına iyi davranan kişinin cennete girebileceğini ama anaların, kadınların cennete giremeyeceğini dolaylı olarak ifade ediyor.. cennette kadının, anaların yeri yok.. kadınlar sadece acı çekmek, analık yapmak için, üremek için varlar.. gerisi hikaye.. olay bu kadar basit.. yüreğiniz yetiyorsa ‘shrin neshat’ın filmlerindeki karakterlerinin, fotoğraflarındaki kadınların gözlerine bakın..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

utanmadan sıkılmadan kalkmışlar bu filmi yerin dibine batırmışlar.. bunuel sinemasından nasiplenmemiş, gerçek-hayal kurgusundan haberleri olmayan kendinden menkul sinemacılar erkek egemen yaşama tarzlarına halel gelmesin diye buyurmuşlar ve infaz etmişler filmi..

‘shrin neshat’ın yaşam hikayesi iran’da başlıyor.. okumak için gittiği amerika’da bulunduğu sıralarda eli kanlı şah devriliyor.. mollalar, stalinist solun her zaman ki basiretsizliğinden yararlanıp iktidara geliyor, iktidara gelir gelmez önce şahı devirirken omuz omuza mücadele verdiği solcuları kesip biçiyorlar.. sonra sıra diğer muhaliflere geliyor.. molla devrimi sırasında yurt dışında bulunan ‘shrin neshat’ ülkesine dönemiyor.. neyse humeyni’nin ölmesinden sonra iran’a dönen ‘shrin neshat’ molla devrimin kadınlar üzerindeki etkisini gözlemleyip, çeşitli araştırma ve çalışmalar yapıyor.. fotoğraf, video, kısa film çalışmalarından yaptığı sergileri iran dışında açan ‘shrin neshat’ 2009 yapımı bu filmiyle zamanın ve mekanın önemli olmadığını, her yerde her zaman kadının ezildiğini ve ezilmeye devam ettiğini bıkmadan usanamadan yine haykırıyor.. anlayana..

insanlığınızla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(ve herkese inat yine filmden aynı kare : MUNİS..)

 

Filmin Künyesi :

Yönetmeni : Shoja Azari, Shirin Neshat

Senaryosu : Shoja Azari, Shirin Neshat, Steven Henry Madoff,

Eser :  Shahrnoush Parsipour

Oyuncular :

Bijan Daneshmand,

Essa Zahir,

Mina Azarian,

Navíd Akhavan,

Orsolya Tóth


Türü : Politik, dram..
Yapım Yılı ve Yapımcı Ülkeler : 2009  Almanya, Avusturya, Fransa

Yapımcısı : Shoja Azari, Peter Hermann
Görüntü Yönetmeni : Martin Gschlacht
Müzikleri : Ryuichi Sakamoto
Süresi : 96 dakika..

gündemden bize ne..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yaşadığımız ülke, yaşadığımız dünya o kadar hızlı şekilde değişik süreçlerden, olaylardan geçiyor ki artık yetişebilmek mümkün değil..

‘aylak adamız’da, ‘gündemle ilgili yazılar eskisi gibi sık çıkmıyor’ diye bazen eleştiriler geliyor.. ‘bir sessizlik hakim’ diyorlar bizim için.. dördüncü senemizi doldurmaya çalıştığımız şu günlerde bu tür eleştiriler için şunları söyleyebilirim bizim hiçbir zaman gündemle ilgili bir yayın politikamız olmadı.. herkes kafasına göre yazıyor burada.. sitemizin üzerinde ‘haber sitesi’ ya da ‘gazete’ veya ‘dergi’ künyesi yok.. bizim adımız ‘aylak adamız..’ aylağız biz.. gündemin içindekilerden dilediğimize yazıyoruz, dilediğimize susuyoruz.. gündemle ilgili gerekli tepkileri burada vermiyorsak da gereken yerlerde veriyoruz zaten merak etmesin ‘bazıları..’

‘oblomovluk’ yapmaya gerek yok.. boş laflara herkesin karnı tok, bizim de tok.. ‘insan’ olan gerektiği yerde gerektiği şekilde tepkisini verir, vermeyen zaten insan değildir.. yaşanan süreçlerden çok öfkelendiğimiz, sinirlenip masaya kapıya vurduğumuz,  öfkeden midemizin delindiği anlar oluyor.. damarımıza basılmayan gün yok.. sinirlenmemek elde mi.. biz insanız.. insanlığını unutmamış insanlarız.. insanlığımıza yönelik her türlü söylem, olay ve sürecin karşısında her zaman dimdik durduk ve durmaya da devam edeceğiz.. tweeter, facebook ya da bilmem hangi sanal alemde iki tweet, bir iki mesajla ruhumuzu vicdanımızı rahatlatmıyoruz biz..

dünya ayakta, dünya finans kapitalinin kalbinde on binler eylem yapıyor, dünyanın bütün kentlerinde bu eylemlere ses verilerek aynı şekilde eylemlerle destek veriliyor ama ülkemizde ne mi yapılıyor tweet atılıyor.. üç beş kelam yazan yazarlar dahi süreci tahlil yeteneğinden bile yoksunlar.. dünyanın değişik ülkelerindeki iç çatışmaları arap baharı veya halk ayaklanması diyerek yere göğe sığdıramayanlar yaşanan sürecin ne olduğu ve bu ayaklanmalar sonucunda şu anda durumun ne olduğu konusunda sessizler..

zaten dikkat ederseniz televizyonlarda, gazetelerde konuşup yazanlar hep aynı tipler.. kanal kanal aynı tipler dolaşıyor.. sanki klonlanmış gibiler.. hele bir karı koca var maşallah her konuda uzmanlar.. siyaseti bıraktılar magazinden, spora her konuda söyleyebilecekleri bir şeyler var.. bir de bunların ağa babaları var.. kadının yaşı yüz mü oldu iki yüz mü bilmiyorum.. yetmişlerde seksenlerde solcuların kanını içen darbelerin şakşakçılığını yapan bu kadın şimdilerde darbe karşıtı ve demokrasi havarisi olmuş.. ve her şeyi kendisi biliyor ve tek o biliyor.. her konuda uzman.. atom fiziğinden bahsedin sizi çırak çıkarır uzmanlığıyla.. çevreden bahsedin uzman.. kendisi bir ara verse gençlerin (genç dediğim zaten kendileri gibi düşünmeyenlerin şu anda medyada yeri yok, nasıl olsa kendisi gibi düşünenler gelecek rahat olsun, gözü arkada kalmasın) önünü açsa, bir sussa, bir gidip emekliliğini yaşasa ama yok kurulmuş saat gibi yirmi dört saat ekranda ve gazetelerde.. lan bir git ya bir git, bir sus ya.. tamam kabul ediyoruz her şeyi sen biliyorsun.. ama sen bir sus ya.. geceleyin uyurken bile kendi kendine konuşmuyorsa cezalandıracağım kendimi.. bir ay müzik dinlemeyeceğim, film izlemeyeceğim..

işte böyle şimdi dünya gündemi tweeterdan ve facebooktan yönetiliyor-muş.. iktidarlar, otuz küsür yıllık diktatörler tweeterla, facebookla devriliyor-muş..

ya gidin kocaman kocaman insanlarsınız, artık yemeyin bizi yahu.. bunları yazanların çoğu da eski solcu, örgütçülükten gelen tipler.. toplumsal olayların ve sosyal patlamaların sanal alemdeki örgütlenmeler sayesinde oluştuğuna inanıyorlar ve inandırmaya çalışıyorlar.. ee peki soruyorum onlara mesela bu sanal alemde örgütlenip, iktidarı devrilen mısır’da şimdi yönetimde kim var.. mübarek’in bilmem kaç senelik ordusu değil mi.. nerede oradaki iktidarı deviren kitleler..

yok arkadaş yok.. biz de gündem filan yok.. arada dileyen burada kafasına göre gündemle ilgili vesaire ile ilgili yağar dilediğine.. o kadar.. haber ajansı değiliz.. dileyen yüz bin milyon ya da milyar bilmiyorum tane sanal haber sitesinden olmadı, tweeterdan filan takip edebilir gündemi..

alın bakın her yerden şimdi bangır bangır bağırıyorlar : ‘kaddafi öldürüldü..’ gündem yine değişti-rildi.. dünya anlık yaşıyor artık.. herşey o kadar hızla değişiyor ve gün-cel-le-ni-yor-ki insanlar değil bir şeyler yapabilmek, daha durumu veyahut olayı idrak edemeden, düşünemeden gündem hoop değişiyor.. ‘hop hoop değiş tonton.. hooooooop gündem oldum..’

ama biz gündemin ta içindeyiz, göbeğindeyiz.. kafamız da gönlümüz de vicdanımız da rahat.. vicdansızlar, ruhsuzlar düşünsün..

dünyayı yaşanmaz hale getiren gündemlere rağmen biz yaşıyoruz ve yaşayacağız.. ‘yaşamak gerek vanya dayı..’

isteyen bizi okur isteyen okumaz.. bir iddiamız veya bir amacımız yok burada..

rahatta..

gülüşünüzle ve dilediğiniz ‘gündeminizle’ kalın..’

Crockett..

(1. not : benim gündemim mesela şimdi ‘halo dayı’ bizim mekandan çıkarken litrelik jack’in ‘yanlışlıkla ‘halo dayı’nın çantasına girip mekan dışına çıkması..’ ikinci gündemim robert walser’in can yayınlarından yeni çıkan kitabı ‘tanner kardeşler’.. üçüncü gündemim ‘t’ kapaklarından yaptığım tavşanlara bir çiftlik kurma projesi diyelim.. artık saymayayım.. lanetlenmeyeyim.. gündemim saymakla bitmez.. ama bizim gündemimiz anlık değişmiyor hep bir yerlere not ediyoruz hızla akıp giden dünyayı.. işlenen cinayetler, insanlık suçları, patlayan bombalar, katledilen insanlar hep gündemimizde.. ‘hiçbir şey insan hayatından daha değerli değildir..’ bizim felsefemiz bu.. insana karşı olan, cana kıyan her şey, herkes düşmanımızdır.. ama bilsinler ki dünyayı bizden alamayacaklar, çalamayacaklar.. kazandık dedikleri anda kötülerin sonları suya sabuna dokunmayan kendi sinemaları hollywood filmleri gibi olacak : ‘iyiler kazanacak..’ kötüler kendilerini biliyorlar zaten.. bundan iyi aylak gündemi mi olur..)

(2. not : ha şimdi yukarıdaki yazıda tweeter filan bilmem neyin adını yanlış yazmış olabiliriz, dilediğiniz kadar gülebilirsiniz, biz de gülüyoruz..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ressam Berna Gülbey Derman’ın “Saklı Beden”leri

Sanatçının zihnimde canlandırdığı duygu, bana çok önceden izlediğim bir filmi hatırlattı. Filmin bir karesinde nesnelerin kendisi olma eğilimi içinde olduğunu vurguluyordu. Ve aniden poşetle rüzgarın dans ettiği kare gözümün önünde beliriverdi.

Sanatçı nesneleri betimlerken, onları kendi içinde yalnızlığa itiyor; aynı zamanda her an hayat bulacaklarmış gibi bir izlenim veriyordu izleyiciye. Derin bir yalnızlık duygusu uyandırıyordu insanda.  Bedenin ötesindeki ruh, nesnelerle şekilleniyordu sanki. Her nesnenin kendine has güzelliğini ve varoluşunun anlamını sunuyordu.

Sanatçının kıyafetlerinde bedenler yoktu ama izlerini taşıyordu. Nesnelerin iç dünyasına yolculuk yaparken bedenleri saklıyor ve belirsiz, kırılgan anlamlar yüklüyordu. Nesneleri kimi zaman bir askıda, kimi zaman boşlukta sergileyerek maddelerin mahremiyetini ortaya koyuyordu. Nesnelerin duruşu, sanki değişen insan figürlerini barındırıyordu içinde. Hem kendi içinde yalnız hem de bir o kadar kalabalık…

‘Siyah’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

190. yaşında Dostoyevski’yi Okumak

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“İnsanoğlu kendini feda etmekte bulduğu mutluluğu başka hiçbir şeyde bulamaz”

İnsan hayatının okuma evrelerinde birilerini keşfetmiş olma dönemleri vardır. Dostoyevski bir çok okurun bu anlamda eşik noktasıdır. İnsan hayatının en önemli tarihlerine denk düşer. Tüm kitaplarında kaybolmanın ve kendini bulmanın hazzını yaşadığımız yazar’a yakından bakalım.

Fiodor Mihayloviç Dostoyevski, 1821 yılında Moskova’da doğdu. Ailesini genç yaşta kaybeden yazar, Petersburg Mühendislik Okulu’nda okudu. Oldukça hareketli bir o kadar da zor bir yaşam geçirdi. Rusya’nın ancak sosyalizmle kurturabileceğine inanan Petraşevski grubunda yer alması nedeniyle Çar 1. Nikola tarafından Sibirya’ya sürgün edilmişliği vardır. Budala kitabında Sibirya’yı çok iyi tanımlamasının altında bu gözlemlerinin ve o dönemdeki yaşayışının etkisi görülebilir.

Büyük rus Dostoyevski; insanların birbirlerini tanıması için en iyi zaman, ayrılmalarına en yakın zamandır der; psikolojik tahlillerine genelleme yapabileceğimiz durumlarının özetidir bu. Suç ve Ceza’da Sonya ile gerçekleşen birçok diyalog bu tahlilinden izler taşımaktadır. Hatta bazı karakterleri psikoloji bilimi için örnek olarak kullanılmıştır.

“İnsan yaşamayı ve yaşamamayı aynı şey diyekabulettiği zaman hürriyete kavuşur.”  tespitine dayanarak yine aynı kitaptan ölmeyi hak ettiğini düşündüğü tefeci kadın’ı öldürmesi ile varolan yaşantısının sınırlarında hayatını devam ettirmeyi seçmesi’nde onu haklı bulup bulmamak ayrı bir tartışma konusu.

“Rahatlıkla mutluluk olmaz. Mutluluk acıyla elde edilir, insanoğlu hayata mutlu olmak için gelmemiştir.” tanımlaması da modern insanın tüm gayretlerini bu mutluluk kavramı üzerine inşa etmesinin yanılgısını öne çıkarıyor.

“Bir insan umudunu yitirir ve amaçsız kalırsa, sırf can sıkıntısı bile onu bir hayvana çevirebilir. “ Günümüz zihniyetiyle aynı anda birden çok performans sergileme çabasında olan özellikle memleketim gençliği için de aynı cümleyi telaffuz etmek mümkün. Kariyer hedeflerinin gölgesinde insanı birçok kavrama mesafeli duran gençliğin malum sonucu da budur.

190. yılına tekabüledenbu zamanlamada Dostoyevski hakkında bir şeyler okuma isteği içerisindeysiniz şayet; Stefan Zweig’in Üç Büyük Usta kitabı önerilir. Kitapta anılan diğer iki romancıdan biri de Dostoyevski’nin hayranıyım dediği Balzac’tır.

‘HERDEM’

DEĞİŞTİ

Dili çözüldü zamanın, yaşanan her an dile geldi

Hesabı kesildi acının ve hayatın akışı umudun gölgesine yerleşti

Soyu tükendi hakikatin, çünkü her gerçek sihirli bir masala evrildi.

Her söz günaydın kadar güneşliydi, ve her gece sıcak bir ev gibi huzurlu.

Şimdi her şey bir başka akışa yürüyor, eteğine yapışmış acı, tutku, özlem, kavga, inat, umut, ayrılık çocuklarıyla,

Ey yürek!

Geliyorum ardından dört nala,

Sabırla seni beklemekteyim, şakaklarımdaki beyazları seriyorum yollara izimi yitirmemek için

Ben uzun zamandır böyle kayıp, böyle garibim

Şimdi kapısını çalıyorum bütün keşkelerin, son bir helallik için

Anne!

Dönmezsem bana kızma, belki yeniden doğurursun beni ben yitirirsem kendimi

Anne!

Bırak beni gideyim, ayağım bilmediğim asfaltlara değsin, toza bulansın her yanım

Dizim kanasın acı çekeyim, ağlayayım, kaybolayım, üzüleyim, kavga edeyim, heyecanlanayım….

Sana yıldızların ışıltısıdır yüreğimden akıttığım, ve bütün benliğimi saran

Bir de en büyük merakım uyurken yüzünün aldığı şekil

Ve sen arama boşuna ben yoldayım şimdi

O başka varoluşa, o büyülü ana ve sana…

‘TOPAL KUŞ’

hâlâ onu okumamışlar için : MARTI JONATHAN LIVINGSTON…

‘Yaşlı Kurultay Başkanı: “Martı Jonathan Livingston”, dedi.

“Martı Soydaşlarının bakışları altında, utanç adına ortaya çık.”

İşte o an, kaynar sular döküldü başından  aşağıya. Dizlerinin bağı çözüldü, tüyleri sarktı, kulakları uğuldadı. Utanç adına ortaya çıkmak? Hayır olamaz! Ya Devrim! Anlamıyorlar! Yanılıyorlar… Yanılıyorlar!
“… bağışlanmaz bir sorumsuzlukla” diye diye yankılandı o törensel ses, “Martı Ailesinin gelene­ğini ve saygınlığını sarsarak…”
Utanç adına ortaya çıkmak, martı toplumun­dan dışlanmak ve Uzak Kayalar’a tek başına sürgün edilmek anlamına geliyordu.

“…bir gün, Martı Jonathan Livingston, so­rumsuzluğun zararını anlayacaksın. Yaşamın sır­rına erilemez. Yegâne bilinen, bu dünyaya yemek ve olabildiğince çok yaşamak için geldiğimizdir.”

Bir martının Kurultaya karşı yanıt hakkı kesin­likle yoktu ama Jonathan’ın sesi yükseldi. “So­rumsuzluk mu? Ama kardeşlerim!”diye haykırdı. “Yaşamın anlamını, daha yüce bir amacını bulan ve ona ulaşmaya çabalayan bir martıdan daha so­rumlu biri olabilir mi? Binlerce yıldır balık kafaları kovalayıp durduk, ama şimdi bir yaşama nedeni­miz var öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak! Bana bir şans tanıyın, size buluşlarımı gösterme fırsatı verin…”

Sürü, taş kesilmişti sanki.

“Kardeşlik öldü” diye haykırdılar hep bir ağız­dan ve hep birlikte ona sırtlarını dönüp kulaklarını tıkadılar.’

‘Martı Jonathan Livingston’ – RICHARD BACH

Fotoğraflar : Russel Munson , Çeviri : Kader Ay Demireğen , EPSİLON Yayınları, 2011, 96 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ölüyken yaşıyor gibi yapanlara…

ben darma dumanım.. dumanlarını yutmuş ve kendi içinde boğulan bir kaya parçası yutmuş gibiyim.

yüreğim yok.. gözüm yok.. ellerim.. mevsimim yok.. rengim yok.. sen yoksun.. insanlar yok…
burası neresi peki, sevgili.. bu yaşam nerenin yaşamsızlığı da sığdıramadık kendimizi bu kareye bak gene olmazlarımı koyup çantama sana geldim.. sana ve sensiz olana her şeye geldim.
içimin yakarışları da bitti sonunda…

karmakarışık bir halde tam bir hiçliğin içindeyim. ve hiç gibiyim savruluşlarında. dilim peltek peltek bir sevdanın ağıdını mırıldanıyor. ve sen gene duymazlarda safran sarısı bir sonbahardasın.
sonbahar demişken yokluğunun varlığını beklerken, ilk kez göz göze geldiğimiz o sarı ve yeşilin her tonunu dallarında barındıran ağaçları düşledim şu an. elimi uzattığımda bana, mevsimin güz dolu bir yalnızlık olduğunu haykırıyorlardı. oysa benim ve bizim gibilerin hazanı güz olur ve yalnızlık mevsimi bitmez.. kendi kendimize mırıldandığımız o senfoni hiç susmadı sevgili…

sen ne zaman geldin de gittin, diyorum. ne zaman aşık oldun yokluğumu da ben hala bensiz bir bedene sarılmana ağlıyorum bu olası cinnet yağmurlarında. kahrım büyük sevgili, yalnızlığım gibi, ya da sen gibi.. donmuş bir yürekle ve donmuş bir mevsimin içinde kalmış bir ruh, nasıl olur da devam eder yaşama, nefes alması mümkün olur mu.. bunları düşünüyorum ve  bu düşüncelerin içinde boğuluyorum.
ağlamaklı mıyım, yoksa ağlıyor muyum bilmiyorum. bildiğim sana gelirken sonu gelmiş bir uçurumdan kendimi aşağı bıraktığım.. diyor ki bana yüz yüze geldiniz ama, yürek yüreğe gelemediniz. yürek yüreğe gelemediyseniz, gerisi hikayedir, mavi. öyle dedi ve sus oldu yağmura soyunan adam. evet sonu gelmiş bir masal oldu bizimki ve bıraktım ruhumu boşluğa..ruhum acıyor ya da öyle olduğunu hissetmek istiyorum. öyle olsun ki bu amansız, hissiyatsız duygulardan ve bu bunaltılardan çıkayım.. çıkmak istiyorum.

dokunsan ağlayacak gibi değil, ölecek gibiyim.. bir yerlerim kanıyor gene durmaksızın. midem bulanıyor. Durmadan midem bulanıyor ve kusmak istiyorum. yuttuğum bu yaşamları kusmak istiyorum. kusup yeni yaşamlar var etmek  için.. yuttuğum yaşamları kusmak istiyorum ki, ölümler kalsın bana.. ölümler kalsın bizim gibi yaşamın tam zıtlığında zıt olan bu aylaklara. ölüyken yaşıyormuş gibi yapanlar işkencelerin çarmıhında oluyor ya, işte öyleyim. sonsuzluk içinde bir son olmaz bu işkence hep sürmeye devam edecektir..

bana iş

ken

ce

ler

var

eden bir sevgilinin izdüşümsel satırlarındayım..ve hala bitmedi şiir…

‘Mavinin Çığlığı’