Author Archive

DEĞİL AMA HİÇBİR ŞEY

bir istiridyenin iki kabuğu arasındayım

orda

bin yıllık denizfenerinin dizi dibinde

yüzünün en dalgın yerini seçtim

 

 

arkada bir orman var rize yeşili

bir de gümüş bir ayla kırmızı şarap

diyorum olsa

o yeşili ordan alıp ekmeğime mi sürsem

yoksa mayınlara basa basa yüzünle

yasak bir bildiri gibi içim dışım yakamoz

kentin sokaklarına mı dağılsam

 

iyi ama

ben bu kenti bilmem ki

adresi karıştırmış olmalı aklım

 

biri radyoyu mu açtı yoksa

 

kadıköyde bir yerdeydi oysa aradığım park

gündüz çocuklarla iki yaşlı

gece su ve yıldızlar

bir de ıhlamur ağacı havuzun yukarısında

gölgesinden akar asfalt

bir vapurda çay içerken bulurdum

kendimi hangi dolmuşa atsam

aradan on yıl geçti bulamam artık

hiçbir şey kendi yüzüyle değil

biri radyoyu mu açtı yoksa

 

ama şuralardaydı o eskil ağrı

kaç yağmadan kaçırılmış bir kitap gibi genç

kaç işgal görmüş bir ülke gibi oysa durmadan yaşlı

daha bu sabah sımsıcak öptüm

gözleri ışıklar içinde bir liman kentiydi kirpikleri tuz orda

bir vapur güvertesine çevirdiği yüzüyle

yüzyıl bekleyecekti elleri yıldız

aradan on yıl geçti beklemez artık

kimse kendi yüzüyle değil, üstelikadamakıllısarhoşuz

 

biri radyoyu mu açtı yoksa

 

bütün şifreler çözülmüş

açığa çıkmış bütün evler

kimse kendi yüzüyle değil, üstelikadamakıllısarhoşuz

gecenin bu kör saatinde gitsek nereye gideriz

bütün kavşaklarda çevirme hey nerde yürekevin

-biri radyoyu mu açtı

yüzünü paltosuna saklayarak kaçar yüzümüzün

yangınlarını gören altıyolda karakola düşeriz,

ellerinellerimde

 

bu kent kendi yüzüyle değil

kimse kendi yüzüyle

park bekçisiyle ölü

ıhlamur kokusuyla

gülüşüne uyacak gülü nerden bulurum

birkadınçığlıkçığlığaşarkısöylüyor, çiçekçileri

kaldırmışlar

– oradan

hangi caddeye çıksak paramızı üçte iki arttıran yeni yetme bir banka

iyi dilekleriyle bizi alnımızdannn

durmadan yeni korkuluklar dikiyorlar kentin kalabalık

yerlerine durmadannn

sonra bir güzel boyuyorlar onları gün görmemiş

grilerle

kent gözlerini körelterek sakınıyor alnını

tanrım, onu kim koruyabilir

böylesi iyi diyor, görmemiş oluyorum

hiç değilse bu rezilce şeyleri

alnıma sıcak bir mühür gibi kondurulan

 

kalbimbirkaçıpkovalamacakalbimkarabirkışortasıkalbimbirhey

– heyelan

 

sonra yaşadığım günler geliyor aklıma

ellerimin bıçak kestiği günler

eve gül ve ekmek götürdüğüm

kızkulesi independent proletarya

her anı aşk tadıyla içilmiş

güzel günler hey,

kağıt ve mürekkep kokulu

 

sonrası yıkılmış barikatlar

sonrası acımasız bir sürekavı

 

gülden ve ekmekten konuşulduğu zamanlar

asıp öfkemi duvara

hangi sözcüğe dokunsam

ölü bir kuş düşüyor avucuma, zayıfincecikelli

gri bir hüzündür gamzesine astığı

yüzü mavi belleğimde

adı silinip gitmiş

yirmisinde bir kadın, incecikelli

kanatılmış gülkırmızı ağzıyla

senin yaşında şimdi

 

eski bir arkadaştan söz ediliyor sonra

bir afişin ıslak yüzü rüzgâra dolaşıyor

bir akrep uzun uzun yırtıyor sessizliği,

sesibirtokatgibipat

-lıyorkulaklarımızda

açıyorum avcumu

kanatılmış bir kuş daha

 

söyler misin

neden ölüler hep aynı yaşta

 

hayır,

bu kent kendi yüzüyle değil

biri radyoyu mu açtı, kapat!

 

bu kent kendi yüzüyle değil

kimse kendi yüzüyle

her şeyde bir yerinden edilmişlik

ve herkeste var biraz bu

sakin zamanlarda demirli bir gemiden söz ediliyor

-hangi arkadaşımı sorsam

çekilmiş denizlere benziyor tanıdığım bütün kadınlar da,

– unut onları kalbim!

yüzlerini kaçırıyorlar yüzlerini kaçırıyorlar yüzlerini

yapay

– bir bilgeliğin arkasına sığınıp

biz o kitabı okuduk

çok eski bir şarkı artık gül ve ekmek günleri

umarsız bir düş zorlamasıydı aradığımız o ülke

şimdi gri yağmurları var şemsiyelerimizin

bize açık denizlerden söz etme çocuk

 

bizim de yaptığımız başka bir şey yok işte

yıl oniki ay direnmekten, kimseyi suçlamayalım

bir de olsa olsa yaşlanıyoruz yattığımız yerde, iyi peki

– ne yapalım

yaşam bu işte diyorum kederle bakıp resimlere,

böyle şeyler olacaktı aldırma kalbim, haydivurken

-dinişarabakedereveaşkavur…

biri radyoyu mu açtı kapat!

 

gene yüzyıl yalnızlık, biri radyoyu mu açtı kapat!

içime dokunuyor kadının sesi ya da birazcık kısar

– mısın

şu kazağı uzat lütfen, üşüdüm

kalbime batan şu dikeni çek de al

girmesin araya yüzyıl eski görüntüler

gri yağmurlardan söz etmeyelim güz bitti artık

yalnızca yürüyelim, yalnızca

usul usul konuşalım

ama yok hayır hayır susalım

orda

bin yıllık denizfenerinin dizi dibinde

elimizde yıldızlar

dilimizin altında çakıltaşları

 

 

– bir ben bir rize yeşili bir de bu fener

buradayız üç kişiyiz açlık grevindeyiz

evet,

kapıyı kapatabilirsiniz memur bey..

MECİT ÜNAL

(Aralık 1988, Bayrampaşa..)

‘REQUIEM, ZAMANDIŞI SESSİZLİK SAATİ’ , MECİT ÜNAL, BELGE Yayınları, Ocak 1991,109 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SONG OF THE Z’EYE GARDEN

Light of the Prana!

The origin of Genesis

‘Aylakadamız.com’ a sacred place

A light year away but a very short distance by Z’eye

Please be always present at this place

Light of the Prana!

A symbol of all existences

An ideal place neither mountainous nor flat

A link to the outher world

Please be always present at this place

Light of the Prana!

Like the air and the SUN preserving life

This site that is the source of new challenge

Which intends for prosperity of tomorrow

Please be always present at this place

Light of the Prana!

As the light repulses the darkness

Prosperity that is eternal heaven and earth of best

This site, one branch of the beautiful places

Please be always present at this place

 

‘Skycell’

kanser beni sever

bu çiçekleri geç söyle bahar zorlamasın kendini artık

ben yokum. ezberlediğin sevda da

ayaklarımı ıslatan dünya annemi delirtti

rüya görse belki düzelir,

balkondan düşen bir saksı gibi, öylesine ölür belki ağlarım.

ısıtma saçlarımı onlar yerçekimine sadık,

sadık kalsın dağlara bakarken.

bu uçmayı bilmeyen kuşlar, sevişemeyen orospular

ve halk düşmanlarıyla iktidar çok… ne kadar köprü varsa hepsinin altındayım

uzat şu ateşi gömleğimi göğsümden ateşle

çıkartmalıyım

şuramda hala soğumayı bekleyen bi’şey var

ölürsem geçer.

 

‘Papyrus’

spesifik yaklaşımlar…

..ve tutundu, tüm gereksizliklerine; aslında tutunduğu  – öyle sanmadığı – kayıplarıydı. Ayaklarının altından kaydı dünya; görebiliyordu, görmek için geceleri uzun kılan sayısız unuttuklarını. 

– Kaymağınızın altına ekmek kadayıfı alır mısınız ?

– Sade, lütfen..

Çevremde minnet duymamı bekler gibi ağır suretleriyle kıpırdamadan duruyor eşyalar. Herbirinin nereden ve nasıl geldiklerini anımsıyorum. Mobilyalarım, minderlerim, halılarım, masam, sandalyem, kitaplıklarım.. Kitaplarım.. Uzun bir ömür geçirdik sizlerle, bazen sinirlerim bozuldu, sizlerden aldım yedek parçaları, onarıldım.. Bazen mutlu oldum, süsledim sizleri, temizledim. Herhangi birinizden vazgeçmem gerektiği anlarım oldu, yeniler katıldı bazen aranıza; sizleri tanıştırdım, kaynaştırdım.. Gidenlerden milyon kere özürler diledim, gittikleri yerlerde huzurlu olmalarını sağlayamadım – kalanların bundan hiç haberi olmadı – Olamazdı da, yalanlar söyledim.. Bir sona doğru yaklaşıyorum artık, benden sonra sizler ne olacaksınız bilmiyorum; bilmek istemiyorum. Baki kalacak o kadar çok şey varki aslında, duvarlara işleyen tıkırtısı daktilomun, dolapların kapaklarını açıp kaparken çıkan sesleri, parkelerin halılara işleyen gıcırtısı, saçma sapan yumrukladığım, saçma sapan okşadığım masamın, zamanla deforme olmuş ve ayrışan profillerinden çıkan ses; sandalyemin beni taşıyorken çektiği sıkıntı sesleri, usul gıcırtıları.. Sizleri size bırakacağım, tek mirasım bu. Gittiğim yere gelemezsiniz, orada sizlere ihtiyaç duymayacağımı söylüyor tüm kutsal yazımlar. Ben onların yalancısıyım. Görmelerimi bırakıyorum sonra sizlere, size her bakanda göremeyeceğiniz üzere. O zaman anlayabileceksiniz, sizlere nasıl baktığımı, sizlerde gördüklerimi. Tüm görünmezler bir kenarınızda yığılı duruyor şimdi, dijital bir veri bankası gibi. Ben istediğim görüntüyü alabiliyorum oradan, size bırakıyorum bu spesifik yaklaşımları; giderken.. Yapabileceksiniz, ben gittiğimde; sizlerde.
Bazen güdümlü çağrışımlar oluşacak yüzeylerinizde, herhangi bir parçanızda da. Öyle çok dokundum ki sizlere, bunları silmek öyle çok olanaksızki, öyle çok dağıldıki her zerrenize. Anımsamak istediğinizde kısa yolculuklar yapacaksınız içinize; orada bekliyor olacağım sizi suratımda aptal gülümsemelerle.. ..ve belki yine, ve yine..
Retorik söylemler istemiyorum, kalıplaşmış veda sahneleri, kafiyeli gözyaşları istemiyorum ardımdan. Rahat bırakmalısınız tüm geçmişi, adından sıkca sözedilmesi gereken herhangi bir “fiil” olmadı hayatımda; yazmak dışında.. Onu da tarif edemezsiniz sizler zaten. Hatalı ve beceriksiz göründüm uzun zamanlar, bu oyunun içine hiç düşünmeden daldınız; bunu sağlayabildim sizlere. Kendi’nizle geldiniz sonuçta bana, arınmış, huzurlu.. Sizleri şekillendirdim, herhangi bir aparata ihtiyaç duymadan. Öylesine bencildim. Görmezden gelinmek her zaman kolay olmuştur bana, her zaman görmezden gelinerek ulaştım en az’larınıza. Şimdi herşeyi biliyorum, herşeyi bilmiyorsunuz siz. Bana yalan söyleyemediniz asla, asla yakalayamadınız benim herhangi bir renge boyadığım  herhangi bir yalanımı.. Sizler, ben; güzeldi hep olması gerektiği gibilerin sınırlarında; tam istediklerim üzere..

Sigaramın dumanı, kalsana içimde. Ne çıkarsın atmosfere, ne diye uzaklaşırsın git gide. Belirsizliğin yakıştığı bir sevgi, seninki. Derinlerden gelen cılız bir piyano sesi, bir kapı gıcırtısı.. Evreni yorgan çekip üzerime, kendi haline bırakıyorum yıldızları; yorgunum artık kağıt üzerine yağmalara, yaratmalara.. Korkutucu olabiliyor bu talan altında, yaratmalar.. Ucube, şekilsiz, milyon şiir; kalsanıza içimde.. Ölmeden önce çarptırıldığım yaşam cezası, ölümün bir anne gibi emzirdiği göğüslerinin bir yukarı bir aşağı iniş-çıkışları, hiçbir lahzasını kaçırmadan izleme telaşı, adaşı hayat.. Yanıma gelip alnımı okşamalarında, uyuyor-muş gibi yapmalarım; öpmelerinde tepkisizliğim, dudaklarım buz.. Yaklaşıyor olmalı, ayakbileklerime dek çekildi kanım; gel-gitler sahfasındayım. Ayaklarım buz, ölüm ışık, ölüm git, ölüm gel.. Sonsuz gibi görünen bir yaşama zamanının bitiş çizgisi, ama ışık ölüm; bu sadece ruhumun karartma oyunları, ama ışık ölüm, bitiş çizgisi ufkun altında sadece, upuzun, incecik, simsiyah.. Göğün, toprakla öpüştüğü, kararma noktası.. Geliyorum..

Kürtaj yaptırdığım hayallerime yaklaşıyorum yol üzerinde, herbiri beni bekliyor. Doğmalarına ramak kala, canımı yakıyor boşverişler, oysa yoklar; onlarsa yoklar, yaşamadılar.. Ama öylesine kanlı, canlılar.Sahipsiz kalmalarını istemediğimdendir, kaldılar, doğmadılar; sahipsiz kalmışlar.. Nasıl üzgünüm bilsen..

Yanımdan geçtiklerini hissettiğim yüzleri olmayan gölgeler, bazıları çok kollu devler, bazıları ağaçlar, bazıları yengeç.. Toprağın alnında, güneşin vurup çıldırttığı, yeni patlamış mantarların kokuları; çimenlerin içinde neşeyle dolaşan solucanlar, baskın bir yenilenmişlik havası.. Geçtiğim heryer bir anda siyah-beyaz. Ardımdan gelmiyor sen-li, siz-li, ben-li herhangi bir şey. Yürüdükçe çöküyor yol – durduğumda – ardıma baktığımda yenileniyor tüm doğa, renkleniyor telaşla. Ağaçlar, solucanlar, yengeçler, yüzler; sadece gölgesizler.. Tüm olasılıkların dışında, yargısız ve köşeleri yuvarlak zamanlarla, ufka doğru yürüyorum, ardım sıra yıkıla yıkıla. ..ve ölüyorum, içten içe.

– Seni tanıyor muyum ?

– Tanımak istemiştin, bir zamanlar.

Havuz vardı, birkaç şezlong sonra, kum sonra; gemi vardı havuzda, devasa.. Ellerini çırptığında büyük bir dalga aparırdı yüzeyden, yıkardı bizi ruhlarımıza dek. Ellerini çırptığında, kirlenmiş olduğunu anlardı tanrı; ve izin verirdi ruhlarımızın yıkanmasına. Oysa nasılda “ben” leşirdi herşey kısacık an içinde, tüm fiil köklerinin sonunda nasıl sırıtırdı iyelik ekleri. Kendinden geçerdi tüm sahiplenmeler, sonu olmayan bir zirveye doğru tırmanırdı yabanıllığı insanın. Tanrının tanrısallığıydı aslında bu izin vermeler. İnsanın kafası almazdı, almasıda ne derece gerekliydi, umursanmazdı. Orta ölçekli bir havuz, büyük ölçekli bir dalga yaratsa bile, önemli olan sadece sonuç olmalıydı; bu yetersizliğin ironisinde. Sonra alkışlarlardı, çevreye göre davranılması sıkı sıkı tembih edilmiş çevreleri tarafından. Doyurucu bir hissiyat olabilirdi, ama boştu dışkısı, yoktu posası. Hislerin sindirildiği her nokta önceden tasarlanmış bir “ol” bilinci içinde ağır ağır oluşurdu. İnsan sanrılarının esiri, insan kayboluşun eseri; insan tanrının umudu oluverirdi, aniden; ya da öyle sanardı zirveye yaklaşan..

Düşsel

enginarın bile bir kalbi var…

‘ve bu mermer insanlar nasıl olur da
romatizmadan bahsederler?’
Birhan Keskin
 
‘bir süredir bu yaşananlar bir kabustur, bir cinnettir diye bekledim.. evet herşey geçecekti… biraz beklesem… biraz sessiz kalsam sesleri, olanları, evreni duyabilmek için.. herşey geçecekti.. çünkü sessizlik bir çeşit duadır kimi zaman.. ama nafile.. ne gördüğüm kabustan uyanabildim.. ne de sessizlik bu defa işe yaradı…  hergün yeni bir olumsuz haber eklenerek hayatım  korkutucu bir hal almaya devam ediyor.. dünyanın tüm olumsuzlukları sanki şu son 6 ay içine sığdı.. dünya değiştiriliyor.. dengeler değiştiriliyor.. kaddafi linç ediliyor.. ölü bedeni taciz ediliyor.. haremlik selamlık olarak ölü bedeni ziyaret ediliyor. !!  libyaya özgürlük geliyor !!!!!! viva özgür libya …!!!!
sonra askerlerin ölümü geliyor.. bir kin ve nefret dalgası daha yükseliyor.. kin ve nefret saçanlara sormak isterdim.. o askerlerin sırtından üniforma çıktığı zaman hanginiz onların, açlığının, yoksulluğunun farkındasınız.. yolda yanınızdan geçtiğinde belki hiçbiriniz yüzüne bakmayacaktınız.. kendi tahtınızdan o yoksul çocuklara bakmak zordur be.. başınızı çevirmek bir enerji ister..  itiraf edin..  insan oldukları, için üzüldünüz mü hiç ?.. bir sevgilileri olduğu, anne ve babaları kardeşleri, evlatları  olduğuna üzüldünüz mü hiç..? barış için kardeşlik için, onlar ölmesin diye ne yaptınız ?  üzgünüm bir kere daha..

sonra kalbimizin doğusunda .. van’da kardeşlerimiz ölüyor..  depremle ilgili gücümüzü, potansiyelimizi görmek ve egomuzu şişirmek için kabuledilmeyen dış yardımlar. sonra potansiyelsiz olduğumuz anlaşılınca kabuledilen dış yardımlar.. yağmalanan kamyonlar için “bunlar zaten vahşi ve barbar bakın yardımlar yapılıyor ama nasıl da yağmalıyorlar” diyen sesler..
-diyorum ki büyük mağazaların, elektronik marketlerin indirimlerinde birbirini ezen, yiyen siz yoz beyinler, kibarlar, vahşi olmayan uhrevi kişilikler…. yoksunluk, yoksulluk ve açlıktan korkun !.. yoksun ve yoksullardan korkun !.. bu kamyonların yağmalanmasına, fırınlardan ekmek çalınmasına dua edin.. çünkü bir gün gelecek sizi yiyecek yoksulluk..  
siz insanların kardeşliğini, eşitliğini kabul edene kadar, barış içinde yaşayan bir dünyayı gerçekten isteyip bunu dile getirene kadar,  o steril hayatlarınızda sizin hiç görmek istemediğiniz kirli suratlı sokak çocukları, açlar, ezilenler, yoksullar, hırsızlar hep olacaktır.. üzgünüz bunu size hatırlatmak gerek arada sırada.. çünkü pembe gözlüğünüz hala gözlerinizde.. çıkardığınızda dünyanın kırmızı alevlerle yandığını göreceksiniz..
 
tek tesellim bu kadar olumsuzluk içinde ışıl ışıl parıldayan insanlar olduğunu görmek.. deli gibi yardım etmeye çalışan, kardeşlik için uğraşan, her görüşten, fikirden insanlar.. ama merhametli, vicdanlı, bebeklerin ölümüne oh demeyen, bundan haz almayan insanlar.. onlar insanlar..  ve o kadar çoklar ki.. 

Birhan keskin öteki şiirinde,  iyi insanı tanımlarken, ben de hala başka bir dünya mümkündür

belki de diyerek öpüyorum bütün iyi insanları kalplerinden.. sevgimle…’

 

‘Taflan’

 

‘Siz nasıl da menekşe gözlüsünüz onlarsa hep aç gözlü !
Ah siz ölümsüzsünüz dünya üstünde, onlar ölümlü..
Ve siz nasıl da güzel kokuyorsunuz, insanın hası ..
Onlar kenarda kirliler; onlar atık, onlar sası !’


Birhan Keskin (Y’ol – Öteki)

L’hymne â l’amour

Bu notalar sen-in

Gerçi sen sıralamadın bunları ard arda,

ama seni en iyi ne anlatıyorsa bana,

yer ediyor zihnimde.

Ne denli karmaşık olursa olsun,

ne denli telaffuz edemesem de ezgiyi;

Ezberim..

 

Yaktığın ve söndürdüğün tüm yangınları,

ve külleri yanılgılarının..

Ayak izlerinin çukurlarında oluşan,

onca okyanus;

onca gökkuşağını bir anda var eden ellerin;

ve bakışlarının insanların akıllarına kazıdığı saçma edinimler.

tebessümler,

umutlar,

hırslar..

 

Dondurma külahı zamanı mutluluklar,

derinleştikçe incelen..

Soğuk ve tatlı hissiyatlar,

derinleştikçe ısınan, hayasızlaşan avuçların.

Sırtında tırnaklarının izi kalmış bir hayatın.

Tırnaklarının arasında bir meleğin kanı,

yasak bir elmanın yarısı…

 

Sana bulanmak git gide.

Yalnızlığımı görmek pusunda zamansızlığın.

Titreyen göğüslerini öpmek,

kavrayıp başını, kalbime gömmek.

Parmak uçlarında yaşamak !

 

Bu saz…

Bu nukteler…

Bu isyan…

Bil ki teninde tek bir damla ter olamaz;

umuda dair ne varsa eskiden yaşanan…

 

Hadi kınına sok öfkeni !

Bu notalar senin..

Tüm anlamsız iç çekişlerimin,

ardındaki anlam.

Tüm sensizliklerimin tanığı,

tüm tanıdıklığımla hayatı.

Ne kadar boş bıraktın oysa beni,

incecik su tozu öpüşlerin, özlediğim..

Lirik, nemli..

 

Ayak seslerini taklit etmeye çabalayan onca obje,

öyle sanma zamanlarım,

onca yalnızlık yordamları.

İnadına nikotin,

inadına umut.

Söz geçiremediğim yüreğim.

Bu düş kapanı !

 

Bu notalar senin;

Doğuran sensin,

yücelten !

 

Ruhun..

Etin…

Kemiğin..

Kanın…

Böylesine mükemmel uyumu..

 

Bu notalar senin için  !

‘Düşsel’

(Nisan 2007)

‘POST MORTEM – MORG GÖREVLİSİ..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kötü günler geçiriyoruz.. insan olanın acıdan, üzüntüden yıkıldığı günler.. felaketler her şeyin üzerini örtüyor.. felaketler karşısında insanlar (iki üç yaratık dışında) birleşiyor, kardeşleşiyor.. kardeş olabilmek, kardeş kalabilmek için illa hep başımıza belli felaketlerin mi gelmesini beklemeliyiz.. felaket gelmeden başımıza birbirimizi yemeye, birbirimizi yok etmeye devam mı edeceğiz.. farklılıklarımıza neden tahammül edemiyoruz.. ve yönetenler neden hep sadece kendi taraflarının tek haklı olduğunu düşünüp ona göre yönetirler.. bu ülke de her dönem böyle olmuştur.. sadece bu iktidarı suçlamıyorum.. neden suçlu insanlar hep cezasız kalır.. neden 1923 yılından beri hatalı olan kamu görevlisi ya da bakan ya da bilmem kim istifa etmez.. neden onu hep korurlar.. batı ülkelerinde ya da japonya’da böyle mi olur bilmiyorum.. neden onur sıkıntımız var bizim.. onurlu insanlar gibi hatalıyım demeyi neden bilmeyiz.. bu ülke neredeyse felaketler cumhuriyeti adını alacak.. darbeler ülkesi, felaketler ülkesi.. bize benzer ülkeler vardır fakat bizim kadar olanı yoktur eminim..

neyse bize benzer ülkelerden birisi olan şili’den bir film epeydir arşivimde beni bekliyordu : ‘post mortem..’ malesef her zaman film adlarında olan kötü çevriler ya da seçimler diyelim burada da başımıza geliyor.. türkçeye ‘ölüm sonrası’, ‘morg’ ya da ‘otopsi’ diye çevrilse daha iyi olacağı halde filmin adı türkçeye ‘morg görevlisi..’ olarak çevrilmiş.. ne yapalım filmlerin ‘kaderi..’

filmimiz ‘post mortem’ tabi benim iran sinemasından başımı kaldırmamı bekliyordu.. geçenlerde mekanda tek başıma otururken onu araya sıkıştırmaya çalıştım.. geceden kaldığım için sıkı bir kahvaltı yapmaya da çalışıyordum.. neyse film bir başladı, kahvaltı mahvaltı da kalmadı.. şimdiden uyarıyorum, reçete gibi olacak belki ama bu filmi yemek öncesi, yemek sonrası ya da özellikle yemek sırasında izlemeyin.. yan etkileri çok fena.. bulantı, kusma, iştahsızlık, baş dönmesi kesinlikle yapar bu film ona göre ayağınızı denk alın, hatta bugünlerin moda ifadesiyle yazayım ‘haddinizi bilin’ filmi izlerken.. yoksa ne o gün yemek yiyebilirsiniz ne de yediklerinizi midenizde tutabilirsiniz..

film bir zırhlı aracın altına yerleştirilen kameranın verdiği görüntüyle başlıyor.. zırhlı araç hızla boş ve uçuşan çöplerle, kağıtlarla dolu yolda ilerliyor.. zırhlı aracın gürültüsü insanı ürkütüyor ve filmin kara havası hakkında sizi uyarıyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

   

 

 

filmimizin kahramanı 55 yaşındaki mario, bir morgda otopsi sekreteri olarak çalışan kendi halinde bekar birisidir.. tek başına yaşayan mario’nun hayatının tek eğlencesi karşı komşusu kabare dansçısı nancy ile ilgili hayaller ve fanteziler kurmaktır.. nancy’nin çalıştığı kabareye sık sık giden mario bir gün yine gittiğinde nancy’nin dansçı kızlar arasında olmadığını fark eder ve hemen kulise iner.. orada kabarenin patronu ile nancy arasında gelişen diyaloga şahit olur.. nancy aşırı zayıflığından dolayı kabareden kovulmuştur.. kabareden birlikte ayrılan mario, nancy’i içinde kaldıkları şilinin o zaman ki özgürlükçü sosyalist başbakanı allende yanlısı bir gösteri arbedesinde kaybeder.. arabadan inen nancy göstericilerin arasına katılır ve kaybolur..

mario hayatına devam eder.. akşamları bir yandan sabahtan akşama kadar katıldığı otopsilerle ilgili el yazısıyla tuttuğu tutanakları daktiloya çekerken bir yandan nancy’nin evini gözlemeye devam eder.. mario’nun hayatı bundan ibarettir.. otopsilerde önünde her gün insan bedenleri kesilirken, soluduğu ölü bedenlerin kokusundan mario’nun ruhu da, rengi de tıpkı ölü bedenler gibi bembeyazdır.. dış dünyaya, politik gelişmelere duvar gibi duyarsız gibi görünmekle beraber aslında çevresini çok iyi gözlemlemektedir.. sabahın başlamasıyla ölü bedenleri kesen personeller öğle yemeklerinde toplu halde iştahla yemeklerini yerken mario, nancy gibi iştahsızlaşır.. güncel politik gelişmelerden, yaklaşan darbenin ayak seslerinden bahseden personel profesörler dahil birden gaza gelip hep bir ağızdan vietnamlı devrimci ho chi minh için yazılmış marşları söylerler.. mario sadece boş, donuk gözlerle iş arkadaşlarını izler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bağıra çağıra geliyorum diyen darbe sonunda 11 eylül günü tüm vahşetiyle gelir.. mario tankların sokaklarda yürüdüğü sıralarda her şeyden habersiz banyosunda kulakları tıkalı halde banyo yapmaktadır.. oysa o sırada nancy’nin evine baskın yapılır.. aynı zamanda solcuların devamlı bir araya gelip toplantı yaptığı ev bombalarla, tüfeklerle yerle bir edilir.. banyodan çıkan mario pencereden nancy’nin evinin halini görür ve hemen nancy’nin evine koşar.. sokaklar bomboş ve ölüm sessizliği vardır.. nancy’nin evinde nancy’nin yaralı köpeği dışında kimse yoktur.. köpeği alan mario hemen evine döner.. kendi arabasını nancy için kabarenin sahibine nancy’nin kabareye dönmesinin diyeti olarak veren mario nancy’nin abisinin arabasıyla köpekle beraber işe gider.. iş yerinin önü bu sefer çok kalabalıktır.. yakınlarından haber almak isteyen bir sürü kadın kapının önünde beklemektedir.. içeriye çantayla köpeği sokan mario içerideki rütbeli, rütbesiz onlarca askerler birlikte koridorların bir sürü cesetle dolu olduğunu görür.. önce gizlice içeriye soktuğu nancy’nin yaralı köpeğini tedavi etmeye çalışır.. yaralarına pansuman yapar. sonra yanında çalıştığı profesörün yanına giderken çalıştıkları kurumun yönetimini devralan asker bozuntusuyla karşılaşır.. donuk bir sesle askerin ağzından ‘bugünlerde çok çalışmanız gerekecek ve bu kurumun bir şekilde çok çalışmasını sağlayacağım’ lafı çıkar yılan tıslaması şeklinde..

ve mario’nun hayatı tam bir kabusa dönüşür.. bir yandan nancy’nin ailesiyle birlikte ortadan kaybolması ve bir yandan da otopsi için getirilen katledilmiş binlerce ölü bedenin otopsisiyle boğuşmaları mario’nun hayatını çekilmez hale getirir.. otopsilerin usulü bile değişmiştir.. cesetlerin sadece isimlerini, yaşlarını ve üzerlerinde kaç kurşun deliği olduğunu küçük kağıtlara yazmaları emredilir.. iş arkadaşları arasında isyan edenler en sert şekilde ölümle korkutularak tehdit edilir postallı şerefsizler tarafından..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bir gün eve döndüğünde mario’nun yanındaki köpek birden nancy’nin evine koşar, evin müştemilatına doğru giden köpeğin peşinden giden mario kapıyı açtığında orada saklanan nancy ve nancy’nin kaçamak yaptığı solcu arkadaşını yan yana  görür.. günlerdir ölü bedenler arasında nancy’den bir iz arayan mario hem sevinç hem de hayal kırıklığını bir arada yaşar.. ilk şoku atlatan mario, nancy ve arkadaşına her gün yemek, haber ve istedikleri şeyleri getirir..

bir gün nancy’nin babasını da morga gelen cesetler arasında gören mario şaşkınlığını atlatamadan gizli bir görevle üç kişilik ekip halinde başka bir mekanda özel bir otopsiye askerler tarafından götürüleceklerini öğrenir.. ve esas filmimiz orada başlar..

gittikleri mekanda girdikleri salonda darbeyi yapan  ‘pinoche’ şerefsizi dahil tüm askeri erkan hazırdır.. otopsi grubunun bayan elemanı otopsi aletlerini yavaş yavaş çıkarırken kamera üzeri açılan cesede yönelir ve ekrana darbeyle devrilen özgürlükçü, sosyalist başbakan ‘salvador allende’nin tanınmaz haldeki bedeni gelir.. ülkesinin tam bağımsızlığı ve özgürlüğü için politikalar uygulamaya çalışırken darbeyle devrilen ve akabinde başkanlık sarayında şüpheli bir şekilde ölen salvador allende tüm heybetiyle vicdansız askeri heyetin önünde yatmaktadır.. üç kişilik otopsi ekibi değişik duygular içinde ne yapacaklarını şaşırırlar ve ilk tepkiyi duygusuz, ruhsuz olarak görünen mario verir.. önüne konulan daktiloyla yazamadığını söyler ve yerine bir asker emirle oturtulur.. mario donuk gözlerle otopsiyi izlemeye devam eder..

dediğim gibi sslında film burada başlar.. gırtlağınıza oturan bir yumruk, gözlerinizden akmaya çalışan gözyaşlarıyla boğuşarak izlemeye çalışırsınız filmi..

2010 yapımı bu filmin ilginç bir yanı da darbe günlerinde intihar ettiği öne sürülen ancak kimi kaynaklarca askerler tarafından katledildiği söylenen salvador allende’nin ölümünden 38 sene sonra 2011 mayısında mezarının açılarak tekrar otopsisinin yapılacağı günlere denk gelmesiydi..

binlerce devrimci ve solcunun katledildiği veya kaybedildiği 11  eylül 1973 şili darbesini bir kez daha lanetlemek ve en önemlisi büyük devlet adamı salvador allende’yi anmak için bu filmi mutlaka izleyin..’

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmin Künyesi :

Yönetmen: Pablo Larraín

Senaryo : Pablo Larraín

Oyuncular: Alfredo Castro, Antonia Zegers, Jaime Vadell

Yapım : Şili-Meksika-Almanya,

Yılı :2010,

Süresi : 98 dakika..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmden replikler :

 

nancy : ne iş yapıyorsun komşu..
mario : memurum..
nancy : peki beni neden buraya getirdin..
mario : hava atmak için..
nancy :  bana niye hava atmak istiyorsun ki..
mario : kişisel sebepler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

nancy : ‘ordu benim babam ve kardeşimden ne istiyor, biz kendi halinde insanlarız..’

 

‘insan kalmaktır zor olan…’

‘aklım almıyor.. dünden bu yana o kadar şaşkınım ki.. konuşulanlar, yazılıp çizilenler.. kanım duruyor, beynim donuyor ve insan olmaktan duyduğum utançla kusuyorum. herkes insan doğuyor ama, herkes insan kalmayı beceremiyor.. merak ediyorum böyle insan olmaktan uzak düşmüş insanlar gerçekten insan mı? ki onlar insansa ben değilim.. olmak da istemiyorum.
 
şu geldiğimiz nokta da neyin nesidir kavramakta güçlük çekiyorum. kardeşi kardeşe vurduruyorsun, ardından onlarca insan ölüyor.. daha ben bunun şokunu üzerimden atamamışken, benim ırkıma ve dilime laf uzatacaksın. sen kimsin ulan.. kim. senin yüreğinde taşıdığın da acı mı, sen benim gibi mavilere karalar bağladın mı ? sonra bu acı yetmezmiş gibi geçip gözlerimin içine baka baka; soykırım yapıp bunların hepsini katledeceksin. ne demek bu.. sorarım size. binlerce yıldır bu topraklar üzerinde insan gibi kalmaya direnen insanları linç edeceksin, onları bu vatandan sürecek ya da katledeceksin öyle mi… orda duracaksın işte.
 
soykırıma falan gerek de yok arkadaşım. geldiğimiz nokta bunun beterini gösterdi bize. van’da olan depremden rant sağlamaya çalışan o şahsiyetsiz yaratıklara sesleniyorum. siz haddinizi bilin.. kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. sen kimsenin ırkına laf uzatamazsın. sen kimsenin acısından mutluluk resimleri çizip de geçip karşısında mutluluk naraları atamazsın, çünkü sen insansın ve insan olan durup düşünür. bu topraklar üzerinde oynanmaya çalışılan o faşizan oyunlara hiçbirimiz gelmeyeceğiz. tam aksine asıl şimdi birbirimize sarılacağız. günlerdir darmadağınım, içim yanıyor, bedenim iflas etmiş durumda, ruhum kendini çeperliyor her nefeste. bu kadar mı uzak düştük biz insan olmaktan, peki ama ne zaman ve nerde yitirdik biz bu değerleri. yazık… çok yazık.. sözün bittiği yer sanırım tam da burası.
 
orada burada okuduklarım gerçekten utanç verici. insanları ya da o insan kılığındaki yaratıkları görmemek için gözlerime perde asıyorum bundan böyle. duymamak için gece gündüz kulağımdaki müziğin sesini yükseltiyorum. tıkıyorum ruhumu yaşama ve susuyorum ve acıyla ve utançla izliyorum sizleri. ilahi adalet öyle mi, iyi olmuş öyle mi, taş üstünde taş kalmasın öyle mi… orda sadece doğulu vatandaşlarımız mı var, bizim orda okuyan çocuklarımız, gençlerimiz yok mu, memurlarımız, öğretmenlerimiz, askerlerimiz.. onlara ne olacak. siz böyle söylemlerle mi insanlığınızı gösteriyorsunuz. böyle mi insan kalmaya direniyorsun. şu aşamada bile kendim için insan diyemiyorum. insan kalmaya direniyorum, diyebiliyorum. neden insanlığımdan utandırıyorsunuz bizim gibileri.. nedeeeen…
 
hadi bu insanlar cahil, hadi bu insanlar okumamış, görmemiş.. peki ya milyonlara hitap eden o ulusal kanalların spikerleri.. sizler de mi okumadınız, sizler de mi hala cahilsiniz.. şey pardon, her okuyan insan değildi dimi.. sen insanların bilinçaltına yavaş yavaş faşistlik tohumları ekemezsin. sen insanları doğulu batılı diye bölemezsin. sen önce haddini bil.. aptalsın ulan. ağız dolusu küfrediyorum senin gibilere. çünkü aylakdaşımın dediği gibi elimden yalnızca bu geliyor. elimden gelenin fazlasını da yapmak isterdim ama, seni sadece şikayet etmekle yetindim. umuyorum ki gereği yapılır da seni ve sizin gibileri o ekranlarda görmeyiz… dünya insanı olmayı öğreneceksiniz.. öğrenmek zorundasınız.. yoksa sizinle birlikte hepimiz gömülüp gideceğiz. dünya insanı olun ve insanları kategorilere ayırmadan, dil, din, ırk, cinsiyet ayrımı yapmadan herkese eşit şekilde sarılın.. yoksa insanlığından şüphe ederim.
 
insan olmak değil, insan kalmaktır zor olan. lütfen durup bir kez daha düşün. ve ruhunuz bedeninizde mi diye yoklayın…’

‘Mavinin Çığlığı’

insan olun…

‘depremle sarsılan insanlara ‘iyi ki olmuş, haddini bilecek herkes’ diyen faşistlere ‘insan’ olun lan çağrısıdır bu… insan olun…’

 

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Hayvan olmak istiyorsan olabilirsin elbette. Bunun için insanlığın acılarına sırt çevirmen ve yalnız kendi postuna özen göstermen yeterlidir.” – Karl Marx

aslında…

Aslında…

Aslında…

Aslında…

Aslında kendinde değil hiçbir şey eskiden olduğu kadar. Her şey amansızca değişiyor, değiştikçe aslındalıkları başka aslındalara yaklaşıyor; karmaşıklaşıyor…

Telaşla maskeleniyor insanlar, aslındalarının kimin aslındasına yaklaştığına  bile dikkat etmeden, toplum olabilmek adına, içlerinde kendilerini haklı çıkaracak bir çok yalanlarıyla maskeler ediniyor her insan. Aşklar kartpostallarda kalıyor, aslında sadece para kazanmak adına üretilmiş, duygu similasyonları saçma sapan kartpostallar…

Karşısında otururken unuttuğun duygularına dem vurup altlarında ezilmene olanak tanıyan büyük aşk filmlerindeki figüranlara bile “şanslı” gözüyle bakan, aslında biraz çabalasaydı, teğet geçtiği aşkların izlediği senaryolardan daha büyük olabileceğini hiç düşünemeyen, maskeleri altında, ihtimaller kenarında dümdüz yürüyen insanlar…

“Sevişme” sözcüğünü duyduğunda yüzü kızaran, gözbebekleri büyüyen, dudaklarını ısıran; aslında gecelerce hayaletlerle sevişen çoklu, pek çoklu yalnızlıklar…

Yanında duran kadının bir zamanlar ayak bileklerine bakarken bile doyumsuz hazlar duyduğunu anımsarsın, sonra şimdine dönersin ve farkına varırsın o an sana sadece ihtiyaçlarını taşıyan kemikler olduğunun.. ve senin yanından, güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, geçmişinde uğrunda ölebileceğim şey diye ifade edebilmeye cesaretinin olduğun kadını, ona sahipken, aptal bir senaryo sürecinde bunları hatırlıyor olman ne acıdır. Aslında ne acıdır ki tüm bunları bir çırpıda okuyuveriyorsun. Belki de düşünüyorsundur, tahminim bundan ileri gitmez. Ya da gidebilir mi ?  Çamurlar içinde yaşarken kendimizi teselli edecek bir ahlaki zemin bulmamız bazen zor olabiliyor, değil mi ? Bak yine yanındakine dönüyor konu dönüp dolaşıp, yahut ben dönmesini istiyorum. Toplumsal yaşama o kadar adapte olmuşuz ki, ihtiyaçlarımızı o kadar kapsamlı hale getirmişiz ki, en ufak bir sarsılmada depresyona giriyoruz. Kurduğumuz zincirlerin etrafımızı sardığının farkında değiliz. Kırılan ilk halka bir anda kendimizi çırılçıplak hissetmemize neden oluyor üstelik. Sonra profesyonel destek.. Seni tanımayan, sana sadece kitap sayfaları ardından bakan, kirpiklerindeki nemin senin için ne anlama geldiğini bilmeyen ( ki bilmek isterse bile kendini görebilme, kendi aşımsız sorunlarını anımsama riskine giremeyecek ) kendini daha iyi hissettiğin, şirin şirin kutucuklara, minik şişelere konmuş ilaçlara, haplara ulaşabilmen için imza yetisine sahip bir profesyonelden gelen yardım. Külahıma anlat, sen anlatırken ben de lavaboya gideyim.

Ne oldu ? Neden yaptın bunu ? Külah o sadece. Seni anlamasını nasıl beklersin. Ne bu saldırganlık ? Onun bir kişiliği yok, hoş olsa bile ısırmandan sonra seni anlamak istemez ki zaten. Bırak külahımı ısırma !

Yanındaki..

O işte..

Bir gün yanında olmayacağını düşündün mü hiç ?

Elbette düşündün. Sonra korktun ve kaçtın. Hatta işyerinde arkadaşının anlattığı fıkrayı geri koydun bilinç üstüne, aklının geri dönüşüm kutusundan alıp. Fıkra ilgin bittikten sonra da dolaptan kola almak için kalktın. Dolaba giderken illa ki gözüne başka bir şey çarpar ( ki çarpması için veya kendi içinde konuyu değiştirmek için tüm duyuların açıktır ) ve unutuverirsin. Uzun bir süre unutmayı da başarırsın.  Özel bir tarihe kadar mesela. Hani hep unutmamak için ufak kağıtlara yazıp cüzdanının “zula” sına sakladığın özel günler. Benim gibi arkasına hesap bile yapmışsındır belki, hesap yapman gereken bir durumda “müsvette kağıt” bulamadığın bir anda.. ama benim farklı tabi. Dolaptan kolaya almaya giderken unutmaya çalışmama fırsat vermedi “O’nu kaybetme” hissiyatı. Çünkü O’nu kaybettim ben. Yani bu cehennemin tadını biliyorum.

Yanındaki cenneti kaybettiğinde, ne dolaptaki kolayı, ne de arkadaşının fıkrasını hatırlamaya takatin kalmayacak. Ve hiç takatin kalmayacak radyatörün bile güzel görünmesi için danteller ören o “güzel insan” ı özlediğini birilerine anlatmaya.. Sevişme sözcüğünün utanılacak bir şey olmadığını anlayacaksın. Aşkı anlayacaksın kısaca…

Külahımı bırak, git ‘o’na sarıl…

Onu kaybetmenin bıçak sırtı olduğunu anlat.

Ki bilmezsin aslında;

Aslında ne olduğunu bu cehennemin…

Aslında bunları yazmayacaktım, hiç karışmayacaktım sana, ne bileyim. Zaten yanında bile değilim; yanında olsam da sana yandaşta olmazdım aslında. Soğudum anlıyor musun ? çevreme baktıkça da soğumayı abartıyorum, donuyorum. Hep tedirgin sabahlara uyanıyorum ve gülümsüyorum her şeye. Gülümsemekten başka izah bulamıyorum yaşananlara. Dümdüz gidenlerden olmamak adına önüme çıkan her yola sapıyorum, her yöne açığım, dönüyorum, dolaşıyorum, zamanla oyunlar oynuyorum, gülümsüyorum… Her köşe başında sobelesin istiyorum hayat beni. Ama olmuyor, bu dehlizde çırpındıkça daha da dibe vuruyorum…

Aslında…

Aslında…

Aslında, bunları üzül diye söylemiyorum, ajitasyon da yapmıyorum. Sadece yarın kaçırdığın otobüslerden, unuttuğun özel günlerden, ayaklarının aşındırmadığı yollardan, dolabındaki koladan, saçma sapan fıkralardan merhamet dilenme diye söylüyorum… cehennemde sadece ateş yok, bil istiyorum. En büyük ateş tenini yakan değil, kalbindeki ufak kıvılcımlardır diyorum. Sarıl diyorum yanındakine, benim yapamadığımı yap istiyorum. Çünkü maskelerimiz altında can çekişen, hiçleriz biz. Birilerinin birilerine bağlı, birilerini birilerine bağlamaya her daim hazır bir sistemin “feda edilebilir” üyeleriyiz biz. Görünen hiçbir büyük resimde yok suretlerimiz. Hiçbir resimde o kadar büyük görünmüyor küçülmelerimiz…

Aklının unuttuğun köşelerinde birer biblo gibi duran şeyleri hatırla, buruşturup attığın hayallerini. Ayrı yastıklardayken başlarınız, henüz sahip olamamışken varlığına neler düşündüğünü anımsa. Anımsa ki henüz yanında, anımsadıkça yüzünden gülücükler yaratan o insan. Yeni bir kaybedene gülümseyerek yaklaşan beni anımsa. Seninle daha sonra karşılarız. Mesela bir parkta, ben kayıplarımı, sen güvercinleri beslerken. Ortak bir konu bulana kadar İstanbul konuşuruz. Belki çatlamış ellerimden, belki eteği sökük hırkamdan anlarsın kaybettiklerimi ve bana acırsın; bir parça ekmek kırıntısı verip güvercin beslerken bir an unutabilmemi sağlarsın.. Sonra yine İstanbul konuşuruz, bir ortak noktamız olmadığını anlayıp. Anlatırsın içinden “o” na olan şükranlarını bana ve güvercinlere, usulca…

‘Düşsel’