Author Archive

BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA..

01 Ocak 2010, Cuma

‘yeni yıla girdik.. bugün öğleden sonra normalde pek yapmadığım şekilde, adeta yılların yorgunluğuyla, yatağa uzandım.. öylece elbiselerimle birkaç saat uyuyakalmışım.. gözlerimi açtığımda çok tuhaf hissettim.. deyim yerindeyse, yeni bir algılama biçimine uyanmışım gibi geldi.. öyle güzeldi ki.. sessizliğin içinde gözümün önünde flu bir şekilde hareketsiz duran odamın nesneleri beni sonsuz bir şefkatle kuşatıyor gibiydi.. beynimde farklı bir algılama düzeyinin kapıları aralanmış gibiydi.. bir saat kadar daha orada öylece gözlerim açık olarak yattım.. gözlerim flu kitapların üzerinde öylece dolanırken kitaplardan biri usul usul netleşti.. ne zaman aldığımı ya da oraya nasıl geldiğini bile hatırlamadığım bir kitap adeta bir vahiy gibi varlığını bana gösterdi.. yalçın koç’un yazmış olduğu ‘anadolu mayası’.. yalçın koç yanlış hatırlamıyorsam boğaziçi üniversitesi’nde okurken kendisinden bir iki ders almış olduğum biri.. kitabı öylesine okumaya başladım.. 20 sayfa kadar su gibi okudum.. algılarım o kadar açıktı ki.. bu açıklık hayattan öyle derin bir haz almamı sağlıyordu ki.. yaşadığımız hayat ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, onu algıladığımız oranda onu yaşadığımız gerçeğini derinden duyumsadım.. hayat, kendi irademiz dışında bile değişecek olsa algılama şeklimizin de ona bir şekilde ayak uyduracağını kabul etmek lazım.. hayatın bir şekilde yavaşlaması algılama gücümüzü nasıl da arttırıyor.. çok hızlı yaşadığımız için yaşadığım hiçbir şeyin hazzının layıkıyla duyumsanmaması değil, aynı zamanda acı vermesi gereken bir durumun da daha doğru dürüst varlığını hissettirmeden başka bir olay tarafından unutturulması söz konusu oluyor.. algılarımızın keskinliğini arttırmak için hayatımızın temposunu düşürmemiz gerektiği aşikar.. neden yavaş tempolu filmleri sevdiğim ve böyle filmler yapmak istediğimin nedenleri de buralarda yatıyor zaten.. bugün uyandığımda varlığını hissettiren ruh hali, ancak nazlı bir yavaşlık temposu içinde ortaya çıkabilir çünkü..’

NURİ BİLGE CEYLAN

 

‘BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA, KURGU GÜNLÜĞÜ..’, NURİ BİLGE CEYLAN, ALTYAZI Aylık Sinema Dergisi Yayını, Ekim 2011, 40 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(büyük usta nuri bilge ceylan’ın ‘bir zamanlar anadolu’da filmine sinemada hâlâ gitmeyenler için son günler olabilir çünkü yavaş yavaş gösterildiği sinemalarda gösterimden kalkmaya başladı mesela istanbul’da şu anda sanırım sadece iki sinemada oynuyor.. sinemada izleyin 14 oyuncunun 14’üne birden hayran kalın derim, kaçırmayın.. crockett..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yaşasın sinema..

‘yaşadığımız cinnet ortamında bir gün  bana da sıra gelecek diye beklerken sığınaklarımdan biri olan sinemaya iyice boğdum kendimi.. bu aralar  ‘peter sellers, blake edwards , louis de funes, julio medem, fernando solanas’ üzerine çalışma yaparken bir yandan da deli gibi film izliyorum..

kısa filmler arasında gezinti :

sinema üzerine çalışmalarım sırasında sinema emekçisi bir kardeşim tarafından bana verilen onlarca yeni kısa filme de göz atma fırsatım oldu.. gerçekten çok değişik ve zeka ürünü üretimlere rastladım aralarında.. ama çok kötüleri de vardı.. kamerayı çalıştırıp iki sis, bir ışık ve yürüyen bir insan figürü koyup arka planda da bilinen bir klasik müzik ya da tanınmış film müziği çalınca iyi bir film yapacağını sanan arkadaşlar var.. şevklerini, umutlarını kırmamak için isim vermiyorum.. ama izlediğim kısa filmler arasında bir film var ki onu burada es geçemeyeceğim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu film ‘fırat yavuz’un ‘toros canavarı’ adlı kısa filmi.. gerçekten on numara bir film.. özgün senaryosu, tekniği, kurgusu ile çok çarpıcı bir konuya, çok değişik bir yaklaşım getirmiş fırat yavuz.. benim de bir zamanlar gördüğüm anda irkildiğim ‘toros’ marka otomobillerle ilgili bir film.. camları siyah kaplıysa eğer korkunuza korkular katan arabalar.. 1990’lı yılların adam kaçırma, faili meçhul ve gözaltında kayıplarının büyük çoğunluğunun gerçekleştirildiği araçlar bunlar.. fırat yavuz bu konu üzerinden güzel bir senaryoyla çok özgün bir çalışma yapmış.. kendisini buradan kutlarken aylak adamız olarak teşekkürlerimizi sunuyor ve her zaman takipçisi olarak ürünlerinin arkasında ve destekçisi olduğumuzu belirtiyoruz.. izlediğim kısa filmler arasında anlatmak istediğim başka filmler de var ama onlar başka zamana.. şimdi daha önemli uzun metrajlı filmlere geçelim..

‘press’ :

son süreçte izlediğim filmlerin sayısını hatırlamıyorum ama hepsini isimleriyle, konularıyla hatırladığıma göre hep kaliteli, güzel yapımlar izlemişim..

sinemada izlemeyi kaçırdığım sedat yılmaz’ın ‘press’ini o günleri tekrar yaşayarak izledim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sedat yılmaz 1990’lı yıllarda ‘özgür gündem’ gazetesini baz alarak muhalif gazeteci olmanın sonuçlarını yaşananlardan, gerçek olaylardan kesitler sunarak çok güzel bir iş çıkarmış bence.. oyuncuları öncelikle tebrik etmek istiyorum.. en ufak rolde bile özenle çalışıldığı görülüyor.. birçoğunu daha önceki kazım öz’ün ‘bahoz’ filminden de hatırlıyoruz.. ‘özgür gündem’ gazetesinin diyarbakır bürosunda çalışan 7 kişinin başından geçenleri anlatan sedat yılmaz o günlerin ortamını sinemanın kullanabildiği tüm imkanlarından faydalanarak anlatmaya çalışmış..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kaybedilen, infaz edilen, işkenceler, tehditlerle yıldırılmaya çalışılan, hapislerde çürütülen gazeteciler, gazete dağıtımcıları, gazete bayilerinin hayatlarından kesitler filmin her saniyesinde teker teker kalbinizin ortasına bir kor gibi düşüveriyor.. filmi izledikten bir süre sonra filmle ilgili eleştirileri  okudum.. yine bazıları acımasızca infaz etmiş filmi.. üzüldüm.. oturdukları yerden o kadar kolay harcıyorlar ki harcanan emekleri, alın terini inanamıyorum.. ‘sedat yılmaz’a da buradan teşekkür ediyorum bu cesur ve özgün filmi için.. kendisinin yeni üretimlerini sabırsızlıkla bekliyoruz..

‘behzat ç. – seni kalbime gömdüm..’ :

onlarca filmin arasından bu yazıda değinmeden geçemeyeceğim bir film daha var : ‘behzat ç. – seni kalbime gömdüm..’ bu filme daha sonra ayrıntılı bir şekilde değineceğim fakat burada birkaç cümle de olsa değinmek istiyorum çünkü filmin de, ekibin de üzerine o kadar gidiliyor ki bu aralar artık yapılan eleştirileri aklım almıyor.. elbirliğiyle yok etmeye çalışıyorlar ‘behzat ç.’ karakterini.. çünkü türkiye televizyon tarihinde daha önce yaratılamamış, daha doğrusu yaratmaya cesaret edilememiş bir karakter çıkartıldı ortaya.. hele filmin yapımcılarının inisiyatifinde olan ‘van depremine ilk günlük hasılat yardımı vakasından’ yola çıkarak öyle bir yüklendiler ki ‘behzat ç.’ye dedim bu sefer nefesini keserler yapımın..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hele hele bu eleştiriler arasında sol çevrelerden bazı dergilerde ‘behzat ç’nin neden polat alemdar ve deli yürekten farkı yoktur’ gibi yazıları okuyunca kafayı yiyorum.. ya arkadaş yazılarınızı vaktimi harcayarak okuyorum, sonra dönüp tekrar okuyorum,  tekrar ve tekrar.. inanamıyorum.. dizinin bir iki bölümünü izleyerek ya da yarım yamalak izleyerek eleştiri yapıyorsunuz.. 38 bölüm ve bir sinema filmi çekilen bir yapımı iki bilgi kırıntısı ve kulaktan dolma bilgilerle yerin dibine gömüyorsunuz.. yüzlerce insanın emeğini hiçe sayıyorsunuz.. nasıl bu kadar pervasız olabiliyorsunuz anlamıyorum.. daha önce bunu kendinden menkul özgürlük anlayışları olan bir sol çevrenin yayın organında ‘kaan arslanoğlu’ usta yapmıştı.. ‘behzat ç.’ konulu yazısına karşı yazdığım eleştiri yorumunu nedense yazının altına koyma yürekliliğini ne kendisi ne yayın organı gösteremedi.. ve bu yazısına kadar sayın ‘kaan arslanoğlu’nu o kadar sevip, eserlerini (hem kitaplarını, hem blogundaki, hem de değişik yayınlardaki yazılarını) merakla takip etmeme rağmen bu yazısı ve yorum yazıma karşı verdiği tepkiyle yıkıldım.. sayın kaan arslanoğlu ne farkınız kaldı diğer düdük çalınca hizaya giren medya mensuplarından.. hala bir özür bekliyorum.. ama önce yazısından dolayı ‘behzat ç.’ ekibinden.. kaan arslanoğlu bu yazısında iki, yada üç bölümünü izlediğini beyan ettikten sonra veryansın ediyor diziye..

ya el insaf kardeşim.. türkiye televizyon tarihinde hangi yapım daha önce gözaltında kayıplardan, hrant dink cinayetine, devlet kurumlarındaki değişik illegal derin yapıların örgütlenmesinden, kot işçilerinin yakalandığı silikosiz hastalığına, derin devlet yapılanmalarının işlediği cinayetler, suikastlardan ve daha birçok el yakan, yaşam söndüren, cesaret isteyen konulara kadar işlemiş, deşifre etmiştir söyler misiniz..

eleştirmek çok basit : dizinin birkaç bölümünü izle.. ‘behzat ç.’ iki tokat atıyor, bir iki küfür çakıyor, bir iki bayanı öpüyor diye vay efendim faşist polis tiplemesini halka benimsetiyor, sevdiriyor.. ya arkadaşım ne yapsalardı dövmeyen, sövmeyen, sevmeyen, öpmeyen bir polis tiplemesi koysalardı bu sefer de hiç gerçekçi değil diyecektiniz.. ne yapsınlar yani nasıl bir şey istiyorsunuz anlamıyorum.. ortaya karışık mı.. ‘stockholm sendromu’ tanısı koyan bile oldu ‘behzat ç.’ karakterinin sevilmesine (özellikle de sol düşünceye inanan insanlar arasında) neden olarak..

geçenlerde yine agora yayınevinin çıkardığı ve devamlı takip ettiğim ‘mesele’ dergisinden bir arkadaş yerden yere vurmuş diziyi.. ve yine doğru dürüst izlemeden kıymış, biçmiş bütün yapıma.. ve eklemiş ‘deli yürekten ve polat alemdardan farkı yok..’ yok canım, yok ya bana kalırsa kanuniden de, bihterden de, difteriden de, depremden de farkı yok dizinin.. derhal yayından kaldırılmalı.. cümbür cemaat ‘arka sokaklar’ dizisini izlemeli herkes.. kusuruna bakmayın siz behzat’ın..

ya insaf edin diyorum tekrar.. beğenirsiniz beğenmezsiniz ama bu bir edebi eserin ekrana uyarlanmış hali.. sizin keyfinize, politik görüşlerinize göre şekillenecek değil.. ve okuyan, eleştiren (ama öyle bir iki yaprak çevirerek, bir iki bölüm izleyerek değil tüm eseri okuyarak, yapımı görerek, izleyerek  eleştiren) kitleler zaten kitaba da, diziye de, filme de yeterince destek ve yapıcı eleştiri getiriyorlar rahat olun.. sizin yüzlerce insanın emeğini bir iki bölüm izleyerek yok saydığınız ve acımadan yerin dibine batırdığınız dizinin her bölümü 90’lı yılların kayıplarını, yargısız infazlarını dile getirmeye devam edecek ve birilerini rahatsız etmeye devam edecek..

‘behzat ç. seni kalbime gömdüm’ filmine gelince diziden dolayı filmden bayağı bir beklentiye girdi insanlar.. polisiye bir hikayeden bir sinema şaheseri çıkmasını umanlar dizinin uzun ve sinemasal öğelerle desteklenmiş bir halini görünce hayal kırıklığına uğradılar.. ne bekliyordunuz.. bir ‘tarantino’ filmi mi.. ‘behzat ç.’ dizisinden elbette farkı olmayacaktı.. sadece tek bir hikaye ekseninde biçimlenen uzun bir sinema filmi..

hayır filme yapıcı eleştiriler gelse deseler ki filmdeki konuya yedirilmiş ‘araba reklamı’ çok sırıtmış ve rahatsız etmiş dense, sahneler arası geçişlerde kopukluklar var, bazıları çok acemice olmuş dense yanmayacağım ama yok, yapıcı tek bir eleştiri yok..

şimdi de bazıları seyirci sayısından vurmaya çalışıyor filmi.. yok efendim beklenenin çok altında kalmış.. 500 bin kişiye yakın kişi izlemiş şimdilik filmi, belki daha fazla.. daha ne istiyorsunuz.. aylarca reklamı yapılan abuk sabuk komedi filmlerine mi yetişmeliydi rakam.. neymiş ‘anadolu kartalları’ filmine geçilmiş gişede.. tüh be yazık yenildik desenize, nasıl da yendiler bizi tühhhhhhhhhhhh.. gülüyorum be kardeşim bu eleştirilere..

filmi ayrı ayrı zamanlarda iki kere izledim, ‘behzat ç.’ yine aynı.. kaldığı yerden devam ediyor.. bu sefer ‘red kit’ adlı karakterin işlediği cinayetleri çözmeye çalışıyor.. seksenli yıllarda anne babası ve kız kardeşi derin devletçe infaz edilen ‘red kit’ pervasızca intikam peşinde koşuyor, behzat ve ekibi de onu yakalamaya çalışıyor.. film konusuyla zaten ilgi çekici.. oyunculuk üst düzeyde.. ekibin olağan kadrosu yine işlerini çok iyi yapmış.. ama bu filmde ‘kolsuz ahmet- süleyman’ karakterini canlandıran ve birçok dizi ve sinema filminden tanıdığımız (özellikle serdar akar’ın ‘bar’da filminden) ‘hakan boyav’ filme esas itici gücü veren karakter olmuş..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

açık söyleyeyim filmin konusunda ‘behzat ç.’den sonraki en önemli karakter olan ‘tardu flordun’un canlandırdığı  ‘red kit’ karakteri ‘kolsuz ahmet-süleyman’ karakterinin çok çok gerisinde kalmış.. ‘hakan boyav’ı tebrik ediyorum performansından ötürü..

filmde rahatsız olduğum, eksik gördüğüm birçok yer var, başka bir yazıda daha ayrıntılı yazacağım.. ama en büyük eksiklik diziye büyük katkı veren ‘cem kısmet-pilli bebek’ müziklerinin filmde pek kullanılmamış olmasıydı.. bence görsel etkiyi daha fazla arttırırdı pilli bebek müzikleri daha fazla kullanılmış olsaydı..

ama yukarıda da yazdım beni en çok rahatsız eden ‘harun’ karakterinin cinayet şubeye verilen yeni arabalarla ilgili çok uzun ‘sponsor reklamı repliğiydi’.. filmin ekibini ve yapımcısını uyarmak istiyorum : filmler, diziler içine yedirilmiş sponsor reklamları bazen çok kötü etki yapıp, yıpratıcı olabiliyor, seyirciye itici geliyor.. filmden çıktık reklamlara geçtik sandım tıpkı filmdeki bu araba reklamında olduğu gibi.. en sevdiğim tiplemelerden olan ‘harun’ karakterine neredeyse gıcık olacaktım.. bitmek bilmedi arabayı övüş sahnesi.. neyse ‘angaralılara’ burada ara vereyim daha anlatacak çok film var.. bir iki cümle dedim sayfa oldu..

‘gelecek uzun sürer’ :

gelelim ‘gelecek uzun sürer’e.. fransız komünist düşünür ‘althusser’in ünlü kitabıyla aynı ismi taşısa da kendine özgü, bir hikayeler bileşkesi olan bir film ‘gelecek uzun sürer’..

türkiye sinemasına ilk uzun metrajlı filmi ‘sonbahar’la çok şey katan genç yönetmen ‘özcan alper’ ikinci uzun metrajlı çalışmasında ülkemizin doğusunda 30 yıldır süren savaşa, kürt sorununa ve ülkemiz genelinde kaybedilmiş, infaz edilmiş 17500 insana kamerasını çevirmiş bu sefer..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yer yer belgesel görüntülerle ve gerçek karakterlerin röportajlarıyla desteklenmiş film bir tren yolculuğu sahnesiyle açılıyor.. baş karakterimiz ‘sumru’ (gaye gürsel) sevgilisi ‘harun’un kendisinden ayrılıp dağa gitmesinin ardından ülkenin değişik yerlerine yöresel ağıtları toplamaya gider.. etnomüzikologdur ‘sumru’.. sıra ülkenin doğusuna gelmiştir.. kendisi karadenizli olan ‘sumru’ annesinin tüm uyarısına rağmen diyarbakır’a doğru yola çıkar.. tren diyarbakır garında durduğu andan itibaren apayrı bir dünyaya adım atar ‘sumru’.. bir nevi ‘acının kalbine’, acının olağanlaşıp, cisimleştiği yere gelmiştir ‘sumru’.. çeşitli kanallar ve tanıdıkları aracılığıyla daha önce tesadüfen diyarbakır  sokaklarında karşılaştığı bir sinema sevdalısı ‘ahmet’ (durukan ordu) ile irtibata geçer.. ‘ahmet’in elinde yıllar önce topladıkları ve çektikleri belgesel görüntüler vardır.. bir yandan bu görüntüler üzerinde çalışıp bir yandan da yakınlarını kaybeden kişilerle birebir görüşmeler yapan ‘sumru’ya, ‘ahmet’ bir yakınlık duymaya başlar ve olaylar gelişir.. ‘sumru’nun yolculuğu aslında bir nevi kendi ağıtına yolculuktur..

‘özcan alper’ ilk filminin büyük başarısının baskısının, ağırlığının altında ‘gelecek uzun sürer’e başlamıştı.. uzun ve yorucu ön çalışmalar, hazırlıklar yapan, özellikle karakteri canlandıracak oyuncular bazında çok titiz çalışan ve karakterleri kimin canlandıracağını seçtikten sonra onları uzun bir eğitim sürecinden geçiren ‘özcan alper’ bu filminde de karakterler üzerine çok çalıştığını açıkça hissettiriyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

edebiyatı ve özellikle de şiiri filmlerinin her saniyesine katıp işleyen ‘özcan alper’ bu filminde de aynı şekilde yola çıkmış, şiirsel dilinden ödün vermemiş.. ilk filminde ‘sergey yesenin’in dizeleri, ‘çehov’un ‘vanya dayı’sı anılırken, ‘gelecek uzun sürer’de ‘andrey voznesenski’nin ‘oza’ kitabı ve şiiri seyirciyi filmin değişik yerlerinde selamlıyor ve sarsıyor.. 

karakterlerden özellikle ‘sumru’ karakteri ilk film ‘sonbahar’ın ‘yusuf’una çok yaklaşmış.. ‘gaye gürsel’i bu ilk sinema deneyimdeki oyunculuğundan dolayı kutlamak istiyorum.. diyalogların pek fazla olmadığı, genelde görüntünün, mimiklerin, duyguların ön plana çıktığı senaryolar oyunculuk açısından çok zordur.. ama özellikle ‘gaye gürsel’ başarıyla vermiş bu sınavı..

‘ahmet’ karakterini canlandıran ‘durukan ordu’ da ilk filminde elinden geleni yapmaya çalışmış.. onun da üstlendiği karakter gerçekten zor bir karakter.. zaman zaman bazı yerlerde takıldığı ve yetersiz kaldığı görülse de sırf ‘fransız yeni dalgası akımının’ unutulmaz filmlerinden ‘godard’ın ‘a bout de souffle’ (serseri aşıklar – breathless) filminde ‘jean-paul belmondo’nun canlandırdığı ‘michel’ tiplemesine gönderme yaptığı sahnelerde döktürdüğü için bile teşekkür etmek gerekir kendisine.. ‘durukan ordu’nun oyunculuğu da gelecek için umut vaat ediyor..

cemaatini sürgünlerle, katliamlarla kaybetmiş ama o toprakların altında yatan kemikleri terk edip gidemeyen diyarbakır ermeni kilisesinin papazını canlandıran ‘sarkis seropyan’ın anlattıkları ve annesinin söylediği ağıt gerçekten yürekleri yakıyor.. hele virane kilisenin bahçesine yağmur yağarken annesinin ağıdını ‘sumru’yla beraber dinledikleri sahne sinemamızın unutulmaz sahnelerinden birisi olacaktır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sevgili erdal kırık’ın canlandırdığı ‘kuto’ karakteri de on numara.. beki sahneleri daha fazla olsaydı filme daha fazla şey katardı.. ‘erdal kırık’ oynadığı üç sahnede de döktürmüş.. hele büyük usta angelopoulos’un filmini ‘ahmet’le birlikte izlerken söyledikleri böyle yürek yakan bir filmde seyirciye bir an olsun nefes aldırıyor..

filmi üç kere izledim gösterime girdiği andan itibaren.. bu kadar güncel ve can alıcı konusunun olduğu bir filmin gişesinin düşük olmasını insan anlayamıyor.. üstelik ilk filminde türkiye sinemasına bir başyapıt kazandırmış ‘özcan alper’in filmi bu.. hele konusunun yakıcılığı, güncelliği karşısında daha da şaşırıyor insan.. üç izleyişimin birisinde iki kişi, birisinde dört kişiydik sinemada.. neyse ki üçüncü izleyişimde yüze yakın koltuk doluydu..

filmin müzikleri de yine özenli bir çalışmanın ürünü.. hele final sahnesindeki ağıt belli ki yine ince bir çalışma sonucu seçilmiş..

filmdeki çekimler ve görüntüler yine ‘sonbahar’ filmindeki görsel başarıyı aratmıyor.. ‘özcan alper’ burada döktürmüş her zaman ki gibi.. yukarıda da bahsettiğim kilisedeki ağıt dinleme sahnesi, filmin girişindeki ve finalindeki atların sahneleri ve bir kayıp yakınının ‘biz kemiklerimizi istiyoruz’ dediği sahneler sinema tarihinde unutulmayacak sahneler olacak..

bir de ana hikayenin içine yedirilmiş yan hikayeler filmin içeriğini, anlatım gücünü daha da kuvvetlendirmiş..

‘sonbahar’dan beri yakından takip ettiğim ‘özcan alper’ çok birikimli bir insan olduğu kadar son derece de mütevazi birisi.. her filminde kendisinin de bir öğrenim ve keşif sürecinden geçtiğini söyleyen ‘özcan alper’ ülkemiz sinemasında iki filmde kendine has bir sinema dili oluşturan ve kendi sinema dili olan nadir yönetmenlerimizden birisi.. kendisine ve filmin tüm ekibine bu özenli çalışmadan dolayı sonsuz teşekkürlerimizi sunarken yüreklerine sağlık diyoruz.. bu filmi sakın dvdsi çıksın diye beklemeyin sinemada izleyin, kaçırmayın derim..

‘bir zamanlar anadolu’da’ :

yazı çok uzadı belki ama son olarak da her zaman çok saygı duyup, filmlerine taptığım ‘nuri bilge ceylan’nın ‘bir zamanlar anadolu’da’ filmine değinmek istiyorum..

ben masalsı anlatıları çok severim.. bir hikayesi olan ve bu hikayenin gerçek hayatla birebir örtüşebileceği kurmacalara bayılırım..

teknik olarak çok büyük aksaklıklarının olduğu ‘nuri bilge’nin bu filmi yine de sinema dünyamıza kazandırılmış başarılı bir çalışma..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kurgusunda, sahneler arası geçişlerde ve makyajda büyük problemlerin olmasına rağmen filmde en başta senaryo ve oyunculuk en üst düzeyde.. kamerası da her zaman çok güçlü olan ve muhteşem görüntülerle hikayeyi desteklemiş, güzel bir yapım çıkarmış ‘nuri bilge ceylan’..

özellikle ‘yılmaz erdoğan’ canlandırdığı ‘komiser naci’ karakteri ile oyunculuğun ve kendi oyunculuğunun doruğuna çıkmış..

‘katil kenan’ı canlandıran ‘fırat tanış’ adım adım sinema dünyasının unutulmazları arasına  adını yazdırmaya başlıyor.. özellikle yakın plan çekimlerde ‘fırat tanış’ı izlerken ürperdim.. bir karakter nasıl canlandırılır öğrenmek isteyenler ‘yılmaz erdoğan ve fırat tanış’ı dikkatle izlesin.. sanırsın ‘yılmaz erdoğan’ kırk yıllık komiser..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘savcı nusret’i oynayan ‘taner birsel’ her zaman ki oyunculuğunu konuşturmuş yine.. ancak özellikle ‘savcı nusret’in yüz makyajındaki yüzdeki kalıcı yara ya da hastalık izleri çok kötüydü.. sanki bir günlük zaman dilimi içinde yara bir artıyor, bir azalıyordu.. kaçırdığım veya anlamadığım bir nokta mı diye düşündüm, izleyen arkadaşlarıma sorduğumda onlar da makyajda hatalar olduğunu söylediler..

diğer karakterlerden ‘doktor cemal’i canlandıran ‘muhammet uzuner’, ‘arap ali’yi canlandıran ‘ahmet mümtaz taylan’ ile aslında doktorluk da yapan ve filmde anlatılan hikayenin de sahibi olan ‘köy muhtarı’nı canlandıran tecrübeli oyuncu ‘ercan kesal’ın oyunculuklarını da anmadan geçemeyeceğim burada.. hepsine sonsuz teşekkürler.. çok zorlu bir hikayenin çekimi sürecinde gerçekten muazzam oyunculuklar çıkarmışlar..  filmin en önemli gücü oyunculuk ve karakterlerin bu sert hikayenin içine sizi çekip alması..

anlatılan ise ‘bir zamanlar anadolu’da gerçekleşen ve anadolu’da her gün karşılaşılabilecek adli bir olayın ekseninde yurdumuz insanın derinliklerine doğru bir kazı.. belki de filmin en önemli sahnesinde olduğu gibi yurdumuz insanının detaylı bir otopsisi.. kurgudaki ve makyajdaki aksaklıklar da olmasaydı ne iyi olurdu diyesi geliyor insanın ama filmi düşündükçe unutmaya başlıyor insan o aksaklıkları..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu filmi kaç kere izlediğimi bu kez söylemeyeceğim ama sizlere ‘gelecek uzun sürer’ gibi lütfen gösterimden kalkmadan bu filmi de sinemada izleyin diyeceğim.. kaçırırsanız çok şey kaybetmiş olacaksınız bilesiniz.. son anlattığım iki filmle ilgili çok şeyler yazacağım daha çünkü sürekli bahsedilmeyi hakkeden ve kendilerinden bahsettirecek gücü olan filmler bunlar..

neyse bugünlük yeter sanırım sinema lafazanlığı.. sevgili ‘fran(sı)z’a da buradan selam çakıp yaşasın edebiyat, yaşasın sinema diyorum..

sinemayla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

‘Özcan Alper’in ‘GELECEK UZUN SÜRER’ine bir değil bin selam ve ‘Andrey Voznesenski’nin ‘OZA..’sından bir bölüm..

‘OZA’

 

XIV

 

selam oza, evde, geceleyin

ya da uzakta bir yerde, neresi olursa olsun,

havlarken köpekler, yalarken kendi gözyaşlarını

senin soluğundur duyduğum ses

selam oza!

 

nasıl bilebilirdim, sinik ve gülünç

bir kişi gibi, ürkerek giren bir göle,

gerçekte korku olduğunu aşkın, söyle?

selam oza!

 

ne korkunç, bir başına düşünmek şimdi seni?

daha da korkunç, bir başına değilsen oysa :

şeytan öylesine doyumsuz bir güzellik vermiş ki sana

selam oza!

 

ey insanlar, lokomotifler, mikroplar

gerin kanatlarınızı elinizden geldiğince ona

harcatmam onun dokundurtmam kılına

selam oza!

 

yaşam bir bitki değilse aslında

neden dilimliyor, parçalıyor insanlar onu

selam oza!

ne acı bu denli geç rastlamak sana

ve böylesine erken ayrı kalmak sonunda

 

karşıtlar getiriliyor bir araya

bırak çekeyim kahrını ve acını kendime

çünkü acılı kutbuyum mıknatısın ben,

sense sevinçli. dilerim sonuna dek kalırsın öyle

 

dilerim hiç bilmezsin ne denli hüzünlüyüm

inan, kendimle üzmeyeceğim seni.

inan, ders olamayacak sana ölümüm

inan, yük olmayacağım sana yaşamımla

 

selam oza, dilerim ışıl ışıl kalırsın hep

bir sokak fenerinden sızan bir ışık gibi.

suçlayamam bırakıp gittiğin için beni.

şükür ki girdin yaşamıma

 

selam oza!

 

ANDREY VOZNESENSKI

‘Oza’, ANDREY VOZNESENSKI, Çeviri : MEHMET H. DOĞAN, TURGAY GÖNENÇ, İLERİ Yayınevi, 1992..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“İşbu tutanak gayrı resmi bir hayata yazılmıştır.”

Bira sponsorluğunda sürdüğümüz hayatta elbette bazı şeyleri unutuyoruz. Örneğin, kadınlarımızın ellerini ısıtmayı, onların derin derin bize baktığını nedense hep atlıyoruz. Yine biranın gölgesinde geçirdiğimiz günlerin bize kötü davranmasına gülüp geçemiyoruz. On bir raunt dayak yemiş yıkılmamış, yıkılacakmış gibi görünmeyen bir maçı bitirmeye kalkıyoruz. Bana, hayatın öğrettiği şeylerden biride bu. Ya sıkıp yumruklarını devam edeceksin ya da bunu yapmayacaksın.

Hayatın yarım ekmek arası köfteden daha fazlası olduğunu biliyor ve anlıyorum. Afrika hariç.. 

Hayata karşı defansa çekilenler birbirini çok çabuk tanıyor.

Hayata bıçak çekenler ise hiç anlaşamıyor.

Dünya sadece kainatın deplasmanı, beş atmaya geldik dünyaya musallada “hakkınızı helal edin beş yedi ama iyi insandı” diye sesleniyorlar bazılarımızda, kalanlarımız bundan üzgün olabilir mesela.. Mesela kaybedenlerin bile kulübü var. Onlar orda viskiyle ısınıyor bizimse dışarıda çelik gibi yalnızlıktan kıçımız donuyor. Onlar yalnızlar partisi veriyor, biletlerini biletix satıyor. Biz birbirimize sokuluyoruz, cebimizde sarı leblebi. Suçlayamayacak kavga edemeyecek kadar canımız sıkılıyor.

Ama bana söylemişlerdi kulak asmamıştım. “İnsanları anlamak için ya Conan ya da Marslı olman gerekiyor! Kulak asmadım keşke E.T. ya da bir Paşa olmayı düşünebilseydim.

Handikabımız; insan olmak bu bir. İkincisi ihanet derimizin altında bir yerde duruyor ve iyi niyetli birini gördükçe, onu olduğu yerden çekip karımızdakini sırtından bıçaklıyoruz.

Gizli saklı değil olağanca normalliğiyle bıçaklayıp sonra da basıp gidiyoruz. İhanetten ölenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor, kazananlar artıyor, kaybedenler artıyor, hepsi artıyor.. Sanırım bir açık arttırmadayız. En iyilerimizi en zenginlerimize satıyoruz. Ağızlarında az pişmiş kanlı bir etten kalma gülüş..

Satıyooooruuuuuum Sattım.

Bir sigortalı iş bulup devlete saldırmak istiyorum.

“İşbu tutanak gayrı resmi bir hayata yazılmıştır.”

‘Papyrus’

filmler arasında…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

morfin , alekxey balabanov imzalı 2008 yapımı bir film. filmde 1917’lerde bir kasabada doktorluk yapmaya çalışan ve iyi de başaran michail alexiyevic polykakov’un difteri aşısı sonrası gelişen yan etkiyi iyileştirmek için yaptığı morfine  bağımlı hale gelişiyle süregiden olaylar anlatılmakta. 1. dünya savaşı döneminde insanların morfinin gramı üzerinden yaptıkları kavga da ilgi çekici.  özellikle bir hekim olarak ilgimi çeken film taşrada mesleğini icra eden meslektaşlarımı da (kendim de 2 yıldan uzun süre bulundum) aklıma getirdi.

morfin’de leonid bıchevın tarafından canlandırılan doktor karakteri aslında o dönemde insanların yokluk ortamında ne kadar başarılı olduklarını da gösteriyor.  ancak filmde can alıcı olan, morfinin “kutsal su” modeli vazgeçilemez, kaybedilemez, uğruna adam öldürülebilir “kral”lığının çok güzel bir şekilde işlenmiş olması. freud’un kokainle olan çalışmaları ve insanların serbest olarak kokaini kullandıkları ve tanrı olarak gördükleri  1884’lerin  geçilerek  narkotiklerin yasaklandığı ilk dönemleri çok iyi anlatmış. tabii ki söz konusu senaryonun kaynağı olan büyük yazar bulgakov ‘un kayıt ve günlüklerini de unutmamak lazım…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu arada ‘amarcord’un ikinci yarısını da izleyip filmi tamamladım ve aziz  fellini’nin  müridi olmak gerektiğine kanaat getirdim. yav tabi sinema apayrı bir dünya”  diyen tırnak işareti öncesi dingillere cevap olarak ben ömür boyu fellini dünyasında balon gibi yaşardım demek isterim.

yav nasıl bir iç dünya öngörüsü bu…

adam ufkun sınırsız  kilometrelerce  üzerinde gezmekte….

bu arada nills peter ile karşılaşmakta crockett hazretleri ve  o’nun elini tutarak  “sen bir aşk’sın” deyip birlikte hayal olmakta ufka… demek isterim tabi. 

ulan bu ne ya … ürya mıdır nedir?  … nassı yani ben bedenimden mi ayrıldım.  yok la.. nası yani . nası la.. la .la. la. angaralı nassı da ölmez addam gibi. hatlar karıştı pardon. ne behzat ç’si lan… ve bitiş. 

‘amarcord’un ve tüm dünyanın tüm  negatif eleştirmenlerine bu saptamayı adamak için bu yazıyı tuşladım.

tabii ki tarihimizin en büyük şahidi crockett olaraktan her tür negatif eleştiriye aynı ölçüde cevap vermek üzere dünyada alternatif  film yapabildiğini ya da yapabileceğini iddiaedenşahsiyetin  ayaklarından öpeyim. ama bu “film” olsun.  yani fellini ustayı değerlendirdikleri ufukta bir film olsun ki tohumlarımıza doğru bin yıllarca yaşasın.

‘Fran(sı)z’

bOzUkKaLp

Ondan bahsetmek istemiyorum artık. Her ne vakit adını ağzıma alsam, dilimin üzerinde hem acımsı hem de tuzsuz bir tat beliriveriyor. İçi boşalıyor her şeyin… Ne gök ne de yer, sığmıyor bir yere kalp. Bu bağlamsızlık zaman zaman telaşlandırıyor.

Hayırdır inşallah, paranoid çözülme alameti mi?

Bu durumun bir türevi var mı?

Bay H. hep yanımda. Beraber uyanıp beraber örtüyoruz geceyi üzerimize. Sağolsun beni hiç bırakmıyor… Tekvin anında hamurumuz beraber karılmış sanki. Ammawelakin, içinde olduğumuz bu halin, müsebbibi biz değiliz. Nasıl desek, birinin yaşadığı bir halin sonucu gibiyiz. Ya da onun göğsünün daralmasıyız sadece biz ikimiz, ama varlık iddiasındayız. O da bizim zehabımız işte. İbrahim’in baltası bizim tepimize inince, o üçüncü şahıs rahatlayacak mı? Bırakacak mı bu 21. kattan boşluğa bırakılan, çuvala doldurulmuş kırılmış kemiklerin görüntüsü hissihali yakamızı?

Sanmam Bay H. That seems almost impossible… Ne kadar çok aymazlığımız olduğunun farkında mısın Bay H., en basitinden en karmaşık olanına, ne çok körlük? Mesela bu sabah, pötibör bisküvi yerken, birden neyi fark ettik? Evet, evet üzerinde “Petits Beurres” yazdığını; bunun Fransızca, “Küçük yağlar” anlamına gelen bir sıfat tamlaması olduğunu; ilk 1886’da Louis Lefevre-Utile tarafından icat edilen dikdörtgen kurabiyelere bu adın verildiğini.

Tamam Bay H. sulandırmıyorum meseleyi, ancak bugünü “Pötibör Günü” ilan edelim istiyorum. Seninle kafamıza hiçbir şeyi takmadan, iç huzuru simülasyonu yapalım mı? Eve gidelim, çay demleyelim ve yanına bir tabak dolusu muhtelif pötibör bisküvilerinden alıp laflayalım, ne dersin?

Ya da en iyisi ikimiz Endülüs’e gidelim. Belki o zaman, ne varsa ikimiz de dâhil olmak üzere, varlık iddiasında bulunan unutabiliriz. Unutamasak da en azından deneriz be Bay H., olmaz mı?

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hasta Parçacıklar- V

“Kitaplar”

 

“İlk kez bu kadar kalın bir kitap okuyup bitirmenin  garip hazzını duyuyordum. Kitap okumayı  sevememiş biri için  gerçekten haz verici bir durumdu bu.

Bununla beraber  kitaplıktaki raflarda duran onlarca kitap artık gözümü korkutmamaya başlamıştı. Hatta artık onlara karşı büyük bir açlık duyuyordum. ‘Bu kitapların hepsini okumalıyım’ diye düşünüp  bunlarla ilgili bir senelik saçma bir plan dahi yapmıştım.  Ancak her ay başına on beş kitap koyacak kadar işi abartınca kendimle ilgili yarım kalan türlü çeşitli saçma sapan planlara bir yenisini daha eklediğimi kabullendim sonunda. İlgili kitapların çoğunluğu da en azından Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı kadardı…

Belki de bir coşkunluk nöbetiydi  bu kadar fazla kitap hedeflememin nedeni. Öyle ki kendimi gerçek hayattan soyutlayacağımı zannettirecek kadar yoğundu bu coşkunluk.  Oysa ki yapılacak işler, hiç gerçekleşmeyecek olan böyle bir planın saçmalığını kısa sürede ortaya koymuştu.

                                                                       *

Hayatımın yirmi küsur senelik kısmını kitapların kokusundan kaçarak geçirmiş olmaktan duymuş olduğum pişmanlık ve öte yandan  sonraki yıllarımı  boşa geçirme endişesi sürüklemişti belki de . . .

                                                                       *

Sonraları okuduklarım arttıkça bu kez de okuduğum kitapları ileride hatırlayamama korkusu baş gösterdi. Küçük alıntıları bir yerlere kaydederek kitapların can alıcı noktalarını hatırlamaya çalışacaktım. Oysa ki bu da gayet zordu benim gibi başladığı her işi yarıda bırakmayı seven biri için. Örneğin, K. gibi bir yazarın herhangi bir kitabının herhangi bir paragrafını alıntı yapmak kitabın geri kalanına   haksızlık etmek demekti. Ama devam etmeliydim kitaplar bitene dek.

                                                                       *

Bir başka düşünce ya da bir saplantı demek daha doğru olacaktır, okuma şevkinden sonra kitap cimriliği de baş göstermişti.  En başlarda  kitapların yıpranmasını engellemeye yönelik önlemler almayla başladı. Bir süre sonra kitapları diğer insanlara vermede kararsızlık; onların zarar verip yıpratabileceği düşüncesi hakim oldu. Öyle ki kitapları görmesinler diye yatağımın altına saklamaya başlamıştım.

                                                                       *

Onları silip belli bir sıraya göre dizmek, hepsinin dışa bakan kısımlarının aynı sınırda olmasını sağlamak bir zevk haline geldi. Rafla temasta olan yerlerini ve köşelerini bantlamak da korumak için aldığım bir önlemdi. Bir süre sonra bu düzenleme işi her gün olacak seviyeye erişti. Öyle ki günün üç saati bu titizlikle uygulanan düzenlemelere gidiyordu. Bazen yaptığım sıralamayı başka bir şekilde yenileme düşüncesi bu süreyi beş saate kadar çıkarıyordu.   Kitapları renklerine, kalınlıklarına, boylarının kısa ya da harflerinin büyüklüğüne  göre dizmeye başlamıştım…

                                                                       *

Kitapların bana zararı böyle de bitmedi. Günlük düzenleme sırasında ya da kitapları tek tek silerken  yanlışlıkla yere düşürünce  bu kez nemden pek fazla etkilenmediğini düşündüğüm kapaklarını  sabunlu bezle silip sonra  nemli başka bir bezle durular hale geldim. Sanki yere düşmeleri onların mikrop kapıp hastalanmalarına yol açabilirdi. Ayrıca yere düşen kitabın her tarafını zarar var mıdır diye taramak da adet olmuştu. Bir keresinde, bu nedenle  sayfalarından birkaçının köşeleri bükülmüş olan bir kitabı avutmak için yanımda bir gece yatırdığımı anımsıyorum.

                                                                       *

Onlarla konuşmaya ne zaman mı başladım? En başlarda rüyalarımda roman kahramanlarını görüyordum. Bunlar bana ne yapmaları gerektiğini soruyorlardı. Yani olayları nasıl geliştirmeleri gerektiğini… Söz gelimi Raskolnikov’un baltayı alıp tefeci kadını öldürmesi gerektiğini ya da Josef K.’nın tuttuğu avukattan vazgeçmesi gerektiğini, Lennie’nin köpek yavrusunu  sıkıp öldürmesi gerektiğini söylediğimi hatırlıyorum.

Sonraki rüyalarımda bunlarla güncel konularla ilgili tartışmalar da yapmaya başlamıştım. Bir keresinde Pelageya Ana’ya oğlunun seçtiği yolun doğruluğunu anlatmak için akla karayı seçmiştim.

Sonraları rüyamda kahramanlar daha az görünmeye başladılar. Gördüğüm zamanlarda da bulundukları romanın bilmem kaçıncı  bölümünü okumadığımı söylüyorlardı. Uyanınca ben de o bölümü okuyordum. Oysa ki her seferinde o bölümü daha önce okumuş olduğumu görüyordum. Bu durum beni kızdırıyordu. Bir seferinde rüyamda bu yüzden Barnabas ile kavga halindeydim. O esnada yatağımın yanındaki duvarı yumruklayarak elimin ağrısına  uyanmıştım. Sonraları bu kahramanlara rüyamda hiç rastlamadım.

                                                                       *

Uyanıktım. Evet. Her şeyin olup bittiği dönem… Uyanıktım. Kitaplar bana seslenmeye başladılar. Onları silmemi istediler. Birgün Gorki’nin   Aşk Rüyası, içine bir güve girdiğini ve kendisini yemeye başladığını söylemişti. Tüm kitabı didik didik ettim ama güveyi bulamadım.

Bu tür istekler beni kızdırmıyordu. Çünkü onların söylediğini yaparak beni sevmelerini sağladığımı düşünüyordum.

                                                                       *

Birgün annem beni ziyarete gelmişti. Odamda sayıları gayet fazla olan bunca kitabı görünce hepsine para harcamamın anlamsızlığından söz açmıştı. Oysa ki zaten annem ve babama karşı kitaplardan hayatımın ilk yirmi yılında  uzak tuttukları için büyük bir kin besliyordum. Böyle bir şeyi  söylemesi de beni çok kızdırmıştı ve annemi – onca yolu teperek beni görmeye gelen annemi- kovdum. Kadıncağız durumuma korkup üzülmüş  ve o gün kapı komşumun evinde yatmıştı.

                                                                       *

Günler geçtikçe hissettiğim bir eksik vardı. Birgün bu eksikle ilgili olarak Camus’un Veba’sıyla konuşuyorduk.  Bana yemek yemediğimi, belki de bu yüzden zayıfladığımı, eksikliğin bundan ileri gelebileceğini söylüyordu.

Kitaplarla tartışmalarım onlara ayırdığım günlük süreyi  yedi sekiz saate  çıkarmıştı. Bu durumda okula gidemezdim. Her şeyimi onlara adamaya karar verdim. Dışarıyla ilişkimi neredeyse kesmiştim. Yalnızca yeni gıcır kitaplar almak için  dışarı  çıkıyordum ve genel ihtiyaçlar için…

                                                                       *

Bir Pazar günü  ev sahibim kendi yedek anahtarıyla evime girmişti. Bense dışarıya  yeni kitaplar almak için  çıkmıştım. Dışarısı boğuk ve nemliydi. Paltomun kenarını yüzüme kapatarak  döndüm. Döndüğümde Sartre’ın Bulantı’sını elinde tutuyordu. Beynimden vurulmuşa döndüm. O nasıl bir kitap tutuştu öyle? Elimdekileri yere fırlatıp  Ona doğru koştum . Adam “ Kusura bakma. Eve izinsiz…” demeye  kalmadan bir yumruk attım. Sendeleyip  yere düştü . O esnada  kitabı yere düşmeden  yakalamak için ben de adamın üzerine atladım: Neyse ki adamın yalnızca dudağı patlamıştı. Kitabı elinden   alıp adamı yaka paça dışarı attım. Kapıyı kapattığımda dışarıdan adamın inleyen sesiyle beni evimden attıracağını  ve çeşitli küfürleri  savuruşunu işitiyordum… Bir saat sonra “Fareler ve İnsanlar” ev sahibini dövmekle iyi bir iş yaptığımı, aslında bunu hak ettiğini söyledi. Buna karşılık “Türlerin Kökeni”  itiraz ediyordu. Kavganın saçmalık olduğunu , bunu ancak Amerika gibi  bir kıtayı zorbalıkla  ele geçirmiş insanların torunu  olan bir yazarın  yazdığı  kitabın düşünebileceğini söyledi. Bunun üzerine  Fareler ve İnsanlar, Türlerin Kökeni’nin  kabahatiyle oturması gerektiğini, ırkçılığın en ciddi odaklarından olan bir ülkenin tohumu oluşunun utanç duyulacak bir şey olduğunu  söyledi. Türlerin Kökeni ise yerinde duramıyordu sinirden ve “Faşist! Irkçı! Amerikan ayrılıkçısı!” gibisinden bağırıyordu. Bense sinirlendim ve ikisine  seslerini kesmelerini söyledim. Onlara böyle suçlamalar yakışmıyordu. Benim ve buradaki tüm kitapların yeryüzündeki her insanı birbirinin kardeşi olarak gördüğünü ve yalnız bu iki kitaptan böyle  ırkçı izlenimler almanın esas utanç verici olan şey olduğunu söyledim. Bunun üzerine Sartre’ın Sözcükler’i itiraz etti ve buradaki her kitabı –Fransızlar dışında- faşist ilan etti. Bu düşünceye çok sinirlenmiştim.  ‘Sen çok konuştun ama!’ diyerek duvara fırlattım. Bundan sonra tüm kitaplar bana küfretmeye ve benim Allah’ın belası bir pislik olduğumu     haykırmaya başladılar. Bense devamlı ‘Susun!’ diye bağırıyordum. Büyük bir gürültü yükseliyordu bu kitaplardan. Özellikle seçebildiğim kadarıyla Brecht’in Sanat Üzerine Yazılar’ ı ile Shakespeare’in Venedik Taciri  ıslık da çalıyorlardı. Sonra bunlara Einstein’ın Görelilik Kuramı da katıldı.

Benimse tepem atmıştı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Kitaplar da susmak bilmiyorlardı.  Kulaklarımı parmaklarımla  acıtırcasına tıkadım. Ama fayda etmedi. Sanki kafamdaki kemikler sesi beynimin derinliklerine iletiyordu. Sonunda dayanamayarak kitaplıkları devirerek tüm kitapları yere döktüm. Çığlıkları artmıştı. Kulak zarlarım adeta patlamak üzereydi. Bunlardan kurtulmalıydım. Çevremde ulaşabildiğim en yakın nesne  sandalyemdi. Bununla kitaplara vurmaya başladım. Onları belki de bu şekilde öldürebilirdim. Sesleri belki böyle kesilirdi. Başlangıçta bir iki tanesine vuruyordum. Böylece diğerleri de görüp korkarak susabilirlerdi. Ama öyle olmadı. Gürültü çoğaldıkça çoğaldı. Kafamın içinde yankılanıyordu adeta. Vurmak fayda etmiyordu. Son kez sandalyeyi kaldırdığımda arkamdaki eşya raflarından birinde duran şamdanı devirdim. Evet! Yooo! Hayır! Hayır! Saçmalama! Onlar her şeyin senin! Evet Evet ! Tek kaçınılmaz sonuç!  Şamdanla beraber düşen çakmak gözüme ilişti. Ona uzanırken kitaplar bana ait küfredilmedik  herhangi bir kavram bırakmamışlardı geriye… Bir an bile tereddüt etmeden çakmağı yerden kaptığım gibi  az önce duvara fırlattığım Sartre’ın Bulantı’sını aldım ve tutuşturup diğer kitapların üstüne attım.  Kısa sürede diğerleri de alev aldı. O esnada ses kimden çıkıyordu bilmiyorum- sanırım K…nın Değişim’iydi – içlerinden biri ‘faşistler akıttıkları kanımızda boğulacaklar!’ diye yüksek sesle bağırmaya başladı. Çığlıklar arttı. Sanki hiç etkilenmiyorlardı. Etrafı duman kaplamıştı. Ayrıca alev  halıyı ve perdeyi de tutuşturdu. Beynim raks ediyordu sanki. Başımı duvara vurmaya başladım. Alnım kanamaya başlasa da daha sert vurmaya başlamıştım.  Penceremin kenarından duman sızmış olacak ki dışarıdan da bağrışmalar geldi. ‘Yangın var!’ diye bağırdı birileri…

Bense ağlamaya başladım. O anda sanki arayıp da bulamadığım eksiği  keşfettiğimi hissettim. Ama açık değildi düşüncelerim. Dumanın etkisiyle olacak bayılmışım.  Ayıldığımda siz bana anlamsız bir iğne yapmaya çalışıyordunuz. Ama değişmeyen ve tüm bunlardan sonra … Kitaplar… Kitaplar, sadece ve sadece okunarak hürmet edilmeyi  bekliyorlar oysa ki…”   

                                                                      

‘Fran(sı)z’

– Yıl: 2000 –  (Canımdan çok sevdiğim biricik aileme ve kitaplarımıza…) .

 

(Söz konusu kitapların içerikleri ile yazılanların bağlantısı yoktur… 11 yıl sonra  buraya yazarken neler karalanmış diye düşünmek…..)

tüm.ce

Sanrılar / gece.

Olasılık hesapları / şafak.

Güneş / hazır olmalı geceye.

Yüzünün ikizi / Ay…

Ay ışığı, bilinç…

 

Umudun atası / şafak.

Sesin, belli-belirsiz.

Çiy damlaları ardında ufuk,

çiy damlaları aksında , sen..

 

Paranoya, korku, telaş / gece..

Elem, kaygı / gün yanığı.

Sabaha miras, ay ışığı…

 

Sen, asude bir deniz.

Ve paslı zincirleriyle liman sürgünü,

maliksiz, avare bir tekne,

ben;

çaresiz ..

 

Tutkulu, mavi bir deniz / deniz ağardı.

Sensizlik usulca kemiriyor varlığımı !

 

‘Düşsel’

İÇİNDEN İSTANBUL GEÇEN FİLMLER 5

Muhsin Bey / 1986

Sahiplendiğim filmler için çok iddiali söylemlerden özellikle çekinirim. Lakin kredimin sonsuz olduğu ve bu tanımlamanın dışında tuttugum mühim bir kaç yapım var. Onlar için futursüzca söz söyleme hakkı tanıdım kendime. bunların başlıcalarından birisi de Beyoğlu Kuledibi’ni kendine mekan edinmiş Muhsin Bey. Kendi zamanında oldukça bol, ucuz çekilen Arabesk şarkıcı filmlerinin aksine oldukça seçkin, duygusal gerçekliği olan filmde; iç mekan çekimlerinde pavyon, gazino piyasasının kalesi diyebileceğimiz Unkapanı tercih edilmiştir. Muhsin Bey, yozlaşmaya başlayan şehirden kurtulup, popüler değerlerin dışında kalan İstanbul semtleri’nde yaşamayı diler. Nesli tükenen Muhsin Bey’e baki selam.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Teyzem / 1986

Ankara’da yaşayan Umur anne ve babasıyla İstanbul’a gelerek dedesinin evine yerleşir. Teyzesi Üftade’yi (Müjde Ar) ilk kez gören Umur onunla yakınlaşmaya başlar. Üftade ile Umur’un Eminönü-Kavaklar hattı turları, Kapalıçarşı ve İstanbul Arkeoloji Müzesi gezileri ile tarihsel güzelliğe tanık olmak mümkün. Bunun yanısıra yapılaşmanın getirdiği ahşap evlerle yarışan beton evlerde şehre egemen olmaktadır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sis / 1988

Farklı siyasi görüşlere sahip iki kardeşten biri öldürülür. Hakimlikten istifa eden baba, suçlanan diğer çocuğunu saklamakla birlikte kendisi de kuşku duymaktadır. Bu temelde sürecin siyasi havasını oldukça iyi aktaran Zülfü Livaneli, filmde de sisli bir İstanbul’u kendine mekan edinmiştir. Erol’un (oğul) saklandığı Eminönü’ndeki eski han’dan Süleymaniye Camii ve Galata Kulesi’ni görürüz.

‘Herdem’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

            

‘LALİ BERTE’YE MEKTUPLAR..’ – MECİT ÜNAL

‘Çıplak gözle görülebilen bütün yıldızları saydım, gözlerin şehlâydı. 

Sesin hüzünle ve ayışığıyla yıkanan bir ırmaktı ve yüzün sokaklarının kasımpatı kasımpatı koktuğu yıkık bir kasaba.

Ağzın kırmızı ve öpük bir telaş içindeydi ürkekti saçlarınsa omuzlarından kalçalarına dökülen bir şelâle. 

Seninle kendi bedenimde kaç kez çığlık çığlığa seviştim de, bedenin keşfedilmez bir coğrafyaydı. 

Ödünç iki damla gözyaşı vermiştin bana 
Uzun bir yağmur, bir akasya masalı, Marks’ın mezarından koparılmış bir katre karanfil mor bir hırka soğuk kış geceleri için hüzünlü akşamlar için gri bir şarkı geceleri gökte bir ay denizde bir sandal Ben bu yarayla –yüreğim!- sana nasıl yetişebilirdim 

Yetişsem ne verebilirdim sana bu çılgın çıngırak yazılar bir çakıltaşı ve söğüt dalından yapılmış bir kolbağından başka

Kaldım’

 
‘Sana

Çıplak gözle görülebilen bütün yıldızları sayıyorum gözlerin hâlâ şehlâ

Sesin hüzünle ve ayışığıyla yıkanan bir ırmak ve yüzün sokaklarının kasımpatı kasımpatı koktuğu yıkık bir kasaba.

Ağzın hâlâ kırmızı ve öpük bir telaş içinde ve ürkek saçlarınsa omuzlarından kalçalarına dökülen bir şelâle. 

Seninle kendi bedenimde çığlık çığlığa sevişiyorum da günlerce gecelerce bedenin hâlâ keşfedilmez bir coğrafya

 

Sana

Ödünç iki damla gözyaşı verdiğin için bana uzun bir yağmur bir akasya masalı Marks’ın mezarından koparılmış iki katre karanfil mor bir hırka soğuk kış geceleri için hüzünlü akşamlar için gri bir şarkı

 

Sana

Ben sana ulaştıkça sen ulaşılmazlaştığın için

Ve aynı ölçüde ulaşılabilir olduğun için sana 

Hiç olmadığın için de sana

-Olsaydın seni bu denli çılgınca arayamazdım-

Aslında hep varolduğun için de

 

Ve 

Ayrıntıları düşleyicilerine bırakılmış ama düşleyicileri de belirsiz bir düşün düşizleyicisi olduğun için de

sana…’

 

‘omuzlarından kalçalarına dökülen saçlarına;
omuzlarına ve kalçalarına; ağzına ve gözlerinin iki iri karaüzüm tanesine benzeyen uçlarına; giderek, boyluboyunca, çıplak bedeninin her milimetre karesine ayrı ayrı duyduğum özlemi sakladım bu sayfaya.’

 

‘biliyor musun, son günlerde sık sık kendimle karşılaşıyorum.. örneğin, ben avluya çıkarken o içeri giriyor.. selamlaşıyoruz kapıdan.. gülümsüyorum.. omuzum omuzuna dokunuyor bilinçle, güven duygusuyla.. tam bardağı ağzına kadar suyla doldurmuş içecekken, suda yüzüm.. arkamda durmuş gülümsüyor.. başka şeylerde oluyor.. sözgelimi, aradığım bir sözcüğü o söylüyor bana.. uslu olsun, diyor, dikbaşlıyı bu karşılar.. okuduğum kitapların arasına sayfayı kırmayayım diye küçük kartonlar koyuyor ya da gazetede okuduğum bir yazıyı kesmek için jilet aranırken, o benden önce kesip yastığımın üzerine bırakıyor.. gece.. birden uyanıyorum.. uyanmama bir neden bulmak için dışarı çıkıyorum.. kapıdan daha başımı uzatır uzatmaz, o başını kaldırıyor okuduğu kitaplardan, notlardan.. iyi, diyorum, benim yerime de çalışıyor..

keşke bunun için de bir gökkuşağı verebilseydim sana..’

 

‘-söylemeyi unuttum :

olası bütün yorumların dışında,

uğrunda ölünecek aşk yoktur..

uğrunda,

bin yıl yaşanacak aşk vardır..-‘

 

MECİT ÜNAL

 

Kitap Arkası :

 

‘Lali Berte’ye Mektuplar, Mecit Ünal’ın tutuklu bulunduğu sırada Sokak dergisinde başlayıp, Demokrat dergisinde sürdürdüğü mektup-yazırlardan oluşuyor.

Sürekli bir arayış, buluş, kaybediş, yeniden arayış, buluş ve yeniden kaybediş içinde ‘aramak Lali Berte demekse, ben seni ölümde bile arayabilirim,’ diyor Ünal.

Ve ekliyor: ‘Aramak Lali Berte demektir.’

 

‘LALİ BERTE’YE MEKTUPLAR (Aramak Lali Berte Demektir)’ ,  MECIT ÜNAL, ALAN Yayıncılık  185 Sayfa..