Author Archive

‘insansız ve yansız bir insan düşüne bakmak istiyorum’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

duruyorum..
durduğum yer dağ kovuğundan bir uçurum ağzı..

öyküler uydurdum uyduruk varlığımla..
şiirler mırıldanıyorlar ruhuma,
olmayan ruhlarıyla bazı adamlar..
bense kıyametin asasını elinde tutan yalnız bir çocuk..
ve çocukluğumun bam teline salyalar süren yobaz dağlar..  
dağın salaş hali yağıyor üzerime,
kaçışıyorum kendimle..

sağa sola çarpıyorum ve
bir göçüğe takılıyor ayaklarım düşüyorum..
göçüğüne lal suretleriyle sureler üflüyorum sanrılarına..

biraz biraz yalnızlık kokuyorum,
biraz biraz korku kokuyor ağzım,
ve biraz biraz isyana kesmiş bir ihaneti mırıldanıyor dilim..

ahh be çocuk!
rahmimden düşen piçler ağlamayı da unuttu..
ve dağların kovuğuna gömdüğüm ceninlerle birlikte,
her şey çığlıklara bezenmiş bir halüsinasyon oluyor geride

ama ben anlıyorum seni..
ama ben anladığım için ağlıyorum şu an yokluğundaki bize..
beynimde uçuşuyor kelimeler..
biz neyi kaybettik kadın!

sen neyin yanılsamasını büyüttün koynunda..
ben neyi sen diye taşıdım renklerde..

ellerini özledim..
avuçlarının ayasıyla çizdiğim,
o kırık yarık hikayelerdeki yollarda durup soluklanmayı özledim..
ah benim yüreği çocuk yanım..
korkuyorum(z)..
insan kılığına bürünmüş yaratıklardan.
kaçıyorum odama ve yatağıma hapsediyorum kendimi.
nefes dahi almak gelmiyor içimden,
yaşamda bu kadar canlıyken.

günlerdir hastayım
ve asmabahçelerindeki çocukların çığlıkları tırmalıyor kulaklarımı..
uyumak isterken gecenin ortasında geceye beşik olmuşken buluyorum kendimi..

biz ay’a gömü olan kadınlar..
çoktan terk eyledik şiirlerdeki yaşamları,
çoktan unuttuk arkası insan olan masallardaki kahramanları..
göğsünü yarıp bizi nil dolu nehirlerinde uyutan nilgün’ü..
çoktan..çoktan unuttuk..

insansız ve yansız bir insan düşüne bakmak istiyorum kadın..
yoksa herkes mi öldü dersin de biz yalan yere doğum sancıları çekiyoruz..

 

‘Mavinin Çığlığı’

(fotoğraf : blackhawk.. – st. piyer, antakya..)

‘Torino Atı’ filminden..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“hiç ‘palinkam’ kalmadı da.. bir şişe verebilir misiniz.. fırtına her tarafı darmaduman etti.. mahvoldu diyorum.. çünkü her şey yıkık dökük hale getirildi.. her şey bozulmuş durumda.. ama her şeyin yıkık dökük ve bozulmuş hale getirildiğini söyleyebilirim.. çünkü bu sözde ‘masum insan yardımı’ denilen şeyden meydana gelen alelade bir afet değil.. tam aksine tüm bunlar insanın kendi hükmünü kendi benliğinden önde tutması ile alakalı.. tabii bu işte tanrının da bir parmağı yok değil.. biraz cüretkar olmak gerekirse bu işte bizzat yer alıyor ve bizzat rol aldığı şeyse hayal edebileceğin en korkunç oluşumlardan birisi..

çünkü anlayacağın dünyanın çivisi çıkmış durumda.. bu sebeple söylediklerimin pek de ehemmiyeti yok çünkü her şeyin yozlaşması onların bunları elde etmesi ile alakalı..

her şeyi sinsice ve gizli kapaklı bir mücadele neticesinde elde ettiklerinden  her şeyin ayarını bozmuş durumdalar..

çünkü neye dokunurlarsa, ki her şeye dokunuyorlar, anında kurutuyorlar..

son zafere kadar işler bu şekildeydi.. muzaffer bitişe kadar..

elde etme, yozlaştırma.. yozlaştırma, ele geçirme..

ya da eğer istersen farklı bir şekilde ifade edebilirim : dokunma, yozlaştırma ve akabinde de ele geçirme ya da dokunma, elde etme ve neticesinde de yozlaştırma..

asırlardır bu şekilde devam ediyor..

sürer, sürer ve sürer..

sadece bu, bazen gizli gizli, bazen kaba bir şekilde, arada sırada usul usul, arada da vahşice.. tek değişmeyen şey bunun durmadan devam ettiği..

lakin sadece tek bir şekilde pusuda bekleyip saldıran bir sıçan gibi çünkü bu mükemmel zafer için önemli olan başka bir şey de diğer tarafın  her şey mükemmel, yer yer harika ve soyluca olsa da başka türden bir kavga içine bulaşmaması.. başka türden bir mücadele olmamalı.. bir tarafın aniden ortadan kaybolması yani o mükemmelliğin, harikalığın ve soyluluğun ortadan kaybolması..

böylece şimdiye dek hep pusu kurarak saldıran bu kazananlar dünyaya hükmeder.. ve insanların onlardan saklayabilecekleri şeyler için en ufak köşe bucak kalmaz.. çünkü ellerini uzattıkları şeyi bir şekilde elde ederler.. ulaşamayacaklarını düşündüğümüz şeyler bile –ama ulaşırlar- en sonunda onların olur.. çünkü gökyüzü ve tüm hayallerimiz zaten halihazırda onlarındır.. o kısır döngü, doğa, bitmez sessizlik, ölümsüzlük bile onların elinde anlıyor musun..  her şey ama her şey sonsuza dek uçup gitmiş durumda.. o birçok soylu, harika ve mükemmel şey sadece durdular tabii böyle açıklamak doğruysa.. bu noktada duruverdiler.. ve tanrı ya da tanrılar olmadığını anlamak ve kabul etmek durumunda kaldılar.. bu mükemmel, harika ve soylu kişiler bu doğruyu daha en başından anlayıp kabul etmek durumunda kaldılar.. tabii bunu anlama yönünde yetersiz kaldılar.. buna inandılar, kabul ettiler ama hiç anlamadılar..

öylece şaşkın şaşkın ama bıkmadan durdular ta ki beyinden kopup gelen bir kıvılcım onları en sonunda aydınlatana kadar.. böylece birden bire tanrı ya da tanrılar olmadığının farkına vardılar.. birden bire iyi ya da kötü diye bir şey olmadığının farkına vardılar..

neticesinde de durum böyleyse kendilerinin de aslında var olmadıklarını görüp anladılar.. sanırım bu anın onların sönüp yok oldukları anlamına geldiğini söyleyebiliriz..

sönüp yok oldular aynı çayırlık bir alanda için için yanan bir alev gibi..

bir tanesi daimi kaybeden diğeri de daimi kazanandı..

yenilgi, zafer..

yenilgi zafer..

ve bir gün – bu civarda- yanıldığımı anlamak zorunda kaldım ve bunu yaptım..  bu dünyada herhangi bir türden bir değişim olmadığını, bir değişim olmadığını ve olmayacağını düşünürken tamamıyla yanılıyordum.. çünkü inan bana bu değişimin artık gerçekten meydan geldiğini artık biliyorum..” 

‘The Turin Horse – Torino Atı..’ , BÉLA TARR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(bu filmi izleyip eleştiren, festivallerde filmi izlerken sıkılıp filmi terk eden, hatta ‘kumpir esprisi’ yapan tanıdık, tanımadık herkese yuhlar olsun diyorum.. nasıl filmler istiyorsunuz bilmiyorum fakat zorla izletmiyorlar sizlere bu filmleri.. sabun köpüğü filmler bolca var piyasada, onlara özgürce takılabilirsiniz ‘özgür ve demokratik’ ülkemizde.. bu filmleri biz izleriz merak etmeyin.. ‘béla tarr’a ve filmde emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler.. yakında bir béla tarr yazısı şart oldu.. gerçek sinemayla ve gerçek hayatla kalın.. Crockett..)

 

“HOBO, Bir Serserinin Yol Notları..”

“bir hobo çalışır ve dolanır, bir avare hayal eder ve dolanır, ve bir aylak içer ve dolanır.”

“aylak vakit öldürür ve oturur.. avare vakit öldürür ve yürür.. ama bir hobo hareket eder ve çalışır, ve temizdir..”irwin godfrey’in ‘american tramp and underworld slang’ kitabından ‘deneyimli bir hobo’nun sözleri..

“eğer bir adam hobo olduğunu söylerse –ona inanmayın..

eğer bir adam avare olduğunu söylerse –ona inanın çünkü her adam bir avaredir..”

..

“o trendeki on saatten sonra, yamuk rayların takırtısı ve gevşeklik hareketinin gürültüsü o kadar yoğunlaşmıştı ki düşünemiyordum.. lanet batı güneşi göz bebeklerime batıyordu ve iş için satın aldığım pantolon gübre gibi kokmaya başlamıştı –bildiğin çiftlik ineği boku.. şapkamın siperinin altında büzüldüm ve gölgemin yavaşça tahıllığın duvarından sürünmesini izledim.. tekerleklerin tam yukarısında oturuyorduk.. frenler onları kenetlediğinde, fren yastıkları tam üstten sanki çelik yırtıyordu – metalik pullar güneşte parıldıyordu.. pançomun içinde büzüştüm, vagonun zeminine uzandım ve paslı boya pullarının köşede dans etmesini izledim.. kaygısız amerika’nın hayalini kurdum : kumar oynanan kahveleri, motellerin beyaz nevresimlerinde sikişmek, sabunlu duşlar, ve tahta kiremitli damlar.. biliyordum ki dağ etekleri güneşi yediğinde, vagonumuz yine kaskatı donacaktı, ve bunun için yapabileceğim bir şey yoktu..

yük vagonunda yolculuk yapmak, iki yüz uzun camel içerken ve serin el luke gibi elli çok pişmiş yumurta yerken meksika’da yıkama tahtası gibi bir toprak yolda bir kamyonetin arkasında yolculuk yapmaya benzer.. en çok da taş karanlığı bir zindanda altınıza işeyinceye kadar dövülmüşsünüz gibi hissettirir..” 

..

 

“trenden büyük bir gürültü geldi.. kalkacağını biliyordum ve kaçırmak istemiyordum, bu yüzden dikenlerin altından ellerim ve dizlerim üstünde emekleyerek ilerledim.. raylara vardığımda tren yavaşça hareket halindeydi, ben de elim bir tahıllığın merdivenini bulana kadar koşabildiğim kadar hızlı koştum ve merdiveni tuttum; beni yerden yukarı savurdu.. tren benden daha güçlüydü, ama ben yine de tutmaya devam ettim ve bacağımı yukarı attım ve kendimi yukarı platforma doğru çektim.. tahıllığın üstüne giden merdiveni tırmandım.. tren iyice hızlanıyordu, o yüzden, şehir kömüre karışıp gökyüzü berraklaşıncaya kadar ayağa kalkmadım.. wyoming’deki ilk akşamlarımdaki gibi bütün yıldızlar ortadaydı.. yalnızdım ve bu iyi hissettiriyordu çünkü hala bana eşlik edecek o meltem vardı ve bir hobonun ağır konuşması şeklinde düşünmeye başlıyordum.. içime çektiğim havadan başka hiçbir şey umurumda değildi ve tüm karanlık düşüncelerim üzerimden geçip gitti – kimsesiz kara kargalar gibi..”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“yağmurda bir palyaço

güzel bir eve sahip olmayı düşünür

onu koruyacak olan kötü

havadan

fakat bilir bunun onu parçalayacağını-

çalışmanın dik durmaya ve doğru hissetmeye

düzgün uçmaya, düzgün düşünmeye yamuk bir dünyada

daha kolaydır soğuğa yakalanıp bir treni yakalamak

özgür kalmak

yağmurda bir palyaço gibi..”

 

EDDY JOE COTTON 

“HOBO, Bir Serserinin Yol Notları..” , EDDY JOE COTTON, Çeviri : BİLGESU ŞİŞMAN, ALTIKIRKBEŞ Yayınları, Ağustos 2011, 365 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“MANGA, Bir Kültürel Direniş Aracı..”

“manga, japonca’da sıklıkla çizgi roman anlamında kullanılan bir kelimedir; japon kültüründe zaman zaman çizgi romanlara komikku da denilebilmektedir.. manga kelimesinin tam açılımı, ‘oyunbaz, haşarı, uçarı resimler’dir.. güncel kullanımında, genellikle ikinci dünya savaşı sonrasından günümüze dek üretilen japon çizgi romanlarının tamamı hedeflense de aslında manganın etimolojik kökeni çok daha erken dönemlere dayanır..

‘manga’ kelimesi, 18. yüzyılda santö kyöden’in 1798 tarihli shii no yukikai adlı resimli kitabıyla birlikte yaygın olarak kullanılmaya başlanmış, 19. yüzyılda aikawa minwa’nın manga hyakujo ve ünlü ukio-e sanatçısı hokusai’nin eskizlerini ve vinyetlerini kapsayan hokusai manga ile birlikte kullanımını iyice pekiştirmiştir.. ancak ‘manga’ kelimesinin modern anlamıyla ilk kullanımı rakuten kitazawa’ya aittir..

‘rakuten kitazawa’, bir manga ve nihonga sanatçısı olan kitazwa yasuji’nin kullandığı mahlastır.. 1876 doğumlu kitazawa, 1955 yılında hayata gözlerini yummuştur.. birçok kaynakta çağdaş manganın babası olarak kabul edilen kitazawa, meiji dönemi sonu ve showa dönemi başı boyunca sayısız basın illüstrasyonuna ve çizgi-banta imza atmştır..

‘manga’ kelimesinin bilinen ilk kullanımı 1770’li yıllara dayanmaktadır.. 19. yüzyıl boyunca ‘manga’ kelimesi özel olarak, üzerinde karikatürler bulunan tahta bloklarını (hyakumenso), özellikle de hkusai katsushika’nın (1760-1849) 1819’da yayımlanmış olan ve öğrencilerinin kullanması için çizdiği taslak, çizim ve karakterlerini adlandırmakta kullanılmıştır.. hokusai çizdiği eskizleri iki çince ideogramın (rastgele, gelişigüzel, uçarı anlamına gelen man ve resim, karalama anlamına gelen ga) birleşiminden oluşan manga kelimesiyle tanımlamıştır..”

..

“sıkı ve acımasız bir üretim sistemi içerisinde bu denli zengin bir yaratıcı  özgürlüğe sahip olabilmek, ideolojik misyonlar doğrultusunda iş üretmenin ötesinde, göz alıcı bir kariyer zaferidir.. bu noktada toplumsallığın ve didaktikliğin manga ve anime yaratıcıları için bir amaç mı yoksa bir araç mı olduğu tartışma götürür.. manga düzene mi hizmet eder, yoksa yeni trendler ve akımların eşliğinde düzene ayak mı uydurur, yoksa alternatif mi sunar.. manga janrı içinde çalışan pek çok sanatçı, altmış yıllık modern manga endüstrisi boyunca bunların hepsinden biraz yapmıştır.. ancak manga, dünyanın diğer yerlerindeki emsalleri gibi, kendi öz kültürü için alternatif bir alt kültür değeri-olgusu değildir.. çizgi roman ve sunduğu bütün fantazyalar, japonya’da herkes içindir; kız çocuklar, erkek çocuklar, gay ve lezbiyenler, gençler, genç yetişkinler, sporcular, iş adamları, polisiye severler, korku müptelaları, bilim kurgucular, avukatlar, tarih dram meraklıları, romantikler, hemen herkese ve her zevke özel bir manga vardır.. japonya’da çizgi roman, ‘halk’ demektir..”

..

“manga, japonya’ya özgü bir anlatım biçimi olsa da sadece japonya’ya has konularla uğraşmaz.. tüm dünyaya japonların nasıl baktıkları ve nerede kendilerini konumlandırdıklarına ilişkin doneler sunar.. bu doneler, türün takipçisi olan ve diğer milletlerden gelen okuyucular için ister istemez yaşama biçimi önerilerine dönüşür.. görsel estetik, grafik yetkinlik, anlatım yöntemlerini seçerken,  tasarlarken gösterilen özen, dünya çapında kalite standartlarını belirleyecek niteliktedir..”

..

“manga, kendi okuyucu kitlesini yaratmaya ve sonradan da onları dönüştürmeye başlar.. manganın grafik estetiği ve dili, japon kültürüne özgü değerlere sahiptir.. çizerlerin ayırt edici kişisel üslupları görünür olsa da mangada üzerinde fikir birliğine varılmış yazılı olmayan kurallar varmış gibi görünür; karakter stilizasyonlarında, insan figürünün kuruluşu için uygulanacak sistem bellidir, hız ve hareketi tanımlarken kullanılan yöntemler ortaktır, formülleştirilmiş çizgi roman sayfası, lay-out tasarımları mevcuttur.. böylece çizer, sıfırdan yeni tasarımlar kurgulamak için uğraşmaz; var olan şablonlardan yola çıkarak, kombinasyonlar hazırlar, tiplerin yüz hatları aynı olsa da saç, kıyafet, sakal, yara izi gibi karakteristik detaylar eklenerek ayrıcalıklar yaratılır..”     

“MANGA, Bir Kültürel Direniş Aracı..” , MEHMET KORKUT ÖZTEKİN, İLETİŞİM Yayınları, 270 Sayfa, 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Büyüyorum Anne

Büyüyorum anne.
Kemirgen geçmişler besliyorum
kapı önlerimde.
Yüksek ökçeli bir fahişenin,
gece boyu süren
gözyaşı sağnağında
yaşam rakımının çok altında
sürekli bir sel baskınıyla karşı karşıya,
ayyuka çıkıyor pişmanlıklarım.
..ve büyüyorum anne,
biraz ondan, biraz bundan çalıyor
hırslarım.
Birilerinin masallarında figüran,
birilerinde kimsesiz,
birilerinde “belki” biri..
Bağır çağır gelen her cankurtaranın
benim için telaşlandığını sanıyor komşularım.
Yağmur yatıya kalıyor nisan, mayıs boyu,
ekmek arası hüzün tüketip,
yanına gözyaşı demliyorum.
..ve büyüyorum anne
Karabasanlar çöküyor bazı gecelere,
sabahlıyoruz..
Çökecek şafak bulamadan, dışarı atıyorum kendimi;
arsız bir bahire dalıyorum,
insan biraz, biraz rutubet..
Güneş hep yalnızlığa batıyor
gün hep erken bitiyor,
eve dönüşte, köşedeki bakkaldan
beyaz sayfa alıyorum birkaç tane,
“Gerek yok, kalemim var abi”
yine yine..

Gece çöküyor içimde bir yerlere
yığınlaşıyorum.
Göz göre, görmeye
büyüyorum anne..
 
‘Düşsel’

..ve

…ve yürüdü hayat, kumdan kalelerim üzerine kalın toynaklarıyla; şimdi her yer kül..

Tekerrürünü yaşıyorum herşeyin, ve düşündüğümde değişmediğini anlıyorum hiçbirşeyin. Huzur anlarının sadece içimde filizlenen, ve bir anda erozyana uğrayıp yokolan, basit, güçsüz ve temelsiz parçacıklar olduğunu anlıyorum. Herhangi birinin bir diğeriyle toplanmaya, bir diğerinden çıkarılmaya değer olup olmadıklarını sorguluyor insan bu nefessiz zamanlarında. Sonra kırılıyor bir şekilde, veya meyilleniyor kırılmaya. Bir olgu çok saçma gelebildiği gibi, çok mantıklı da olabiliyor; kendi kendini kandırabilme potansiyeline bağlı olarak. İçinden çıkılması güç bir duruma itiyor bir şey seni arkandan, dönüp bakabilmek cesareti bulamıyorsun kendinde, kim’liklerine; potansiyellerin yüzünden..

Basit bir noktada tüm bağlantılarını kesebilecekmişsin gibi duran etken fiil, kendinsel sorguların altında dev bir kaosa taşıyabiliyor seni. Yanılgılar merkezine itiyorsun bu kez de kendini, gerek duymadan birine. Yine dönüp bakamıyorsun ardında herhangi bir kim’liğe. Dahası bu nüansları ayrıştıramıyor zihin. Kendini nerede ve nasıl suçladığını onca düşünmene rağmen ilk huzur anında gözardı edebiliyorsun tüm bunları. Her geçmişin bir “ama” sı vardır elbette, ama nedir bu benzerlikler ? Tartışabilecek, konuşabilecek bir birey yeşerirken karşında, onun “ama”ları, onun “belki” leri, onun “keşke”leri; unutmaya zorunlu kılınan köşelerinden sızıyor bir bir. Kendi sızıntılarını bir kenara bırakabiliyorsun hatta. Sonra mı ne oluyor ?
Cümleleri devire devire ağır ağır ilerliyor bir hata, yol tanıdık, yol boyunca beklenenler de, bilinmeyenler bile tanınıyor bilindiklerinde. Yabancı yok aramızda, hatayla. O bizi bilir, biz onu.

Sol gözümün kenarında bir arpacık oluşuyormuş, daha önce bu oluşuma sahip olan dostların kişisel gözlemleri sonucunda anladım. Biri limon sık birkaç damla dedi, bir diğeri “oynama elinle”, biri de doktor önerdi; latince bir ilaç ismi biri, biri de siktir et dedi. Hangisini dinlemeliyim bilmiyorum. Bu kararsızlık anımda göz altı torbamda da bir kısım değişiklikler oldu, biraz kızardı, biraz şişti. Gözüm de kanlandı hafif, oynadığım için sanırım. Bu “elinle oynama” diyen arkadaşın önerisini görmezden gelmiş olmam değil ama, birazdan alırım o kararı sanki. Acıyor canım. Yüzümün sol kısmına felç indi gibi, fena..
Sol kaburgalarımın altında tuhaf bir boşluk çırpınıyor öğle saatinden beri. Ben siktir et dedim kendime, gerçi bu konuda yorumu yapan da tek bendim. Kanadım biraz, biraz sancılandım. Acıdı ve bir an geldi gözümün acısını boşverebildim. Ama o sırada da elimle oynadım kalbimle; kızardı biraz, bir kısmına basınca sancısı hafifliyor gibi. Parmak yordamıyla buldum olduğun yeri..

Bir dağın başına zar zor çıkardım mermerleri. Sonra diğer malzemeleri. Sıfır numara su zımparasıyla günler sürdü mermerlere işçiliğim, cam gibi oldular; kusursuz, parlak, tertemiz. Sonra bir mabet inşaa ettim oraya, inzivaya çekilmek gibi bir şeyin arifesinde değildim oysa. Sadece olsun diye, benimde. Sadece seninle kalabilmek zamanları düşleri dahilinde. Bitti, uzun kısa, dar geniş, bitirdim yapımını. Bir süre uzaklaştım mabedimden, ama aklımdaydı hep; sürekli onu düşünüyordum. Geri döndüm uzaklaşma süresinin bitiminde, ki zorunluydu gitmem. Döndüğümde bir avcı girmişti mabedime, çamurlu ayak izleri bırakmıştı mermerlerin üzerinde, mumlarımı devirmişti, ışıksızdı içerisi; hiç umurunda olmamıştı üstelik. Hiç nazik değildi bana ve emeklerime karşı. Peşine düşmek istedim, vazgeçtim.. Nasılsa yine gelecek diye düşündüm. Sonuçta bu dağda ne avcı biter, ne de avlanan.

Uzak bir şehir, yabancı bir gölge. Onca uzaktan nasılda etkileniyorum, şaşmamak elde değil. Öte’sin sen, hani güdümlü çağrışımlarda duyulan anne sesi gibi, ismini bağırır gibi çok sevmiş olabileceğin birinin. Öyle gerçeksin ki aslında, arada bir başımı sağa sola çevirip göz ucuyla aramalarıma kadar gidebilen. Hani hep dil ucunda duran. Oradasındır silikde olsa silüetin, belirginleşirsin arada sırada mutsuzluk zamanlarında; inanırım.. Şehirlerin veya yapılanmaların isimlerini boşver. Daralt alanları, işaret parmağının dokunduğu herhangi bir yerden; işaret parmağımın bedenime dokunduğu herhangi bir yere. Ne kadar hızla akarsan anlarıma, o kadar hızlı yoklaşıyorsun geceye; görmek ne acı bilsen.. Kırgınım bu hayatta yaşamadığım bir çok şeye, bir çok kim’e. Hayatıma girenlerin alıp gittikleri bir çok parçayı geri getirmelerini beklemekten sıkıldım. Sevebildiklerimin başka yangınları kundaklaması, yabancı yangınlarda birşeyler aranması..
Hepsinin takip ettiği bir “gitme” yolu olmaktan.. Ne kadar çok kavşak çıkıyormuş içimden. Ne kadar tehlikeli bir yol ayrımında, “varım”. Birkaç denemem oldu peşlerinden gitmek gibi, küçüktü adımlarım ve hırslarım, dönmek zorunda kaldım yaşadığımı sanmalarıma. Başaramadım !
 
Biriyle bir tende, ve bir’leşerek, uzun veya kısa bir önsevişme sonrası.
Tüketilebilirlikler ardında, haz ?
Sıradan değildi tahminim üzere, daha öncekilerin sıradan olmadığı gibi; çünkü bir kaçtır uğruyorsun o durağa.
Nesi yanlış değil mi, savunması “olgunlaşmak” nasıl olsa.
Bu savunma altında kaç savaş çıkar bu meydanlarda..
Ödeşmek istiyorum, en yakın limana demir atmak; en yakın katile senin ölümünü kiralamak.
Ya da boşvermek, bir kilo rakıya gömmek..
O an için hangi seçimlerin doğruluğundan tavizler verebiliriz arası bir huzur.
Sabah kalktığımda bilindik bir başağrısı.
Çok mu isterim ki kalkmayı, o kendi başına ayrı..
Kızmadım hiç, kadınımın biriyle sevişebiliyor olmasına.
Bu sonda ki –ım biraz mecaz aslında.
Lafın gelişine vuruyorum, gidişine bakıyorum işte.
Ufacık bir nokta işte.
Önemsiz işte.
Değersiz işte.
Bir sürü ben, küçük bir cümlede, işte.
Ne kadar kolay özetlenebiliyor olmamı ayrıca seviyorum, bu daha da ayrı..
 
Sahi nasıl oldu ?
Nasıl karşıladı mesela, en çok merak ettiğim bu aslında. Üzerine gitmek gibi olmasın da, olsun da ya da.. Ne ekledi “hoş geldin”in arkasına ?
Birtanem ?
Tatlım ?
Ruhum ?
Güzelim ?
Canım ?
Aşkım ?
Bebeğim ?
Vs vs vs..
İllaki biri, artık hangisini kullanmayayım ?
Nasıl seviştiniğize bir ara değinmek isterim ilave olarak. Ama şu an değil..
“Görüşmek üzere” dilendi mi karşılıklı ?
Pişmanlık nerede saklanıyordu o sırada ?
 
Hepsi boş biliyor musun ? Beni ilgilendirmeyenleri böylesine irdelemem, kurcalamam.. Tuhaflaşmayı sevmiyorum..
 

Ayaklarının göteremeyeceği yerlere git, her gece. Gez, dolaş yanılgılarının üzerinde. Parmak uçlarınla dokun farkında olmadığın özlemlerime. Mermerlerim bulanmasın kokuna, hatta izin ver kirli kalsınlar bundan sonra; dönmemeye karar vermemden hemen önce.

Seni bırakacağım, hiç telaşlanma, kısa bir sürede olduğunu sandığın yerde olacaksın.

Kürek kemiklerinin tam orta yerinde kocaman bir öpücük kalacak; yerli, yersiz; benli, bensiz. Uzanamayacak ve silemeyecek hiçbir tanrı. Seni o izden tanıyacağım tüm kayıp, ahlaksız ve aykırı düşlerimde..

… ve yürüdü hayat, kumdan kalelerim üzerine kalın toynaklarıyla; soyutlaşıyor şimdi tüm kızıl özlemler..
 
‘Düşsel’

Değiştiremeyeceğim Ayın Karanlık Çehresini

Ve biz çiviliyken hala taş plaklara

Bir gün erken yaşlanır

Aralık bırakmış pencerelerdeki çocuklar

Biliyorum değiştiremeyeceğim

Güneşin geceye yanlı çehresini

Ekin ektiğin topraklar

Şimdi sınırlar içinde bir ülke…

Tütsülenmiş ormanları

Dışlanmış bütün halkları

Gölgesi gün dönümüne düşen adamlar

Köpekleriyle taçlandırılmış şehrin orta yerinde

Biliyorum

Değiştiremeyeceğim ayın karanlık çehresini…

dedi ve umutsuzluğa kapıldı ansızın. Bir sigara yaktı, sonra bir daha yaktı, yaktı, yaktı….  Gece uzundu, sözcükler söylenemeyecek kadar kısaydı.  Son zamanlar da yaşadığımız olaylar, çaresizliğimizi bir daha ortaya koyuyordu.  Fikirlerin aniden parlaması ve ansızın kaybolması… Biz nasıl bir toprakta yaşıyoruz, nasıl bu kadar kinlendik, nasıl cahilleştirildik… nasıl nasıl nasıl?

Bedenlerini ipekten kıyafetlerle sarıp, düşüncelerini yok eden, ülkenin doğusunu bilmeden, anlamadan,  bulunmadan, yaşamadan, tanımadan yargılayan, ölümler için sevinen ve daha çok kan isteyen toplum.  Deli gibi alışveriş yapan, okumayan, cahilce konuşan, konuşulanı anlamayan gençlik…

Nerden başlayacağını bilemedi, tekrar yaktı bir sigara. Kime ne için kızmalıydı bilemedi ki. Toplumu bu hala getiren sisteme mi, yoksa sisteme karşı çıkmayan topluma mı, bütün bu yaşananları izleyen seyirciye mi, kendine mi? Hava soğuk içimiz üşüyor…  Van da hava sıcak olmalı, halk da sıcacık yatağında uyuyor olmalı, hatta o kadar sıcak olmalı ki Van, insanlar sıcaktan evlerinde değil dışarda uyumayı tercih ediyor. Toplum olarak sanırım iklim körü olmayı başardık. İklim değişmedi, depremin etkileri azalmadı,  en kötüsü de zihniyet değişmedi.  Uzun bir sessizlik oldu, ayın karanlık çehresi değişmedi.

İnan ki!

Gün doğunca unuturum her şeyi

Senin hiçbir zaman

Hiçbir bulutu

Hiçbir şeye benzetemediğini…

Bu sözlerle geceye hüzün ve sessizlik kattı. Gece aynı geceydi, üzüntü, keder, yılgınlık, umutsuzluk, çaresizlik… Maskeler mi takmalıydı insan yaşananları görmezden gelmek için. Sağır, dilsiz mi olmalıydı insan; çığlıkları duymamak, olaylara seyirci kalmak için.

Bana geçmişini sat güzelim

Havai fişek çiçekler patlatayım çocukluğuna der gibi umursamaz mı olmak gerek. Sormaz mı o çocuklar yaşayamadıkları çocukluklarını, ölümün, en kötüsü bıçak gibi keskin sözlerin bıraktığı izleri. (Dil, din, ırk…  farklılıkları çocuklar için önemsizdir. Çocukluk en saf ve temiz duyguları barındıran bir evredir.)  Neden peki, onlara beslenilen bu kin, bu öfke neden?  Dünyaya Türk olarak gelselerdi daha mı değerli olacaklardı? Nerede yaşamalı bu çocuklar, ülkesiz başkentler var mıdır?

Sen de sahnene dönersin

Muzaffer ordular destanı yazarsın

Parmak uçlarınla

İzini kaybetmiş parmaklarım

Sana ağlasın

Ben senden göç ederim.

dedi ve gece karanlığa gömüldü. “Yılanların Öcü” nü bir kez daha izledik.

SÖZ DE BEN BİR İNSAN OLMAYA GELDİM…

‘Siyah’

Resimler…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bazen plan yaparsınız günler öncesinden şu saatte şurada olmalısınızdır, İstanbul gibi bir yerde varış zamanını ayarlayıp ona göre yola koyulmak gerekir. Dün de, sabah 10’da bir görüşme için toplantı yerine ulaştığımda, bir başka telefon planın o anda değişmesine neden oldu, Kavacık’tan Yeşilköy’e zorunlu bir gidiş. Hadi bakalım – just in time- Stres! Bir taraftan işin yoluna girmesi, verilen sözün yerine getirilmesi için dua ederek, hızla yol alıp, varılacak yere varmak. Bir taraftan ikna etmek için konuşacağınız kişiye ne söylemeniz gerektiğini düşünmek. Neyse ki, eskinin çok alışıla gelmiş devlet memuru davranışı tamamen yok olmasa bile, işin çözümlenmesi için mantıklı ve iyimser işini yapan insanlar var.

Plan değişikliği günlük programın da değişmesine neden oldu, erken bir saatte Taksim’e varınca, uzun zamandır gitmediğim İstiklal Caddesi’nin havasını koklama fırsatım oldu, özlemişim. Beyoğlu’nun farklılıklarını ara sokaklarda daha iyi hissediyorsunuz, İstanbul’u sevdiren de bu olmalı. Monotonluk yok. İlerlerken sağ tarafta sokak başında bir tabela dikkatimi çekti. ‘DOĞANÇAY MÜZESİ’. Burhan Doğançay’ın resimlerine meraklı bir yakınım için bilgi toplamak, hem de kendimi mutlu etmek için müzeye doğru yolumu değiştirdim. Üç katlı tarihi bir binanın içine girip, en üst kattan başlayarak aşağıya doğru resimler arasında güzel bir zaman geçirdim. Ressamın gittiği yerlere gittim, resim sanatının insan algısına etkilerini yaşadım, hayran kaldım. Türkiye’nin ilk modern sanat müzesi olarak, tanıtılan müze her gün 10:00-18:00 arası açık. Aylaklık yaptığım bir kaçamak oldu, hayata tutundum resimlerden ve dostlardan. Aylak dostlarla paylaşmak istedim, beğendiklerimi. Resimlerin orjinalini görmek çok daha güzel. Yukarıda kırmızının yoğun kullanıldığı ‘A Corner in Mexico’ çok etkileyici geldi bana. Ancak tavsiyem yolunuzu düşürüp, sizin de kendinizi ödüllendirmeniz. Koleksiyoner olamasanız da, bakmak bedava!

Resimlerle ve gülüşünüzle kalın…

‘SKYCELL’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİR İNSANIN KENDİSİYLE SAVAŞI : TUTUNAMAYANLAR

Başlayıp da bitirmenin bir başarı olarak algılanıp dillendirildiği türkçe’de yazılmış en sağlam roman ‘Tutunamayanlar’ın sayfalarını çevireceğiz şimdi.

Tutunamayanlar Oğuz Atay’ın 1971 tarihinde kaleme aldığı ilk romanıdır. İlkokul döneminde dayımın kütüphanesinde karşılaştığım oldukça kütleli bu kitabı okuyuşum lise yıllarına dayanır. Okuyucu adayına ilk bölümlerde oldukça karmaşık gelen fakat sabırlı okuyucusunu ise “bir gün bir kitap okudum, hayatım değişti” söylemini dillendirecek güçte bir kitaptır.

Turgut, en yakın arkadaşı Selim Işık’ın intiharının ardından beraber kurdukları, sorguladıkları dünyadaki en önemli dayanağını kaybediyor. Bunun üzerine evli ve çocuklu bir hayat süren Turgut hayatının başka bir devresini yaşamaya başlıyor. Hayatımın devrelerle anlatılmasını isterim diyen Selim Işık’ın ışığını kendine yol yapıp Selim’i keşfetmek için arkadaşlarıyla Selim üzerine sohbetler gerçekleştiriyor. Annesinin izniyle vakit geçirdiği odasındaki notlarında arıyor Selim’i. Kendini arıyor, tutunamayanları arıyor. Bu sayede Süleyman Kargı ve Günseli başta olmak üzere çeşitli isimlerle tanışıyoruz. Selim’in hayatında yer etmiş kişilerle yapılan her konuşmada (kendi iç sesi) Selim’le konuşuyor. Bizde çevremizdeki bir çok kişiyle bu karakterleri örtüştürmeye başlıyoruz bir yandan.

Devamında Selim’i keşfetmek için yola düşüyor Turgut Özben. Ve ne kadarda birbirlerine yakın olduklarını görüyoruz kitap boyunca.

Bu roman hayatın karmaşıklığını, bireyin yaşadığı yalnızlığı, eğlencesini, durağanlığını bir küçük burjuvanın gözünden anlatmayı oldukça iyi başarıyor. Berna Moran tarafından, “hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak nitelendirilen kitabı okumak her tutunamayan için bir gerekliliktir.

Okumayan yahut okuyup da anımsamak isteyen tutunamayanlar için bir alıntıyla bitirmek isterim yazıyı;

(yazının özünde nokta yoktur.)

‘Herdem’

“yaşamak her gün girilen bir imtihan olursa buna kimse dayanamaz başını okşardım. zavallı sevgilim derdim üzülme üzülürdü acıma bankası kuruyorum derdi her ıstıraba bir kura numarası tutunamayanlara öncelik tanınır üzülme selim biraz dinlen buna hak kazandın olduğu yerde yatamazdı dönerdi kımıldanırdı yatışmazdı yaşatmazdı yaşamazdı ben seni sevdim seveli bak ne hal oldum uzanmış yatıyorum dinlen biraz selim kalkardı ellerime sarılır beni bir gün unutacaksan bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi boş yere mağaramdan çıkarma beni alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna tedirgin etme beni bu sefer geride bir şey bırakmadım tasımı tarağımı topladım geldim neyim var neyim yoksa ortaya döktüm beni bırakırsan sudan çıkmış balığa dönerim bir kere çavuş olduktan sonra bir daha amelelik yapamayan zavallı köylüye dönerim beni uyandırma hep kuşkuluydu her zaman kötü bir şeylerin olmasını bekliyordu sonu gelmez benim gibiler için hiçbir şeyin sonu iyi gelmez diyordu açık hava dokunur onlara serin ve nemli güneşsiz yerleri severler kendi kafalarının etiyle beslenirler gözleri aydınlıkta bozulur kendileri gibi olanlardan nefret ederler onları gördükleri yerde kuyruklarıyla sokarlar sonra pis pis gülerler gene de hep birlikte yaşarlar aynı kaba işerler gündüzleri uyuyup geceleri sokağa çıkarlar.”

‘Tutunamayanlar’ – Oğuz Atay

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ME-Tİ..’ – Bertolt Brecht

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“hiçbir ülkede farklı bir ahlâka gereksinim duyulmamalıdır..”

ekmek ve süt pahalıdır, işten elde edilen kazanç ise azdır ya da yoktur.. o zaman yoksulların ahlâkı çok sağlam olmalı ve bu insanlar hırsızlığa kalkışmamalıdır.. böyle durumlarda zenginlerin ahlâktan yana oldukları, hırsızlığa karşı çıktıkları, dahası kendi aralarından açıkça hırsızlık yapmış olanların peşine düştükleri duyulur.. o halde.. bu tutum içerisinde olanlar, ahlâklı sayılmazlar mı. bu kişilerin ahlâktan yana oldukları söylenmemelidir.. çünkü her durumun kendine özgü ahlâk kuraları vardır; bu kurallara ne olursa olsun uyulmalıdır ve uyulmamalarını engelleyebilecek başka her türlü kural da yürürlükten kaldırılmalıdır.. ve bizim yukarıda sözünü ettiğimiz durumda, gıda maddelerinin fiyatlarının normal sınırlar içerisinde kalması için çaba harcayan kişi ahlâktan yana olduğunu söyleyebilir; böylece de farklı bir ahlâka gerek duyulmaz..

genel kural şu olmalıdır : farklı bir ahlâka gerek duyulan her ülke kötü yönetiliyor demektir..

 

“adaletin erdemi..”

adaletin çok fazla övüldüğü devletler vardır.. böyle devletlerde, tahmin edilebileceği gibi, adaleti yerine getirmek zordur.. bir kez, pek çok kişi adaleti yerine getirebilecek, adil olabilecek durumda değildir; bunlar ya aşırı yoksudurlar ya adil olamayacak denli zarar görmüşlerdir ya da adaletten kendi yararlarına hizmet etmeyi anlarlar.. kişinin kendi kendisi için istediği adalete ise çok az değer verilir.. ezilen bu kişilerin adalet yanlısı olarak övüldükleri çok enderdir, özgeci olabilmekten uzaktır bu insanlar.. özgeci olmaları da olanaksızdır, çünkü kendileri yokluk içinde ve sürekli ezilmektedirler.. başkalarının adaletine ise kuşkulu gözlerle bakılır; çünkü bu kişiler belki o an için durumlarından memnundurlar ve gelecek haftalarının ya da yıllarının güvencesini sağlamanın hazırlığı içindedirler.. kimileri de kendilerine sürekli doygunluğu garanti eden durumlardan ürkerler, haksızlıklarla karşılaşanların başkaldırısından korkarlar.. sömürmek istediklerinin hakkını savunanlara da rastlanır..

iyi yönetilen ülkelerde adaletin özellikle vurgulanmasına gerek yoktur.. o ülkelerde, acı çeken acıdan ne denli nefret ederse, haktanır kişiler de adaletsizlikten o denli tiksinirler.. o ülkelerde adaletten anlaşılan, yaratıcı, verimli, çeşitli kişilerin çıkarlarını eşit biçimde gözeten bir tutumdur..

adaletin dikkati çeken bir yanı vardır.. pahalıdır.. suçluya ya da suçlular takımına pahalıya patlar adalet..”

BERTOLT BRECHT..

‘ME-Tİ..’ BERTOLT BRECHT, Türkçesi : AHMET CEMAL, KALDIRAÇ Yayınları, 2011, 214 Sayfa..