Author Archive

‘ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olamayan tek tutamağı arıyorum..’ – Aylak Adam

“geleneksel romandan beklediklerimizi ‘anayurt oteli’nde bulamayacağımız yeterince açık.. ne karakter çizmede, ne olay örgüsü kurmada ne de kullandığı anlatıcı konusunda geleneksel roman konvansiyonlarına uymuş yazar.. atılgan ‘aylak adam’ı bir roman olarak, ‘anayurt oteli’ni ise bir tür antiroman olarak yazmış diyebiliriz..

ilk evre yalnızlık evresidir demiştik..

‘zebercet’in oteldeki günlük yaşamına baktığımızda bunun ne kadar yalnız, anlamsız ve tek düze bir yaşam olduğu hemen göze çarpar.. sabahleyin müşteriler iner, hesabı ödeyip giderler, yenileri gelir oda isterler ve ‘zebercet’in bunlarla yaptığı konuşmalar, otelci ile müşteri arasında geçebilecek iki, üç cümleyi aşmaz.. dostluk bir yana ahbaplığı bile yoktur kimseyle.. başkalarıyla iletişimden kaçtığı için zorunluluk olmadıkça otelden çıkmayan ‘zebercet’in yalnızlık sorununun asıl cinsel alanda yoğunlaştığını anlamak güç değil.. gerçi haftada birkaç gece yandaki odada yatan ortalıkçı kadınla yatar; ama bu ilişki tek yanlıdır, çünkü uykusu ağır olan ve uykuyu çok seven kadın, bu sırada uyandırılmamak için donsuz yatma önlemini bile almıştır.. o da ‘zebercet’ kadar yalnız olmasına karşın, on yıldır aynı otelde birlikte yaşayan bu iki insan arasında hiçbir iletişim kurulmuş değildir ve kadınla sık sık yatmak ‘zebercet’in yalnızlık sorununa bir çözüm getirmez..

yine ‘aylak adam’ ile bir karşılaştırma yapabiliriz.. ‘C.’ yolda laf atarak ilişki kurabileceği bir kadın görür, ama vazgeçer : ‘yürüdü.. böyle kurtuluş istemiyordu.. çok denemişti.. on dakika sonra insan kendini daha da yalnız bulurdu..’ bu tür ilişkilerin ‘C.’ için ne anlam taşıdığı okura açıklanmış oluyor; oysa ‘anayurt oteli’nde bunların ‘zebercet’ üzerindeki etkisini okur kendisi keşfetmek zorunda..

‘anayurt oteli’nin özelliği bu.. okurdan beklenen, romanı hazıra konarak izlemek değil, çözümlemek.. hani çocukların, bir resimden ayrıntılar taşıyan altı yüzeyli tahta küpleri gerektiği şekilde birleştirerek oynadığı resim kurma oyunu vardır, onun gibi romanın okuru da metnin içinde dağılmış, birbiriyle ilintisiz görünen birtakım olaylar, kişiler, davranışlar, cümleler, arasında bağıntılar kurarak bu kurmaca dünyanın bilmecesini çözmek zorunda.. sözgelimi ‘zebercet’in toplumdan kopmasının, başkalarından kaçmasının ve yalnızlığa düşmesinin nedenini alalım.. ‘aylak adam’ da aynı durumdadır, ama içinde bulunduğu durumun nedenlerini kendisinden dinleriz.. örneğin, kendini başka erkeklerle karşılaştırırken şöyle düşünür ‘C.’ :

‘sizi bekleyenler vardır.. rahatsınız.. hem ne kolay rahatlıyorsunuz.. içinizde boşluklar yok.. neden ben de sizin gibi olamıyorum.. bir ben miyim düşünen.. bir ben miyim yalnız..’

başka bir yerde de;

‘ben toplumdaki  değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olamayan tek tutamağı arıyorum : gerçek sevgiyi.. bir kadın.. birbirimize yeteceğimiz, benimle birlikte düşünen, duyan seven bir kadın..’ diyen ‘C.’, toplumun benimsediği tüm değerleri sahte ve gülünç bulduğu için yalnızdır.. ‘anayurt oteli’nde ise ne yalnızlığın sözü edilir ne de toplumdan kopmanın nedenleri açıklanır.. bunları bulmak görevi de okura bırakılmıştır.. bu nedenleri ‘zebercet’in geçmişinde bulmak mümkündür..”

‘BERNA MORAN’

Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, Cilt :2, (Sabahattin Ali’den Yusuf Atılgan’a) İLETİŞİM Yayınları, 2009, 328 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayat Modeli

Başlık dantel modeli gibi oldu! Olsun, en güzel motif en beğenilen ve taklit edilmeye çalışılan olmuyor mu? Benim anlatmak istediğim başka türlü bir şey. Ne ağaca benzer ne de güneşe.

Bilim adamları, hayatta mükemmel yaratılışları kendilerine temel alarak, matematik modeller geliştirmeye çalışıyor. Genellikle mühendisliğin temelinde öğretilen de varsaymak (assume that…) ya da ihmal etmek (neglect it…). Sınavlarda çıkan problemler bu iki temel ile, çözülmeye başlıyor. Kimyada da standart basınç ve sıcaklık varsayımı gibi. Buradan yola çıkarak, mükemmele ulaşılmaya çalışılıyor. Oysa gerçek hayat hiçbir şeyin lineer olmadığı, tam tersine her şeyin anlık değişebildiği ve dış etkenlerin de model üzerinde etkili olduğu bir durum. Bazen, modelinizdeki ana bileşenlere takılıp kalıyorsunuz, birisini değiştiriyorsunuz olmuyor, diğerini değiştiriyorsunuz olmuyor, her ikisini değiştiriyorsunuz çıktılar bambaşka şeyler söylüyor. Geri dönüp, daha bilimsel daha yeni modeller öğreniyorsunuz, çıktıyı ne etkiliyor diye? Güzel bir model buluyorsunuz, kendi koşulunuza uyguluyorsunuz. Girdilerinizi ve sınırlarınızı siz belirliyorsunuz, çıktıda görmek istediklerinizi tanımlıyorsunuz. O model size, hangi bileşeni ne kadar almanız gerektiğini söylüyor, ulaşmak istediğiniz amaca göre. Hevesle tüm olasılıkları deniyorsunuz, çıktılar değişiyor. Sanki her şey sizin elinizdeymiş gibi havaya giriyorsunuz. Bir gün aynı bileşenlerle tekrar deniyorsunuz, olmuyor. Modeliniz çöküyor mu? Ne oluyor? O zaman dış etkenler dikkatinizi çekiyor, model bileşenleri sabit ama dış faktörler de modelinizi değiştiriyor. Hadi bakalım, kolay gelsin diyerek, yeni modellere yol alıyorsunuz. Biliyorsunuz ki, her şey kapasitenizle sınırlı. Fazla zorlamamak diyerek, ‘İbn-i Zerabi’nin yolunu azmedip, hazmetmeye çalışıyorsunuz. Anın keyfine varıyorsunuz, sadece sevginin sıkıntıyı yok ettiğini biliyorsunuz. Hayat modelinin gerçek varsayımı bu : SEVGİ.

‘Skycell’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Izdırap…

Ara sıra size de oluyor mu? Flashbackler, bozguncu zihniniz sizi de ansızın yokluyor mu? Bu aralar sıkça yaşadığım bir hal bu. Unuttuğumu sandığım, ilk karşılaşmalar, teker teker saklandıkları yerlerden çıkıveriyorlar. Ne ile ilk karşılaşması? Tabi ki toplumsalla. İlk dayağım, ilk düşüşüm, komşunun oğlunun bana duyduğu rekabetçi nefret vs. Saymaya gerek yok daha fazla. Aslında hiçbir şey değişmemiş onu görüyorum. Çocukluğun tepkileri ne kadar açık ve safsa, yetişkinliğin tepkileri de o derece kapalı ve sinsi.

Aynı şeyi yaşıyoruz aslında. Hiçbir şey değişmemiş, değişmiyor. Sadece farkedip, kabulleniyoruz ve canın acımamasının yollarını öğrenmeye çabalıyoruz. Öyle bir tutsaklık ki bu hal, bu yaradılış hikayesi kendisini yiyerek besleniyor. Kendisini sıçıp, sonra tekrar yutuyor. Ruhum ızdıraba gark olmuş, oradan çıkmayı dahi isteyemiyor. O kadar yani… Sıkışma hali bedenden, genişlik hali de ruhtandır diyor ulema. Ulema da ne çok biliyor canım? Benim basbayağı ruhum sıkışıyor, zindan gibi bir bedene hapsolmuş, uçmak istese uçamıyor, uyum sağlayıp hiç ölmeyecek gibi yaşasam, hani şuradakiler gibi, o da olmuyor. Kat yapsam, hamam yapsam, boy boy evlat yapsam, ha babam de babam devamlı yapsam yapsam katlasam… Iıh yok, tadı yok! Karaciğerimi niye yorayım ki fazlasına?

Geçen gün Fransız bir televizyon kanalında Afrikalı bir şarkıcının klibi dönüyordu. Yarılmış bilincin topraklarından görüntüler vardı. Afrikalı kadınların kimisinin üst kısmı çıplaktı, diğerleri ise memelerini tişörtle örtmüşlerdi. Hay bin modernite! Ne salak bir hikaye bu yahu! Sen hangi akla hizmet, doğayla iyi-kötü bir uyum tutturmuş, kendisine kendinden bir kültür inşa etmiş insanların arasına girip, memelerini tişörtle örtersin ki? Nesin sen ahlak taciri mi? Onu örterek onu yüceltip medenileştiriyor musun, o “ilkel” ve “yoldan çıkmış” bedeni. Ama bu onun değil ki senin problemin. Saflığını yitiren sensin, baktığında her şeyde her yerde kir ve sapkınlık gören de sen-siz. Sen kendini örtsene, ha? Sen de senden öncekiler de, yeryüzünde aynı açgözlülükle dolandınız. İnsanları donlarına kadar soyabilmek için Allah dediniz, İsa dediniz, Rab Yehova dediniz, Hare Krishna dediniz, dediniz de dediniz…Ama hakikaten ne dediniz? Ben bir bok anlamadım söylediklerinizden. Sadece kirlettiniz, kederlendirdiniz, kudretli insanları, hayvanları, ağaçları vs. güçsüzleştirdiniz. Ol sebepten, “la” ille de “illa”. Bu yüzden kalbim diyor ki, reddetmeden, yıkmadan, bertaraf etmeden inanamazsın, arınıp durulanamazsın… İşte döndük meselenin başınaaaa… Ve Rab ve alem ve ben, tüm bu toplumsallaşma sürecinde, bu üç durumla ilgili bilincime çakılmış ne kadar pencere yargı var ise, onları yıkmadan ve hafriyatı kaldırmadan, ızdırabım da bitmeyecek. Hiçlikle yunmadan, pür-i pak olmadan sonsuza karışmak haram bana… Offf…offf…

‘İbn-i  Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“bir adamın filmi o adamın çıplak hali gibidir..” – Federico Fellini

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“ben herkesin gerçeği kendi başına bulması gerektiğine inanırım.. filmlerimin hiçbir zaman bir sonu olmamasının nedeni de bu.. asla basit çözümleri olmaz.. sonucu olan bir hikaye anlatmanın (sözcüğün gerçek anlamıyla) ahlakdışı olduğunu düşünüyorum.. çünkü perdeden bir çözüm sunduğunuzda, seyirciyi olayın dışında bırakmış oluyorsunuz.. çünkü onların hayatlarında ‘çözüm’ yoktur.. bence sözgelimi, bir adamın öyküsünü sunmak daha ahlaklı ve önemlidir.. sonra herkes kendi duyarlılığı ve içsel gelişimi temelinde kendine ait bir çözüm bulmaya çalışabilir..”

“filmlerime uygulayabileceğiniz en iyi biçimci felsefe, uygulanabilecek biçimci bir felsefenin olmayışıdır.. bir adamın filmi o adamın çıplak hali gibidir –hiçbir şey gizlenemez.. filmlerimde dürüst olmalıyım..”

“görsel olarak çoğu kez gösteri, risk ve gerçeğin bir karışımı olan sirk hayatının temalarından faydalandım.. benim karakterlerim genellikle biraz tuhaftırlar.. sokakta genellikle bir parça sıra dışı ya da yersiz gördüğüm ya da fiziksel ya da ruhsal sıkıntısı olan insanlarla konuşurum.. bütün bu unsurlar benim bir parçamı oluşturduğundan, onları filmlerime katmamak için bir neden göremiyorum..”

“bir filmi ‘anlama’ fikrini sevmiyorum.. rasyonel kavrayışın herhangi bir sanat yapıtının kabulünde temel bir öğe olduğuna inanmıyorum.. bir filmin size söyleyecek bir şeyleri ya vardır ya da yoktur.. eğer onun tarafından dürtülüyorsanız, size açıklanmasına ihtiyacınız yoktur.. eğer sizi dürten bir şey yoksa hiçbir açıklama bunu sağlayamaz..”

FEDERICO FELLINI..

“ALTI AVRUPALI YÖNETMEN..” , PETER HARCOURT , Türkçesi : ÖZGE ÖZDÜZEN, ONUR YUSUFOĞLU, DORUK Yayınları, 2007, 302  Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“RÜZGÂRLA YOLDAŞ..” – ABBAS KIAROSTAMI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“adım atıyorum

sarı ve kızıl dalgaların üstünde

sonbahar günbatımında

 

gecenin ve günün

sonuna inandığım kadar

hiçbir şeye

inancım yok

 

şimdi nerede ?

ne yapıyor ?

unutmuş olduğum kişi.

 

rüzgâra yoldaş gelmişim

yazın ilk gününde

kendiyle beraber götürecek beni

sonbaharın son günü

 

geliyorum bir başıma

içiyorum bir başıma

gülüyorum bir başıma

ağlıyorum bir başıma

gidiyorum bir başıma

 

doğu değil

batı değil

kuzey değil

güney değil

durduğum yer, yalnız burası

 

bağırıyorum

derin vadinin tepesinden

yankıyı beklerken

 

gözyaşımı durduramıyorum

ağlamanın yeri olmadığı

zaman

 

her zaman biriyle

buluşmayı bekliyorum

ki gelmeyecek..

ismi hatırımda değil

 

yıllardır

saman çöpü gibi

mevsimlerin arasında

avare olmuşum..”

ABBAS KIAROSTAMI..

“RÜZGÂRLA YOLDAŞ, HAMRAH BA BAD..” , ABBAS KIAROSTAMI, Türkçesi : Farsçadan çeviren : UĞUR YILDIRIM, PAN Yayınları, Kasım 2011, 152 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gel Öldür Beni

Gel öldür beni,
sakalımdan sakındığında ay ışığı
usulca titrediğinde su,
usulca düşer gibi damla, suya
usulca al canımı, aksın ayışığı
kan,
su..

Gel öldür beni,
nilüfer yapraklarından örülü kefenimi
arka cebimde bulabilirsin sonra
birkaça katlı.
Sar birkaç katlı
bekleme
ya üşürüm
ya da kokar sensizliğim;
ama şu an öldüreceksen
hangisi olacak emin değilim..

Gel öldür beni,
Gün doğarken henüz,
hemen önce ilk sigaramdan
hemen önce düşmeden aklıma
çünkü zor olur 
kendi kendini sökmen 
pencere yansımalarından.

Gel öldür beni,
kızıl çıkarıyor kalbim
ama sadece birkaç teldi çaldığım
ne bileyim,
bulaşıcıymış saçların,
ağrılıymış kalabalığın.

Gel öldür beni,
Buğulanıyor yüzleri aynaların
garip bakıyor yüzüme insanlar
garip davranıyor arkadaşlarım
şekerin tadı kaçık
biber merhametli.
Sensizlik çöktü mideme
anti-asitlerle idare ediyorum
nötralize etmeye çabalıyorum seni,
çok fazla karbonat tüketiyorum..

Gel öldür beni,
yalnızlığımın altında.
Sen olmasan zaten yalnız kalamayacağım.
Sadece gölgesi olayım,
gölgesi olmayan güzelliğinin;
başka bir şey, inan istemiyorum..

‘Düşsel’

SESTEŞ…

Yazın başlangıcıydı…

Yazının ilk paragrafı gibiydi…

Yazın başlamıştı her şey…

Yazılabilir şeylerdi…

Yaz boyunca uzun solukluydu öpüşmeler…

Yazabilirdim bir öpüşmenin hissettirdiklerini…

Yazın kavurucu sıcakları gibiydi nefesi…

Yazmanın derinliği kadardı içime işleyişi…

Yazları buluşabilirdik her yazıda her yaz biz diz dize dile gelirdik…

Yazamadık bir yazı…

Yazın biz yaşadık…

‘Hasibe’

(18.12.2011)

Heybeli

Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık,
ama mehtap neydi, nasıl çıkılırdı; anlamazdık.
Daha çok erik çalabilmek demekti bizim için mehtap,
daha çok saklanabilmekti, bir ebenin karanlıktan ürperen saymalarında.
Yarım yarım kalmış, sanki özellikle yarısı yıkılmış,
taş bir duvar vardı, erik bahçesi boyunca.
Çok severdik o duvarı, kolay ulaştırırdı bizi erik ağacı dallarına;
ve saklanmak için idealdi arkası.

Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık,
ama mehtap neydi, nasıl çıkılırdı anlamazdık.
Cem’in annesi birkaç akşamda bir un kurabiyesi getirirdi
duvarın üzerine pineklenmiş klasik gözcümüz
Hamit görürdü Cem’in annesinin gelişini.
Bazen çok istediğimizde oluyordu, ne kadarda Cem’le 
analı kuzulu makara yapsak da,
bizim annelerimizin de Hamit’in görüş alanına girmesini.
Cem’in annesiyle idare ettik uzun bir süre.

Erik bahçesinin ortasında iki katlı bir ev vardı,
ikinci katın balkonsuz tarafı bizim duvarımıza bakardı.
Pencerede bazen görünür kaybolurdu Sedef.
Duvarın arkasına gizlenirken odanın ışığı yandığında
ışık sönene dek bekler, beklerken de gizlice onu izlerdik.
Hepimiz ortak bir evlilik planı hazırlamıştık kendimizce,
Sedef hepimizin eşi olamazdı sonuçta,
toplum asla hazır olamazdı böylesi bir fikre;
biz ne kadar da hazır hissetsek de kendimizi, 
Sedef bir karar vermek zorundaydı..
İsmini öğrenmemiz tamamen şans eseri değildi aslında,
Yakup gizliden sormayı denemiş, soramamıştı.
Yakup gizlenerek sormayı denemiş, çok aptal görünmüştü.
Sonuçta hiç kimse gaipten gelen bir sese 
ismini söylemek taraftarı olamazdı.
Bizde mahallenin sütçüsünden zorla öğrendik ismini;
söylemezsen 
“sen bir eve gidip süt verirken bidonuna işeriz”
tehdidi altında zorla söyledi sütçü;
tamam kabul ediyoruz o kadarda zorla söylememişti,
biz de tehdit etmedik zaten adamı, söyledi..
Adını duyduğumuzda türlü türlü varsayımlar ürettik anlamına dair.
Ben Cebrail, Mikail gibi bir melek ürettim hemen,
Cem “bir çiçek adıdır olsa olsa” dedi,
Yakup “aaa ne güzel ismi ya” dedi, duymazdan geldik.
Hamit “akşam babama sorucam ben” dedi, 
ben böyle bir anlamı olduğunu hiç sanmıyordum o an
“akşam babama sorucam” diye bir isim olabilir mi ?
Olursa yandık, bu noktadan sonra eşim olacak kıza nasıl seslenebilirim
diye düşünmeye bile başlamıştım, saçmalamıştım.
Hiçbirimizin tahmini doğru çıkmadı, 
bildiğimiz midye üzerindeki beyaz oluşumlarmış aslı, 
ertesi gün öğretmenden öğrenmiştik.
Bu Sedef’e olan ilgimizi biraz hafifletti gibi, sonra geçti
cümbür cemaat aşık olduk ona, sırayla.

Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık;
ama mehtap neydi, nasıl çıkılırdı anlamazdık.
Okuldan kaçar erik ağacının duvarına gelirdik,
aleni gizli yerimizdi, ama aslen gizli değildi.
Ampül gibi ortadaydık, duvar yarım, erik ağaçları kısaydı,
ve Sedef çok güzel bakıyordu..
Akşamları eve “okuldan döner” gibi gider, 
bir bahane bulur koşar geri gelirdik.
Denizin kenarına inerdik bazı, denize işeme yarışı yapardık hep,
en çok ve en uzun Hamit işerdi, nasıl becerirdi bilmezdik
sanki adam akşamki yarışa gün boyu hazırlanıyor gibiydi
ve onu geçmek çok zordu.
Rüzgara karşı bile epey ileri işeyebiliyordu,
tuhaftı Hamit’in bu yetisi o zamanlar, sebebini hiç anlamadık.
Şimdilerde sanıyorum ki herifte bariz pompa vardı
ve çok tayzikliydi dışa çıkış noktasında sidiği.
Ya da ne bileyim..

Hiçbirimizi hiçbirimize çaktırmadan
sürekli Sedef’in camını gözlerdik.
Yakalandığımızda ise, “ ne bakıcam aga” diyerek
erkekliğe dışkı sürmezdik.
Ergenlik hızlı ilerliyor, Sedef her birimiz için ayrı ayrı bir şeyler ifade ediyordu.
Artık deniz kenarında, kayalar üzerinde sidik yarıştıran 
çocukları bir kenara bırakmış
çıkan sakaldan bıyıktan bahseder olmuştuk.
Sedef hep oradaydı üstelik, ve çıkmaya yüz tutmuş bıyıklarımız terliyordu.
Bazen bahçeye iner, ağaçlar arasında dolaşır, aklımızı yoklardı.
Bazen bahçe duvarında onu izler
bazen onu görmezden gelirdik..
Ama biz onu görmezden geldiğimizde bile Sedef çok güzeldi..
Kişisel tatminlerimizin odak noktasıydı Sedef,
gece her şey Sedef’le başlardı..

Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık;
mehtap neydi, nasıl çıkılırdı anlamaya başladık.
Aslında burada adı geçen Sedef’ti,
çünkü biz her gece ona çıkardık.
Zaman ilerliyordu, artık Cem’in annesi un kurabiyesi getirmiyor,
Hamit gözcülük yapmıyordu.
Annelerimizin ve babalarımızın adı,
peder ve valideye doğru evrilmişti.
Eriklere ilgimiz farklılaşmıştı onun yerine 
şişe biralarla tanıştık tek tük, büyüyorduk.

 

Onca hafif alkollü gecemizin hiçbirinde Sedef hakkında konuşmazdık,
herkes kendi içinde bir yerlere koyardı onu,
o ise pencereden bakardı bize..
Denizin kenarına tek tek iner, işimizi görür geri gelirdik.
Eskiden yanyana yaptığımız olay
asude bir mahremiyet giyinmişti üzerine.
Utanmalar başlamıştı, kardeş kardeşe.
Liseyi ben heybelide okudum, Cem Kuleli’yi kazandı,
Hamit Orhangazi de anadolu lisesini, 
Yakup okulu bıraktı, babası için yeterliydi ortaokul.
Bizim için keskin bir köşeydi Lise olayı,
sert bir virajdı. 
çözüldük bir bir, dağıldık; 
virajı alamadık ve yuvarlanacak bir şarampol
hep oradaydı.
Sedef’i bilinçlendikçe, sorgulamaya başladım.
Bizim onca çocukluğumuza, onca olayımıza şahit oldu
hiç bozmadı kendini, artı okul olayı filanda yoktu.
Düşündüm de hiç okula giderken görmemiştik onu,
soruşturdum sonra biraz.
Sağır ve dilsizmiş Sedef, çok kötü olmuştum öğrendiğimde
utanan beni koyacak bir yerim yoktu,
delilik de var serde, isyan biraz, biraz hoyratlık durumları..
Çocukluğumu ve gençliğimin bir kısmını Sedef ile tüketirken
o habersizdi konuştuklarımızdan, şarkılarımızdan,
nasılda yüksek sesle bağır çağırdık, duymasını isterken.
Öğrenmek tüketmektir, derdi babam..
Haklı olmasından nefret etsem de bir zamanlar
Sedef kocaman ve güzel bir rüyaydı.

Biz Heybeli’de her gece Sedef’e giderdik
Uzun süre birbirimizden haber alamadık,
uzun süre uzamaya da devam ediyor üstelik.
Çocukluğumuzun el değmemiş erik ağacı bahçesinde
birbirimizi çok severek yaşadık, büyüdük..
Sağır ve dilsiz Sedef’i ilk biz sevdik
ve o sevgiyle ölüyoruz
Ne kadarda uzak olsak birbirimize, o kadar yakınız
biliyor muyuz ?

 

‘Düşsel’

“… bankası ve bizim büyük çaresizliğimiz !”

Kredi kartı borcumdan dolayı şimdi hatırlayamadığım bir tarihte banka kartım atm tarafından alıkonuldu. Sonrasında dosyamın avukata verildiğini evime gelen posta ile öğrendim. Avukatlık bürosuna gidip; hesabımı nasıl kapatacağımı, istekli olduğumu, borcun hatta yiğidin kamçısı olduğunu beni kamçılayarak bu parayı tahsil edebileceklerini söyledim. Neyse. Borcumun 2.5oo lira civarında olduğunu ilettiler aylık taksitleri 4oo lira olarak ayarlamalarını söyledim.

4oo lira! Eğer işlerim iyi gitseydi cümlenin başındaki rakamın yanında ünlem değil daha uygun şeyler olabilirdi. Anlayacağınız üzere işlerim iyi gitmedi. İşlerin iyi gitmesini bir yana bırakın, işsizlik maaşım ev kirasına yetmiyordu! O dönemlerde işsizlik ordusuna general atanmış durumdaydım. Bazen bahsi geçen meblağı ödedim bazense tedirginlikle ev kirasını velhasıl kelam bugünlere geldik.

Aslına bakarsanız borcumu iki haneli rakamlara çektiğim için okumayı söküp, kurdele takılan veletler kadar şenim dostlarım. Birazda bunun verdiği özgüvenle bunları yazıyorum.

Aylık taksitlerimi zamanında yatırdığım/yatıramadığım oldu. Bunun karşılığı olarak elbette hukuk bürosundan aranıyor, “Borcunuzu ne zaman yatıracaksınız?” diye soran telefondaki sese cevaplar vermeye çalışıyordum. Sevgili dostlarım, bunlar hayatım boyunca duyduğum en haklı sorulardı ve yerin dibine giriyordum. İnsanın borcu olmaya görsün, koca koca bankalar ve onların avukatları nasıl da üzerine geliyor. “Borcunuzu ne zaman ödeyeceksiniz” sorusunu soran üç adet tatlı bayan vardı ilki Ayşegül, ikincisi Betül üçüncüsü ise Nalan hanımlar. Bu insanları tanımıyorum elbette ama sesten karakter analizi yapabiliyorum artık. En yakın dostlarımdan daha fazla beni arayıp hal hatır soruyorlar, telefonumun çalıştığını bana hissettiriyorlar ve hatta bu insanlara ayrı ayrı zil sesleri atadığımı söyleyebilirim. Telefonum çalınca anlıyordum ki Betül arıyor. Evim yandığında “geçmiş olsun, bir şeyiniz yok ya” diyor, telefonda hapşurduğumda “çok yaşa” bile diyorlardı. Ama son dönemde pek anlaşamaz olduk kendileriyle aramızda şöyle diyaloglar bile geçti.

‘-merhaba in.. bey
-merhaba
-in.. .. ..’la mı görüşüyorum
-evet, buyrun
-ben … bankası hukuk bürosundan arıyorum. adım nalan
-evet, dinliyorum
-bize olan borcunuz 200 lira
-evet, biliyorum
-bunun tamamını ödemeniz halinde borcunuz kalmayacak
-evet, biliyorum
-ne zaman ödersiniz
-1’yle 5’i arası
– o halde bugün ödeyebilirsiniz
-hayır ödeyemem
-ne zaman ödersiniz.
-maaşımı aldığımda
-peki 2oo lira yatırırsanız borcunuz bitiyor
-evet, biliyorum
-2oo lira yatırabilir misiniz?
-hayır
-ama 2oo lira yatırırsanız borcunuz kapanıyor
-evet, biliyorum.
-ödeyeceksiniz o halde
-hayır, 1oo lira yatırabilirim.
-2oo lira yatırırsanız borcunuz kapanıyor ama…’

Cuma (09.12.2011) günü itibariyle banka avukatlarının cep telefonuma fırlattığı sms mesajıyla telaşa kapıldım. Mesaj aynen şöyle, SN. İN.. .. .. ,  … BANKASININ YAPMIŞ OLDUĞU FAİZ İNDİRİMİNDEN YARARLANMAK İSTİYORSANIZ EN GEÇ 09.12.2011 TARİHİNDE ÖDEME YAPMANIZ GEREKMEKTEDİR. Bu mesajla bana yaklaşık olarak 1o.ooo kaplan gücü gelmiş iş yerinde kükrüyordum ve kükrememi başkalarının da duymasını istediğimden hemen kız arkadaşımı –iş yeri telefonundan aradım, niye iş yerinden aradın derseniz cep telefonum borcundan dolayı kısıtlıydı- durumu kendisine aktardıktan sonra ilgili telefonu arayıp istedikleri fidyeyi vereceğimizi, beni serbest bırakmalarını rica etmesini söyledimi Neyse hafta sonu bir miktar para yatırmış cebimiz rahatlamış olarak eve döndük.

Ve bugün (12.12.2011) sabah saatlerinde benim halimi hatırımı sormak için arayan büro çalışanlarından Nalan hanımla konuşmamız şöyle geçti Alo dedim Alo Duygu hanımla mı görüşüyorum?!

Pek kısa sayılmayacak, içeriğinde kapitalizm eleştirisi ve hatta das capital’in geçtiği ufak bir konuşmadan sonra, “Bu borç Duygu hanımın değil, benim. Hem onu değil beni mahkemeye vermekle tehdit ettiniz. Şimdi benim ne kefilim ne de bu borçla alakalı olmayan birini neden aramak istiyorsunuz?” soruma eee ööö gibi seslerle fon şenlendi.

Bu nasıl bir çalışma tarzı, nasıl kafa yapısıdır anlayamadım. Üçüncü raundumuzu Çarşamba günü yapmadan bu işi acilen bitirip rahata kavuşmak istiyorum.

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(resim : scream – çığlık, edward munch..)

“seni sevdiğimi anlayacaksın, sevmediğim zaman..”

“Mutlu aşkın yazılı tarihi yoktur.” Rougemont

Aragon’un “mutlu aşk yoktur” sözüne kültür tarihçisi Rougemont tarafından verilen yanıttır..  hep yazılmış olan mutsuz sonla biten aşkların tarihidir. Mutlu aşklar nerede ?

Ama, nedense beni mutlu aşklar hiç ilgilendirmiyor.. yine düştük mutsuzluğun, acıların, cefanın, kırgınlıkların, incinmenin, intiharların, ölümün, aylaklığın peşine..

Birkaç yıl önce imkansız, mutsuz, tutkulu ya da en masum haliyle aşkları ve hikayelerini anlatan bir yazı okumuştum bir edebiyat sayfasında.. bazen bu tip yazıları kitaplarım, filmlerim gibi özenle saklarım.. notlar alırım.. işte birkaç gün önce o eski defterleri karıştırınca rastladığım notlardan,  benim de en sevdiğim yazarlardan, şairlerden ve en sevdiğim aşk hikayelerinden bir yolculuk yapmak istedim..  aşka, aşıklara, acılarına ve  bu acılara rağmen alınan o eşsiz hazza.. bir daha eskisi gibi olunamayan o çileli yolculuğa :

“aylak adam – yusuf atılgan ;  “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” ,  “Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.” Aylak Adam, aşkın -ya da aşksızlığın- hikâyesidir.

romain gary ile jean seberg;   en sevdiğim jean… Roman Gary’nin  “ne değiştirebildiğin, ne yardım edebildiğin, ne de terk edebildiğin bir kadını sevmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz…”  cümlesi yürekleri dağlıyor.  Yine romain Gary’nin “Bir kadını tüm gözleriyle, tüm sabahlarıyla, tüm ormanlar, tarlalar, pınarlar ve kuşlarla sevdiğinizde, onu henüz yeteri kadar sevmediğinizi ve dünyanın, yapmanız için geriye kalan her şeyin bir başlangıcı olduğunu bilirsiniz.”  deyişi ve  aşkı tarif edişindeki  bu cömertliği, her şeyinden vazgeçebileceği, her şeyini verebileceğini,  insanın kerelerce hissetmemesi mümkün mü?

sabahattin ali’nin   kürk mantolu madonna ; Raif Efendi’nin bir Alman kadına duyduğu   aşk vardır.”Çocukluğumdan beri belki ilk defa olarak; hayatımın sebepsizliğini ve boşluğunu düşünerek içim ezilmeden, “Bugün de geçti işte.. Ve bütün günlerim hep böyle geçecek, sonra ne olacak sanki!” demeden uykuya daldım.”..  “Niçin rüzgarlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?” Böyledir büyük yapıtlar, hep kaybedişlerden geriye kalanlardır. “

malina – ingeborg bachmann ; “  Malina, kuşkusuz bir ‘aşk kitabı’ değildir ama belki de aşk kitaplarının en yakıcısıdır. “Parola, Ivan.” der Malina, “Ve hep, hep Ivan.” Böyle bir aşkın var olduğu dünya, kötü bir dünya olamaz, dersiniz. Ama kötüdür dünya (“Biz, birbirimize götüren yolları bunca zahmetsiz bulabilirken, kentteki kıyım sürüp gidiyor;”). Malina’da altı çizilecek o kadar cümle var ki… Geriye bir iç yanması ve çok sigara dumanı kalır. Kitabın yazarı, “Her erkek ve her kadın âşık olabilir mi?” sorusuna, “Hayır,” yanıtını vermiştir zira, “olamaz, çünkü aşk, bir sanat yapıtıdır.”

swann’ın aşkı – marcel proust ; Filmini de izlediğim bir şahane..“Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır.”  “Mutlu olan kişi âşık değil demektir,”  Sosyete çevrelerine girip çıkarak kendini var etmeye çalışan Swann’ın güzel Odette’e duyduğu basit ama sıra dışı aşk . aşka en sağlıklı yaklaşan  roman kişisi , Madam Leroi’dandır: “Aşk mı? Sık sık yaparım ama hiç sözünü etmem.”

mem û zin – ehmede xani ; Ehmede Xani’den eşsiz bir imkânsız aşk masalı… Mem’in Dicle nehrine unutulmaz seslenişiyle: “Benim gönlümün içinden de geç bir kez / Gözlerimin pınarına bak bir kez.”

ilk aşk – turgenyev  “Artık sıradan bir delikanlı sayılmazdım; çünkü âşıktım.”  İşte bu değişimdi.. devrimdi bana göre.. değiştirmeyen şeye aşk denir mi hiç ?

anna karenina – lev tolstoy ;  film olarak bile beni çok yaralayan bir hikaye.. son zamanlarda hep aklımdaydı.. hele kirpinin zerafeti-yaşamaya değer filmini izledikten sonra..    Özgürlük, tekdüzeliği kırmak, ikilemler ve sonunda ölüm… Aşkın iki kişilik olmadığı kesindir.   Anna, aşkının bedelini ödemiştir. Şunu unutmamak gerek: Tutkunun peşinden gitmek, ancak bedeli ölüm olunca, kitlelerin gözünde temize çıkabiliyor.

elsa’ya şiirler – louis aragon ; “Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de / Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm / Orda bütün ümitsizleri bekleyen ölüm / Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde”.

alemdağ’da var bir yılan – sait faik ; “Kaybettikten sonra bulduğumuz şey. Nedir o bil? Nedir o bil?” diye sorar bir öyküsünde.   Alemdağ’da Var Bir Yılan öyküsünde, şu  cümle unutulmayanlardandır: “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.” ..

günlerin köpüğü – boris vian;  Tutkulu bir caz dinleyicisi olan Colin, bir gün Chloé  le tanışınca ona şöyle der: “Sizi Duke Ellington mı düzenledi?” ..  bu nasılda güzel bir betimleme, nasıl da naif bir aşk.

venedik’te ölüm – thomas mann ;  Ünlü yazar Aschenbach’ın olağanüstü güzel Tadzio’ya duyduğu derin aşk, sanatçının çıkmazı ve hüzünlü bir ölüm…

ahmet hamdi tanpınar’ın  huzur’ u ise  hem bir İstanbul güzellemesi, hem de mümtaz’la nuran’ın tutkulu  aşkını  anlatıyor..  sadece huzur desem ve defalarca okunsun desem yetmez mi ?

franz kafka’nın  sevgili milena’ya mektuplar’ında kalan aşk… “Senin” diye imzaladığı mektuplarında şöyle diyordu Kafka: “Adımı da yitirdim! Küçüle küçüle ‘Senin’ kaldı yalnız.” ..

johann wolfgang von goethe ‘nin genç werther’in acıları ;  Tutkulu  ve  platonik aşkın masumiyetini en iyi anlatan bir baş yapıt. “  Parmağı dikkatsizlikle Lotte’nin parmağına değdiğinde bile bundan derin anlamlar çıkaran Werther! Sonsuza dek üzgün genç âşıkların hüzünlü sembolü olarak kalacak… “Ah, siz aklı başında olanlar ! diye gülümseyerek seslendim. Tutku! Sarhoşluk! Çılgınlık! Öylesine rahat, öylesine katılımsız duruyorsunuz, siz ahlâk insanları! içeni azarlıyor, saçmalayandan nefret ediyorsunuz, papaz gibi geçip gidiyor ve sizi onlardan biri gibi yapmadı diye, kaba sofular gibi Tanrı’ya şükrediyorsunuz. Ben bir defadan fazla sarhoş oldum, tutkularım çılgınlıktan hiç de uzak değildi, ikisinden de pişmanlık duymuyorum: zira, büyük bir şey, olanaksız görünen bir şey yapan bütün sıradışı insanların oldum olası sarhoş ve deli olarak çağrıldıklarını kendi ölçülerim içinde kavramak zorunda kaldım.  “Utanın, ey ayıklar! Utanın, ey bilgiçler!”

beyaz geceler – fyodor dostoyevski ;  “Bir anlık mutluluk! Koca bir insan ömrü içinde bu kadarı bile yetmez mi!”  deyişi ..

mevlâna celâleddin rûmî -dîvân-ı kebîr ;  Rumi “Ben ol da bil aşkı” demişti . “Âşık dediğin de benim gibi olmalı! Öyle mest, öyle kendinden geçmiş olmalı ki, ne halkla uzlaşmalı, ne de kendisine bir hayrı dokunmalı! / Aşk âb-ı hayattır; seni ölümden kurtarır! Kendisini tamamıyla aşka veren kişi ne mutlu kişidir!”

piraye için yazılmış saat 21-22 şiirleri – nâzım hikmet ;

“Seni düşünmek güzel şey / ümitli şey / dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey / Fakat artık ümit yetmiyor bana, / ben artık şarkı dinlemek değil / şarkı söylemek istiyorum”.

sevda sözleri – cemal süreya;    “Aşktın sen gidişinden bildim seni” … “Yalnız aşkı vardır aşkı olanın”.

kolera günlerinde aşk – gabriel garcia marquez;  50 yıl süren bir tutku, aşk mıdır yoksa aşka çok benzeyen bir bağlılık mı? Büyülü gerçekçiliğin ustası Marquez,   yarım yüzyıl süren bir aşkı anlatıyor. Sonunda ne mi öğreniyoruz? Sadece aşksız değil, aşka rağmen de mutlu olunabileceğini… ve film olarakta izlenesi..

yirmi aşk şiiri ve bir umutsuz şarkı – pablo neruda ; 20 unutulmaz aşk şiiri… “Seviyorum susmanı, yokluk gibidir çünkü. / Öyle uzak, acılı, ölüp gitmiş gibi sen. / Yeter o zaman bir söz, bir gülümseyiş bile. / Sevinirim, başka şey yok öyle sevindiren.” Neruda’nın aşk sarkacı da inip çıkar, “sonsuz unutuş kırar” insanı. Son söz ümitsizce söylenir: “Ve ellerimde yalnız gölgenin ürperişi. / Âh, uzağa her şeyden. Âh, uzağa her şeyden. / Ey kimsesiz, yollara düşme saati şimdi!”

sylvia plath –ted hughes ; fırtınalı bir evlilik belki de iyice delirmesine sebep olan.. öfkeli bir şair.. Ancak aradığı dinginliği bir türlü kocasından bulamaz.  Evlilikten beklediği koruyucu erkek imgesi yerini ev işleri ve  mutfak alır. Hatta intiharını da mutfakta gerçekleştirir.   ‘ Ben birinin karısıyım’.. ‘Pek yakında, evet pek yakında/Mezar inimin yediği etim/Gene üstümde olacak eve gittiğimde’ .. ‘Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim?  O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür’. Ve trajik bir ölüm..

simon de beauvoir & jean paul sartre ; O zamanların efsanevi çiftiymiş de Beauoir ve Sartre. Varoluşçuluk felsefesinin lideri, iki asi insan,  Onlarca kitabına, edebiyat ödülüne, kadın hareketindeki öncü rolüne, Cezayir bağımsızlık hareketi için verdiği entellektüel çabalar sayesinde kazanılan başarılara bakmış ve demiş ki: “hayatımdaki en büyük başarım sartre ile olan ilişkimdir.”.. .”aşklarının güzelliği, ikisine de sürekli düşünme ve sorgulama, durmaksızın kendini  gerçekleştirme için adım atma fırsatı tanımış olmasıdır. ikisi de birbirinin felsefesine katkıda bulunmuş geliştirmişdir. en güzeli, kadın ve erkek için tanımlanmış rollere teslim olmadan aşka sonsuz teslim olmuş olmalarıdır…

camile claudel ve rodin; Camille, dönemin ünlü heykeltraşlarından Rodin ile büyük bir aşk yaşar. Rodin de onu sever, ama zor bir adamdır. Bu nedenle ikisi de bu yasak aşkta büyük acılar çekerler…. Camille Claudel’in hayat verdiği heykelleri, son olarak, 1905 yılında Paris’te Eugene Blot galerisinde sergilenir.  . Sadece 15 heykel… Gerisini yok etmiştir kendi elleriyle. Kardeşi Paul ve dostu Eugene Blot, ölmeden son bir kez sevindirmek istemişlerdir Camille’yi. Sergi bitişinde Eugene Blot’un “mutlu musunuz?” sorusuna “artık çok geç Mösyö Blot” diyerek cevap verir Camille. Artık geçtir her şey için. Yıpranmış bedeni ve düşünceleriyle başa çıkamaz Camille. 49 yaşında annesinin isteği ve Rodin’in desteğiyle 30 yıl kalacağı akıl hastanesine kapatılır. Her şeyden, herkesten uzak, yalnızlığa mahkum edilmiş 30 yıl… “Bütün istediğim heykel yapmak, sonsuza dek…” diye bağıran bu sese hiçbir yerden yanıt gelmez. Trajik bir yaşam ve acı bir son…

hüsn-ü aşk – şeyh galib  ; Güzellik olmadan aşk olmaz der. Şeyh Galib, Aşk’ın Hüsn’e (güzellik) yolculuğunu olağanüstü sembollerle anlatıyor.   Bu serüvende Aşk, belâları kabul eder, yolu gam harabelerinden geçer, perişan hallere düşer ve sonunda Hüsn’ün delisi olur. Yolculuğun sonunda Aşk’ın vardığı yer Hayret’tir ve şöyle der Galib Dede: “Bundan ötesi değil nümâyân” (sonrası göze görünmüyor). Aşk Hayret’e varır, susulur. Her aşk yolculuğunun mumdan kayıklarla ateş denizlerini geçmek olduğunu bir kere daha anlarız…”

Ve anlar SUSARIZ…

Sevgimle…

‘Taflan’

 

“Kim istemez mutlu olmayı..

Ama, mutsuzluğa da var mısın ?”

Cemal Süreya