Author Archive

Okumak Üzerine

Her insanın ilk okuma çabaları kendine özgüdür ve içinde bulunduğu çevrenin de bunun üzerinde etkisi vardır. Benim ilk okuma çabalarım, bankaların reklam tabelaları ve eve alınan gazetenin içindeki  ‘Fatoş ve Basri’ karikatür yazılarını anlamaya çalışmaktı. Her sabah gazetenin o sayfasını açar, ilk önce resimlerden anlamaya çalışır, daha sonra en yakınımdaki kişiye, genellikle annem olurdu, okuturdum. Daha sonra, diğer sayfaları gözden geçirir, okuyup anlayacağım günleri iple çekerdim. Zamanla bu okuma isteğim, erken okula yazılma çabalarıma dönüştü. Bir yıl erken okula gidebilmek için, yalvardım yakardım. Annem babam bana yeni okula başlayacak bir çocuk gibi, tüm malzemeleri aldılar. Sıra okula kayıt olmaya gelmişti, o zaman da dışarıdan destek yarattım kendime. Çok becerikli, iş bilir bir teyzemiz vardı. Onunla okula gidip, kayıt olmak istedim hatta boyum büyük görünsün diye yüksek topuklu bir ayakkabı giydiğimi hatırlıyorum. Bu heyecan ve sevinç, okul müdürü tarafından yaşım küçük olduğu için reddedilmesine kadar sürdü. Sonraki bir sene annem için zordu ancak hiçbir zaman bana öff dediğini hatırlamam. Sabah erkenden okula gider gibi hazırlanır, kahvaltımı yaptıktan sonra, yazma ve okuma derslerim başlardı. Cin Ali serisi ezberlediğim ilk seriydi. En çok da resim derslerini iple çekerdim. Neyse ki bu okul özlemi birinci sınıfa kaydolmakla sona erdi. Her zaman öğrenmekten çok zevk aldım.

Okumak, bir insanın yapabileceği en güzel eylem. Mutluysam, mutsuzsam, üzgün veya sevinçliysem hiç fark etmiyor, mutlaka okumak için ihtiyaç duyuyorum. En hoşuma giden de kitabın içinde bir maden bulmuş gibi, o an hoşuma gidecek cümleleri keşfetmek. Ya da o an içinde bulunduğum ruh durumuma çare olabilecek bir şeylerle karşılaşabilmek.

Burada şuna da dikkat çekmek gerekir ki; ne okursan o kadar gelişiyorsun. Ne demek bu? Şiir okumak konusunda yeterli çabayı göstermedim, sevdiğim ve ezberlemeye çalıştığım şiirler oldu ancak, şiir apayrı bir dünya. Bu alanda sınıfta kaldığımı söyleyebilirim.

Şu günlerde okuduğum ‘Bir Çift Ayakkabı’ kitabında Sunay Akın’ın şu cümleleri bu kitapta bulduğum maden cümlelerden bir kısmıydı:

‘Edebiyat sınavlarının en beylik sorusudur: Şair burada ne demek istemiş? İşin aslını ararsanız, tarih boyunca hiçbir şair, yazdığı şiirlerde ne demek istediğini kendi de bilmemiştir. Şiirde anlam aramak, evin duvarlarına renk beğenmek için bir resim sergisi gezmekten farksızdır. Çünkü, şiirde anlam arayanlarla duvar örüp ufku daraltanlar aynı sığ suların balıklarıdır. Şairin derdi bir şeyler anlatmak olsa kağıda düzünden girer, yani düzyazıya başvururdu.’

Yine kitabın ilerleyen sayfalarında, zevkle yolculuk yaparken şiir ile ilgili şu cümleler dikkat çekici bir tarifti benim için;

‘Bir dağdan haykırırsanız sesiniz karşıdaki dağda yankılanır, öykü olur, roman olur. Yok, eğer bir fay kırığından dünyanın derinliğine haykırırsanız, sesiniz şiir olur. Şiir böyle bir sanattır; 70 sayfada ya da 1.500 sözcükle anlatamayacağınız duyarlığı, 7 dize ve 15 sözcükte verebilmek…’

Bu tariflerden şiir konusunda öğrendiğim, daha emekleme seviyesinde olduğum. Ne yapalım bir yerden başlamak gerekiyor demek ki. ‘Aylak Adamız’da şiir konusunda başlangıç yapılabilecek kara kuşak seviyesinde bir yer. Neyse ki, beyaz kuşak-yeşil kuşak ayrımını bilmeden, ileri 6-Sigma eğitimlerine inatla devam eden birisi olarak, şiir konusunda beyaz kuşak seviyesine ulaşmayı hedefliyorum. Yeni yıla girerken bu yönde duyumlar aldım, bu yılki hedefim budur.

Şiirinizle ve okumalarınızla kalın.

‘SKYCELL’

‘BİR ÇİFT AYAKKABI’  –  SUNAY AKIN , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1.Basım: Kasım 2011, 184 Sayfa…

Şiirim..

Bir veda havasında bu gece gökyüzü

yere değecek gibi yıldızlar,

kulaktan dolma korkularla

deprem bekler gibi ketum kaldırımlar.

Upuzun gecemin

sabah içtimasında güneşe tekmili

kaytarmışım senden belli

namlusu paslı bir uykuda..

Sanki yitirmişim seni

sol yanımda sağlam bir sancı.

Birkaç kaburgam,

seni korumak için feda etmiş kendini.

 

Şiirim..

İncinmişliğim..

Sen düştüğünde aklıma

Kepenk kapıyor hüzünler.

Pervasız bir çocuk

erik çalıyor bahçemden.

Cemre düşüyor ayazıma,

salkım salkım sözler topluyorum gönül bağımda;

tomurcuk gülücükler çiçek açıyor hırkamda.

 

Şiirim..

Eril halim..

Bedeninin kuytularında doğup

göğsümü kundaklayan

acz yangınım..

 

Şiirim..

Lal kalbim..

Boşa yanan cümlelerim.

1-3 nöbetlerinde öykündüğüm,

huzurlu uykum.

En üst rafta kurulmayı bekleyen,

çocukluk düşüm..

Sessiz kalma haklarına sığınıyor mevsimler.

Oysa hep sulhtan bahsediyor gülüşün.

 

Şiirim..

Esaretim..

Bağımlılık halim.

Senden başka herşeyi görme zorundalıklarında,

gıcırdamalarını duyuyorum gözbebeklerimin.

Canları yanıyor yerini yadırgayan serapların,

küçük bir çöl dudaklarım;

onlar için.

Yine de memnun seraplar,

en azından evlerini aratmıyor kuraklığın..

 

‘Düşsel’

ben ve sen olarak kalsın mektuplar

Belki mektuplar yazmalıydık sevgimize…

Bembeyaz sayfalara kara lekeler gibi düşmeliydi duygular…

Ama ırak değil yazılanlar özlem dolu hasret dolu vuslata gebe olmalıydı…

Toprak doğurur ya tohumdan filizi filizden çiçeği çiçekten meyveyi…

İşte öyle büyüyüp olgunlaşmaya hazır sevdamız…

Verimli bütün topraklarımız…

İşte biz öyle birleşmişiz ki öyle kök salmışız ki toprağa,

Öyle ırak öyle çorak olamayız uzak diyarlarda…

Ektiğimiz sevdayı, biçmenin keyfini süreriz…

Hava, su ve toprakla besleniriz…

Sen ve ben beyaz bir yapraktan ıslak verimli toprağa düşeriz de düşmeyiz gözden gönülden ırağa…

Biz de doğumla ölüm arası yaşanır ömür…

Ben ölüm gibi seni beklerken sen doğmak gibi bana gelirsin sevdiğim…

Gel de harelensin bu topraklar ve toprağıma pusu kuran kargaların yerini alsın kırlangıçlar…

Ve belki de denize ulaşırsa toprağıma sızan yağmur damlası martıları besleriz birlikte…

Ben seninleyken fersah fersah çoğalıyorum…

Gel vazgeçme kumsalımda dalgalanmaktan…

Mektuplarımı salarım denizine, kelimelerimi yüzdürürüm…

Ben sana yazılırım geceler boyu günbegün…

Bitmiyorsun ki hiç!

Deniz suyu gibi bitmiyor yazacaklarım, bitmiyor yapraklar…

Sen bitmiyorsun içimde…

İçi içine sığmıyor yaprakların…

Zarflara sığdıramadığım gibi duyguları…

Bitirelim bizi…

Ben ve Sen olarak kalsın mektuplar…

‘Hasibe’

‘dürtme içimdeki narı.. üstümde beyaz gömlek var..’

“Her şey bitti.. canım artık eskisi gibi yanmıyor.. yok yok yanmıyor.. sadece sıkıldım sanırım son zamanlarda olan bitenlere.. geçer birkaç gün sonra.. geçer.. çünkü bazen acı çekerken bile sevdiğimiz duygular var.. ben artık bazı kişilere, bazı şeylere  ait hiçbir duyguyu sevmiyorum.. beni bırakıp gitsinler artık  o duygular.. yoksa yanıyor mu canım hala.. neden bu tuhaf iç bulantısı.. görmek istemediğim, duymak istemediğim her şey niye bu kadar bana sadık.. beynime üşüşüyor.. kelimeler dilimin ucuna.. kendi kendime söylenmeye başlıyorum..  hatıraların sadece iyi olanları kalsın bana.. diğerleri gitsin.. istemiyorum.. istemiyorum.. ben iyiyim böyle..  bir şarkı dinliyorum. Gripin ..

‘sorma, sorma doldur boğaziçini

sen doldur ben içerim efkarımla kana kana

durma, durma doldur boğaziçini

sen doldur ben içerim yalanlara kana kana

durma, canım cayır cayır yanıyor

söndür yalvarırım durma n’olur durma

 

durma, yağmur durma

sorma, sen de onu sorma’

çok seviyorum bu grubu.. tam gripin gibi.. iyileştirici.. eskiden gripin vardı ağrı kesici kocaman bir şey.. nasıl yutarmışız onu hala aklım almıyor.. hala da var sanırım.. bakkaldan alırdık o zamanlar. Eczanelerde de satılırdı.. ama ben bakkal çağında büyüyen bir çocuğum.. bakkalların, tuhafiyelerin, manav ve kasapların olduğu mahalleydi benim için İstanbul.. dondurma arabaları, yoğurtçular, macuncular, pamuk şekerciler, sütçüler geçer.. sokakta oynar, kırkıncı seslenişte evlere giderdik.. bağırış çığırış.. bizimkiler dindar olmadığı için öyle ezan okununca gel muhabbeti yoktu.. ama biz yine de diğer arkadaşların çoğu çekildiği için ezan okununca eve giderdik.. eskiden daha dayanıklıydık, korkusuzduk.. sokakta kavgayla büyüyen çocuk güçlü olur.. o hesap..  ben ufacık bir çocukken, bizim bakkalda ekmek yoksa koca semti dolanır bulurdum o ekmeği ve eve yetiştirirdim.. hiç korkmazdım o akşam saatlerinde.. bugüne göre daha güvenli olsa bile istanbul’un tehlikeleri hep bakiydi.. kardeşim kaybolmuştu defalarca.. onu ağlaya ağlaya sokaklarda arayışlarım geldi aklıma.. bana emanetti.. annemler fark etmeden bulmam gerekiyordu.. bütün çocuklar seferber olurduk.. en sonunda bir yerlerde bulurduk.. sıpa takılır bir at arabasının arkasına gidermiş.. o zamanlar at arabaları da vardı istanbul’da.. bir keresinde yine takılmış öyle dizleri neredeyse parçalanmıştı.. çok yaramazdı.. sonra büyüdü aslan gibi bir adam oldu.. karşı komşumuzun anneme seslenerek kahvaltıya çağırışları.. şimdiki gibi iki  gün önceden randevulaşma yoktu o zamanlar.. elişini alır, yününü alır komşuya oturmaya giderdin.. ben o zaman  çok mutlu bir çocuktum.. büyüme sancıları hiç yaşamadık biz.. nerde öyle ergenlik falan.. hormonlarımız ne alemdeydi bilmem.. yoktular galiba..  azıcık mızıklan anne ya da baba ağzına çakarlardı bir tane kendine gelirdin.. ne bunalım kalır ne bir şey… bayramlarda kart yazardık birbirimize.. bir çanta dolusu tebrik kartlarım var.. biz telefonun ortalama 10 senede çıktığı bir zamanda büyüdük..

hiç unutmam.. beğendiğimiz çocuklar  vardı.. çocukluk aşkı işte.. o zaman çıkmak derdik sevgili olmaya.. çıktığın var mı ? aynı semtin çocukları olurdu genelde sevgililer o zaman.. arka sokak alt sokak falan.. mahallenin kızları birbirine ıslık çalarak haber verirdi birinin sevgilisi geçince sokaktan.. evet evet aynen öyle.. telefon yoktu kimsede.. o yüzden büyüdüğüm sokağa gittiğimde o görüntü gelir gözümün önüne.. şu an bile gülümsüyorum sevinçle.. ne güzel zamanlardı.. yokluk vardı ama kocaman duygular, ıslığımız, mahalle aşklarımız,  kocaman yürekler ve gerçek insanlar vardı.. incir olduğu zaman herkese dağıtan komşularımız vardı. Akşam çaylarının demlenerek sokakta kapı önünde içildiği muhabbetler vardı..

acılardan haberim yoktu.. sadece okul ve kendi dünyamız vardı.. biz   güçlü çocuklardık.. şimdiki çocuklar gibi kırılgan değildik.. peki ne oldu zamanla bizim bu güçlü çocukluğumuza.. çok sert bir dünyaya büyüdüler.. insanın yok sayıldığı, duyguların kolayca sömürüldüğü, aşkın yalan olduğu, dostlukların, insanların çoğunlukla ikiyüzlü olduğu,  teknolojinin  yalnızlaştırdığı bir yaşama bu saf, masum ve yiğit  çocuklar uyum sağlayamadı.. hayatı bu kadar doyasıya yaşarken yalnızdılar.. dostları varken yalnız hissediyorlardı.. duyguları hep başka bir zamanda kalmış gibiydi.. o yüzden kendimi çok sıkkın hissettiğimde çocukluğumun olduğu anılara uzanırım.. o semtlerden geçerim.. ana rahmi gibidir.. güvenlidir.. ilk doğuş gibidir.. bu bir terapi bana göre..

ama gerçek hayat hep yanı başımızda duruyor işte.. 35 kişinin uluderede bombalanarak öldürülmesi üzerine, canımın çok yanması.. yine sessizliğe gömülmek ve yeni bir anma günü eklenmesi şanlı tarihimize.. bu minvalde aklıma gelen bir film.. basında da işlendi bu film.. yönetmen ‘bahman ghobadi’,  ‘Sarhoş Atlar Zamanı / Zamani Barayé Masti Asbha (2000)..’  hayatta kalma mücadelesi.. kaçakçılık yapılarak yaşama tutunmaya çalışanların hikayesi.. gerçek hayatlar.. ve kaçakçılık öyle illegal bir kelime değil.. söylenip biten bir kelime değildir.. aşkları, yiğitlikleri, efsaneleri, acıları, kahramanlarıyla, kahramanlıklarıyla bambaşka bir dünyadır.. milyon tane film yaparsın.. şiir yazarsın.. şarkı yaparsın..  kaldı ki 100 metre öteye akrabalarına tarlasına geçmeye de kaçak denilen bir coğrafya orası.. ve ben yine filmlerime gömülüyorum.. bazen mutluluk , tamamen insansız olmakta..

çerçöpleri atın.. güzel anılarınızla kalın..”

‘Taflan’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Belinde Diyarbekir kuşağı ..

Zulasında kimbilir hangi hınç, hangi mısra

Yürür namus bildiği yolda…

Yürür yine de yalınayak ve

ayakları yanarak..’

Ahmed Arif

‘esas sorun, esas hesaplaşma vicdanlarda aslında ama bu mesele bitsin, yirmi yıl sonra tv’lere çıkıp hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklarından eminim..’ – ÖZCAN ALPER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“senaryoyu yazarken tek bir çizgide ilerlemiyorum.. o süreçte çok emek harcıyorum.. filmi yazma ve çekme süreçlerinde ben de öğrenmesem, heyecanlanmasam belki de film yapamam diyebiliyorum kendi kendime döndüğüm zaman.. çünkü sadece setin mekanikleşen bir tarafı var.. bense film yapmak istediğim andan itibaren kendimce alt kazılar dediğim 4-5 katman belirliyorum.. bu hem hikaye, hikayenin geçtiği mekanlar, beslendiğimiz sinema, edebiyat.. bu etkilenmeyi olumlu bir şey olarak görüyorum.. yönetmen görüşünü, hikayenin ilk halini yazdığım zaman rahatlıyorum.. işin temeli çıkmış oluyor.. ondan sonrası emek yoğun bir süreç oluyor.. kentin kendisini de, doğanın kendisini de bir karakter gibi düşünmeyi ifade ediyorum ve bunun üzerine çalışıyorum.. yazma sürecinde o mekanlara ve kente daha çok gidip gelmeye başlıyorum hatta orada yaşamaya başlıyorum.. o kentin görünürdeki hikayelerini değil derinliğini yakalamaya çalışıyorum.. sabah erkenden kalkıp sokaklarında dolaşıyorum, ruhunu yakalamaya çalışıyorum.. ‘sonbahar’da örneğin ‘john berger’in ‘avrupa üçlemesi’ benim için yol gösterici oldu.. ölmekte olan köylülük hakkında yazdıkları.. birinin senden önce yapmak istediğini edebiyatta yaptığını görüyorsun.. ‘john berger’in bunun için çamlıhemşin’de yaşaması gerekmiyor.. alpler’in altındaki fransız köylerinde de aynı şeylerin yaşandığını görüyorsun..

..

filmi büyük bir ev olarak düşünmüştüm.. bana bunu hatırlatan ‘tül akbal’ın kitabı oldu sanırım.. bizim çamlıhemşin’deki evleri düşünün.. odaların açıldığı ortadaki odaya ‘hayat’ denir bizim orada.. orta kısım geniştir, odalar ise dar olur.. ‘sonbahar’daki ‘yusuf’un odası çok küçüktü örneğin, bir usta bulup büyütmek zorunda kaldık.. yine de bir hapishane hücresinden daha büyük olmadı.. düşündüğüm şuydu : bir sorun çıkıyor bir odayı kapatıyorsun, türkiye de böyle.. bir süre sonra bir yaşam alanı kalmıyor.. ev ve oda konusu üzerine düşünmüştüm.. kendi yaşam alanını da yok ediyorsun aslında..

yası nasıl tutacağız meselesi aslında.. ağıtlar da bunun bir parçası.. türkiye’de aslında etnomüzikoloji diye bir bölüm yok.. antropologlar ilgileniyor..

buradaki esas sorun ülkenin kendisinin aslında bir kayıplar ülkesine dönüşmesi ama bununla nasıl baş edilecek,  yası nasıl tutulacak belli değil.. o yüzden ‘john berger’in ‘efendilerin’ sözünü kullandım ve ’musa anter toplumsal hafıza merkezi’ni kurdum filmde.. bütün otuz yılda çok ağır koşullar yaşanırken bir arşiv tutulmamıştı aslında.. tabi 1,5 milyon ermeni’nin öldüğüne resimlerini görünce mi inanacaklar.. esas sorun, esas hesaplaşma vicdanlarda aslında ama bu mesele bitsin, yirmi yıl sonra tv’lere çıkıp hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklarından eminim.. filmin bir yerinde, filmin kendisi de sadece kayıt altına almayı amaçlıyor, sadece bunu yapsa yeter dedim.. o yüzden kayıplarla ilgili kayıtları uzun uzun çektik..

film esnasında onlarca kişiyle kayıt yaptık.. bir kopyasını bir kurum olsa da versek diye düşündüm.. ama orada fark ettim ki , ağıtlar, dengbejler de bu hafızanın korunmasını sağlıyor.. yaşar kemal ağıtların bir direniş biçimi olduğunu da söylüyor.. başka kültürlerle de karşılaştırıyor.. faili meçhul cinayetlerde kaybedilen insanların fotoğrafının üzerine bir tülbent örtülüyor evlerde.. ölüm yaşanmıyor, kabullenilemiyor.. bu durumda ciddi travmalar yaratıyor.. bir mezarı olsa her şeyi affedecek hale geliyor kadınlar.. o mezara gidebilse neredeyse yarı yarıya bağışlayacaklar..”

YENİ FİLM Dergisi’nden SERAY GENÇ ve YUSUF GÜVEN’in ÖZCAN ALPER’le yaptıkları röportajdan bir bölüm..

Röportajın tamamı için ‘YENİ FİLM DERGİSİ..’, Sayı 24, Kasım 2011,  Sayfa 14, 15, 16, 17, 18, 19..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Fotoğrafın Kısa Tarihi..’ – WALTER BENJAMIN

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“resme yeterince  uzun bir süre bakmak mümkün olursa hemen fark edeceğimiz şey zıtlıkların ne kadar keskin bir biçimde var olduğudur.. demek ki en kusursuz tekniği uyguladığımızda, fotoğrafın, yağlıboyayla çizilmiş bir resimde artık yakalamamızın asla söz konusu olmadığı büyülü bir değer kattığı sonucuna varabiliyoruz.. fotoğrafçı önceden bütün sanatsal hazırlıklarını ne kadar titizlikle yapsa bile ve modelinin konumunu belirlerken ne kadar aykırı bir tasarımda bulunursa bulunsun, izleyici yine de içinde, tam burada ve şimdi meydana gelen tesadüfün ufacık kıvılcımını yakalamaya doğru karşı konmaz bir dürtü hissedecektir..

işte o kıvılcım, böyle bir fotoğrafa sanki, epeyce uzun bir vakit önce geçmiş olan ve geleceğin de, bugün dahi, şimdiden geriye dönüp baktığımızda belirgin olarak seçebildiğimiz bir noktaya yerleştiğini ancak fotoğraftaki kişi sayesinde gördüğümüz gibi yedirilmiştir..

burada, kamerayla baktığında görünen, göze görünenden daha farklı olduğu bir doğadan bahsedilebilir : üstelik bu o kadar farklı bir doğadır ki, fotoğraf karesinde, ‘oradaki’ bir insanın bilinçli biçimde ördüğü bir mekân yerine, bilinçsizce şekillenmiş bir mekân görünecektir.. insanların nasıl yürüdüğünü -en kaba haliyle bile- anlatmak kolayca mümkün iken, bir kişinin attığı her adıma saniye saniye hangi pozisyonda olduğu konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değildir..

..

‘tristan tzara’ da 1922’de şu satırları kaleme almıştı : ‘kendini sanat olarak adlandıran her şey felce uğradığında, fotoğrafçı bin mumluk lambasını yakar ve ışığa duyarlı kart birkaç faydalı eşyanın karanlığını an be an kaydeder.. fotoğrafçı bu suretle, takımyıldızlarının gözlerimizin önüne serdiği şölenden daha önemli olan narin, el değmemiş bir ışık parıltısının gücünü keşfetmiş olur..’ fotoğraf alanında tesadüfen ya da fırsatçı bir cüretkarlıktan dolayı değil de plastik sanatların rahatlığı içinden gelen fotoğrafçılar, bugün meslektaşları arasında avangard bir kol oluşturmaktadırlar, çünkü onlar, gelişmeleri sürecinde günümüzün fotoğrafçılığının en büyük tehlikesinden uygulamalı sanatlara sapma eğiliminden- kendilerini korumayı başarmışlardır.. ‘sasha stone’a göre, ‘sanat olarak fotoğraf çok tehlikeli bir alandır..

..

fotoğraf makinesi gün geçtikçe daha da küçülecek, yarattığı şokla izleyicideki çağrışım mekanizmasını tamamen durduracak olan uçucu görüntüleri yakalamaya giderek daha hazır hale gelecektir.. işte bu noktada fotoğraf altı yazılarının da devreye girmesi gerekmektedir.. çünkü fotoğraf yazıları fotoğrafın hayattaki bütün ilişkileri edebiyata taşıdığının anlaşılmasını sağlayacak ve fotoğrafik kurguların aslında hiç de tesadüflere bırakılamayacağını ortaya koyacaktır..”

WALTER BENJAMIN..

‘FOTOĞRAFIN KISA TARİHİ, Teknik Araçlarla Yeniden-Üretim (Çoğaltma) Çağında Sanat Eseri..’, WALTER BENJAMIN, Çeviri : OSMAN AKINHAY, AGORA Yayınları, Ocak 2012, 96 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ERİSTİK DİYALEKTİK, Haklı Çıkma Sanatı..’ , ARTHUR SCHOPENHAUER

“hile 5 : yanlış önerme kullanma..

muhalif doğru öncülleri – doğruluklarını fark edemediği veya bunlardan tezin hemen çıkarsanacağını gördüğü için kabul etmiyorsa, savımızın ispatı için yanlış önermelerden yararlanabiliriz.. kendi başlarına yanlış ama insana yönelik; burada : muhalif açısından, doğru önermelerle, muhalifin düşünme tarzına uygun, yani kabul edilmiş olana göre argümanlar sunarız.. çünkü yanlış öncüllerden doğru sonuç çıkabilir; ama doğrudan asla yanlış çıkmaz.. aynı şekilde, muhalifin yanlış önermesini, onun doğru sandığı yanlış önermelerden hareketle çürütmek de mümkündür.. çünkü işimiz bu kişiyledir ve onun düşünce tarzından yararlanmamız gereklidir.. mesela düşüncesini benimsemediğimiz herhangi bir mezhebin taraftarıysa, bu mezhebin fikirlerini ona karşı temel ilkeler olarak kullanabiliriz..

hile 8 : kızdırma..

muhalifi kızdırmak : öfkeli kişi doğru yargıda bulunamaz ve avantajını fark edip kullanamaz.. onu açıkça haksızlıklar yaparak, rahatsız ederek ve haddini bilmez bir tavırla kızdırabiliriz..

hile 14 : zafer narası atma..

muhalifimize şöyle utanmazca bir oyun oynayabiliriz : eğer birçok sorudan sonra, hedeflediğimiz çıkarım yararına cevaplar ortada yoksa, istediğimiz vargıyı sanki kanıtlanmış gibi zaferle öne süreriz.. eğer muhalifimiz çekingen ya da aptalsa ve biz de yüksek bir sesle saygısızca konuşuyorsak, bu hile gayet başarılı olur..

bu bir tür neden olmayan bir şeyi neden gibi alarak yanıl(t)ma..

hile 27 : öfkede zaaf arama..

muhalif getirdiğimiz bir argüman karşısında ansızın kızarsa, bu argümanı daha büyük bir gayret ve ısrarla öne sürmeliyiz: yalnızca onu kızdırmaya yaradığı için değil, aynı zamanda muhtemelen düşünce silsilesinin zayıf bir yanına dokunmuş olabileceğimiz için.. bu noktadan ona belki de umduğumuzdan daha fazla saldırıp zarar verebiliriz..

hile 28 : tribünlere oynama..

bu hile özellikle uzmanlar, fazla bilgili olmayan dinleyiciler önünde tartışırken kullanılabilir.. eğer elimizde argüman bile yoksa, o zaman bir izleyicilere yönelik argümana başvurabiliriz; yani itirazımız aslında geçersizdir, ama bunu ancak bir uzman fark edebilir.. muhalifimiz uzmandır ama dinleyiciler değil.. o zaman muhalif, özellikle iddiasına yaptığımız itiraz onu gülünç duruma düşürüyorsa, dinleyicilerin gözünde yenilmiş olur.. insanlar zaten gülmeye hazırdır ve gülenleri kolayca kendi tarafımıza çekeriz.. itirazımızın geçersizliğini göstermek için muhalif uzun açıklamalar yapmak ve bilimin ilkelerini veya başka temel hususları ele almak zorunda kalır.. bunlara kulak verilmesini sağlamak da hiç kolay değildir..

hile 29 : saptırma..

yenileceğimizi anlayınca, bir saptırma yapabiliriz.. yani konuya aitmiş ve muhalifimize karşı bir argümanmış gibi görünen ama aslında çok farklı bir şeyi tartışmaya başlarız.. eğer saptırma yine de tartışılan konu ile biraz ilgiliyse bu  kısmen tevazuyla yapılabilir; eğer konuyla değil de yalnızca muhalifle ilgiliyse, ancak yüzsüzlükle olur..

eğer saptırma tamamen araştırma konusunun dışına çıkıyorsa, utanmazca ve saygısızca olur.. örneğin ‘eveti siz bir de şunu iddia ediyorsunuz..’ gibi.. zira burada belli ölçüde ‘kişiselleştirme’ yapılmaktadır.. kişiselleştirme son hilenin konusudur.. buradaki saptırma, son hile olarak ele alacağımız kişiye yönelik argüman ile insana yönelik argümanın tam ortasında bir yerde durmaktadır..

ARTHUR SCHOPENHAUER..

‘ERİSTİK DİYALEKTİK, Haklı Çıkma Sanatı..’ , ARTHUR SCHOPENHAUER, Çeviri : ÜLKÜ HINCAL, SEL Yayınları, Ocak 2012, 88 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘linç en aşikâr medeniyet kaybıdır.. linçin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infial uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitirir..’ – TANIL BORA

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“linç güruhu..

öncelikle sözü ettiğimiz örgütlü grupların, yaygın ve medya tarafından daha da yaygınlaştırılan toplumsal öfkeyi fanatik bir saldırganlık diline ve linççi bir seferberliğe kanalize etmeye çalıştıklarını görüyoruz.. ‘durumu’ belirli sloganlarla lânetlemeyi, tayin edilmiş andları tekrarlamayı, ‘bizden’ sayılmayanın mükellefiyeti gibi dayatıyorlar.. yeteri kin coşkusuyla katılım göstermeyenlere ‘bakınan’ bir tehditkârlıkla yapıyorlar protestolarını -.. bizzat kınama ve protesto gösterileri, insanları ‘hain değil bizden’ sayılmak için iştirake zorlayan bir sembolik linçe dönüşüyor..

sembolik linçin fiili linç biçimini alabildiğini de biliyoruz.. zaten bu geçiş çok zor değildir.. bu linçin öngörülmüş, standart mecraları zaten var.. ‘kürt’ kimliğiyle özdeşleştirilmiş kuruluşlar, mahalleler hatta tek tek insanların evleri, dükkanları yanında, birçok yerde solcu partiler, dernekler fırsattan istifade hedef alındılar.. örgütlü grupların provoke ettiği bu saldırılar yanında, aralarına kuşkusuz fırsatçıların, yağmacıların da karıştığı ‘kendiliğinden’ patlamalar vuku da bulabiliyor – vuku bulması her zaman an meselesidir..

malum : ‘kitle psikolojisi’ denen ‘şey’.. öfkeli sloganlarla ajite olmuş vaziyette akan bir kitle, çokluk/çoğunluk olmanın verdiği güç duygusuyla, hele ‘sabrımız taştı’ haklılığıyla hukuki ya da başka ‘sosyal’ kontrollerden azâde olduğunu hisseder hale gelmişse, korkutucu bir kolaylıkla bir linç güruhuna dönüşebilir.. kendine kurban bakınır hale gelebilir.. küçük bir yanlış anlama, bir işaret, kimden geldiği bilinmeyen bir emir – ve vururlar ‘abalı’ya.. zaten faşizmin ‘kitle’yle buluşmasını sağlayan bir ilkel güdüdür bu : günah keçisi aramak.. beşeri sorunları karmaşıktır, baş etmesi zor hatta kısa zamanda halledilemeyecek yanları da vardır, en önemlisi kendimizle ilgili yanları vardır; oysa günah keçisi, bütün sorumluluğun üzerine yıkılabileceği bir hedeftir.. günahı ona yükleyerek, onu ortadan kaldırarak, her şeyi halledebileceğinizi sanırsınız..

‘milli refleks’ ve onun zımnındaki linç tehdidinin bir siyaset etme yöntemi olarak kullanılması, politikanın inkarıdır.. bizzat ‘devlet olma’nın inkarıdır.. asıl önemlisi, toplum olmanın inkarıdır.. toplum olmak (‘millet olmak’ da diyenler olabilir), kendini ortak değerlerle, ama ‘biz iyiyiz, biz üstünüz’le değil evrensel, insani, ahlâki değerlerle tanımlamak ve bu temelde kendini birbirinden sorumlu hissetmek demektir.. tek ortak bağı kendi ‘biz’liğinin üzerine kapanıp aidiyet yemini törenleri yapmak haline gelen, intikam peşinde bir linç güruhuna dönüşen bir toplumun, her şeyden önce toplum olma vasfı (‘millet’ de diyenler olabilir) tahrip olur.. bu tahribat, o toplumun insanlarının kendilerine sahici bir güven duymasına da manidir..

linç rutinimiz..

türkiye’de linç girişimleri, kendine göre bir rutine oturmuş durumda.. en çok kürtleri, zaman zaman solcuları, bir de eşcinselleri ve ‘sapkın’ sayılan başka cinsiyet gruplarını hedef alıyor.. (ideolojik bir maksada hamledilemeyecek, özel alanda cereyan eden teşebbüsler, cabası..) emniyet güçlerinin de linç durumlarında aşağı yukarı oturmuş bir tatbikatı var.. linççi gruba anlayışla davranılıyor; birçok durumda, aşağı yukarı öldürme kasıtlı darp eşiğine kadar, fiziki şiddete de müdahale edilmiyor.. linç güruhları, kendilerini anladıklarını anladıkları ancak resmi sıfatları veya formel hukuk icapları nedeniyle elleri kolları bağlı olduğunu düşündükleri emniyet görevlilerine, ‘onları bize verin’ diye yükleniyorlar.. linç tehdidi altındakilere hitabene, ‘dua edin polise’ sloganı atıyorlar.. dualık polis, linç saldırısına uğrayanları ‘koruma’ amaçlı olarak ‘alıp’ işaretliyor.. bazı örneklerde sonradan mağdurlar aleyhinde dava da açılıyor.. çünkü linçe maruz kalanlar, neredeyse bir doğal hukuk varsayımıyla, ‘tahrikçi’ kabul ediliyorlar.. linç, bu gibilerin esasında hak ettiği, ancak ‘hoş (şık) olmayan’ veya ‘ülkemizi dünya kamuoyunda (ab ve abd komiserleri karşısında) zor durumda bırakacak’ bir milli refleks ifadesi olarak örülüyor.. linç teşebbüslerinin, devletin şiddet tekelinin altını oyduğu ve ‘devlet otoritesini zaafa uğrattığı’ ise anlaşılan pek o kadar düşünülmüyor, pek fazla dert edilmiyor..

şiddetin tekinsizliği..

şimdi biraz kabullerimizi sorgulayalım : şiddetin teşhiri ve pornografikleştirilmesi, gerçekten şiddeti körükler, özendirir mi.. yoksa şiddet içerikli dizilerin yaptığı toplumda ‘zaten olanı’ yansıtmaktan mı ibarettir.. hatta şiddet potansiyelini oyalayıcı, massedici bir işlev gördükleri dahi söylenebilir mi..

uzun yıllardır savaş, terör ve asıl olarak şiddet üzerine antropolojik bir dikkatle çalışan sosyolog ‘wolfgang sofsky’, şiddetin dinamiği ile onun âmili sayılan sebepler arasında araçsal ve otomatik bir ilişki kurma alışkanlığına karşı uyarıyor.. kan revan içindeki filmlere tutkun olan, milliyetçi-ırkçı propagandadan etkilenen herkesin cinayete ve ‘darpa’ tevessül etmediğini; şiddete başvurmanın, bu saiklerden özerk bir tercih, bir seçiş, bir edim olduğunu hatırlatıyor..

saik olarak görülen birçok etkenin, aslında şiddet eylemini akabinde açıklamaktan veya meşrulaştırmaktan; en fazlası, ona vesile sunmaktan öte bir işlev görmediğini düşünüyor.. şiddetin ‘kendine özgü’ bir dinamiği olduğunu vurguluyor, kısacası..

şiddetin ‘kendine özgü dinamiğini’, yine şiddetin görselleştirilmesi üzerinden filmlerden takip edelim.. ‘kurtlar vadisi’ne kısılmayalım; ‘kill bill’i hatırlayalım mesela.. ‘kill bill’ler ya da genel olarak ‘quentin tarantino’nun filmleri, ‘şiddetin estetiği’ ile tanımlanıyor.. itinalı bir koreografiyle çekilen şiddet sahnelerinde, bale kıvamında dövüşlerle kafalar gözler yarılıyor, omuz üstünde baş konmuyor.. ‘kill bill’deki ‘yüksek’ estetiğin ve fantastik ortamı, güncel arka planın ve ‘ertürk yöndem’ belgeselciliğinin uç verdiği ‘kurtlar vadisi’nden farkının şiddeti soyutlamak olduğu söylenebilir sanırım.. onun kurduğu evren, patlayan dalağı ‘güçlü bir imge’, akan kanı etkili bir kırmızı patlaması olarak soyutlayarak tahayyül etmeye elverebiliyor.. ‘süblimasyon’ da diyebiliriz (‘yücelme’ değil de, ‘uçunma’, ‘soyutlanarak evrilme’ sözcükleriyle karşılayalım süblimasyonu).. malûm, şiddetin –ehlileşmesi değil- süblimasyonu, sanatın ve yaratıcı insan faaliyetinin kaynağındaki enerjiyi üretmiyor mu zaten..

‘tarantino’nun bilhassa eski filmlerinde baskın olan, – ve kuşkusuz onun sinemasına has olmayan-, ‘sebepsiz şiddet’ motifi de önemli.. büsbütün sebepsiz olmayan ama onu tetikleyen sebeple ‘patlayan’ şiddet arasındaki ilişkinin fevkalâde oransız olduğu durumlar.. ‘max aub’un ‘örnek suçlar’ı misali : ‘sakızını ağzında çevirip durması sinirime dokunduğu için öldürdüm onu..’ yine büsbütün sebepsiz olmayan, bir yerlerde kaynayıp fokurdayan ama olmadık yerde fışkıran, olmadık birilerini hedef alan şiddet.. anlık bir tepkiyle ‘açığa çıkan’ bir kez ucu görününce de arkası alınamayan, çığ gibi büyüyen şiddet.. sarhoşluk gibi.. cezbeye kapılmak gibi.. ‘insanlıktan çıkma’ durumu değil de, bir başka boyuta geçme’, bir ‘aşma’ hali olarak şiddet..”

TANIL BORA..

‘TÜRKİYE’NİN LİNÇ REJİMİ..’ – TANIL BORA, BİRİKİM Yayınları, 2008, 72 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

zeki müren ve bülent ersoy’a iyi niyetli ‘mersiye’..

zeki müren’den bülent ersoy’a müziğimizde bir şeyler oluyor.. müzikle ilgilenenler, bu iki sanatçımızın, belki de hormonal yapılarının kazandırdığı bir üstünlükle, ‘surdine’ bir ses rengine sahip olduklarını söylerler; ayrıca, özellikle zeki müren’in tenor ve bas’ın yanı sıra kadın seslerinden alto’dan da ses alanı ‘çalabildiği’ ileri sürülür.. ‘surdine’ ses ise çaykovski’nin canzonetta’sında kemanlara takılıveren küçük bir aparatla elde elden hüzünlü seslerde olduğu gibi romantizm’in ilk zamanlardaki hırçınlığından usanıp sığındığı yumuşak başlı ama ‘dünyadan’ artık hafifçe uzaklaşmaya başlamış kendi ‘iç mekanının’ sesidir..

cumhuriyet döneminden önce istanbul’un orta sınıf kesimlerinin oturduğu güngörmüş –ama artık düşüş içine giren semtlerindeki evlerin sokağa bakan dar cephelerinin ardına çekilmiş arka bahçelerinde hekimler, katipler, memurlar toplanır; kanun cümbüş, ud ve kemanla meşkederlerdi.. bu  musikide uslu, terbiyeli, nezaketli bir hüznün yaşandığını ve bu iç mekanın sesinin ‘arandığını’ biliyoruz.. ‘zeki müren’ ise, 1950’lerden itibaren kentlerimizdeki yeni insanların ‘arandığı’ bu içmekanın sesini getirdi bize.. altıyol’un kuşdili çayırı’nda, kurbağalıdere’ye çıkan sokakların, her biri kendi ‘uzletinin’ sessizliğine çekilmiş eski evlerindeki musiki alemlerinin tersine, ‘zeki müren’, kentlerde kalabalıklara dönüşen yeni insanlarımızın hem gürültülü hem de biraz ‘işveli’ içmekanının sesini sundu bize..

alıştığı mekanlarını, yakınlarını, coğrafyasını yitirip kentlerin yeni oluşan hayatına karışan insanlarımız çoğalıyordu.. onların bu geleneksizleştirici kalabalıklaşma içinde sığındıkları uzleti dile getirmek için, tane tane, her kelimesi ilk kez duyulduğunda da bu geleneksiz kalmış insanların bile hemen anlayıvereceği bir müzik dili oluşturdu ‘zeki müren..’ yeni uzletin bu ilk ortak dillerinden birini oluşturduktan sonra, çoğumuzun hayatta hiç görmediğimiz ’manolyalardan’ söz ederken, kentin ‘hiçleştirici’ hayatında artık idealize ettiğimiz, erişilmezleştirdiğimiz aşklarımıza sunacağımız çiçekleri de soyutlamamızı öğretti bize.. sevgililerimizi ‘madonnalar’ olarak yaşamaya başladığımız bu ilk yıllardan sonra biz de ‘zeki müren’ de değiştik.. kentlerimiz , kentlerimizin dışındaki hayat alanlarımız hırçın bir hüzne bürünmeye başladı.. ‘ahmet hamdi tanpınar’ın deyişiyle, kendi kültür tarihinde dram geleneği oluşturamamış bir toplumken, 1950’lerde melodramlara merak sardık.. sonraları, bizi yitirmekte olduğumuz geleneksel dünyamıza bağlayan ‘türkan şoray’ların ‘gözlerinden’ de koparak, ‘vamp kadınlara’ oradan da, ‘soyunan’ ve ‘horlanırcasına hemen yere yatırılan’ kadınlarla dolu porno filmlere yöneldik..

1950’lerin başlarında bile ‘okuyanın adam olacağına’ ve ‘çalışanın zengin olacağına’ inanılan bir dünyamız varken.. 1960’ların sonlarında, okumakla çalışmakla değil, fırsatlardan yararlanmayı bilmekle, güçlülerin önünde fırsatlar kollamakla ‘adam’ olabileceğimizi düşünmeye başladık..

1970’lerin sonlarına doğru ise toplumumuz  her gün yeni ‘şoklar’ yaşamaya başladı.. bu yeni hayatımızda insanca yeni gelenekler oluşturamadık; ‘kural’ diye toplumumuzun önüne konulanlar, her yönü ile her gün değişen bir toplumsal gerçeklik karşısında, mitlerinden yoksunlaşmış bütün ritüeller gibi, içimizi ısıtmayan, bizi inandırmayan şeylerdi.. toplumun baskı ve denetimi altındaki hayat alanlarımızda uyar gibi gözüksek de, kendi içmekanımıza çekildiğimizde, içimizde bulanık bir isyan ve eziklik vardı.. okumuşumuz, okumamışımız, birbirimizden ayrı düşüp, işimiz, ekmeğimiz, ilk kez duyabildiğimiz beklentilerimiz uğruna çok şeylere ses çıkarmadan katlanmaya çalıştık..

şimdi, işte bunun içindir ki, bize ‘zeki müren’ de yetmez oldu! 1950’lerin altın çerçeveli gözlükler takmış, pırıl pırıl yüzlü, saçları sıkı sıkıya taranmış, hakkında ‘duyduklarımızı’ yüksek sesle söyleyemediğimiz bir ses sanatçısı olan ‘zeki müren’in ardından, birdenbire ortaya çıkan / çıkarılıveren ‘bülent ersoy’a ‘merak sardık..’ ‘bülent ersoy’, kendisine ‘sanat güneşimiz’ dememizi bile istemiyordu.. ‘zeki müren’ gibi, ilk ün kazandığı günlerde, toplumun geniş kesimlerindeki yaygın etiğin dışında bir özel hayat sürdürmenin zahmetini bile çekmiyordu.. gazino endüstrisine ve bu endüstrinin ‘meşrulaştırıp’ toplumsal hayatımızın ‘açık’ (overt) davranışlar alanına ‘bulaştırılan’ yeni etiğine teslim olmuş; kazanılması mümkün bir ünün, zenginliğin, ‘kalabalıktan’ sıyrılıp ‘bireyleşmenin’ simgesiydi..

bizi de bu tür ‘yolların ağzına’ getirip bırakan bir hayatın içinden çıkmamızın güçleştiğini gördükçe, onu bu yeni kimliğini ortaya koymakta aşırılıklara iterek, onunla bizim aramızdaki ‘mesafenin’ varlığını sürdürmeye çalıştık.. bu süreçte, ruhsal durumumuzun çelişkili yapısnı sezinleyen boyalı basın, magazinler ve ‘komedi’ geleneğinden yoksunlaşmış mizah dergileri, bülent ersoy’u, içimizdeki bulantıyı dışa vurmakta kullanacağımız bir ‘husumet nesnesi’ ya da ‘günah keçisi’ olarak da önümüze koydu, zaman zaman.. ‘bu ne kadın, ne erkek..’ dediler.. kimliğini netleştirmek için ameliyat olmasını ‘önerdiler..’ ‘ham’ bir endüstrinin elinde olduğu için, bir yanlışlık oldu bu.. biz, ‘bülent ersoy’un kimliğinde böyle bir netlik aramadık.. bizim adımıza da edindiği eski bulanık kimliği, belirli bir ölçüde, belki de toplumumuzun birçok kesiminde başlayan ‘kimlik bulanıklığının’ çok daha ileri, çok daha yoğun bir biçimi olduğu için bize daha ilginç ve anlamlı geliyordu..

sabahları evden çıkıp ‘işe giderken’ günün ilk sigarasını aldığımız gazete bayii büfelerinin önünden geçerken gözümüze iliştiğinde, ‘bülent ersoy’un da, bütün ‘saltanatına’ rağmen ve bütün ‘iticiliğine’ rağmen yalnızca ‘aynaya düşürülmüş bir görüntü’ olduğunu kavramamız gerekiyor..

‘bülent ersoy’a gösterdiğimiz ‘hastalıklı ilgiden’ onun ‘örselenmiş insan’ kimliğini hor görmemizin nedeni olan kaba ergilciliğimizden ‘aşksızlığımızın’ ürünü olan ve kelimeleri bile üçü-beşi geçmeyen güftelerin tekrarlandığı müziklerden, içimizin ezikliğini bile ölgünleştiren’ bu soğuk ve ‘acımasız’ yaşama üslubumuzdan da kurtulamaz, ‘aynanın’ dışındaki dünyamıza bakmamızı bekliyor..

‘zeki müren’i, ‘bülent ersoy’u ‘rahat bırakmamız’ hiç de sandığımız kadar zor değildir, aslında !

 

ÜNSAL OSKAY

Cumhuriyet, 3 Mart 1982

 

‘YIKANMAK İSTEMEYEN ÇOCUKLAR’ OLALIM.. , ÜNSAL OSKAY, YKY Yayınları, Haziran 1998, 372 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“MERHABA CANIM”

ben az konuşan çok yorulan biriyim

şarabı helvayla içmeyi severim

hiç namaz kılmadım şimdiye kadar

annemi ve allahı da çok severim

annem de allahı çok sever

biz bütün aile zaten biraz

allahı da kedileri de çok severiz

 

hayat trajik bir homoseksüeldir

bence bütün homoseksüeller adonistir biraz

çünki bütün sarhoşluklar biraz

freüdün alkolsüz sayıklamalarıdır

 

siz inanmayın bir gün değişir elbet

güneşe ve penise tapan rüzgârın yönü

çünki ben okumuştum muydu neydi

bir yerlerde tanrılara kadın satıldığını

ah canım aristophones

 

barışı ve eşek arılarını hiç unutmuyorum

ölümü de bir giz gibi tutuyorum içimde

ölümü tanrıya saklıyorum

ve bir gün hiç anlamayacaksınız

 

güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum

düşüverecek ellerinizden ve

bir gün elbette

zeki müreni seveceksiniz

(zeki müreni seviniz)

 

ARKADAŞ Z. ÖZGER..

(Dost Dergisi, Haziran 1970..)

SEVDADIR (MAYIS Yayınları, Mart  1988, 116 Sayfa..)