Author Archive

Yalnızlık!

ANABASE

 

V

 

“Karışmış ruhum için uzak işlere, köpek havlamalarıyla canlanmış kentlerin o yüz ateşi…

Yalnızlık! Deli dolu yanlılarımız çok övüyordu bizim tutumlarımızı, ama düşüncelerimiz şimdilik başka duvarlar altında konaklıyordu :

‘hiç kimse beklesin demedim… iğreniyorum hepinizden tatlılıkla.. hem ne demeli bu bizden çıkardığınız şarkıya?’

Ölü denizlere götürülecek bir görüntü kalabalığının  sürücüsü, gözlerimizi yıkayacak gece suyu nerde bulunur?

Yalnızlık!… Yıldız sürüleri geçiyor kıyısından dünyanın, mutfaklara katarak evcil bir yıldızı.

Birleşik kralları göğün savaş sürdürüyor çatımda ve, o yukarıların efendileri yerleştiriyor tepeme otağlarını..

Bir başıma gideyim esintileriyle gecenin, yergici prensler arasında, ‘biélide’ yıldızlarının düşüşü arasında!…

Sessizce bitişmiş ruh ölülerin ziftine! İğnelerle dikilmiş göz kapaklarımız! Övülmüş bekleyiş kirpiklerimizin altında!

Gece veriyor sütünü, iyi sakınmalı bundan, ve baldan bir parmak gezinmeli dudaklarında savurganın :

‘kadının meyvesi, ey sabâlı!…’ ele vererek en az kanayan ruhu ve kalkıp o yalın vebalarından gecenin, doğrulacağım düşüncelerimde etkinliğine karşı düşün; geçip gideceğim yaban kazlarıyla, yavan kokusunda sabahın!…

-Ha! Karangu olmakla yıldız hizmetçiler mahallesinde, bilir miydik ki çoktandır bir sürü yeni mızrak kovalıyordu çölde yazın silis tuzlarını? ‘anlatıyordun, tan…’ ölü denizlerin kıyılarında suyla kutsanış!

Sonsuz mevsim içre çırılçıplak yatanlar kalabalıkla kalktılar toprakta –kalabalıkla kalktılar ve çığrıştılar zırvadır diye bu dünya!… ihtiyar göz kapaklarını kımıldatıyor sarı ışıkta; tırmığının üstünde geriniyor kadın;

Ve yapış yapış tay koyuyor tüylü çenesini çocuğun eline, daha bir gözünü patlatmayı düşünmeyen çocuğun…

‘Yalnızlık! Hiç kimseye beklesin demedim.. canım istedi mi gideceğim oraya…! –ve giyinip kuşanmış yabancı yeni düşüncelerini, yandaşlardan oluyor gene sessizlik yollarında : gözü bir tükürükle dolu,

Kendisinde yok artık insan özü. Topraksa kanatlı tohumlarıyla, kendi tasarılarındaki bir ozan gibi , yolculuktadır…”

 

SAINT-JOHN PERSE..

 

‘ŞİİRLER..’, SAINT-JOHN PERSE, Çeviri: SAİT MADEN, TAN Yayınları, 1981, 182 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

OZANLARIN YALAN SÖYLEMELERİNİN ÖBÜR NEDENLERİ

Mutlu sözünün

söylendiği an

asla o mutlu olmadığı için.

Susuzluktan ölen

susuzluğunu dile

getiremediği için.

İşçi sınıfının ağzında

İşçi sınıfı sözüne rastlanmadığı için.

Umutsuzluğa düşen biri :

‘ben umutsuz biriyim’

demeye yanaşmadığı için.

Orgazm ve organizma

aynı şey olmadığı için.

Ölüm döşeğindeki biri :

‘ben ölüyorum şimdi’

diyeceği yerde,

bizim anlamadığımız

donuk bir ses çıkardığı için.

Ürkütücü haberlerle

ölülerin başını yiyenler,

yaşayanlar olduğu için.

Sözcükler çok sonra

ya da çok önce

geldiği için.

Burada konuşup duranın

her zaman bir

başkası,

kendisinden söz edilenin ise

her zaman susan biri

olduğu için.

 

HANS MAGNUS ENZENSBERGER

 

‘TİTANİC’İN BATIŞI..’ ,  HANS MAGNUS ENZENSBERGER , Çeviri : SEZER DURU, CEM Yayınevi, 1983, 114 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“sanat yapıtı arı bir kayıtsızlıktan başka ne olabilir ki?”

“ayak seslerim can çekişiyor; korkmuyorum

düşlerle arınmış gözlerimde yüzen su perisinin

daldığı terk edilmiş pınarı görmek istiyorum yine

ve ölmekte olan arzuma eğilip

uzaklaştırmak istiyorum dudaklarını alnımdan sonsuza dek

ey seni sevdiğimi bilemeyen sen !”

 

LOUIS ALTHUSSER..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“22 ekim

 

sona yaklaşmanın estetik değeri.. her serüvenin doğal sonu, bitişlerin en düş kırıcısı, kayıtsızlığın kusursuzluğu.. sanat yapıtı arı bir kayıtsızlıktan başka ne olabilir ki? ‘birazdan gidip kutlamalara katılacağım..’ seslerin ve bakışların uzağında, kimselere açıklama getirmeksizin çöle doğru yol almak ayrılışların en kusursuzudur.. bir zamanlar görkemliyken, yaşamaktan yorulmuş, soluğu ve devimimi azalmış, ne kadar zamanı kaldığı belirsiz bir insanın sona yaklaşması gibi düşkünleşmiş ve can çekişen bir altın çağ gibi.. yağmurda, gecenin, rüzgârın başlangıcındaki hatta olası bir unutuşun eşiğinde hazırlıksızca yatışmaya bırakılan en güzel dostluklar gibi..”

 

“1 ocak

 

her şeyin bir zamanı var, konuşmanın bir zamanı ve susmanın ayrı bir zamanı (bu zamanları içtenlikle mi yoksa ustalıkla mı belirlediklerine bakarak ayırt edebiliriz insanları..) ufak bir girişimle birkaç kuramsal konu üzerine neler yazabileceğimi düşündüğüm şu bir iki gün öncesine dek böylesine yoğun hissetmemiştim bunu.. bundan böyle hiç açıklama gerektirmeyecek kadar ortada olan bir şey..

yağmur, rüzgâr, çamur, yeni yılın üçlü, yerel karşılaması.. doğadaki şaşırtıcı nöbet değişimi ve her türlü beklentiyi boşa çıkaran tuhaf bir kış (sırası geldiğinde doğal güçlerin insanlardan nasıl öç aldığını da burada belirtmek gerek..) yeniden kapanan barakada, önden, profilden, arkadan hep bildiğiniz yüzler, bildiğiniz, beklediğiniz ve yeniden karşınızda bulduğunuz.. yan yana olmak için salondaki yerlerini almış izleyicilerle sahnedekilerin durumu aynı, banklarda ya da aynı çatı altında olduklarından çok daha yakınlar birbirlerine, bütün kulakları kendi aralarında birleştiren tatsız bir müzik var ve odanın her yerinde birbiriyle kesişen bir yığın iplik.. yalnızca uzamın tutsağı olmakla kalmayıp tahtaların, sıraların, avluların, yukarının, aşağının, hatta bütün bu sözcüklerin, bütün bu göstergelerin, bütün bu renkler ve satırların da tutsağı olan insanlar.. sabah saatlerinde örümcek ağına takılan sinekler gibi çırpınan ve kurtulmaya çabalayan ve kurtulan küçük insanlar..

dünyanın ilk denizinde su yüzüne çıkan ilk adalar, suların oldukça pürüzsüz yüzeyinde ilk ufak tefek belirmeler, dipteki toprağın havanın dilindeki göstergeleri, insanlar!”

 

“10 nisan

 

.. ve bizi birbirimizden uzaklaştıran toprakları, seni büyüten ve benim bilmediğim yeni baharları ve gecenin içinde ilerleyen bir gemi gibi dünyadaki karanlık uzaklıkları saptayan bütün bu bilinmezliği hâlâ görebiliyor olsaydım, bu ülküsel çizgiyi zorlukla da olsa çizebilirdim.. uzun zamandır tanıdığım sana yeni imgeler ekleniyor şimdi, benim için yalnızca imgeler, senin için basit anılar belki de.. çatılarının üç katlı, yeşilliğinin bol ve felsefecilerinin topal olduğunu keşfettiğin ‘brive’ var örneğin, sarhoşluk; ev sahiben için şarap, senin içinse platon anlamına gelirken, sözcüklerdeki anlam belirsizliğini sanırım yine orada keşfettin; örneğin, gençliğinizin korosundan birbiri ardı sıra ayrılıp çimenleri aşarak ağacın altında bekleyen genç adama doğru giden kız arkadaşların var bir de.. (ben bütün olası kızlardan yakasını kurtarmış olan ağabeyin, gördüğün gibi, üzerinden düşen her meyvenin ardından hafifleyen bir dal gibi yeniden doğruluyor!) bir de öyküsü olmayan deniz yolculuğu var, kent adları, şu sokak adı var.. ve şimdi, duvarların daha serin tuttuğu gölgede devinimsiz nesnelerin, düşüncelerle dolu dilsiz kitapların sessizliğinde, genç bir kız, parmaklarını parlak dama tahtasının üzerine koyarak ölmüş olan ve dans eden prensesi, lal renkli elbiseleri, kadifeleri, ağır elbiseleri diriltiyor.. birkaç eski kağıdı önüne alıp onları kesen ve yeniden biçimlendiren bir adam gibiyim.. bir parça kağıt üzerindeki azıcık mürekkep, geçmişinden ona kalan tek şey bu.. bu arada, dağınık notların arasındaymış gibi sözcüklerin arasında yitip giden müziğin derinliklerden yükseldiğini duyuyor.. evlerin, ağaçların ve geçip giden ve insanları simgeleyen şu küçük çalkantının güçlükle ayırt edildiği karanlıktan geliyor müzik.. giderek yükseliyor bu arada, yüreğini dolduruyor, yüreğinde bulunan ve karşılık veren dünyayı dolduruyor, derin orman rüzgâra katılıyor! öyleyse dünyanın ayrıntısı gerçek bir ayrıntı, karanlık gökyüzündeki gösterge, çocukların eğlencesi ve korkusu.. bundan böyle senden yalnızca bu müziği, artık tek sessizliğim olan bu müziği duymak için imgelere gözümü kapayabilirim ey kardeşim..”

 

LOUIS ALTHUSSER

 

‘TUTSAKLIK GÜNCESİ..’ , LOUIS ALTHUSSER, Çeviri : ESRA ÖZDOĞAN, CAN Yayınları, 1999, 303 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GELECEĞİN GÜRÜLTÜLÜ ZAFER ŞENLİKLERİ İÇİN

Geleceğin gürültülü zafer şenlikleri için,

O soylu kuşak uğruna, yoksun kaldım

Babamın şölenindeki kadehimden.

Mutluluğumdan, onurumdan.

 

Omuzlarıma atılıyor şu kurt köpeği çağ,

Oysa benim kanım kurt kanı değil.

İyisi mi, bir Sibirya kürkünün koluna

Bir kalpak gibi sokun beni ki,

 

Gözüm görmesin korkakları, yıvışan çamuru,

Tekerlekteki kanlı kemikleri,

Ve bütün gece ışısın benim için

Mavi tilkiler ilk zamanlardaki gibi.

 

Yenisey’in aktığı geceye götürün beni

Çamların yıldızlara değdiği,

Çünkü benim kanım kurt kanı değil,

Ancak bir benzerim öldürebilir beni.

 

Belki de çılgınlığın başlangıcı bu.

Belki de senin vicdanının sesi :

Hayatın bir düğümü içinde yakalanıp

Tanındığımız,

Sonra da varolmamız için çözülen.

 

İşte akıllı ışık örümceği

Yeryüzünde olmayan kristal katedrallerde

Birbirinden ayırıyor, sonra yeniden

Bir demette topluyor kaburga kemiklerini.

 

Ve ince bir ışında bir araya gelen

Çizgi demetleri şükrediyorlar.

Bir gün toplanacaklar, güneşlikleri kalkık

Konuklar gibi toplanacaklar,

 

Hem de burada, yeryüzünde, cennette değil,

Ezgiler dolu bir evdeymiş gibi,

Yeter ki, incitmeyelim, ürkütmeyelim onları.

Ne güzel bunu görebilmek için yaşamak!

 

Bağışla beni bu söylediklerim için.

Oku bana bunları sessizce, sessizce.

 

OSIP MANDELSTAM

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çeviri : CEVAT ÇAPAN, Alıntı : SOKAK DERGİSİ, Mart 1988, Sayfa :64, 65, 66..

(‘tayfun pirselimoğlu ile serdar ışın’ın yayına hazırladığı ‘sokak dergisi’nin bu sayısını okumamı sağlayan sevgili ‘zaferimiz’e (zafer yalçınpınar) sonsuz teşekkürler.. crockett..)

“kağıtta nabız atışı varsa bu ‘cehennemde bir mevsim’de duyulacaktır.. şiir kağıttan bir hücredir..” – JEREMY REED

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘sahici deli nedir? insan onuru diye üstün bir düşünceyle uzlaşmak yerine, toplumun anladığı anlamda deliliği seçmiş bir adamdır.. işte bu yüzden toplum kurtulmak istediği insanları, bazı alçaltıcı işlerde kendisiyle işbirliği yapmadıkları için kendilerinden sakınmak istediği insanları akıl hastanelerinde boğazlanma cezasına çarptırır.. çünkü deli bir insan her şeyden önce toplumun dinlemek istemediği, dayanılmaz doğruları söylemesini engellemek istediği biridir.. ANTONIN ARTAUD.. (le théâtre et son double..)

“rimbaud yolculuğu sırasında gözleriyle bir şeyler topluyordu.. görmek salt sürekli olarak geri almak değil, denetlenemeyen bir hırsızlık tarzıdır.. hem şeyleri hem insanları yağmalayabilirsiniz.. insan gözüne ilişen her şeyi kendine mal edebilir, cinsel bir düzlemde otuzbir çekmek istemsiz bir imgeyle sevişmenin yoludur.. şiir işlevi bakımından bu ikincisine yakındır.. insan seçtiği her kadın ya da erkeği içselleştirebilir, rimbaud’nun durumundaysa belki her ikisini de.. şiir için de aynı şey geçerlidir.. bir şeyle ilgili bir düşünceyi insan duyarlılaştırır, sinirleriyle bir sürtünme yaratır ve onu başka bir şeye dönüştür.. şiir psiko-fiziksel otuzbir çekmenin en düzeyli biçimidir.. şiir yazarak insan istediği bir nesneyi elde edemez; bir yaklaşığı üzerinde uzlaşır.. sonuçta ortaya çıkan ürün kaypaktır, düşlenen cinsel bir imge, bu imgeyi sürdürme eylemi sırasında nasıl bulanıklaşıyorsa algılayan kişinin gözünden öyle kaçar..”

“çelişkiler asla çözülmez, şiir, şiirsel anlatımın geçerliliğine inanç ile inançsızlık arasındaki çatışkıyı yaşamayı temsil eder.. hakkında yazacağı durumu önceden düşünmek anlamında rimbaud’nun şiirinin bir konusu yoktur.. anlık olanı içerir, uzak olanı değil.. şiir ruhunun buyruklarına uyarak gelişir, bir iç kırgınlığı anlatır, şairin yeryüzünde bir yerinin olmadığını anlamanın kırgınlığıdır bu.. imparatorluklara egemen olma kavgasına tutuşmuş uluslarda, kapitalizmin ahlâk anlayışında kehanet sözlerine, düşsel yolculuklara, şamanlığın kutlanmasına yer yoktur.. rimbaud’nun şiiri, yirminci yüzyılda kitle savaşlarına ve soy kırımına dönüşmüş, önüne geçilmesi olanaksız terörü su yüzeyine çıkarır..

bunu yapmak on sekiz yaşındaki bir çocuğa düştü, öylesine geri bir çevredeydi ki, bu bulguları için onu taşlayabilirlerdi.. rimbaud, daha önce de lautréamont’un yaptığı gibi, freud ile jung’un yolunu açmıştı.. ikisi birlikte, daha sonra bilinçdışının radyoaktif tozları olarak bilinecek olan patlamayı gerçekleştirdiler.. onların imgeleri iç mekânda takımyıldız olarak kaldı, iç öykülemeye psikolojinin armağan etmesi gereken daha kliniksel sözcükler bekliyorlardı…”

“sayıklama, deliliği yakalama girişiminin bir yoludur, bir durum değil.. ‘cehennemde bir mevsim’in ana konusu sayıklamalar I ve II’de açıklanmıştır: ‘verlaine’ ile ilişkisinin öz yaşamsal cehennemi ve ‘işte çılgınlıklarımdan birisinin öyküsü’ – şiirsel deneylerinin simyasal doğası.. bu iki metin konularının dolaysızlığına yetişme girişimleriyle olağanüstüdürler..

kağıtta nabız atışı varsa bu cehennemde bir mevsim’de duyulacaktır.. şiir kağıttan bir hücredir.. rimbaud’nun ‘délire’i sözcüklerin hapishanesine direnir.. hız artışı manyakçadır.. delirmek ister, deliliğin de ötesinde..

korkusuzluğun yönüdür bu dilin ötesine geçen bir deneyim.. bedensellik sonrası..

JEREMY REED

‘SAYIKLAMALAR.. Arthur Rimbaud..’, JEREMY REED, Çeviri : ÜLKER İNCE, TELOS Yayınları, Haziran 1998, 165 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİR KAYNAĞIN SERÜVENLERİ

saydamım ben

uzunum bir roman gibi

bir hekimle yoz bir eşeğin bakışı var bende

benim ben ak düğmelerin bu çığı

yazlığa çıkan zengin ben

seviyorum mağaraları

kısaltılmışları

giriyorum içine duvarların sonra çıkıyorum oradan

benim yapan bunları ben

 

ezberden öğrendim coğrafyayı

‘hüsnühatla’ yazılmış yetkinlik belgelerim var

küşüm etmeyin vardır mozaikle yazılmış olanları da

başardım türkü söylemeyi

büyücek bir poğaça yaptı anam bana

yedim onu aylak aylak dolaşırken

 

yaptım dinlence ödevlerimi

dalga geçtim sürülerle

altından geçtim manastırın

o zaman ürperdi keşişlerin hepsi

 

yığını romatizmaların

alıyor oduncu beni kuşların da farelerin de düşmanı bir dişi kara kedi için

 

seviyorum emir fahreddin’in gidişini

bir muz gibi kısacık emir diş bileyen halka da ıssız ıslık halkalarına da

yürüyor

çevresini aklaştıra aklaştıra

 

yüreğim söndü ki söndü

şıppadak sıçrayan atın üstüne ben değilim

yeğniliğinden yapan öyle

bıraktım ağırlığımı serüvenlerime

 

kentliler gizliyorlar önlerinde onların büyücek bir sıfır

köylü yolcuya ne pusu bu

sisle örtüyorlar onu

bir yılan saklıyorlar ceplerinde de

sıfırla sakız çiziyorlar yanaklarına da

 

müşterilerin buyruğuna hazır patlayan bir kahve var bende

yalnız nargile yaşıyor orda ağızda

çubuğu nargilenin pancar gibi kıpkırmızı

göz kamaştıran yıldız

öyle uzun ki buluyor ormanı

 

kayıyorum bülbül gibi doğru tan kızıllığına

bir elma bırakıyorum başıma

bir ağaç yerine koyuyor koruyucu beni

çekip almıyor ama

 

doğruldu bir menekşe

tıpış tıpış izledi beni

tuttum yemeğe çağırdım ben de

açtım onun için kutsal kitabı

 

beni görmeyi kararlaştıranlar birkaç ince uzun kayığı ödünç alıyorlar

iş düşüyor menekşeye

taşıyor konukları çeviklikle dişlerime kadar

 

ŞEVKİ EBU ŞAKRA

 

“1934’de, lübnan’ın mazraat el-cuf kasabasında doğdu.. şiir dergisinde yazı işleri yönetmenliği yaptı.. el-nahar gazetesinde yazı işleri yönetmenliği yaptı.. şevki ebu şakra izlenimci, yaşamın şairi.. küçük şeylere, küçük insanlara, günlük olaylara, daima yeniden başlayan mutsuzlara büyüleyici, kardeşçe bir bakışı var.. yayımlanmış kitapları : ‘yoksulların torbaları’, ‘kralların adımları’, ‘aile atının suyundan’..”

‘ÇAĞDAŞ ARAP ŞİİRİ, GÜL DESTE..’, Çeviri : Nuri PAKDİL, EDEBİYAT DERGİSİ Yayınları, Ocak 1976, 350 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yağmur Bulutları…

Tüm kâğıtlar yanıyor…

Ormanlar nasıl küle dönüyorsa, 

Diniyorsa yağmurlar ağladığında suçlayamazken gökyüzünü…

Belki bir umuttur yağmur bulutları…

 

Mevsimlerden yangın ayı olmalı…

Günlerden de ateş parçası…

Küle düşen kâğıt parçası, buluta bulaşan yağmura sığınıyordur belki de…

 

Bir ağaç dikersin toprağa umutların ormanların olur…

Aşk’ların, hırsların, hazların kaplar ortalığı…

Yalanlarınla sularsın toprağı…

 

Bir kibrit çöpü düşmeye görsün umudun üzerine…

Ne toprağın kalır ne de ormanın…

Ne bulut yağmura hükmeder ne rüzgar alevin peşinden gider…

‘Hasibe’

Archipelago

“Sırtı görünen herkesi kaçıyor sananların aklını yerinden oynatacak olan, o kişinin savaş aletlerini almaya gittiğini öğrenmesi olacaktır…” S.Hayri Küçük

 

Epeydir yazmıyorum ya da yazamıyorum. Sebebini bilmediğim bir bezginlik var hayatımda. İşler yoğun, ben yoğunum… Benim hayata ve insanlara olan inancım zayıf  ve bir sürü şey buna benzer..

İnsanların gerçek karakterlerinden bu kadar yoksun olabildiğini görüyorum bugünlerde . Melek yüzlü şeytanlarla dolu etrafım maalesef. Bazı şeyleri çok kafaya takarken artık kimseyi sallamamayı öğrenmeye başlıyorum 30.yaşıma yaklaştığım şu günlerde. Çok fazla doluyum insanların yüzüne tükürmek istiyorum, kinimi nefretimi açık açık kusmak istiyorum suratlarına ama buna bile değmeyeceklerini düşünüyorum ve sonra vazgeçiyorum..

Öğrendiğim şeylerden birisi de insanlar nasıl kendilerini bu şekilde kamufle etmeyi başarabiliyor doğrusu inanamıyorum, nefesim kesiliyor, donup kalıyorum. Karakter yoksunu insan silüetine bürünmüş yaratıklardan nefret etmeye başladım iyice. Herkesin kendisini bir bok zannetmesinden de bıktım epeyce.

Ama bilmedikleri birşey var, beni diğerlerinden ayıran özelleklerim var, onlar gibi olmadım, olamadım, olamayacağım.

Geçenlerde Suat abimizin mekanına gittik, güzel bir gündü.. Oturduk rakıya, önce mezelerimiz ve rakımız geldi . Başladık içmeye ve sohbete… O gün de epey bir sıkkın olduğumdan bir şeyleri paylaşmak istedim ama baktım bizim boktan ve saçma sapan sorunlarımızın yanında insanların daha büyük acıları varmış… O gün bunu anladım.

Sonra ne mi oldu ? Kendi dertlerimin bir hiç olduğunu anladım. Eve gidince yine aynı terane, yine aynı sayıklamalar : 

– Yine mi içtin ?

– Neden bu kadar içiyorsun ?

Ardından babam uzun zaman sonra yine bana yağdı esti gürledi .

– Oğlum derdin ne senin bu kadar içiyorsun ?

– Bir daha bu şekilde eve geleceksen gelme.

Ben de gecenin bir vakti çektim gittim hava çok soğuktu ve kar yağıyordu. Havadan değil de başka bişeydi içimi üşüten. Ben hiç bir zaman onların istediği gibi bir adam olamadım ya da başkalarının istediği gibi. Beni bir kalıba sokmaya çalışan herkesten uzaklaştım. Ben buyum ve bu saatten sonrada değişemeyeceğimi anlatmak istedim belki de…

Ama onlar da kendilerince haklılar bana göre özeleştiri yapacak olursam ama ben de arada bişeyleri kafaya takıp şişelerden medet umuyorum ne yapayım tek dostum onlar kalıyor ışıklar sönünce..

Ama şu var; anne – baba, ben hiç bir zaman sizin yüzünüzü kara çıkartacak bişey yapmadım, kimsenin parasını çalmadım, onurunuza ve şerefinize ya da namusunuza kötü bir söz getirmedim. Kendi bildiğim şekilde doğru bir insan olarak yaşamaya çalıştım ve öyle de yaşadım. Dünya o kadar kirli ki ben de belki kirlendim ama en temiz halimle gurur duymalısınız.

En azından adam gibi adam olmaya gayret ettim hep yaşadığım sürece. Ve bundan sonra da öyle olacağım . Ne olursa olsun, daha ne kadarı olacaksa da olsun. Ben yine doğru bildiğimi yapacağım. Ve yapmaya devam edeceğim …

‘BLACKHAWK’

 

‘bir kategoriye girmek istemiyorum, çünkü bu karmaşadan uzak biriyim.. ben bir isim değilim bir FİİLİM..’ – MEREDITH MONK

SİNEMA VE ŞİİR..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“böyle bir başlık altındaki konunun birkaç yönlülüğü yazmaya girişir girişmez ortaya çıkar hemen.. çeşitli görünüşlerle çeşitli evrelerden geçmiş, köklü ve uzun şiir sanatı ile henüz yüzyılını bile bütünlememiş, her geçen gün atılımlar, değişmeler ve sınırsızlıklar içerisinde genç bir sanatın, sinema sanatının ilişkileri, yan yana ya da iç içe düşünülmeleri yeni görüngeler (perspektifler) getirir.. biz buradaki çerçeve içinde sinema ve şiir terimlerini özel herhangi bir anlayışla tanımlamaksızın genel anlamlarıyla geçerli sayarak başlıyoruz..

başlangıcından bu yana, ozanların her ülkede, her yörede sinema sanatıyla bağlantılar kurmaları, öteki sanatçılara göre daha olağan ve doğal gelmiştir.. her ozanın göğüs çekmecesinde araştırılsa birkaç taslak yatmaktadır, bulunabilir.. eldeki belgelerle sinema tarihi açısından bu olgunun gerçekleşmiş örneklerini sergilemeye ufak bir araştırma yeter.. ‘rusya’da ‘mayakovski’nin sinemayla ilgilenişi, dergisinde bu sanata özenle yer verişi, kendi şiirine oradan olanaklar ve biçimler edinmesi açık bir bilinçliliktir.. (‘l. trauberg’ ile ‘g. kozintsev’in ‘feks topluluğu’ olarak yaptıkları, ‘oktiabrina’nın serüvenleri’ (1924) filminde ise ‘mayakovski’ şiirinin öğeleri, devinim ve biçimleri gözle görünürcesinedir..) ‘türkiye’de ‘nâzım hikmet’in sinema çalışmaları önce en azından mutlu bir rastlantı, sonra bilinçlilik. ‘hikayelerin filmini yapmalı.. mesela ‘sabahattin ali’nin hikayelerini.. iki kısımlık filmler.. hikayelerden sonra şiirlerin filmlerini yapmalı’ diyor ‘nâzım hikmet.. ‘halkla en karşı karşıya sanat, bu..’ diyor sinema için..

‘fransa’da ‘jean cocteau’nun, ‘jacques prevert’in başkalarıyla ya da bir başlarına yaptıkları filmler, yazdıkları, katıldıkları senaryolar.. (‘l’eternel retour’ / ‘ebedi dönüş’ (1943), ‘la belle et la bete’ / ‘güzel ve hayvan’ (1946), ‘voyage-surprise’ (1947), ‘orphee’ (1950), ‘le testament d’orphee’ (1960), vb.) ‘gerçeküstücülük’ün sinema sanatına sağladığı, getirdiği olanaklar, çıkış noktaları, uzantılar ve simgeler.. (‘bunuel’in ‘endülüs köpeği’ (1928) – ‘s. dali’ ile – , ‘l’age d’or’ / ‘altın çağ’ (1930), ‘robinson crusoe’ (1952); ‘hitchcock’un ‘spellbound’ / ‘öldüren hatıralar’ (1945), vb.) ve her ülkede bir takım ortaklaşa denemeler ve verimli verimsiz girişimler..

şiirsel bir deyişle, bütün sokak fotoğrafçıları iyi kötü birer ozandır.. tüfekle resim, görüntü avlayanlar da öyle.. çeşitli aygıtları deneyenler, geliştirenler, sinematografı çalıştıranlar, ‘kara maria’ya kapananlar için de ozandırlar diyebiliriz.. ilkin tek makaralık şiirlerle yola çıkıldı.. ‘l. lumiere’ ve  ‘g. melies’ ve öteki öncüler bir garip tutkulu, ozansı kişilerdi; bir kusurdan giderek bir tür, bir sanat türü yaratmışlardır çünkü.. bilerek bilmeyerek, bir  ayrımı yok..

sinemadaki akımlar, dalgalar,  okullar ve görüşler bir bakıma şiir akımlarıdır..  itki şiirden gelsin gelmesin böyledir bu.. sinema başlangıçta bütün sanatların  bir bireşimi sayılırken de, ilkesi rönesans’la ortaya çıkan, son anlatım sınırını ‘barok’ resimde bulan plastik gerçekçiliğin en gelişmiş yönü’ sayılırken de şiir en çok ağırlığını duyuran olmuştur.. ilk elde görüntü kavramı sinema ile şiir sanatının birbiriyle hısımlık kurmasını sağlamaya yetiyor.. geniş bir ortak alan.. yöntemleri arasındaki yakınlıklar, her ikisinin de kendilerine özgü bir dilleri olması.. sinema her şeyden önce bir dil ise, ki öyledir de.. bunları ayakta yazarken sinema ve şiirin ayrı ayrı sanat türleri olduklarını, gereçlerinin de, ortamlarının ve işleyişlerinin de benzemezliklerini unutmuyoruz elbet.. ve özellikle sinema sanatının gitgide bağımsızlaştığını, kendi özgün havasını soluduğunu, zamanını ve yerini bulduğunu biliyoruz.. şimdi birdenbire bir optik kaydırmanın gereği yok. sinema ile şiirin ilintilerini aşarmamalı, abartmamalı öyle.. şiir öteki sanatlara hangi oranda katkıda bulunuyorsa sinemaya da benzer oranda katkıda bulunuyordur.. tabii sinema için dahi aynı durum söz konusu.. ve ozanlarca yadsınamayacağını umarak şunu da yazmalıyım : sinema şiire daha çok etkiyor bugün..

sinemanın birimi olan görüntü nasıl yalnız bir fotoğraf ise, bir başına fotoğraf olmaktan öteye başka bir anlamı yoksa; şiirin birimi olan sözcük de öyledir, onun da şiir olarak bir başına hiçbir anlamı yoktur.. (gerçi kuramsal açıdan sinemada en küçük birim çekim’dir, ama çekim şiirdeki dize’ye bir karşılıktır..) sinemada kavramlar görüntü yoluyla anlatılıyor, şiirde imge yoluyla.. kaldı ki çağdaş şiirin imgeye tanıdığı başatlık ve verdiği görev geçmişlerden daha bir belirlidir, açıktır.. yeni açılımlar, yeni uzanımlar imge yönünden gelişmektedir hep..

sinema içinde bulunduğu sanat büyük ayracının genel ya da özel gidişiyle, eğilimiyle alış-verişler yapar, gelişime katılır.. sinemanın yalnız kendi kanıyla, gereçleriyle beslenmesi varoluşuna aykırı düşer ve tıkanıp kalırdı bir yerde zaten.. tek tek örnekler (‘s. ray’, ‘o. welles’, ‘i. bergman’, ‘m. antonioni’, vb.) bir yana, alman dışavurumculuğu, fransız izlenimciliği, yeni dalgası, bu olguyu, bu çabayı seçik bir biçimde kanıtlarlar.. özellikle ‘gerçeküstücülük’ün sinemanın önemli, bir kısmına kaynaklık ettiğini, sinemaya yeni tin bilimsel ve tin çözümsel araçlar kazandırdığını görmeliyiz.. sinemanın gerçek ozanları, bu uzak ya da yakın ilişkileri sürdüre gelmiş olanlardır.. bilerek isteyerek ozan diyorum ben sinemacılara.. yani yönetmenlere.. örneğin sinema bir sanat türü olarak gerçekleşmeseydi, herhangi bir aksi rastlantıyla gelişmeseydi, bugüne dek yapıtlarını (filmlerini) vermiş bütün bu yaratıcı kişilerin büyük çoğunluğu ozan olurdu.. hiç kuşkunuz olmasın.. alıcı (kamera) yerini kaleme, görüntüler yerlerini sözcüklere ve imgeye bırakacaktı, yani şiire.. ya da hiç değilse düzyazıyı seçerler, yazı makinesinin başına otururlardı.. ‘fellini’ gibi çok sinemacının sinema olmasaydı, ozan (yazar) olacaklarını söylemiş bulunmaları bir yana, sözgelişi ‘visconti’yi kim bir romancı olmanın ötesinde düşünebilir? sözgelişi şu ‘almerayda’nın oğlu ‘j. vigo’ bir ozan değildir de nedir? ‘albert lamorisse’, ‘bunuel’, ‘godard’, ‘resnais’, ‘antonioni’, ‘truffaut’, ‘demy’, ‘dovçenko’..? buradan şuraya geliyorum.. sinema tarihinde, şimdide (ve gelecekte de böyle olacaktır) üç çeşit sinema var; sinema ve şiir görüngesinden bakarken :

a) şiir sinema,

b) şiir-düzyazı sinema,

c) ve düzyazı sinema..

sinema yapıtlarının büyük çoğunluğu düzyazı sinemadır.. anlatımını, kurallarını ve kendince dilini edinmiş bir geleneği vardır ve yeni örnekleriyle sürüp gider.. genel çizgi ve eğilim budur.. ama başyapıtlar, en güzel ürünler bu geleneğe aykırılığın izlerini taşırlar ya da büsbütün karşısına düşmüşlerdir, şiir sinemadırlar.. bir çırpıda ve kesinkes değilse bile insan kendiliğinden şu filmlerin bu ulamlara göre sınıflandırılmasını yapabilir : ‘robinson crusoe, senso, korkunç ivan, la strada, peter pançali, sessizlik, sevgilim hiroşima, potemkin zırhlısı, toprak, lâle sokağı, rashomon, jean d’arc’ın çilesi, los olvidados, altın çağ, roma açık şehir, milano mucizesi..’

şimdi yeni bir oluşumdan da söz açmak gerekiyor.. ‘pier paolo pasolini’nin şiirsel sineması ‘italya’da kuramı ve örnekleriyle yankılar uyandırmaktadır.. ‘j.- l. godard’ı da bir öncü olarak benimseyen ‘marco bellochio, bernardo bertolucci’ gibi genç yönetmenler bu yeni anlayışın filmlerini yapıyorlar.. aynı kuşaktan sayılan ‘romano scavolini, eriprando visconti, ermanno olmi, lina ventmüller, tinto brass’ gibi adların içinde ‘p. p. pasolini’ ile birlikte şiirsel sinemayı geliştiren ‘bernardo bertolucci’ ilgiyi çekiyor.. çift anlamlı bir havayı soluyan filmi başkaldırmadan öncedir.. film yapmak onun için kendi kendini bulabilmenin, kendi üzerine konuşabilmenin bir yoludur..

özgürlüğün bu biçimde sürdürülmesinde de anlaştıkları için sinema ve şiiri bundan böyle de ilişkiler içinde tasarlayacağız..”

ECE AYHAN..

‘YENİ SİNEMA’ Dergisi, Haziran 1967, sayı : 7, sayfa : 18,19..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ŞİİRİ BÖLMEK..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“bir birey olarak neyiz? yani kendimiz hakkında ne biliyoruz, ne bilebiliriz? bu sorulara doyurucu bir yanıt bulamadıkça, kişiliğe sıkı sıkıya bağlı olan ozanlığımızın olanaklarını da belirleyemeyiz sanırım.. biyolojik, fiziksel varlığımız bir yana (gene de insanın bir bütün olduğunu gözden uzak tutmamak şartıyla), kendimizi toplumbilim açısından irdelersek göreceğiz ki, bizler, düzenli olarak düzen değiştiren, yani bilimsel yöntemlere uygunluğu oranında geleceğini, gelecekteki duraklarını, yaşama biçimlerini kestirebilen insan tekleri değiliz.. geçirdiğimiz toplumsal evreler arasında yapıcı, tamamlayıcı bir ilişki olmadığı gibi, buna bağlı olarak ileri bir atılımdan da yoksunuz.. günlük edimlerimiz bizi öylesine yoğuruyor, öylesine kılıktan kılığa sokuyor ki, bir yığın çıkmazın buyruğunda, direnmekle çevreye uymak arasında şaşkına dönüveriyoruz.. boyutsuz, anlamsız, sallantılı bir yaşam düzeyinde bocalıyoruz durmadan.. inancımızı somutlayan eylemlerle değil de ancak, bize uygun buldukları düzenlerden birini seçmekle biçimleniyoruz.. böylece düşüncelerimiz kuramsal, ilişkilerimiz soyut kalıyor.. her durumda aşınıyoruz, kişiliğimizden biraz daha yitiriyoruz.. düşünsek düşünemeyeceğimiz, duysak duyamayacağımız, ‘göre’ bir yaşayış tutturmuşuz. kendi öz varlığımızla tanışmak, karmaşık, çözülmez bir problem oluyor çoğu kez.. giderek, bu toplumsal çatı altında,bir yalnızlık anıtından başka hiçbir görünümümüz kalmıyor.

gerçek ‘ben’imizle yüz yüze gelmedikçe, tersine, kişiliğimizden gün günden daha bir uzaklaştırıldıkça, şiiri nasıl olup da ozanın yalnızlığına, sezgilerine, güdülerine bağlayabiliriz? ayrıca, kimliğimizle yazdıklarımız arasında varsaydığımız benzeşlik, gerçek, tutarlı bir benzeşlik olabilir mi? yani şiirlerimizle ne kadar sokulabiliriz kendimize? ya da yazdığımız şiirler için hızını, devinimini kendinden alamayan benliğimizin katkısız ürünleridir, diyebilir miyiz? bana kalırsa böylesi bir özdeşlikten söz açmanın sırası gelmemiştir daha.. giderek denebilir ki, edebiyat dünyamızda yer alan bir sürü kavramın (lirik, authentique vb.) özünde yatan gerçekler, yaşadığımız gerçeklerle çelişmektedir.. çünkü bireyliğimizi kurtarma savaşı içindeyiz biz.. bu savaş da, toplumsal savaşımızın içeriğine girer.. şiiri de böyle bir ortamın izdüşümü olarak görmek gerekir.. ne yapalım ki, tarihsel sıra, bizi böyle bir dönemde konuşturuyor. güvenemediğimiz bir ‘ben’e, bir kendiliğindenliğe sığınamayız kolayca. edebiyat tarihimiz, olanaklarını bilmeyen ozanların çoğunlukta olduğunu gösteren belgelerle doludur. üç beş aşamadan geçtikten sonra, hangi ozanın hangi yanıyla ayakta kaldığını saptamak bile oldukça güçleşmektedir. çünkü gerçek bir evrimden; düşünceye, yaşantıya bağlı bir şiir evriminden çok, bütün bunlardan soyutlanmış salt bir deyiş özelliği, biçimsel bir doygunluk geliştirilmiş, ya da sürdürülmüştür ozanlarımızca.. genellikle ilk heyecanın, ilk esrimenin, ilk cesaretin yarattığı birtakım sonrasız ozanlar, şiirimizin temsilcileri olup çıkmışlardır..

öyleyse bu ikili ‘ben’i, daha doğrusu bölüne bölüne ayrıcalığını, kimliğini yitirmekte olan ‘ben’i şiire aktarmak, ona bir etkinlik kazandırmak istiyorsak, eninde sonunda dramatik bir şiire yönelmemiz gerekecektir.. gerçekte korkunç bir dramı sürdürmekteyiz çünkü.. işlevini tamamlamış bir gizemciliğin yerine, gene toplumun üst katlarında yer alan toplumsal – ekonomik bazı güçler, bu güçlere bağlı kurullar, sinen ya da başkaldıran; sayan ya da değerlenmeye doğru atılan; tutsaklığı ya da yok olmayı kabullenen bir yığın varoluş biçimi yaratıyor. çoğu zaman da olumluyla olumsuz birlikte ya da çelişe çelişe yaşıyor insanoğlunda. işte biz bu durumu çağımızın, toptan yaşamamızın bir niteliği sayıyorsak, o denli büyütüp yoğunlaştırabiliyorsak, aynı zamanda gerçek bir tragedyanın içindeyiz demektir.. şu farkla ki, klasik tragedya ile bağdaşamadığımız yan, yazgıya boyun eğmeksizin hiçlenmeyi karşı koymakla çatıştırmamız, soylu kişilerin töresel davranışlarına öykünmek yerine, bilimsel düşünceyi karşıtlarına egemen kılmamız olacaktır.

bu durumda bölmek gerekiyor şiiri.. bir birey olarak neyiz? bunu bilinceye ya da bilebilme olanaklarını edininceye kadar bölmeliyiz şiirimizi.. tıpkı yaşamamızda olduğu gibi : bir yanda yaslarımız acılarımız; öte yanda inancımız, umudumuz, direncimiz… kısa mutluluklardan güvenli mutluluklara yol aldıkça şiirimiz de tekleşecek, bütünleşecek, bireyliğini kazanacak elbette. belki de gelecekteki ozanlara düşecek bu iş.. biz yalnızca dramımızı yazacağız.. çünkü ne geçmişteki şiiri yinelemek, ne de gelecekteki şiiri bugünden zorlamak var artık.

ve yazacağımız her şey, biçimine kavuşamamış, buruk, acı öylece duruyor yaşamımızda..”

EDİP CANSEVER..

Yeni İnsan, Sayı: 8 (Ağustos 1963)

‘ŞİİRİ ŞİİRLE ÖLÇMEK.. Şiir üzerine yazılar, söyleşiler, soruşturmalar..’ – EDİP CANSEVER, Hazırlayan : DEVRİM DİRLİKYAPAN, YKY Yayınları, Şubat 2009, 376 Sayfa..

(EDİP CANSEVER’in fotoğrafları büyük ustanın ‘GÜL DÖNÜYOR AVUCUMDA’ adlı kitabının ADAM Yayınları tarafından yayınlanan Mayıs 1987 yılı baskısından alınmıştır ve tümü üstadımız ARA GÜLER tarafından çekilmiştir..)