Author Archive

‘bahçesiyim ben siyah ve kırmızı acıların. içiyorum onları, tiksinerek kendimden, tiksinerek ve korkarak.’

BİRİNCİ SES :

 

Bundan daha acımasız bir mucize yok.

Atlarla, demir toynaklarla çekiliyorum.

Dayanıyorum.. Var gücümle dayanıyorum.

Bir işi tamamlıyorum.

Karanlık tünelin içinden çıkıp geliyor ziyaretler,

Ziyaretler, tezahürat, şaşkın yüzler.

Bir vahşetin odak noktasıyım.

Hangi acılara, hangi üzüntülere analık etmem gerekiyor?

 

Böylesine bir masumiyet öldürebilir mi insanı,

Öldürebilir mi? Özsuyumu emiyor benim.

Ağaçlar çürüyor sokakta. Yağmur çürütücü.

Dilimde tadıyorum onu, onu ve yaşanabilir dehşetleri,

Direten, ortalıkta gezinen dehşetleri, alet çantalarıyla

Yürekleri tik-tak vuran, önemsenmeyen vaftiz analarını.

Koruyan bir duvar ve çatı olacağım.

Bir gökyüzü ve iyilik tepesi olacağım. Ah, bırakın beni!

 

Bir güç büyüyor üzerimde ve eski bir inatçılık.

Dünya gibi parçalanıyorum. Karanlık,

Balyoza benzer bu siyahlık. Bir dağın üzerinde

Kavuşturuyorum ellerimi.

Hava ağır. Bu çalışmayla ağır.

Kullanıldım. Tepe tepe kullanıldım.

Gözlerimi sıkıştırıyor bu siyahlık.

Hiçbir şey göremiyorum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİNCİ SES :

 

Suçlanıyorum. Soykırımları düşünüyorum.

Bahçesiyim ben siyah ve kırmızı acıların. İçiyorum onları,

Tiksinerek kendimden, tiksinerek ve korkarak.

Kavrıyor sonunu şimdi..

Dünya ve kolları sevgiyle açılmış, ona doğru koşuyor.

Her şeyi hasta eden ölüm sevgisi bu.

Gazete kağıdını lekeliyor ölü bir güneş. Kırmızı.

Yaşam üstüne yaşam yitiriyorum.

İçiyor onları karanlık yeryüzü.

 

Hepimizin vampiri o. Böyle arka çıkıyor bize.

Semizletiyor bizi, iyi davranıyor. Ağzı kırmızı.

Tanıyorum onu. Hem de çok yakından –

Yaşlı kış yüzlü, yaşlı kısır, eski zaman bombası.

Alçakça kullandı erkekler onu. Onları yiyecek.

Ye onları, ye onları, ye onları sonunda.

Güneş alçaldı. Ölüyorum. Bir ölüm üretiyorum.

 

SYLVIA PLATH..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ÜÇ KADIN..’ , SYLVIA PLATH, Çeviri : GÜRKAL AYLAN, ARTSHOP Yayınları, 2006, 62 Sayfa..

Psiko-Sosyal İtiraflar – 2: Kabil Habil’i Neden Öldürdü?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Zavallı Kabil, başına bunca iş açılacağını, her cinayette kendisine gönderme yapılacağını bilseydi, Habil’i öldürebilir miydi? Zavallı Kabil, loser Kabil. Hem katil hem de maktul. Son kertede, her ikisi de kendilerine biçilen rolü oynamış iki arketip. Adem’in oğulları olan Kabil’in çiftçi ve Habil’in ise çoban olduğu rivayet edilir. Ortak bilinçaltında, Kabil kötüyü, Habil ise iyiyi temsil eder. Bundan bir sene öncesine kadar Habilgillerden olmanın artı bir durum olduğu kanaatindeydim. Ammawelakin, şimdilerde bu zannım alt üst olmuş durumda. Hep iyi olmak, hep aydınlık tarafta durmak… Onca zaman ruhuma/bedenime/zihnime acıtarak çarpan birilerine kızdığımda, kendimi suyumda boğulayazarken bulduğumda… Şimdi anlıyorum, boğazıma dolan su başkasının dalgasından değil, bizzat kendi karanlığımdandı. Habil de Kabil de aynı anda içimdeydi.

Yıllar öncesinde, yeniyetmelik zamanlarımda çok sevdiğim ve saydığım aile büyüğüm, aile içi bir meselenin görünürde “haksız” olarak yaftalanan tarafı olan bendenize, meseleyi bir çözüme kavuşturmak amacıyla, ancak olaya kendisine aktarılan karşı tarafın görüşüyle yaklaşarak “Habil-Kabil” meselinden dem vurmuştu. Tabi, bu meselde önemli olan, Kabil’in Habil’i öldürmesine neden olan kıskançlık ve zararlarıydı. Karşı taraf, suçsuz ve haksızlığa uğramış Habil, ben ise kardeşini kıskandığı için ona zarar vermekle lanetlenmiş Kabil’dim. Oysa, kimse meselenin aslını soruşturmamıştı. Ben de kendimi savunmamış, kalbimi yaşadığı haksızlığa karşı korumamıştım. Bu ne cüret! İnsan, kendisine karşı böyle bir haksızlığın yapılmasına neden kayıtsız kalır ki? Kimdim ben? Bir kadının bedenine bürünmüş İsa mı? İçine doğduğum ailenin yanlış anlamalarının ve yansıtılmış karanlığının objesi ve sunakta onların huzuru için kendini kurban eden “ailemizin İsa”sı mı?

Görünürde Kabil olsam da, görünmeyen de Habil’dim. Kardeşinin kıskançlığından doğan öfkesine kendini teslim eden Habil’in – mevcut rivayetlere bakıldığında- aslında o kadar da teslim bir hali yok. Giderayak Kabil’i lanetliyor ve gelecek nesillerde ne zaman bir ihtiras cinayeti işlense, Kabil’in de bu günahın ilk temsilcisi olarak lanetlenmesi için Tanrı’ya yakarıyor. Be adam, madem kendini İsa gibi insanlığın kurtuluşu için karşılıksız kurban etmeyecektin, niye kalkıp da Kabil’e karşı nefsini savunmadın? Kendimi, aynı soruya cevap bulmaya çalışırken yakaladım yıllar içinde. Aslında, söz konusu haksızlığı hoş görüp, olayların akışına bilinçle şahitlik edebilecek bir düzeyde değildim.  Körleşmiş ve kendi kalbimin kurban edilmesine kayıtsız kalmıştım. Son kertede, kimse bana bir şey yapmamıştı.

Başkalarının acılarına bir Albatros gibi doğrudan dalan ben, aslında kendi kalbini savunup koruyamadığı için, bunu başkalarının acılarına bakarak, onları kanatları altına alarak telafi etmeye çalışan bir Don Kişot, kalbi kırık bir çocuktum. Belki de bu yüzden, kalbime –evime- dönmek için derin bir özlem duyduğum her seferinde, kendimi Raskolnikov gibi hissediyordum. Kıyımına kayıtsız kalarak katline ortaklık yaptığım kutsal vadime dönüp, ayakkabılarımı çıkararak dolaşacak yüzü kendimde bulamıyordum.

Kabil, Adem’in asi çocuğu, Habil ise itaatkar çocuk; ancak her ikisinin de doğal çocuğu babanın otoritesine göre sınıflandırılmış. Kabil, hasadından en iyisini Tanrı’ya adak olarak sunmuyor, Habil ise sürüsündeki en besili hayvanını sunuyor. Ne yani, Tanrı’nın Habil’in ve Kabil’in adayacaklarına gereksinimi mi var? Baba yani Adem, Tanrı’nın yeryüzündeki elçisi. Yasa’yı diğerlerine aktarmakla ve gözetmekle yükümlü. O kadar! Yargılamak ise ne onların ne de bizim işimiz. Rab iki eliyle yarattı alemi, ademoğulları koşulsuz sevginin yolunu, yazgının karanlık ve aydınlık patikalarından geçerek, duyarak, sezerek, yüksek bir bilinç düzeyine geçiş yaparak bulsunlar diye. Tanrı adına mı konuşuyorum? Öyle, ama benim “özel rabbim” böyle diyor. Çünkü, hem dışında ve O değil hem de merkezinde ve O.

Kabil’in kıskançlığının kölesi olması onu kardeş katili yaptı, lanetlendi, evden uzak yollara vurdu kendini, yine ona dönebilmek için. Lakin dönemedi. Aldığı “ah” ile yüzleşmediği için, nereye sürüklerse sürüklesin üzerine, “öldür beni ben bir katilim” emri kazınmış bedenini, bir türlü huzur bulamadı. Bir gün, kendi oğlunun attığı taş ile öldü.  Habil ise teslimiyetinin, koşulsuz sevgisinin değil, kayıtsız itaatinin kölesi oldu. Bir ikindi vakti, kardeşinin suretine bürünerek gelen ölüm yeryüzünden Habil’i silerken, Habil kalbinin ilk defa, kardeşi Kabil’i lanetlerken farkına vardı. Tüm bu olup bitene dair ne kaldı geride, sadece anlamsızlığın, sadece zulmün, sadece şeyleri yerli yerine koyamamanın neden olduğu kafa karışıklığı. Bugün burada, Kabil ve Habil yan yana. İkisi birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlar. Kabil, babasının emirlerine kayıtsız itaat etmediği için onaylanmamasının kendisine hissettirdiği yetimlik hissinin tetiklediği kıskançlığının kölesi olduğunu söylüyor: “Evet, gitmeliydim. Kendi yoluma gitmeli; özgürce içimdeki karanlık yüzümle mücadele ederek evin yolunu bulmalıydım.” Habil, kardeşinin üzgün ve anlamış yüzüne bakıyor. Kafası karışmış; ancak şimdi daha rahat. O da ortada bir suçlu ya da suçsuz olmadığının farkında artık. Kardeşinin elini tutuyor ve onunla: “Ben de sorgulamalı, kalbime rağmen Yasa’ya kayıtsız şartsız itaat etmemeliydim. Beni sen öldürmedin. Beni yine ben, senin suretine bürünmüş duygularım, bastırdığım karanlık yanım öldürdü.” diyerek sulh yapıyor.

Şimdi daha özgürüm.

‘İbn-i Zerabi’

Not: “Psiko-sosyal itiraflar” adı altında sizinle paylaştığım bu iç döküşlere ebelik yapan; yıllardır göz ardı ettiğim Jung’u görünür kılan ve Transaksiyonel Analiz’in kurucusu olan Eric Berne ile tanışmama vesile olan Bayan B.’ye, bilgeliği ve cömertliği ile şifalanmama destek olduğu için çok teşekkürler.

(resim : william blake…)

‘YALNIZ TAŞLAR AĞLAMIYOR BURDA..’

SAVAŞ ANNELERİ

 

Baktıkça savaşın korkunçluğuna

Her yeni kurban alışında bir çarpışmanın

Ne dostlardır acıdığım, ne asker dulları,

Ne de kendisi ölen kahramanın…

Ah, kadın bulur bir avuntu gönlüne,

Ve en iyi dost unutur dostunu;

Yapayalnız bir yürek var ki bir yerde ama,

Unutmaz girinceye dek mezara!

Biz ikiyüzlülerin günlük işleri

Ve onca bayağı, sıradan şeyler arasında

Baktım göz ucuyla şu dünyada birilerinin

Yürekten süzülen kutsal gözyaşlarına

Gözyaşlarına yoksul annelerin!

Yer yok yüreklerinde onların unutmaya

Ölen çocuklarını kanlı topraklarda,

Suya sarkan dalları sanki salkımsöğütlerin

Hep eğik başları, hep aşağıda…  (1855)

 

NİKOLAY ALEKSEYEVİÇ NEKRASOV

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÇOCUKLARIN AĞIDI

 

Kardeşler, dinlerken lanetlerini umursamadan

Yaşam kavgasında tükenip giden insanların,

Acaba duyuyor musunuz onların ardından

Sessiz gözyaşlarını ve acısını çocukların?

 

‘Mutlu yaşar her canlı

Pırıltılı yıllarını çocukluğun,

Alır çılgınca yaşanan çocukluktan

Alır oyunların, sevinçlerin haracını.

Ama kısmet değil bize kırlarda,

Altın rengi ovalarda koşup oynamak:

Çeviriyoruz, çeviriyoruz, çeviriyoruz fabrikalarda

Çarkları sabahtan akşama dek!

 

Döküm çark dönüyor,

Çark uğunuyor, ve bir rüzgâr kopuyor hızından,

Baş alevler içinde, baş dönüyor,

Ve yürek çarpıyor, çevredeki her şey dönüyor:

Gözlük camlarının üzerinden bizi gözetleyen

Kırmızı burnu acımasız ihtiyar kadının,

Duvarlarda gezinen sinekler,

Duvarlar, pencereler, kapılar, tavanlar,

Giderek daha hızlı dönüyor! Başlıyoruz çıldırasıya,

Avazımız çıktığınca bağırmaya:

– Ey korkunç dönüş, biraz dur!

Fırsat ver zayıf belleğimizi toparlamaya!

Ağlamak da yararsız, dua etmek de

Çark durmuyor, çark acımıyor:

Lanet şey dönüyor- gebersen de,

Gebersen de vınlıyor, vınlıyor, vınlıyor!

 

Bu kölelik içinde, bitkin,

Sevinmek, hoplayıp zıplamak nerde!

Şimdi deseler ki hadi kırlara çıkın,

Çıkar uyurduk serilip çimenlere.

Ama dönmemiz gerek hemen eve,

Ne diye gidiyoruz ki sanki oraya?..

Tatlı geliyor evde avunmak bize:

Oysa keder ve yoksulluktur karşılayan bizi eşikte!

Orda, yorgun başı yaslayıp

Solgun annenin göğsüne,

Dağlıyoruz yüreğini zavallının

Sarsıla sarsıla ağlayarak hem ona, hem kendine..’ (1860)

 

NİKOLAY ALEKSEYEVİÇ NEKRASOV

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘YALNIZ TAŞLAR AĞLAMIYOR BURDA..’ NİKOLAY ALEKSEYEVİÇ NEKRASOV, Çeviri: ARİF BERBEROĞLU, EVRENSEL BASIM YAYIN, Eylül 2008, 96 Sayfa..

 

‘ÖZCAN ALPER’in ikinci uzun metrajlı filmi ‘GELECEK UZUN SÜRER’in dvd’si çıktı!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘aleyhinde yapılan tüm karalamalara, küçümsemelere rağmen ve sağda solda kendi küçük dünyalarında üç kuruşluk sinema bilgileriyle yapılan haksız eleştirilere, kafalarındaki faşist tohumların etkisiyle arka planda filmi yok saymaya yönelik yapılan gizli kulislere rağmen türkiye sinema tarihinin başyapıtlarından birisi olan büyük usta ‘özcan alper’in ikinci uzun metrajlı filmi ‘gelecek uzun sürer’in dvd’si nihayet çıktı!

sinemada izlenmesi gereken filmlerden olmasına rağmen hem izlemeyenler için hem de tekrar izleyip arşivlerine koymak isteyenler için çok iyi bir fırsat.. ayrıca tüm aylakların desteklemesi gereken bir yapım bu..

büyük ustanın yeni filmlerini sabırsızlıkla beklerken ‘sonbahar’ ve ‘gelecek uzun sürer’le bir süre idare edeceğiz artık.. ayrıca bu eşsiz filmin müziklerini de sabırsızlıkla beklediğimizi yineleyelim..

neyse sizi daha fazla engellemeyelim filmi almaya gitmeniz için.. son olarak tüm film ekibine buradan tekrar teşekkür ediyorum aylak adamız ailesi adına, yüreğinize sağlık, iyi ki varsınız..

yazıyı okuyanlar, haydi şimdi filmi almaya gidelim hep beraber..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sinopsis :

İstanbul’da bir üniversitede müzik araştırmaları yapan Sumru (28), ağıt derlemeleri ile ilgili yaptığı tez çalışması için birkaç aylığına ülkenin güneydoğusuna yolculuğa çıkar. Kısa süreliğine çıktığı bu yolculuk, hayatının en uzun yolculuğuna dönüşür. Bu yolculukta Sumru’nun yolu Diyarbakır sokaklarında korsan DVD satan Ahmet, Diyarbakır’da tek başına kalmış yıkık dökük kilisenin bekçisi olan Antranik amca ve bölgede sürmekte olan ‘adı konulmamış savaşa’ tanıklık eden pek çok karakterle kesişir.

Sumru, üç ay boyunca kaldığı Diyarbakır’da peşinde olduğu ağıtların hikayelerini ararken kendi ertelediği acısıyla da yüzleşir. Diyarbakır’dan Hakkari’de bulunan boşaltılmış bir dağ köyüne doğru yola çıkarken bu tehlikeli yolculuğa anlam veremeyen Ahmet’in “Neden bu köy, orada ne var?” sorularını yanıtsız bırakır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazan ve Yöneten : Özcan Alper

1975’te Artvin’de doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde 1992-1996 arasında Fizik, 1996-2003 arasında Bilim Tarihi okudu. 1996-1999 arasında MKM Sinema Atölyesi’ne, 1999-2001 arasında Nazım Kültür Evi sinema seminerlerine katıldı.

2008’de yönettiği ilk uzun metrajlı filmi “Sonbahar” Türkiye ve dünyada 60’tan fazla festivalde gösterildi, 33 ödül kazandı. 2009’da Avrupa Film Akademisi Avrupa Keşfi ödülüne aday gösterildi. “Gelecek Uzun Sürer” Özcan Alper’in ikinci uzun metrajlı filmi.

Oyuncular :

Gaye Gürsel  : Sumru

1980’de İzmir’de doğdu. 2002 yılında İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesinden mezun olduktan sonra Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde oyunculuk eğitimi aldı. Birçok reklam ve dizide rol aldı. “Gelecek Uzun Sürer” başrollerini oynadığı ilk sinema filmidir.

Durukan Ordu : Ahmet

1973’te Akşehir’de doğdu. Hacettepe üniversitesi Ankara Devlet Tiyatrosu’nda eğitim aldıktan sonra Trabzon Devlet Tiyatrosu ve Ankara Devlet Tiyatrosunda bir çok oyunda başroller de oynayan Durukan Ordu, 2005-2009 yılları arasında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde “Temel Oyunculuk” dersleri verdi. Halen Ankara devlet tiyatrosunda oyunculuğuna devam eden Ordu’nun, “Gelecek Uzun Sürer” rol aldığı ilk sinema filmidir.

Sarkis Seropyan : Anto Dayı

1935’te İstanbul’da doğdu. 90’lı yılların sonunda gazeteciliğe başlayan Seropyan , Agos gazetesinin kurucularından ve yazarlarından. Halen Agos gazetesinde yazarlık yapıyor. Daha önce oyunculuk yapmadı. Bir çok kitap yazdı ve çeviriler yaptır. “Gelecek Uzun Sürer” rol aldığı ilk sinema filmidir.

Osman Karakoç : Harun

1983 yılında Eskişehir’de doğdu. Bilkent Üniversitesi Kimya bölümü öğrencisiyken üniversitenin tiyatro topluluğuna katılması ile tiyatro hayatı başladı ve buadaki öğrenimine son vererek Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro bölümünü kazandı. Bir çok oyunda rol alan Karakoç, Tv dizilerinde rol alan ve halen eğitimini sürdürmekte olan Osman Karakoç’un “Gelecek Uzun Sürer” rol aldığı ilk sinema filmidir.

 

Senaryo ve Yönetmen : Özcan Alper

Yapımcılar : Ersin Çelik, Soner Alper

Uygulayıcı Yapımcı : Cihan Aslı Filiz

Ortak Yapımcılar : Guillaume de Seille, Titus Kreyenberg

Görüntü Yönetmeni : Feza Çaldıran

Ses : Mohammed Mokhtary

Özgün Müzik : Mustafa Biber

Sanat Yönetmeni  : Tolunay Türköz

Kurgu : Ayhan Ergürsel, Thomas Balkenhol, Özcan Alper, Umut

Sakallıoğlu

Işık Şefi : Engin Altıntaş

Yardımcı Yönetmen : Lusin Dink

Cast

Sumru – Gaye Gürsel

Ahmet – Durukan Ordu

Antranik – Sarkis Seropyan

Harun – Osman Karakoç

Leyla – Güllü Özalp Ulusoy

Kuto – Erdal Kırık

Senaryo Danışmanı : Thomas Balkenhol

Senaryoya Katkıda Bulunanlar : Hüseyin Kuzu, Orhan Eskiköy,

Murat Boyacıoğlu

Prodüksiyon Amiri : Yusuf Deniz Çinibulak

Set Amiri : Altan Çakmak

Yönetmen Yardımcıları : Hamdi Akyol , Özgür Doğan

Prodüksiyon ve Laboratuar Koordinasyon : Selim Güntürkün

Van ve Diyarbakır Yapım Yardımcıları : Reşat Ayaz,  Cengiz Toprak

1. Kamera Asistanı : Mansour Zohouri

2. Kamera Asistanı : Uğur Şapaloğlu

3. Kamera Asistanı : Kerem Arıca

Işık Asistanları : Yavuz Ustabaş, Şafak Kibar, Kenan Seçkin

Boom Operatörü : Ali Reza Karimi

Sanat Yönetmeni Yardımcıları : Arif Seletli, Racia Kaya, Aziz İnce

Set Asistanı : Emre Selçik

Panter Operatörü : Rasim Kurtulan

Panter Asistanı : İsmail Ay, Hamza Şahin

Stedicam Operatörü : Hakan Tezer

Runners : Hasan İnce,  Sezai Bulut

Ulaştırma : Fethi Gümüş, Musa Dağlı, Selahattin Aksoy, Cebrail

Dağlı, Abdullah Akyıldız

Set Fotoğrafçısı : Hüsamettin Bahçe, Ziynet Özen

Cast Ajansı : Renda Güner Casting

Cast Sorumlusu : Hülya Çelen

Cast Asistanı : Demet Koç

Radyo Haberleri Kayıt : Açık Radyo – Didem Gençtürk

Radyo Anonsu : Murat Utku

Grafik Tasarım : Sera Dink

Çeviriler : Caroline Riera-Darsalia, Lucy Wood, Lidya Bulte,  Uwe

Fiedeldei,  Berkcan Navarro

 

Katıldığı Festivaller ve Ödüller :

Festivaller :

2012,22-30 Mart] 19. Uluslararası Febiofest Film Festivali Prag(Çek Cumhuriyeti) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012, 9-18-25 Mart] 16. Sofya Uluslararası Film Festivali (Bulgaristan) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012, 24 Şubat-4 Mart] 40.Uluslararası Belgrad Film Festivali (Sırbistan) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012,14-21 Şubat] 19. Vesoul Asya Fillmleri Festivali(FICA)(Fransa) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012,  41. Rotterdam Uluslararası Film Festivali (Hollanda): Parlak Gelecek Seçkisi

2011 , 16. Kerala Uluslararası Film Festivali(Hindistan) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2011, 2. Malatya Uluslararası Film Festivali: Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması

2011, 18. ,Adana  Altın Koza Film Festivali, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması

2011, 36. Toronto Uluslararası Film Festivali, Çağdaş Dünya Sineması Seçkisi

 

Ödüller :

2012, 19. Vesoul Asya Fillmleri Festivali(FICA)(Fransa)

Özel Mansiyon Ödülü

2011 , 16. Kerala Uluslararası Film Festivali(Hindistan): FIBRESCI (Uluslararası Sinema Yazarları Birliği) En İyi Film

2011, 2. Malatya Uluslararası Film Festivali: En İyi Film Ödülü, En İyi Yönetmen Ödülü, En İyi Müzik Ödülü

2011, 18. Adana Altın Koza Uluslararası Film Festivali: Yılmaz Güney Ödülü

Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) En İyi Film Ödülü : En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü(Durukan Ordu), En İyi Müzik Ödülü(Mustafa Biber)

(filmle ilgili tüm bilgiler, fotoğraflar filmin resmi sitesi : http://www.gelecekuzunsurer.com/ dan alınmıştır.. daha fazla bilgi için buraya bakınız..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sokağın Üvey Oğlu

Bir varmış hep yokmuş bu şeyler.

şeyler dediğim ne ben de bilmiyorum,

sen de bilme kadın, o da bilmesin.

 

Eli ayağı kesilmiş bir ağacın dibinden topladım

bizi demin, biz ne çok sığınak ararken sığınağın

kendisi olmuşuz böyle.

Diyordum ki, eli taşın altında kalanlar, acısını

eteklerimde arıyordu. Etekte yandı, ağacın dibinde

oynadığım toprakta. .

 

Ve topraktan arda kalan solucanları da yuttum…

 

Peki ya seni özlerken fısıldadığım o çorak gözlü çocuklar,

onları hangi dağın içinde bulacağız…

 

Yakılası düşler kalmadı gene, sarılacak bir tendeki sevgili de.

Neye dokunsak kar üstünde yanılsayan bir güneş yanığı..

Ve ellerinin esmer yanında üşüyen düşbaz çocuklar

çoğalıyor ölerek..

Sonra kimsesizliğini yutmuş bir rüyada buluyorum kendimi.

Rüya ve gerçek arasında sıkışmış bir mezarlıktayım şimdi.

Kendini tanrı ilan eden hayale ilişiyor gözlerim:

Sokağın Üvey Oğlu..

 

Gözlerini gözlerime dikip haykırmaya başlıyor,

Bir mezarda içip, sevişip, ölümü beklemek istiyorum.

ve çığlıklarla devam ediyor geceye ve ekliyor. Diyor ki,

diz çöker, sevişir, ölümü beklerken mutlu olurlar,

gebermekte umurumda değil, sadece özlemlerime kavuşmak,

yasaklara baş kaldırmak ve küfredercesine, şiir okurcasına

yaşamak istiyorum. ölürcesine yaşamak o zaman umurumda olmaz.

Kibarlık ne ya.. öpüşüp, sevişip, s.., içip burada, bu kimsesizliğini

yutmuş mezarlıkta ölümü beklemek istiyorum.

Bunu istemek niye hayalim değil, Mavi.

Bana ne olup olmadığı belirsiz tanrıdan, kitaptan..

Evet ! Tanrı, evren bizi kıskanır. sonra yanımıza gelirler,

elimizde onlardan daha güçlü bir silahımız olur;

İsyan, özgürlük ve hiçlik…

 

Gözlerim aralanır gibi oluyor yavaştan..

O an bir şey oluyor ve mezarlıktaki kimsesiz ruhlar

ruhumu ele geçirmek için ayaklanıyor.

Ve kendisini tanrı ilan eden Sokağın Üvey Oğlu,

ayaklanmanın öncüsü olarak kusuyor ruhuma.

Bekle Mavi, eğiliyorum senin sancıyan ruhuna ve

anlatmak için en günahkar acılarımı. Dokunuyor tenime,

darmadağın oluyor, çatlıyor bedenim, dağılıyorum.

Kulağımda sesler, ruhumda üvey çocuklar, avucumda

birikmiş gözyaşları…

 

Karanlıkların ihtiyarlattığı mavi bir çığlık düşüyor gökten,

ve dans etmeye başlıyorum Sokağın Üvey Oğluyla…

 

Mavinin Çığlığı

Mayısta Ellerin…

Ellerin, ellerinde saklı evren…

Yakılan tüm ağıtlar, yazılan destanlar, söylenen türküler

Dudaklarından süzülen nağmeler

Aslında avuçlarında tuttuğun bir evren…

 

Ellerin, ellerinde saklı ömür…

Bir şiire başlarsın…

“Ölmek daha kolaydır, sevmekten.”

ve yakalayamazsın şiirlerin ezgisini…

Derindir gözlerindeki mana…

Kaybolmaktan değil bulamamaktan korkarsın…

Ve yaşamaya koyulursun hiç ölmeyecekmiş gibi…

 

Ellerin, ellerinde saklı mevsimler…

Eylülde başlar ayrılığı birleşen ellerin…

Kasımda buz tutar eller ve

Şubatın soğuğu yerleşir kalbine

Taş çatlasa Mart ayının çıkışına dayanamaz taş kalbin…

Ya Mayısta ellerin…

 

Ellerin, denizleri karıştırır da yüreğimi harelendiremez derinden…

 

Hasibe…

‘FİLDİŞİ KULENİN DIŞINDA..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“eğer varoluşçu bir durumdan ’gazeteci bir tavırla’ yola çıktıysam, okur beni bağışlasın.. ama farklısını yapmak benim için güç olurdu..

sabahla öğleden sonraki çalışma saatlerimin arasındaki zamanda, ostia’da bir evdeyim.. çevremde gürültü patırtıyla ya da tersine bir sessizlikte denize girenlerin kalabalığı var.. kudurmuşçasına denizdeler..

bana gelince – kendimi baskı laboratuarının sağlıksız karanlığından arıtmakla uğraşıyorum – elimde espresso.. sanki bir kitapmış gibi hemen hemen hepsini okudum..

kalabalığa bakıp kendime soruyorum : ‘cahilleşme sanatında çokça tüketilmiş halk için sıkça sözünü ettiğim bu antopolijik devrim nerede? ve kendimi yanıtlıyorum: ‘işte orada..’ aslında çevremdeki kalabalık, on yıl öncenin halkı değil, olmak istediği ve olmayı bildiği gibi en aşağılık burjuva kalabalığı..

on yıl önce bu kalabalığı severdim; bugünse bana usanç veriyor.. özellikle gençler, beni tiksindiriyor: yeni toplumun onlara sunduğu her şeye karınlarının tok olduğunda inanan bu budala ve kendini beğenmiş gençler: kendilerinin bir de neredeyse saygıya değer örnekler olduklarını sanırlar..

ve ben burada, yalnız, korunmasız, bu kalabalığın ortasına atılmış onun, bir laboratuarındaymışçasına önüme bütün ‘niteliklerini’ seren yaşamına dönüşü olmayan bir biçimde karışmış durumdayım.. hiçbir şey beni ayırmıyor ve hiçbir şey beni korumuyor.. ben bundan önceki dönemde, çok uzun yıllar önce  bu varoluşçu durumun aynısını seçtim ve şimdi kendimi bir devimsizlik içinde buluyorum: çünkü acılar sonuçsuz ve seçeneksizdirler.. diğer yandan fiziksel olarak nerede yaşamalı?

dediğim gibi elimde gazetem; onu inceliyorum ve onda yapay bir şeyler olduğu izlenimine  varıyorum..  ‘beni ilgilendiren konuların aynısını yazan bu insanlar benden ne denli farklılar.. ama bunlar neredeler, nerede yaşıyorlar? ‘beklenmedik bir düşünce, söylenmemiş ve sanırım gayet açıkça sözcükleri önüme seren bir elektrik çarpması gibi: ‘onlar fildişi kulelerde yaşıyorlar..’

espresso’da ‘fildişi kulenin içinde’ olanlara yönelik haberlerin dışında ne bir sayfa, ne bir satır ne de bir sözcük var.. (ama bu büyük olasılıkla hiçbirinde yok.. ne panaroma’da ne mondo’da, ne de günlük haftalık hiçbir gazetenin günlük habere ayrılmış sayfası var..) dikkat ve ilgiye yalnızca ‘fildişi kulenin içinde’ olan biten layıktır: gerisi tümüyle: ayrıntı, sürü, biçimsizlik, ikinci sınıftır..

ve doğal olarak ‘fildişi kulenin içinde’ olan biten: yani egemenlerin ve onlarla birlikte dorukta olanların yaşantısıdır gerçekten önemli olan.. ‘ciddi’ olmak onlarla ilgilenmek demektir.. onların entrikalarını, anlaşmalarını, suikastlarını, talihlerini; ve hatta onların ‘fildişi kule dışındaki’ gerçekliği kavrama biçimlerini: böyle az saygın ve tam da ilgilenilmesi böyle az ‘ciddi’ olsa da, her şey işte bu  can sıkıcı gerçekten kaynaklanmakta..

son iki, üç yıldır ilgilerin doruktaki ünlü kişilerin üzerinde öbekleşmesi bir saplantıya dönüşecek kadar özelleşti.. hiç bu ölçüde olmamıştı..

italyan aydınları her zaman ‘fildişi kulenin içinde’ yaşamışlar; birer dalkavuk olmuşlardır.. ama aynı zamanda halkçıdırlar da, yeni gerçekçi ve bu doğrultuda uç noktada devrimcidirler: bu, onlarda ‘halk’la ilgilenme zorunluluğunu yaratmıştır.. şimdi, eğer ‘halk’la ilgileniyorlarsa; adlarını yanlış anımsamıyorsam bu da hep ‘doxa’ ve ‘pragma’ istatistiklerine göredir.. örneğin: ev kadınlarıyla ilgilenmek yakışık almaz, bunları seçmekle, çok iyi bir dalga geçilme noktasına gelinebilir: oysa ev kadınları, sanıldığı gibi gülünç kişiler değillerdir.. ve aslında espresso ev kadınlarıyla, bu anlaşılması güç, uzak, günlük yaşamın derinliklerinde yitmiş hayvanlarla –ilgilenir- çünkü bir doxa ya da pragma istatistiği, son seçimlerdeki komünist zaferde oyların hatırı sayılır bir önemi olduğunu ortaya çıkarmıştır.. bu ; erkin hiyerarşisinde depremlere neden olmuş, fildişi kuleyi titretmiştir..

‘fanfani’ ya da ‘zaccagnini’ tarihe mal olurken, ev kadınları gündelik habere sıkışıp kalırlar.. ama birincilerle ikinciler arasında derin bir boşluk, büyük bir olasılıkla anlaşılmaz bir diyakroni’ (zamandaşlık) ortaya çıkıyor..

bu boşluk, zamandaşlık neden kaynaklanmaktadır.. neden 1945’ten sonra, hep önemini koruyan gündelik şeyler, bugün bir bataklığa gömülmüş, zihinsel  bir gettoya kapatılmıştır.. tüketimin ilkeleri tarafından telkin edilen tüm olanaklı biçimleriyle  gerçekten  incelenmiş, sömürülmüş, tekelleşmiş, ama resmi tarihle hiçbir ilişkisi olmamış olması, teslim olmamış olması yani anlamlı bir şey mi..

soygunlar, kaçırılmalar, küçük yaştakilerin suç işlemesi, gece sokağa çıkma yasakları, hırsızlıklar, sermayenin yaptırımları, nedensiz adam öldürmeler mantıktan ‘dışlanmış’ bir somutlukta oldukları halde  gene de neden asla bunların arasındaki ilişki gösterilmemişti.. ‘ladispoli’de (ipsiz sapsız takımının tatil yeri) 17 yaşında iki genç, kendi yaşıtları bir diğer genci, kendilerine gereken motosiklet bujilerini vermediği gerekçesiyle tabancayla öldürücü bir biçimde yaraladılar: ve ‘paese sera’ bu gündelik olaya: ‘ladispoli’deki akla sığmazlık’ diyerek başlık atıyor..

bu, belki 65’te mantıkdışı bir şeydi.. oysa bugün normal olandır.. o başlık da : ‘ladispoli’nin olağan halleri’ olmalıydı.. ‘paese sera’daki bu zaman dışılık neyin nesidir.. ‘paese sera’nın muhabirleri roma kenar mahallelerinde silahsız bir on yediliğe rastlamanın bir ‘istisna’ olacağını bilmiyorlar mı.. neden hiçbir gazete ‘tormaroncio’da birkaç gün önce çalıntı bir ‘porsche’ nedeniyle, makineli tüfekle yapılan silahlı çatışmadan söz etmiyor.. neden hiçbir gazete, 15 yaşındaki bir gencin: ‘bir dahaki sefere seni ağzından vuracağım’ diye bağırıp, silahla bacağından vurduğu sporcu gencin yaralarının lafını etmiyor.. söylemek istediğim şu ki: neden basın, büyük kentlerde her gece meydana gelen milyonlarca suçu hasıraltı ediyor (hırsızlık ve yankesicilik de bunlara dahil) ve yalnızca artık sözünü etmemenin olanaksız olduğunu anladığını bunların arasından seçip yazıyor.. ve bunları gerçek boyutları içinde göstermeyip, bunlara kamuoyunu alıştırmaya çalışarak sunmak doğru mu..

dozajı arttırmak ve bir düzen adamı gibi incelemek istemiyorum.. gayet açık ki, ‘ipsiz, sapsız takımı’ ancak kendi temsilcilerinin on yıl öncekine göre insanca bir değişime uğradıkları sürece beni ilgilendirir.. ve bu, ikincil bir olgu değildir.. bu, bir bütün parçasıdır: ev kadınlarının da değişmesini içeren bütünsel bir antropolojik devrimin parçasıdır..

gerçek soru şudur: politik ve toplumsal sorunlarla uğraşanlardaki bu gündelik haber ve us bütünlüğü arasındaki zamandaşsızlığın nedeni nedir ve neden gündelik haberin çevresinde böyle bir ‘olgu bölünmesi’ oluyor..

‘fildişi kulenin dışında’ olan her şey, nitel yani tarihsel olarak, fildişi kulenin içinde’ olandan farklıdır: sonsuzca daha yenidir, hayret uyandırıcı bir biçimde daha üstündür.. işte bu yüzden ‘fildişi kulenin içindeki’ kodamanlar ve onları tanıtanlar –mantıksal olarak onlar da ‘fildişi kulenin içindedir’- bir oyuncu gibi davranıyorlar, gülünçler ve ölümcül, kokuşmuş birer put gibiler. kodamanlar zaten ölmüş sayılırlar –çünkü onları ‘var eden’ güç artık yok: demek ki onların yaşamları kuklaca bir sıçramaymış..

‘fildişi kulenin dışına’ çıkılırken, bu kez de yeni bir ’içeriye’ düşülür; yani tüketiciliğin cezaevine.. bu cezaevinin baş kişileri gençlerdir..

söylemesi garip ama : gerçek şu: kodamanlar, üstlerinde gülünç bir maske gibi sırıtan kleriko- faşist erkleriyle, muhalefettekiler de gelişmecilik ve hoşgörüleriyle, gerçekliğin gerisine bırakıldılar..

ekonomik erkin yeni biçimi (yani artık kilise olmadığı için klerikalist bir parti olmayan hristiyan demokrat partinin – eğer ‘moro’ izin verirse- yeni gerçek ‘ruh’u) büyüme aracılığıyla, aslı olmayan bir ilericilik ve hoşgörü biçimi gerçekleştirdi.. bu sahte ilericilik ve hoşgörünün döneminde doğan ve biçimlenen gençler bu sahteliği (yeni erkin her şeyi mahveden kinimizmi) en korkunç biçimiyle ödemekteler..

işte burada, çevremde; gözlerinde budalaca bir alaycılık, aptalca doygun bir hava, saldırgan ve yargılamaktan uzak bir serserilikle – bir acı olmadığında neredeyse eğiten bir korkuyla, bu hoşgörü yıllarında gerçek bir hoşgörüsüzlüğü yaşıyorlar..

sözünü ettiğim ‘espresso’da ‘moravia’; katil, asi bir oğlu olan, iyi bir babaya, böyle güç bir durumda, ‘oğlunu anlamaya çalışmaktan’ başka bir şey kalmıyor diyerek konuyu noktalıyor.. trajedi yaratmamak, onu öldürmemek, kendini öldürmemek ama onu anlamaya çalışmak! anladıktan sonra ne olacak.. soruyorum kendime; bu görkemli ahlaki liberalizm davranışını yerine getirdikten sonra ne olacak.. tabii ki herhalde ‘moravia’nın burada sözünü ettiği; bunu izleyen bir davranma olasılığını gerektiren, ussal yani batılı bir anlama.. diyelim ki bu baba-böceğini inceleyen bir böcek-bilimci ruhuyla- sonunda oğlunu anlamayı başarsın ve onun bir budala, bir kendini beğenmiş, bir ikircimli, bir saldırgan, bir çalım satıcı, bir suça eğilimli – ya da acınacak biçimde bir duyarlı da –olduğunu anlasın- ne yapmalıydı.. onu anladığı için sevinmeli miydi.. ama buna sevinmek tarafsızlık ve ilgisizlik gerektirir.. bunu niteleyen eyleme geçmektir.. ve bunu yapmaktan hoşlanan bir baba, o gözden düşmüş ‘laios*’ gibi tozun içinde ölü kalmaya yazgılamıştır: başka bir olasılık yoktur.. demek ki anlamak pek bir şey değildir.. tam da sonunda tozların üstünde ölüp kalabilmek için, eyleme geçmek, oğluna saldırmaktan başka bir şeyi içermez.. ben, oğulları gözlemliyorum, onları anlamaya çalışıyorum ve sonunda eyleme geçerek onların hesabına inandığım gerçekliği dile getiriyorum : ‘siz, gündelik olanda yaşıyorsunuz ve bu, gerçek tarihtir – belirlenmiş onaylanmış, konuşulmuş olmasa da – çünkü bizim sıkıntısız tarihimizden çok daha öndedir; çünkü gerçeklik ‘fildişi kulenin dışında’dır; onun yanlı yorumlarında ve daha da kötüsü caydırıcılıklarında değil, gündelik olandadır.. ama bu gündelik olan, sizden değerlerin altüst oluşunu ister, tarafımızdan yaratılan sonuçta, erk, arı üretim ve tüketim nedeniyle sahte bir mutluluktan oluşmuş kültürünü yaratmak için kendinden önceki tüm kültürleri yıkmıştır.. değerlerden yoksun kalış, sizin yön-duygunuzu yitirmenize yol açan ve sizi insancıl olarak alçaltan bir boşluğa attı.. sizin ‘kitle’niz; adına, hiçbir şeyin konuşulamayacağı ‘bir suça eğilimliler kitlesi’dir.. sizin, seçkin çevreden gelme, sütün durumdaki birkaç sosyalist ya da radikal ya da katolik aydınınız: bir yandan umutsuzluğa, bir yandan da konformizme gömülüp kalmıştır.. geleceğe doğru atılan, başından beri –sınıfsal olarak burjuva, arkaik olarak halkçı- kayıp kültürlerden daha ötede olan bir kültürün adına, ‘değişik’ bir kültür için savaşım veren birkaç kişi de komünist gençlerdir.. ama onlar, daha ne kadar bu tanrısallıklarını koruyabilirler ki?” (1 ağustos 1975, ‘corriere della sera’..)

 

PIER PAOLO PASOLINI..

 

(* laios : sophokles’in ‘kral oidipus’ tragedyasına kaynak olarak aldığı efsaneye göre, laios, ikoaste ile evlenir ve bir oğlu olur.. çocuk doğmadan tanrı sözcüsü bu çocuğun laios’a kendini öldüreceğini söyler.. kral çocuk doğar doğmaz bir uşağına verip dağa bıraktırır.. ama tanrı sözü gene de gerçekleşir.. günün birinde laios, delphoi’ye giderken yolda bir yabancıyla kavgaya tutuşur, bu yabancı kendi oğlu oidipus’tur.. oidipus, laios’u öldürür ve thebai’ye vardıktan sonra anası iokaste ile evlenir.. oidipus’un, babasını öldürmek ve anasıyla evlenmekle işlediği, korkunç günah, nasıl haber aldığı ve nasıl cezaya çarptırıldığı oidipus efsanesi ve tragedyasında anlatılmıştır..)

 

‘FİLDİŞİ KULENİN DIŞINDAN..’ , PIER PAOLO PASOLINI, Çeviri : FİLİZ ÖZDEM, BELGE Yayınları, Şubat 1991, 80 Sayfa..

(kitaplığımdan her zamanki gibi malum şekilde kaybolan bu nadide kitaba uzun arayışlarımdan sonra tekrar kavuşmamı sağlayan kadıköy’ün en iyi kitapçısı ‘penguen’ çalışanlarına sonsuz teşekkürlerimi ve sevgilerimi buradan da sunarım.. Crockett..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Theo

Ça va, ça marche, ça ira encore! (*)

Bugünlerde İstanbul bir başka güzel. Birçok ünlü ressamın sergileri aynı anda İstanbul’da buluştu. İlk önce Salvador Dali, hemen karşısında Vincent Van Gogh ve boğazın eşsiz güzelliğine yakın Rembrandt ve Çağdaşları.

Gazetelerde de sıkça bahsedildiği gibi, Van Gogh Alive Sergisi diğerlerinden farklı. Tam bir inovasyon örneği. Teknoloji ile sanatın yeni bir gözle işlenerek sunulması ve kitleleri etkilemesi.

Serginin bende yarattığı en büyük kazanım Vincent Van Gogh’u keşfetmek oldu. Salona girdiğimde resimlere eşlik eden ve ünlü ressamın düşüncelerinin yer aldığı sözleri okumak o kadar hoştu ki, resimlerin içine dalmadan, ressamın düşüncelerine daldım. Daha sonra, Theo’ya Mektuplar adı altında kardeşine yazmış olduğu mektuplardan oluşan ve Pınar Kür’ün harika çevirisiyle sunulan kitabı aldım. Meğer Van Gogh sadece ressam değil sözcüklerle duygularını ve edebi kazanımlarını anlatan, hayata dair bakış açılarıyla, yaşadığı hayatla ve bu mektuplar sayesinde paylaşımlarıyla da bir filozofmuş. Kitabın sayfalarında hoşuma giden cümlelerin altını çizmeye başladım, sizlerle paylaşmak için. Ancak henüz kitabın yarısında olmama rağmen neredeyse birçok yerin altı çizildi, şimdi tikler koyarak ilerliyorum ve çok zevk alarak okuduğum bir kitap oluyor. Bu sergiden beni kazançlı çıkaran Theo’ya Mektuplar’ı keşfetmek oldu.

Keşke okulda resim derslerinde ressamların hayatlarına dair etkileşimli (interaktif yerine!) sunumlar hazırlansa öğrenciler ve öğretmen tarafından. Onların hayata bakışları, yaşadıkları zorluklar ve bizlere kazandırdıkları irdelense resimlerle birlikte. Eminim hiçbir öğrenci o ressamı kolay kolay unutmazdı.

Rembrandt ve Çağdaşları Sergisi’ne gitmeden önce bu kitabı okumaktan memnunum çünkü Van Gogh’un Rembrandt’a duyduğu hayranlıkla ilgili yazılarını okumak, sergi öncesi bir ön hazırlık oldu.

(*)‘İşler yürüyor, ilerliyor, daha da ileri gidecek’ ( Van Gogh’un resimlerini kabul ettirmek için hayatı boyunca verdiği büyük uğraş, Hollandalı ressam Anton Mauve’ın onu resimlerini görmek için geleceğini bildirmesi üzerine duyduğu sevinci dile getirdiği cümle)

Bunu daha iyi açıklamak için şu yazdıklarına dikkat etmek gerekiyor;

‘İnan bana, sanat söz konusu olduğunda o eski deyiş hep geçerli: Dürüstlük, en iyi yoldur. Ciddi bir etüd üstünde çok uğraşmak, halkın hoşuna gidecek birtakım şıklıklar yapmaktan çok daha iyi. Kimi kez, çok kaygılandığım anlarda, o şıklığı gerçekleştirecek kolaylığa varmayı istemedim değil, ama üstünde biraz düşününce, hayır, diyorum, kendi kendime bağlı kalmalıyım kaba-saba bir yolla, sert, kaba ama gerçek şeyler anlatmalıyım. Resim-severlerin, aracı-satıcıların peşinden koşmayacağım, isteyen varsa bana gelsin. Mevsim erince ektiğimizi biçeceğiz, ölmemişsek eğer!’

Yaşadığı zorluklar karşısında isyan etme durumuna düştüğünde ise, hissetmiş olduğu inançla şunları aktarıyor kardeşi Theo’ya;

‘İçimizden geçen düşünceler dışarıdan görünüyor mu ki? İnsanın ruhunda koca bir ateş yanıyor olabilir, ama hiçbir zaman kendi kendisini ısıtamaz onunla; gelip geçenlerse yalnızca bacadan çıkan cılız dumanı görürler ve yollarına devam ederler. Şimdi bak, yapılması gereken şu: İçindeki o ateşi körüklemeli kişi, kendi kendine yeter olmalı, büyük bir sabırsızlıkla, ama yine de sabırla birinin gelip o ateşin yanına oturacağı- belki de hep orada kalmak üzere-saati beklemeli. Tanrı’ya inanan kişi, önünde sonunda, ergeç gelecek olan o saati beklemesini bilmeli.’

Okuduğu kitaplar ve bu kitaplardan alıntı yaptığı cümleler mektupların edebi değerini artıyor ve okumak sevgisi üzerine ise şu cümleleri paylaşmak gerekir;

‘Eğer bir adamı, resimleri inceden inceye incelediği için bağışlayabiliyorsan, kitap sevgisinin de Rembrandt’ı sevmek kadar kutsal olduğunu kabul etmek zorundasın; hatta ikisinin birbirini tamamladığı kanısındayım ben.’

‘Shakespeare harika adam! Kim onun kadar esrarlı olabilmiş? Dili, üslubu, gerçekten de bir ressamın ateşle, duyguyla titreyen fırçasıyla kıyaslanabilir. İnsan okumasını öğrenmek zorunda, tıpkı görmeyi, yaşamayı öğrenmek zorunda olduğu gibi…’

Gerçek sanatçılar-dahiler, kişilere ve onların değerlendirmelerine bağlı kalmıyor. İnandığı ve gördüğü yolda ilerliyor. Sanat öyle bir şey ki; orada ne sınırlar var, ne optimum nokta, ne de geçmişe bağlılık, o evrenin devinimi gibi sürekli genişlemeye ve bilinmezliklere doğru yol almak yeni bakışlarla. Dahi sanatçıların bizlere hissettirmeye çalıştıkları ise, tanrıyla insanı buluşturan anlık dokunmalar, tıpkı Michelangelo’nun resmettiği gibi.

‘Skycell’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Theo’ya Mektuplar

Vincent Van Gogh, Yapı Kredi Yayınları, 6.baskı, İstanbul, Şubat 2011, Çeviri: Pınar Kür, sayfa sayısı: 251

‘AŞKIN ÜÇ YÜZÜ..’

 

 

 

 

 

 

 

 

sen bu sözcükleri okuduğunda, ben artık var olmayacağım.. belki ölümün ne olduğunu bilmiyorum ama eminim ki sevinçlerim, acılarım, korkularım, benim ardımdan yaşamaya devam etmeyecekler.. seninle ilgili onca kaygı, shoko’yla ilgili durmadan yinelenen onca kaygı.. bütün bunların çok yakında artık bu dünyada olmalarının hiçbir nedeni kalmayacak.. vücudum ve ruhum yok olacak.. ben gittikten, yokluğa dönüştükten saatler sonra, günler sonra bile senin bu mektubu okumana hiçbir engel olmayacak ve o sana, ben yok olduktan sonra var olmaya devam eden sana, yaşarken bana ait olan birçok konuya ilişkin düşünceleri söyleyecek.. sanki, sesimi duyuyormuşsun gibi, bu mektup sana düşüncelerimi, duygularımı, bilmediğin şeyleri söyleyecek.. sanki konuşuyormuşuz gibi olacak, sanki sesimi duyuyormuşsun gibi.. çok şaşıracaksın, ve hiç kuşkusuz acı çekeceksin, ve bana çok kızacaksın.. ama biliyorum, ağlamayacaksın.. yalnızca bakışlarında hüzün olacak, benden başka hiç kimsenin görmediği o hüzün, ve belki de diyeceksin ki : ‘sen çılgınsın sevgilim..’ yüzünü buradan görür gibiyim ve sesini duyar gibi..

işte bu yüzden, öbür dünyadayken bile, sen okumayı bitirinceye dek yaşamım bu mektupta sürecek.. onu açtığın, okumaya başladığın andan başlayarak, onda yaşamımın sıcaklığını yeniden bulacaksın.. ve on beş yirmi dakika boyunca, son sözcüğünü okuyuncaya kadar, bir zamanlar -ben henüz yaşarken- olduğu gibi bu sıcaklık bütün vücuduna yayılacak, aklın bütün düşüncelerden arındıracak..

yazarı öldükten sonra okunan bir mektup ne tuhaf! bu mektuba tutsak olan yaşam on beş-yirmi dakika sürecek bile olsa, evet bu yaşam bu kısalıkta bile olsa, sana içimdeki ‘beni’ anlatmak istiyorum.. bu çok ürkütücü olsa da, şimdi sana yaşarken hiçbir zaman gerçek ‘beni’ göstermediğimi sezinliyorum.. ‘ben’ sözcüğünü yazan bizzat benim, gerçek ‘benim..’

 

YASUSHI INOUE..

 

‘AŞKIN ÜÇ YÜZÜ..’, YASUSHI INOUE, Çeviri : AYŞE TEKSOY, TELOS Yayınları, Haziran 1996, 75 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

OLANCA SESİMLE

I

 

Sözcüklerin gücünü, çınlayan sözcüklerin gücünü biliyorum,

Kalabalıkları kendinden geçiren sözcükleri değil.

Başka sözcükleri, hani ölüleri toprak fışkırtan,

Çatırdayan bir meşenin adımları gibi kefenleri görüntüleyen.

Çoğu kez, ne okunmuş, ne basılmış sözcüklerdir onlar

Atılır çöp sepetine.

Ama oradan çıkar ve ağızlarında gem dörtnala kalkarlar,

Gümbürderler yüzyıllarca, trenler gelir sürüne sürüne

Yalamak için uyuz ellerini onların.

Biliyorum sözcüklerin gücünü. Hiç değilse bunu.

Hiç değilse, bir dansın topukları altındaki gül yapraklarını.

Oysa, insan benliğiyle, dudakları ve gövdesiyle…

 

II

 

Az mı? Çok mu? Buruyorum elleri

Ve parmakları,

Kopmuş yapraklar, yel alıp götürüyor onları.

İşte böyle söküp çıkarılır gizleri

Mayıs ayında keçiyolu papatyalarının.

Ustura ve makas bırakın diken diken olsun gümüş telleri saçlarının.

Bırakın tınlasın gümüş yığını yılların.

Umutluyum, inanıyorum ki : hiçbir zaman dize getirmeyecek beni utanç…

 

MAYAKOVSKI..

 

‘SAF ŞİİR YOKTUR..’ – Yazarlar : MAYAKOVSKİ, ELUARD, BRECHT, ARAGON, NERUDA.. , Çeviriler : ERDOĞAN ALKAN, TEOMAN AKTÜREL, ESER YALÇIN, HİLAL ÇELİK, MUSTAFA ZİYALAN, DE Yayınevi, Mart 1984, 104 Sayfa..