Author Archive

‘çılgınlıktır başkasına sunulmuş bir sevi bakışının arkasından koşturmak; en büyük yeminler bile samançöpü gibi kalır kandenizinde kabaran aşk dalgası önünde..’ – SOYSAL EKİNCİ

DÜŞSEL SORGU

..

-XI-

 

deldi toprağın karnını yine en yumuşak yerinden. yöneldi ekinlerine bir on yıldır kendi yatağının derinliklerinde akan yeraltı ırmakları, kavrulurken başaklar, görünmeyen alevlerin içinde birer mısır tanesi gibi patlayan.

havada yağmur, havada sürüp giden bir ıslaklığın gittikçe yaklaşan karartıları var.

ey geceleri düşlerime yalnız elleriyle gelen kadın.

ey düşlerime akan dalgaları mavi gömlek, etekleri yeşil nehir.

ey sonsuz karışımlarıyla yüreğimin bunaltısı şehir; geleceği bana bağışla! bağışla ki, şartı budur yüreğimin mutlak sevgiye dönmeye. bağışla ki, dökeyim sırtımdaki bütün acı taşlarını senin deli sularına…

 

-XII-

 

gerilmiş bir keman telidir yüreğim. şimdiden hazırla kendi yüreğindeki mızrabı; yüreğimin tellerine incitmeden nasıl dokunduracağını.

hiç bilinmez kimin kime sadık kalıp kalmadığı. Kendi ölçülerini de değiştirdi, ihanetin ruhlarımızda sonsuza değin kalacak izleri. çılgınlıktır başkasına sunulmuş bir sevi bakışının arkasından koşturmak; en büyük yeminler bile samançöpü gibi kalır kandenizinde kabaran aşk dalgası önünde..

(çok şeyler katılabilir; ruh ve bedeni birlikte tutan insani bir aşkın iki insandan çaldığı zamana: dinlenebilir pencere pervazından süzülen mırıltısı, evin yakınında akan küçük ırmağın. akşam komşulara gidilir. gece yapılan şiir egzersizleri sabah bir dosta gönderilir.)

 

-XIII-

 

dün gece ellerimdeydi ellerin. bana kırların yüzündeki yeni hüzün çiçeklerini gösterdin, yüzün yoktu. yüzünü neden  başka birine bıraktığını sormadım. gözlerimde görebilirdin ruhumdaki orman yangınlarını; yüzün olsaydı yanında ve gözlerin.

sana türküler söylerdim. eskiden uzaklardan söylediğim türkülerdekine benzemiyor sesim. karlı doruklardan zümrüt çayırlara inen turna avazlarına karışırdı sesim. seninle çıktığım düşsel yolculuklarda önüme dikilen yaban gülleri, içimi karartan umutsuzluğunbaşıboş yellerini, dizginler, çürütür, redderdi.

ilk gençliğimdeydim, gece-gündüz yakardı bedenimi sıcaklığındaki herkesçe özlenen sonsuz mutluluk…

 

SOYSAL EKİNCİ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SEVDANA GÜCÜM YETMEZ

 

birleşen iki elin arasındaki güller

kalbimi delip geçecek

damar damar bir toprağın bağrında

en güzel yeri kendine seçecek

ve kıpkızıl akan bir çeşmenin başında

damla damla doldurup kana kana içecek

 

kararsın neye yarar

sensiz geçen gecelerimi aydınlatmayan gündüzler

utanç dolu bir yaşamın imbiğinde

elim hep maviye gider

 

sevinin en sıcak en duru kaynağından

kana kana içmişken gönlümüz

şimdi bozulmuşu gibi

hüzünlü ve solgun nefretimiz

 

EYLÜL’ün sıcağındayız

EYLÜL’ün sıcağında

mart karları yağdı hasretimizin bozkırlarına

 

parçalanmış soyka deniz

çalınmış alınteri

uzanıp öpüyor mavi sular

kıyı gibi talancının göbeğini

doyumsuz melez ve kısır geceler

umut dolu yüreğimiz yine de

sevdana gücüm yetmez

sevdan başımdan gitmez

sığınacak yer arar..

 

SOYSAL EKİNCİ

 

‘BİRİ YİTİK İKİ ÜLKE..’, SOSYSAL EKİNCİ, BELGE Yayınları, Ekim 1989,158 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ÇALIŞMAK SAĞLIĞA ZARARLIDIR..’ – ANNIE THÉBAUD-MONY

‘son yirmi yıldır, iş hakkındaki politik ve bilimsel diskur, işi, ekonomik ve sosyal maliyet boyutlarına indirgedi.. çalışanlar, gün geçtikçe daha az, kendi tarihlerinin ve çağdaş toplumların tarihinin öznesi olarak kabul görür oldu.. bununla birlikte, yaşama hakkı, sağlık hakkı, onurlu yaşam hakkı temel evrensel haklar arasında.. bugün, bilimsel ve tıbbi bilgileri, çalışma hayatında sağlık kaybının nedenlerinden birçoğunu anlamamıza olanak sağlarken, iş organizasyonu ve çalışma koşulları ile ilgili tercihlerde ve bu tercihleri meşrulaştıran kamu politikalarıyla bir başkasını, bilerek tehlikeye atmanın yaygınlaştığını saptıyoruz.. bu çelişkiyi nasıl açıklamalı?

iş organizasyonu tercihleri, çok uluslu büyük şirketlerin yönetimlerinin, ‘işgücü’ maliyetini sürekli olarak düşürmekle görevli ‘karar vericiler’in ve ‘müdürler’in, işi ve risklerini alt işverene devreden emir vericilerin yetki alanındadır.. fransa’daki gibi, hindistan’da, brezilya’da, çin’de ya da başka ülkelerde; geçici statüde çalışanların, düzensiz (aralıklı, kesintili) çalışanların ve tüm ‘fark edilmeden’ çalışanların; alt işveren iş ilişkisinin son halkasındaki varlığı, insan hakları evrensel beyannamesi’nin ya da fransız ceza muhakemeleri usulü kanunu’nun yasakladığı güvencesizliğe ve aşağılanmaya yeniden dönüldüğünü gösteriyor..

bugün, köleliğin ‘modern’ biçimlerini onaylayarak, bu biçimlere karar ve yön verenleri tamamıyla cezasız bırakan istihdam, çalışma ve sağlık politikalarının, insan haklarının fransa’sında ‘kara yasa’nın köleliğe meşruluk kazandırmasındaki gibi, bir rolü oynayıp oynamadığını sorabiliriz.. politik partiler, sendikalar, birlikler gibi bireysel ve kolektif hakları savunun geleneksel örgütler, sömürünün bu ‘modern’ biçimlerinin meşruiyet temellerini sorgulayacak bir muhalefet oluşturmakta zorlanıyor..

bu kitap, araştırmalar sırasında, nükleer, demir çelik, otomobil, elektronik sektörlerinden ve hizmet sektöründen toplanan çok sayıda tanıklığa dayanarak, sürekli bir biçimde kamu sağlığının ‘kör nokta’sında bırakılan alanı; yani, çalışanların hayatına, sağlığına ve onuruna yönelen saldırıları gösterme amacındadır.. ceza muhakemeleri usulü kanunu’nun tanımladığı temel hakları referans alarak yürürlükteki somut sömürü ve tahakküm ilişkilerini anlamaya; bireysel ve kolektif, dağınık ya da örgütlü direniş stratejilerinin acımasız bastırma yöntemleriyle nasıl karşı karşıya bırakıldığını analiz etmeye çalışmaktadır..’

 

ANNIE THÉBAUD-MONY

 

‘ÇALIŞMAK SAĞLIĞA ZARARLIDIR.. risklerin alt işverene devri, başkasını tehlikeye atma, onura saldırı, duygusal ve fiziksel şiddet, mesleki kanserler..’, ANNIE THÉBAUD-MONY, Çeviri: AYŞE GÜREN, AYRINTI Yayınları, 2012, 284 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘BULUNMUŞ ÇEVİRİLER..’ – CAN ALKOR

YAĞMURLAR, VII

 

‘ey yağmurlar, yıkayın insanın yüreğinde o en güzel sözlerini insanın : en güzel deyişleri, en güzel ayetleri, en iyi kurulmuş tümceleri, en güzel yazılmış sayfaları. Yıkayın, yıkayın insanın yüreğindeki yanık havalardan, ağıtlardan aldığı tadı; çoban türkülerinden, rondolardan aldığı tadı; yıkayın en başarılı anlatımları, attika söyleyişinin tuzunu, yapmacıklı söyleyişin balını, yıkayın, yıkayın düş çarşaflarını, bilginin samanını: yadsıma bilmeyen adamın yüreğinde, tiksinme bilmeyen adamın yüreğinde yıkayın, yıkayın ey yağmurlar, insana bağışlanmış en güzel şeyleri… usun büyük yapıtları için en yetenekli insanların yüreğinde…’ (‘Yağmurlar’ şiirinden bir bölüm..)

 

ST. JOHN PERSE

 

ŞARKI

 

Uyandır içindeki uykuya beni,

Uyandır dünyalarımı kendine,

Ölü yıldızlarımı tutuştur

Daha yakın kendine.

 

Düşlerinde gör beni dünyamdan uzak,

Evimde gör, alevlerin evine kadar,

Doğur beni, yaşa, öldür beni

Daha yakın kendine.

 

Kendime daha yakın, sana kadar,

Daha yakın doğumun alevine,

Al beni sımsıcak, al beni

Daha yakın kendine.

 

GUNNAR EKELÖF

 

BİR KEZ DAHA SENİ GÖRME UMUDUM…

 

Bir kez daha seni görme umudum

kayboluyordu;

 

sordum, beni sendene öylesine

ayıran şey, bu imgeler ekranı, ölüm işaretleri mi

taşıyor yalnız, yoksa geçmişten bir şey,

ama çarpıtılmış, ama solmuş, var mı içinde,

bir parıltı senden kalan:

 

(Modena’da, kemerler altında,

üniformalı bir uşak iki çakal dolaştırıyordu

çekip tasmalarından).

 

EUGENIO MONTALE

 

‘BULUNMUŞ ÇEVİRİLER..’, Derleyen ve Çeviren: CAN ALKOR, NORGUNK Yayınları, Şubat 2012, 58 Sayfa..

İçindekiler:

 

Bulunmuş Çeviriler :

W. H. Auden,

Gottfried Benn,

Eugenio Montale,

St. John Perse,

Ezra Pound,

Georg Trakl,

 

İkinci Elden :

Amanda Aizpuriete,

Gunnar Ekelöf,

Fernando Pessoa (Alvaro De Campos),

Gonzalo Rojas,

Olga Sedakova

Notlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Babam

Siz uyuyordunuz, bahsi birazdan geçecek pazar sabahı..

Sabaha taşıdım kendimi, biri arkamdan mı itti, azim mi ettim bilmiyorum..

Saat 7 ye gelmek üzereydi, ya da gelmiştim tam emin değilim. Odaya giren ışık, girdiği pencerenin karşısındaki duvarı ikiye bölecek şekilde duvara dokunuyordu. O temas anları 06:45 en fazla 7’dir, bilirim.

Bir sigara yakıp kafamda günümü planladım, hiç adetim değildir aslında günü planlamak. Zaten beceremedim, sigaram bitti, kalktım.

Ayaklarımı sürüye sürüye buzdolabına kadar ilerledim, hemen dolabın yanındaki rafta bulunan radyoya “günaydın” dedim. Açtım, “Gripin – Sen gidiyorsun”. Değiştirmedim, doğru söylüyordu..

Buzdolabını açtım, hafta sonu olduğu için pek bir şey kalmamıştı buzdolabının saklama sınırlarında. 5-6 mantar, 2-3 yeşil biber, salça, bezelye, bakla, orta boy bir karnabahar, birkaç domates, birkaç limon, yağsız süt, 2 yumurta.. Buzluğu açtım, 10’lu bir paket milföy, kıyma, parça et, dondurma, asma yaprağı, kurutulmuş patlıcan.. Milföy hamurlarından 2-3 tanesini “gerçekten” diğerlerinden sökerek tezgahın üzerine koydum. “Şebnem Ferah – Yağmurlar” Etin bir kısmını uzun uğraşlardan sonra kesmeyi başararak mikrodalgada çözülmeye bıraktım. 2 yeşil biber, 2 domates.. Et çözüldü birkaç dakika sonra, tavaya aldım, üzerine domates, yeşil biberler ve mantarları doğrayıp ekledikten sonra bir bardak su ilave ederek, kısık ateşte bıraktım. Banyoya gittim, soğuk bir duş aldım, çamaşırlarımı değiştirdim, saçlarımı kurutarak tekrar mutfağa geldim. Karışımı, oklavayla biraz açtığım milföylerin ortasına dökerek, büyük mantı şeklinde kapadım. Ufak bir borcam tepsisi yağladım, milföyleri dizdim. Fırını açtım, biraz ısınması gerektiği için o ısınırken pantolonumu ve gömleğimi ütülemek üzere mutfaktan çıkarken radyonun sesini biraz daha açtım. “Teoman – Bana öyle bakma” diyordu, oralı bile olmadım.. Odaya girdiğimde yatağımı toplamadığım gerçeği karşıladı beni, biraz sitem etti.. Topladım.. Ütü yaptım tekrar mutfağa döndüm. “Feridun’u şarkısının sonunda, ufaktan toparlanırken yakaladım “Beni bırakma” kısa bir süre sonra da vedalaştık.. “Tual geldi hemen arkasından – “Tiryakinim” diye diye..

Milföyler fırında.. Onlar pişerken, ayakkabılarımı boyadım, aklıma geldi.. Ketıl’a bastım ( inadına Ketıl )

Cem geldi, Cem Özkan -“dön bana” demiştik ya.. Ona istinaden..

Siz uyuyordunuz, saat 8 e doğru yeltenmişti..

Çayım, milföy böreklerim (mantar, biber, domates, kuşbaşı et). Onur Akın – Bilmem doğru mudur yalan mı ama, “geceyi sana yazmış”.. İnanmadım, birinin daha seni böylesine yüceltebileceğine herhangi bir gece, yalanda olsa dinlemek gerekirdi..

Kahvaltımı yaptım, giyinip çıktım evden.. Hayır ! radyoyu kapatmadım.. Bir sürü güzel yalan söyledi, söylemeye de devam ediyor üstelik. Döndüğümde yalanda olsa dolu olsun istedim, evim..

Birazınız hala uyumaya devam ediyordu, 8:30 suları akıyordu..

Açık bir berber bulmak için bir süre cadde boyu yürüdüm, buldum da. Sabah sabah Edip Akbayram’la karşılaştık berberde, “Sen benden gittin gideli” dedi, merhaba yerine, sinirlerim bozuldu..

Sakinleştim Sakal tıraşı olurken, berber saçlarımı toparlarken Nirvana’ya ulaştık birlikte, “Lithium” ile, tıraş olduğum en sağlam berberdi..

Birkaç kişiyle, yol boyunca hiçbir doldur-boşalt istasyonuna uğramadan bitirdi yolu otobüs.. Babamın evinin olduğu mahallenin hemen başında indim otobüsten. Sessiz sedasız bir sokağa girdim, neşeli bir toprak kokusu karşıladı beni. Bahar havası sarkıyordu gök yüzünden. Evler sıra sıra ve simetrikti. Babamın evinin önüne dek geldim, hiçbir şey düşünmeden. Kapıyı yüzüme kapattığından beri, “Bak gidersen, babalıktan reddederim demiştim ya” kapı yüzüme yarı açıkken; o günden beri gelmedim, biliyorsun. Sözümü tutamadım, babamsın kabul ediyorum, sende hiçbir kapıyı yüzüme kapatmadın zaten..

Merhaba Baba dedim, “Seni göremez biraz daha yaklaş” dedi biri. Baktım, bizden başka kimse yok..

Yaklaştım, ama tezattır daha kısık bir sesle “merhaba” dedim, duydun mu ?

-Artık beni duyduğunu ve hayatında ilk kez sabit kalabildiğini ve ister istemez beni dinlemek zorunda olduğunu biliyorum, benim için bunun değerini bilemezsin Baba.. Bak nasıl hazırlandım sana, tertemiz, üstüm başım ütülü, ayakkabılarım boyalı, aklım derli toplu, aklım selim, istediğin kalıpta bir evlat gör beni..

Çok şeyler atlattık baba, biliyorum, atlattığımız çok şeylerin en çokta seni yıprattığını da. Her olay, her konu, omzuna binen artı bir yüktü, farkındayım artık. Önceden bu kadar yoğun düşünmediğimden olsa gerek, farkına varamadım; affet. Kardeşlerinin, akrabalarının darbeleri, sonra ağabeyimin, sonra benim.. Ne kadar hızlı tükettik seni. Ama sen babamızsın, dayanırsın tüm bunlara değil mi ? Kendin için ne yaşadın ki ömr-ü hayatında ? Ne olmuş biraz sabrını zorladıysak Baba ? Affet bizleri..

Sen gittin ya, kimseye babam gitti diyemiyorum ben. Eşşek kadar adamım, sen düşünce aklıma, gözlerimden damla damla çıkana dek dolanıyorsun aklımın her köşesinde. Seni çok üzdüm, biliyorum. Elinden gelen, hatta gelemeyenleri bile verdin bize, biliyor musun bu “sözüm” için çok geç kaldığımı düşünüyorum, ama tezaten bir şey yapmadığımı da. “Seni hiç Utandırmadım” baba..

Çok daha farklı olabilirdik aslında, konuşabilseydik arada. Ama başına açtığımız dertler, evlat sorumluluklarından filan olsa gerek hiç “adam” gibi yumurta tokuşturamadık seninle herhangi bir kahvaltıda.. Hep işin vardı, hayatla hep bir fazla mesain..

Gittiğin yerde bizi yine düşün Baba. Geldiğimizde yanında olmamızı sağla, biliyorum ki kıyamazsın sen bize. Son çabanda bizi daha da büyütmek içindi, şimdi anlıyorum Baba..

Dün Anne’min pardesüsünü asarken bir kağıt düştü yere, bir kaça katlı. Aldım yerden, açtım. “Ölüm raporun”

Kalp yetmezliği yazıyordu ölüm sebebine.

Hiç İnanmadım.. Senin kalbinin yetmeyeceği herhangi bir şey olabilir mi ?

O devasa kalbinin..

Koca koca doktorlar ama onlarda hata yapabiliyorlar.

Benim babam “insan yetmezliğinden” öldü, kimseye yetememezliği öldürdü onu..

Kalbi her şeye yetti ,

Yanılıyorlar !!

 

‘Düşsel’

‘AŞKIN VE SAVAŞIN GÜNDÜZ VE GECELERİ..’ – EDUARDO GALEANO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sokağın savaşı, ruhun savaşı..

dibe vurmak mı yoksa bir araya toplanmak mı? diğerlerini siliyor muyum yoksa onları çağırıyor muyum? deve gibi kendi kusmuğumu mu yiyeceğim? mastürbasyon yapanın aldığı risk nedir ki? olsa olsa en fazla bileği çıkabilir..

gerçeklik, diğer insanlardır: mutluluk ve tehlike. boğaları çağırıyorsam, üzerime saldırmalarına katlanacağım. o güçlü boynuzların kalça kemiğimi parçalayabileceğini biliyorum..

..

..

..

 

sistem..

bir diktatörlüğün işlediği suçlar işkence görenlerin, katledilenlerin ve kaybedilenlerin yer aldığı listelerle sınırlı değildir.. makine seni bencillik ve yalanla yönetir.. dayanışma bir suçtur.. makine, kendini kurtarmak için ikiyüzlü ve adice davranman gerektiğini öğretir.. bu akşam seni öpen yarın seni satacaktır.. her yaptığın iyilik sana kötülük olarak dönecektir.. eğer gerçekten ne düşündüğünü söylersen senin canına okurlar; böyle bir risk almaya değmez. işsiz dolaşan bir işçi, fabrikanın şu anda çalışan bir işçiyi çıkarıp yerine kendisini almasını gizliden gizliye arzulamaz mı? yoldaşım dediğin kişi senin rakibin ve düşmanın değil midir? kısa bir süre önce, montevideo’da, melez bir çocuk annesinden kendisini doğum kliniğine geri götürmesini istemişti, çünkü bu dünyaya hiç doğmamış olmayı yeğliyordu..

her insanın içinde mevcut olan iyi tarafa yönelik katliam, tek bir damla kan, hatta tek bir damla gözyaşı dökmeden yapılıyor her gün. makinenin zafer: insanalar konuşmaya ve göz göze gelmeye korkuyorlar.. kimse kimseyle buluşmasın. birisi sana bakıp belli bir süre bakışlarını kaçırmıyorsa şöyle düşüneceksin : ‘canıma okuyacak..’ yönetici, altından çalışan arkadaşına şöyle diyor:

‘seni ele vermek zorunda kaldım. benden liste istediler. birkaç isim vermem gerekiyordu. affet beni, eğer bunu yapabilirsen..’

her otuz uruguaylıdan birinin görevi diğer insanları gözetlemek, izlemek ve cezalandırmak. kışlaların ve karakolların dışında insanlara hiç iş yok; bir işi olanlar da onu korumak için polisten illaki demokratik iman sertifikası almak zorundalar.. öğrencilerden arkadaşlarını ihbar etmeleri talep ediliyor; çocuklar öğretmenlerini ihbar etmeleri için kışkırtılıyor.. arjantin’de televizyon soruyor: ‘şu anda çocuğunuzun ne yaptığını biliyor musunuz?’

ruhları zehirleyerek öldürme suç çetelesinde neden yer almıyor?

..

..

..

 

sistem..

1.

latin amerikalı ünlü bir play boy sevgilisinin yatağında başarısız olur. ‘gece içkiyi çok fazla kaçırmışım,’ diye kahvaltı sırasında özür diler. ikinci gece başarısızlığını yorgunluğa bağlar.. üçüncü gece sevgili değiştirir.. bir haftanın sonunda doktora gider.. birinci ayın sonunda doktor değiştirir.. bir süre sonra psikanalize başlar. seanslar ilerledikçe, dibe çökmüş ya da silinmiş anılar yavaş yavaş bilincin yüzeyine çıkmaya başlar. ve hatırlar :

1934.. chaco savaşı.. cepheden kaçan altı tane bolivyalı asker and dağları’nın yüksek düzlüklerinde dolaşmaktadır.. bozguna uğrayan bir müfrezeden bir tek onlar hayatta kalmıştır.. bir kişi görmeden ve ağızlarına bir lokma koymadan çıplak steplerde ilerler.. o adam işte bu altı askerden birdir..

bir akşamüstü, keçi sürüsünü güden küçük bir yerli kızı görürler.. onu takip ederler, yere yatırırlar ve tecavüz ederler.. kızın içine sırayla girerler..

sıra son olarak o adama gelir.. yerli kızın üzerine atılınca onun artık nefes almadığını fark eder..

beş asker onun etrafında bir çember oluşturur..

tüfeklerini sırtına dayarlar..

bunun üzerine adam, dehşetle ölüm arasından, dehşeti seçer..

 

2.

bin bir işkenceci hikâyeleriyle örtüşen bir durum.

işkence yapanlar kimler? beş tane sadist, on tane manyak, on beş tane klinik vaka mı? hayır, işkence yapanlar iyi aile babası insanlar.. memurlar mesailerini tamamladıktan sonra akşam evde çocuklarıyla birlikte televizyon seyrediyorlar.. makine onlara etkili olanın iyi olduğunu öğretiyor.. işkence gayet etkili: bilgi kopartıyor, bilinçleri dağıtıyor, korku yayıyor.. gizli ayincilerinkinin benzeri bir suç ortaklığı doğuyor ve gelişiyor.. işkence yapmayan işkenceye maruz kalır.. makine ne masumları ne de tanıklıkları kabul eder.. kim inkâr edebilir? kim ellerini temiz tutabilir? küçük dişli ilk seferinde kusar.. ikinci seferde dişlerini sıkar.. üçüncüde alışır ve görevini yerine getirir. zaman geçer ve dişlinin tekerciği makinenin dilini konuşmaya başlar: kukuleta, sopa, elektrik, denizaltı, kelepçe, askı.. makine disiplin ister.. en yeteneklileri en sonunda bu işten zevk almaya başlarlar..

eğer işkenceciler hasta kişiliklerse, onları doğuran sisteme ne diyeceğiz?”

 

EDUARDO GALEANO..

‘AŞKIN VE SAVAŞIN GÜNDÜZ VE GECELERİ..’, EDUARDO GALEANO, Çeviri: SÜLEYMAN DOĞRU, SEL Yayınları, Mart 2012, 200 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bedenim aşkın çamurudur..’ – ADONIS

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“şiirimin temel yapısı, yani başlangıç noktası: tanrısal sezgi yoluyla hayata bakmadım.. şiirim hem discursif, hem de sezgisel oluşturucu olarak belirginlik kazandı.. şiirim, parçalanan arap kuşağını, dağılan halkını sergiler.. araplar için ölüm, basit ve doğal bir olaydır, iyi tanıdıkları toprağa dönüştür.. şiirlerimde adı sıkça geçen ‘şamlı mihyar’, ‘adonis’in yansımasıdır.. doğada çocukluktur, saflıktır, iyiliktir.. onun için şiirimin arka planında bir mistisizm yatar.. ‘şamlı mihyar’ sürekli devinim halindedir, dinin kalıplaştırdığı toplumu sarsmaya gelen ve sürekli haksızlığa karşı çıkan bir devrimcidir.. şiirimdeki temel gelenek budur : şiirim geleneğe dayalıdır.. ama bununla birlikte şiirim, arap şiir geleneğine yeni bir yol, yeni bir soluk getirmiştir ve arap şiir geleneğine şiirimle yeni bir giysi biçip dikerek giydirdim.. şiirim ‘hallaç’ ve ‘niffari’nin temeli üzerinde yükselmiştir..”

 

ADONIS..

 

‘AYNA VE DÜŞ..’, ADONIS, Çeviri : METİN FINDIKÇI, AVESTA Yayınları, 2002, 142 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“..

..

..

 

Kadın :

 

senin için ölüyorum. sana olan sevgimden

bir yanım eksik uyandığımı görmüyor musun?

senin için ölüyorum,

kararsızlığın içine düşüyorum.

benliğimi duyumsamadan, bedenimi duyumsamadan,

nerede yaşadığımı bilmeden bu güzel

bedenimin ardında.

her şeyi.. neden, oysa, neden açığa vurmuyorum :

oysa hayatın eşsiz olmasını istiyorum

neden, oysa, neden insan gibi doğal yaşayamıyorum, ölümüm

söylediğim her yerde : sen vatanım olmasan

zamanın düşmanı olan şey dostum olur mu?

 

(sessizlik..)

 

böylece ey aşkın bedeni sesimi sana bırakıyorum

bana, yolumdaki zerreciklerin yarasını ellerinle sunman için

 

kuldum- belki de tanrı diye kocamın aşkını bildim.

kocam- şimdi tapınağım diye bildiğimdi.

isteklerimizden başka hiçbir şey gidip gelmez aramızda.

 

(sessizlik..)

 

ey gurbet seni yeryüzünün her köşesinde seviyorum,

çocuğuma ne söyleyebilirim

kendi beşiğinde gurbetteyken?

babasının yatağını unuttum, bana şehvet olan şeyi de,

yıllardır kullanıldığımı bilerek arıyorum şimdi,

söylesem mi? günahkarlığı onaylar gibi. iştahla,

güzelliğiyle yağarken gökyüzü ve yeryüzü bardağımıza.

gökyüzü inlediğinde peygamberler bilir ne olduğunu

görüyor musun, filinta

damatların mutluluğunu? ancak

aydınlatana bedenini ver bana, ey sen, koynuna al beni, esiri

olayım beni büyüleyen organlarının.

 

(sessizlik..)

 

bağrından ve boğazından gelen bir kokun var senin, son

buluşmamızdan damla damla damlayan, içine

boşaldığın ve boşaldığım. açılırken

içime akan bir şelale olan. gecemin ışığında şeffaf.

yarılan – yerde

depremi kendine kardeş yapan

göbeğimde gizli,

saldırganlığını ve savunmasını yalnızlaştıran.

iyileşeceksin, içindekini yeter ki uyandır. benliğimle ve

ölümümle yüzleşmeme

sen neden olacaksın, özgürlüğüm gibi.

günahlarımla selamlaşacağız

bu sürecin sonunda.

ölümüm. ecelimle

kısmetim benliğinle. resim ve şiiri gibi bir iklimdir sende

ve içimde yitenle,

içindeki zerreciklerle daha da çoğalırım, orman gibi.

içinde görmediğim mevsimlerim bile olacak, içinde – ne ateşim

ne toz. ot

su birikintileri gibi fışkırır topraktan,

içinde yitişini görüyorum, yitişimi, al beni.

bedenim aşkın çamurudur, işte benliğimi sana

teslim ediyorum.

 

(sessizlik..)

 

..

..

..”

 

ADONIS..

 

‘TARİH KADININ BEDENİNDE PARÇALANIR..’ ADONIS, Çeviri: METİN FINDIKÇI, ARTSHOP Yayınları, 134 Sayfa, ne yazık ki basım tarihi kitaba koyulmamış..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAÇIŞ..

Bundan başka bir şey değildi aşkımız:

gider, dönerdi gene ve bize

gözleri kapalı, uzak, çok uzak

mermerleşmiş bir gülümseme getirirdi

yitik sabahın otunda

garip bir deniz kabuğu

ruhumuzun inatla açıklamaya çalıştığı.

 

Bundan başka bir şey değildi aşkımız:

sessizce yoklardı çevremizde ne varsa,

açıklamak için ölmek istemeyişimizi

bunca coşkuyla.

Ve tutunduysak başkalarının bellerine,

vargücümüzle sarıldıysak boyunlarına,

soluğumuz karıştıysa

bir başkasının soluğuna,

ve yumduysak gözlerimizi, bundan başka

bir şey değildi:

bu derin acıydı yalnız, tutunabileceğimiz,

kaçışımızda.

 

YORGO SEFERIS.. (1900-1971)

 

‘ÇAĞDAŞ YUNAN ŞİİRİ ANTOLOJİSİ..’, Hazırlayan : CEVAT ÇAPAN, ARTSHOP Yayınları, 2009, 240 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘tutkunun çığlıklara ihtiyacı vardır, aşkın kendisi kelimelerden zevk alır, fakat yakınlık sessiz kalabilir..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘mutlak surette yalnızdım.. şu ana kadar, arzumun vücut bulduğu insan yüzleri konusunda hep suskun kaldım; sizinle benim arama sadece anonim hayaletler soktum.. beni buna utangaçlığın ya da insanın kendi hatıraları karşısında bile duyduğu kıskançlığın zorladığını sanmayın.. sevmiş olmakla övünmüyorum.. en şiddetli heyecanların ne kadar kısa sürdüğünü iyi biliyorum; ölümlü, her yönden ölüme bağımlı varlıkların yakınlaşmasından, ölümsüz olma iddiasındaki bir duygu çıkarmayı istemeyecek kadar.. başka birinde bizi heyecanlandıran şey, neticede ona hayat tarafından ödünç verilmiştir.. ruhun da beden gibi yaşlandığını; en iyilerde bile, tıpkı gençlik gibi bir mevsimlik çiçek açmadan, geçici bir mucizeden başka bir şey olmadığını fazlasıyla biliyorum.. öyleyse dostum, geçip gidene yaslanmak neye yarar..

yapmacık duygulanmalardan, şehevi aldatmacadan ve tembel alışkanlıktan oluşan alışılagelmiş bağlardan çekindim. öyle sanıyorum ki, ancak mükemmel bir varlığı sevebilirdim; bu varlığı günün birinde bulmam mümkün olsa bile, onun bana kucak açmasına layık olamayacak kadar vasat biri olduğumu düşünüyorum.. hepsi bu da değil, dostum.. ruhumuzun, zihnimizin, vücudumuzun talepleri çoğu zaman birbiriyle çelişir; tatmin edilmesi gereken bunca farklı şeyi, bunların kimini bayağılaştırmadan, kiminin de hevesini kırmadan bir araya getirmekte sanırım zorluk çekerim.. dolayısıyla, aşkı ayrı bir yere koydum.. sıkılganlığım yeterli bir sebepken, edimlerimi metafizik açıklamalarla desteklemek istemiyorum.. bağlanmaktan ve acı çekmekten duyduğum karanlık bir dehşet yüzünden, hemen hemen her zaman kendimi sıradan suç ortaklarıyla sınırladım.. bir tutkuya tutsak olmadan da bir içgüdünün tutsağı olmak yeter zaten, ve hiçbir zaman sevmediğime samimi olarak inanıyorum..

sonra, aklıma hatıralar geliyor.. korkmayın: hiçbir şeyi tasvir etmeyeceğim; size isimler vermeyeceğim; isimleri unuttum bile, ya da hiç öğrenmedim.. bir neşenin, bir ağzın ya da gözkapağının özel kavisi geliyor gözümün önüne; hüzünlü oldukları için sevilen bazı yüzler, dudaklarının sarkmasına neden olan bıkkınlık kıvrımı, hatta genç, cahil ve güleç birinin sapkınlığındaki bilmem hangi saflık; ruhtan, bir vücudun yüzeyine yükselen her şey.. bir daha karşılaşılmayacak, karşılaşılmak istenmeyen ve tam da bu yüzden samimi bir şekilde kendilerinden söz eden ya da susan yabancıları düşünüyorum.. onları sevmiyordum: bana sunulmuş olan azıcık mutluluğu almak istemiyordum; onlardan ne anlayış, ne de anlık bir şefkat diliyordum: sadece onların hayatına kulak veriyordum.. hayat her varlığın esrarıdır: öyle harikuladedir ki onu hep sevebiliriz.. tutkunun çığlıklara ihtiyacı vardır, aşkın kendisi kelimelerden zevk alır, fakat yakınlık sessiz kalabilir.. yakınlığı yalnızca belli minnet ve rahatlama dakikalarında değil, hiçbir sevinç fikriyle ilişkilendirmediğim kişilere karşı da duydum… sessizce yaşadım bu yakınlığı, çünkü esinleyenler anlayamazdı onu; anlamaları da şart değil zaten.. hayallerimdeki simaları, zavallı vasat insanları, bazen de kadınları bu şekilde sevdim.. ama kadınlar, tersini söyleseler de, şefkatte aşka giden yolu görürler..

 

MARGUERITE YOURCENAR..

‘ALEXIS YA DA BEYHUDE MÜCADELENİN KİTABI..’ , MARGUERITE YOURCENAR, Çeviri: SOSİ DOLANOĞLU, METİS Yayınları, Mart 1999, 85 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hasta Parçacıklar –VI

“Çıplak Narkolepsi ”

Birden merdivenlerde buluverdim kendimi. Geniş, en azından her katta ellişer basamaklık beton merdivenler. Bulunduğum yeri kestiremiyordum. Ortamda garip bir serinlik vardı. Ve loştu. Gecenin bir vakti olmalıydı herhalde. Hiç kimse yoktu ortalıkta. Merdiven boşluğundan aşağıya baktım. Sessiz bir karanlık vardı . Yukarıya baktığımda ise bu loşlukta hatta yukarılara doğru zifirileşen karanlıkta en azından beş kez gidişli gelişli dolanan  merdiven parmaklıklarını seçebildim. Üşümeye başlamıştım. Neden buradaydım. Ne zaman gelmiştim. Birden o ana kadar fark etmediğim vücudumun çıplaklığını sezdim. Daha fazla üşümeye başladım. Ne olmuştu bana. Beni bu tanımadığım merdivenlere getiren neydi? Amaçsız bir şekilde merdiven boşluğundan  aşağıya ve yukarıya bakıyordum. Ara sıra da aynı kat üzerinde birkaç basamak inip çıkıyordum. Bir süre sonra yorularak merdivenlerin inilip çıkmaktan aşınarak parlamış basamak kenarlarına ayağımı sürterek isteksizce bulunduğum yere oturuyordum. Bir an  ayak sesleri duydum- alt katlardan olsa gerek. Telaşlandım. Böyle  çırılçıplak merdivende yakalanmam pek de hoş olmazdı. Yukarı doğru hızla çıkmaya başladım.  Arada bir merdiven boşluğunu da gözlüyordum. Ayak sesleri kesildi. En azından dört kat çıkmış olmalıydım. Merdivende ne bir pencere vardı ne de çıktığım katlar herhangi bir daireye açılıyordu.  Bir koridorun merdivenleştirilmiş  şeklinde  yürüyor gibiydim. Kısılıp kalmışlık duygusu ağır basmaya başlamıştı ve merdivenlerin nereye kadar gittiğini görmek için yukarı doğru  tırmanmaya başladım.  Çıktıkça her katta durup  içinde bulunduğum binanın  tavanına ne kadar yaklaştığıma bakıyordum. Bir ara merdivenlerin hiç bitmeyeceği düşüncesi  belirmişti. Çıktıkça yoruluyor ve umutsuzluğa kapılıyor , bu umutsuzluksa beni korkutuyor  ve daha  hızlı çıkmama neden oluyordu.  Sonuçta yorgunluğum  daha da artıyor ve kısır döngüdeki umutsuzluk son haddine ulaşıyordu.  Oldukça hızlandığım hatta koşarcasına  çıktığım bir anda  önümde ansızın beliren duvara çarptım ve olduğum yere yığıldım. Nefes nefese kalmıştım. Karnıma heyecan ve tedirginliğin yol açtığı ağrı ve kasılmalar girmeye başladı. Daha derin nefesler alarak biraz olsun kendimi toparlamaya çalıştım.   Yukarı çıkarken  herhangi bir pencereye de rastlamamıştım hani.  Birileri bana bir tuzak mı kurmuştu yoksa bir rüyada mıydım? Ama dokunduğum her şey gerçekti. Merdivenin soğukluğunu ayak tabanlarımda hissedebiliyordum. Duvarlar gerçekti. Muhtemelen beyaz olan tertemiz iğrenç duvarlar.  Birkaç kez yumrukladım. Tok bir ses çıktı. Oldukça kalın olmalıydılar.

Bu kez ümitsizce aşağıya inmeye başladım.  Üçer dörder atlayarak iniyordum. Bir ara ayağım bir basamakta  kayıp burkuldu. Bir süre kıvrandıktan sonra tekrar inmeye başladım. Tüm katlar aynıydı, soğuktu. “Birileri tarafından gözetleniyor olabilir miyim?” diye düşündüm. Ama her yerde pürüzsüz duvarlar ve kenarları inilip çıkılmaktan yuvarlanmış merdiven basamakları dışında hiçbir şey yoktu.  Mademki hiç pencere yoktu  merdivenleri az da olsa görebilmemi sağlayan  ışık nereden geliyordu? Duvarların boyası fosforlu türden parlayan bir boya da değildi hani. Yalnızca beyazımsıydı. Buna rağmen ışık yokken bu özellikleri seçebilmem mümkün olmamalıydı.  Hatta tenimin rengini de seçer gibiydim.  O zaman bir yerlerde ışık olmalıydı. İnmeye devam ettim. Merdiven boşluğuna yaklaştığımda aşağıdaki karanlığa yaklaşmış olduğumu gördüm  ve sonunda ulaşmayı başardım. Karşıma çıkan şeyse  yine anlamsız bir duvar oldu.  Yani merdivenlerin çıkışı yoktu. Neler oluyordu?  Giderek üşümem artmıştı.

Bir rüya gördüğüme dair şüphelerim artmaya başlamıştı. Böyle anlamsız bir ortamda nasıl oldu da kısılıp kalmıştım? Labirent içine konan deney fareleri gibi hissetmeye başlamıştım kendimi. Ama onlar yine de şanslıydılar. Labirentin elbette bir sonu vardı.  Ama benim içinse son  duvardı.

Bir an kendimi düşündüm. Kimdim ben? Sevdiğim bir kadın var mıydı? Ne iş yapıyordum? Hayattan zevk alıyor muydum? Tüm bu soruların cevapları karşıma çıkan duvarları açıklıyordu. Merdivenlerin birer nedeni vardı ve sonunda beliren duvarların. Düşünüldüğünde bulunabilecek nedenlerdi bunlar. Merdivenlerde uzun bir zaman inip çıkarak kendimi yormayı amaçladım. Böylece uyuyup gerçek hayatta uyanabilir miydim acaba? Ancak uykum zaten oldukça yorulmuş olmama rağmen gelmiyordu. Uyanmak istememe rağmen  böyle bir dürtüyü de kendimde bulamıyordum. Kısacası hem uyuyamıyordum hem de uyanamıyordum. Zihnimde ufak matematik hesaplar yapıyordum. Yalnızca vakit geçirmek için. Ama yaptığım basit işlemlerin cevaplarını şimdi hatırladığımda farklı veriyordum. Yani aslında cevaplar yanlıştı ama bana o an son derece mantıklı görünmüştü. Uyuyamıyordum ama sanki  aynı zamanda uyuyordum. Ama ya karşımdaki beyazımsı duvar. O da neyin nesiydi?

Birden bir ses duydum. En başta boğuk , kalın bir sesti bu. Sonra yavaş yavaş netleşmeye başladı. Midem bulanmaya başlamıştı sanki ve boğazımda bir şeyler düğümlenmiş gibiydi. Daha sonra boğazımdan bir şeylerin çekildiğini hissettim. Ardından ani bir öğürtü ile uyandım. “Hadi bitti ameliyatın. Uyan artık!” diyen bir sesi artık net olarak duyabiliyordum. Karşımda bulunduğum yerin beyaz tavanı duruyordu. Etrafıma baktım. Yeşil önlükler içinde yeşil kepli maskeli insanlar dolaşıyordu. Birisi elinde beyaz bir şeyle gelerek karnımın üzerine yapıştırdı. Kafamı yerine koyup uyumaya çalıştım. Bir şeyler düşünmeden.

Fran(sı)z (2003)

(Uyumuş ve uyanmışlık deneyimleri…)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(çizim: fran-sı-z)

‘çünkü herkes kurbandır.. ve herkes suçludur da..’ – pier paolo pasolini

“gündemden yine uzak kalmışız.. öyle diyorlar..

biz gündemin içindeyiz..

göbeğindeyiz..

yazmamız gerekmiyor.. biz zaten yaşıyoruz..

gerektiğinde de gerekeni kıvırtmadan yazıyoruz.. herkes rahat olsun..

neyse ülkenin gündemi yine karışık.. ‘suriye’ye ne zaman gireriz, nasıl gireriz diye sözde aydınıyla, politikacısıyla, medyasıyla bombardımana devam ediyorlar.. sağa sola kudurmuş köpekler gibi saldıran emperyalist devletler nedense ‘suriye’ye atlamakta tereddütteler ve maşa olarak kullanacak birkaç ülke aramaktalar..

bu hengame içinde ülkenin iç gündemi de karışık.. yaz boz tahtasına dönen eğitim sisteminde yapılmak istenen değişiklikler, tutuklu gazetecilerin bir kısmının tahliyesi, ‘sivas’ katliamının zamanaşımına uğratılması ve daha birçok mesele..

‘demokrasi eşittir faşizm’ düşüncemi her yerde her zaman dile getirdim ve sonuna kadar da bu düşüncemi savunuyorum.. ‘demokrasi balonu’ ya da ‘demokrasi yalanı’ ne derseniz deyin, yeryüzüne bakıldığı zaman ayan beyan ortadadır.. tartışmaya bile gerek yok.. demokrasi, saçma sapan seçim sistemleriyle iktidara gelen ‘x partisinin’ veya bilmem ‘p partisinin’ kendi düşüncesi dışındaki insanları  kendine benzetmek için değiştirmeye, dönüştürmeye çalıştığı ve kendi faşizmini ve fiziki yada manevi şiddet mekanizmalarını   kurduğu bir sistemdir.. bu kadar basit..

ülkemizi baz alacak olursak mecliste ülkenin tüm insanlarının temsil oranı nedir diye inceleyin.. kaç emekçi, kaç işçi, kaç köylü, kaç memur, kaç asgari ücretli var mecliste.. sendika ağalarını, paşalarını saymayın tabi.. ağırlıklı olarak müteahhitlerin olduğu bir meclis.. zaten ülke şantiye alanı.. buna da müteahhitler meclisi yakışır.. a, b, c fark etmiyor parti olarak.. hepsi aynı nitelikte..

neyse siyasi yapı ve sistem böyle olunca bütün ona bağlı sistemlerdeki insana dönük sonuçlar da benzer sonuçlar doğuruyor.. iki haftadır ‘sivas katliamıyla’ yatıp kalkıyoruz.. ‘sivas  zamanaşımına uğramasın’ diye bağırıp çağırıyoruz.. kaç sene geçmiş: 19 sene..

e peki bağıran bizler neredeydik 19 senedir.. 2 temmuz anmaları dışında, yani her senenin 1,2,3,4 temmuzlarında hadi 5 temmuzu da yazalım.. peki 6 temmuzda ne oluyordu diyelim.. UNUTUYORDUK.. ertesi seneye kadar unutuyorduk.. şu birkaç gündür gösterilen tepkiler çok önceden verilmeye başlansaydı bu sonuç ortaya çıkacak mıydı.. bir ihtimal yine de çıkabilirdi ama bu kadar kolay olmazdı.. bir iki hafta kala bağırıp çağırmanın pek bir anlamı yok..

zaten hukuksal olarak ortaya koyulan argümanlar da bir hukukçu olarak naçizane düşüncem çok saçma ve gülünç.. insanlık suçu sayılsın, soykırım sayılsın vs.. hukuksal olarak ve  içi boş söylemler.. yok hemen bir kanun çıkaralım zamanaşımından çıkaralım diyen hukukçular bile gördüm.. e peki hukukun en temel kaidesi olan ‘kanunların geriye yürüyemeyeceği’ hususunu nasıl atlıyor bu hukukçu kardeşlerim çok merak ediyorum.. geçenlerde bir abimizle bu meseleyi konuşurken fikrimizi sorduğunda ben gülünç bulduğumu söyledim kanun çıkaralım önerisini.. yanımdaki arkadaş da aynı şeyi söyledi.. abimiz ‘hayret ki sizin gibi objektif düşünen yok şu sıralar’ dedi.. gerçek budur, ne yani yüreğimiz yanıyor diye saçma sapan önerilerin arkasında mı durmamız gerekir..

sivas katliamı bir insanlık suçudur.. soykırım demek ise komiktir.. soykırımın kıstasları bambaşkadır.. belli bir güruh tarafından işlenen bir insanlık suçudur sivas.. katliamın nasıl meydana geldiği herkesin hafızalarında.. devletin belli güçlerinin denetim ve güdümünde işlenen şeriatçı ve faşist bir katliamdır sivas katliamı.. belli bir kesimdeki sivas katliamını tamamen derin devlete bağlayan görüşlere asla katılmıyorum.. ne yapmıştı derin devlet 20 bin tane psikopatı sivas’a toplayıp mı yaktırmıştı onlarca aydını, sanatçıyı.. zaten şu sıralar gökten yağan kardan, yolların buz tutmasından, hatta ve hatta depremlerden bile derin devlet sorumlu sayılıyor bazı aklı evvellerce.. hay maşallah bu derin görüşlere ne diyelim.. o zaman ki devlet yapısının ve iktidardaki koalisyon partilerinin tamamı sorumludur bu katliamdan.. en başta da iktidar ortağı ‘shp’ sorumludur bu katliamı engelleyememekle.. sen iktidar ortağı olacaksın başbakan yardımcısı olan parti başkanın olacak ve hiçbir bok yapamayacaksın.. iktidarın başındaki sağcı partinin başındaki hanımefendi katliamdan sonra çıkıp ‘otel dışındakilere bir şey olmamıştır’ diye akıllara zarar açıklamalar yapacak ve sen hala iktidar ortağı olup sosyal demokrasiden filan edebiyat yapacaksın.. bazıları yok hükümet yeni kurulmuştu filan diye savunmaya girişir.. hadi oradan.. ne olması gerekiyor hükümette bir yıl ya da iki yıl antrenmanlı mı olmak gerekir böyle bir katliamı engellemek için..

hepsi fasa fiso bu savunmaların.. sizin gücünüz vardı bu katliamı engellemeye ama siz engel olmadınız beyler bayanlar.. şimdi bakıyorum o dönemde hükümette ya da mecliste olan insanlar çıkmış timsah gözyaşları dökerek yavaş işleyen yargıyı vs suçluyorlar.. kendileri hiç suçlu değiller.. hiç iktidara gelmemişler sanki.. hükümetleriniz döneminde hemen failleri bulup yargılayıp iş bitirseydiniz ağalar paşalar.. hiçbir sorumluluğunuz olmadığı anda dışarıdan ahkam kesmek kolaydır..

19 senedir neredeydiniz ey insanlar, neyi bekliyordunuz.. bu ülkeden bu sistemden ne bekliyorsunuz çok merak ediyorum.. bu ülkede ‘çorumlar’, ‘maraşlar’ yaşanmadı mı.. bu ülke de aydınlar insanların gözleri önünde sokaklarda birer birer katledilmedi mi ve katledilmeye devam edilmiyor mu.. siyasi katliamları ve cinayetleri geçelim hepimiz gibi sade vatandaşlara ne demeli..  bu ülkede bir fabrikanın sekiz bayan işçisi kapalı kasa kamyonetin içinde sel sularında boğdurulup öldürülmedi mi daha iki sene önce.. beş tane mahkum daha bir sene önce cezaevi aracı içinde bilmem hangi  osuruktan sebepten  çıkan yangın sonucu yanan cezaevi aracında kameralar önünde ölüme terkedilmedi mi, neden o yangında sadece mahkumlar öldü de araçta bulunan diğer görevlilerin kılına bile ZARAR GELMEDİ! bu olaydan ne kadar vicdanınız sızladı, yüreğiniz yandı ey insanlık..  daha iki gün önce 11 sigortasız, karın tokluğuna çalıştırılan işçi çadırlarda beş dakika içinde göz göre göre yanmadı mı.. 2009 yılında yedi üniversite öğrencisi doğalgaz kaçağı vs denerek zehirlenerek ölmedi mi ankara’nın göbeğinde.. çıktı mı sorumlu birisi delikanlı gibi ‘benim yüzümden öldüler, vicdanım kanıyor’ dedi mi.. yok nerde! Ölenler suçlu sayıldı.. şerefsizce yapılan isnatlarla ölenler suçlandı.. yedi tane hayatının baharında genç ankara’nın göbeğinde katledildi..   yine 2009 yılında bir kan davası filan denilerek mardin’in bilge köyünde 44 insan katledilmedi mi kendi yakınları, köylüleri tarafından..  hayata döndüreceğiz diye 19 aralık 2000’de 30’u aşkın siyasi tutuklu ya da hükümlü katledilmedi mi bu ülkede.. koyunlarını otlatan küçük ceylan’ın kafasına havan topu mermisi inmedi mi bu ülkede.. van depremi sonrasında kurtarma çalışması yapılan alana gaz bombaları atılmış bir ülke burası. Gazeteci metin göktepelerin öldürüldüğü, hasan ocakların kaybedildiği bir vahşet ülkesi.. gazi katliamında sokak ortasında onlarca insanın avlanarak öldürüldüğü bir ülke burası..

hepinizin bildiği bu olayları hatırlamaktan tekrar kanınız dondu mu.. saymak gerekir mi daha.. henüz 1 mayıs katliamlarından, 16 mart katliamlarından ve onlarcasından bahsetmedim bile.. insan öğütme makinesi gibi çalışan bir ülke.. kendi insanına kıymaktan çekinmeyen bir anlayış.. 

yukarıda sayılan olayların kaçında gerçek suçlular cezalandırıldı.. kaçıyla ilgili verilen kararlar insanlığın vicdanını tatmin etti, yanan yüreklerin acısını bir nebze olsun dindirdi.. HİÇBİRİSİNİN..

aksine katliamlarda rolleri olanlar en iyi görevlere, makamlara getirildi.. kimisi milletvekili bile yapıldı.. kimisi geberip gittikten sonra arkasından şiirler, methiyeler bile düzülüp ağlamaklı programlar yapılmadı mı bu ülkede.. yapıldı.. e daha ne konuşup, bağırıp çağırıyorsunuz be kardeşim ‘sivas katliamı’ için.. boğazınıza, ses tellerinize yazık.. zamanaşımıysa zamanaşımı..

önemli olan bizim vicdanlarımızdaki, yüreklerimizdeki, beyinlerimizdeki zamanaşımı..

var mı böyle bir endişeniz..

yoksa problem yok demektir..

‘SİVAS’ VE DİĞER ONLARCA KATLİAMIN BİZİM İÇİN ZAMANAŞIMI YOK!

MESELE BU KADAR BASİT..

NE KATLEDENLERİ, NE GÖZ YUMANLARI ASLA UNUTMAYACAĞIZ..”

 

Crockett..