Author Archive

REMBRANDT ve ÇAĞDAŞLARI SERGİSİ

İstanbul’da sergileri gezmek çok zevkli olduğu kadar zaman da gerektiren bir durum. Önceden haftalık gezi programınızı yapmanız gerekiyor. Hele bir de birkaç kişi iseniz, herkesin hemfikir olacağı bir günde anlaşmak gerekli. Deniz yoluyla boğazdan kıtalar arası bir geçiş yaparak Felemenk ressamları tanımak, o zamanlara yolculuk yapmak ve günümüzdeki anlayışla o zamanı karşılaştırmak bu gezinin özünü oluşturuyordu.

Sabancı Müzesi’nin bulunduğu Emirgân’daki Atlı Köşk başlı başına gezilmesi gereken bir yer. Hem konumu hem düzenlemesiyle harika bir seyir terası aynı zamanda.  İyi ki sanata meraklı ve teşvik eden iş adamlarımız var. Aslında Rembrandt Sergisi’ni gezerken yapılan resimlerden yine iş adamları sayesinde bu güzelliklerin ortaya çıktığına şahit oluyorsunuz. O dönemde de ticaret yoluyla zengin olan kişiler, bir prestij gösterisi olarak ailesinin veya kendisinin portlerini yaptırmış. Kimisi güpür kıyafetleriyle muhteşem salonlarında poz verirken kimisi de doğa resmetmek konusunda ünlenmiş ressamlara doğal ortamda pozlar vermiş.  Ancak hepsi de bir fotoğraftan daha gerçekçi ve o anki ruh hallerini hissediyorsunuz.

Vincent Van Gogh’un kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplarda da Rembrandt hayranlığına sık sık şahit olursunuz, Rembrandt için şöyle diyor;

‘Gauguin ile ikimiz, Delacroix, Rembrandt, vs. üstüne uzun uzun konuştuk. Tartışmalarımız korkunç elektrikli, tükenmiş bir elektrik akümülatörü kadar bitkin oluyor kafalarımız kimi kez, bu tartışmaların sonunda… Bir büyünün ortasında gibiyiz. Çünkü,  Fromentin’in de çok iyi dile getirdiği gibi, Rembrandt her şeyden çok bir büyücüdür.

Bunu, Rembrandt’ı öylesine seven ve izini süren Hollandalı dostlarımız de Haan ve Isaacson’la ilgili söylüyorum sana, üçünüzü de araştırmalarınızı sürdürme konusunda yüreklendirmek için…

Bu konuda cesaretiniz kırılmamalı.’

Van Gogh ve Rembrandt’da yaşadıkları süreçte ne kadar değerli resimler yaptıklarının farkında olarak sanatlarını ortaya koyup geliştirmişler ve hiç durmaksızın içsel enerjiyle çalışmışlar. Ara sıra para kaynağı yaratmak için kendi ifadeleriyle çok sanatsal olmasa da resim yaptıkları olmuş. Van Gogh’un kendi anlatımıyla ev sahibi için yaptığı resim ve postacının portresi böylelikle ortaya çıkmış. Ressamların tablolarını yaparken içinde bulundukları ruh hallerini anlamak için tabloların hikayelerine de ulaşmak gerekli. Bu da her zaman pek mümkün değil, oysa Vincent iyi yazarlığıyla bu yönde de bir armağan bırakmış. Her bir tablosunu yaparken içinde bulunduğu ruh durumunu, yaşamını ve hislerini size tekrar yaşatıyor. Bu da sanatına bütünsel yaklaşım gibi.

Felemenk ressamlar dönemlerinde sadece zenginleri resmetmek ile kalmayıp, toplum yararına da resimler yapmışlar. Halk yaşamından örnekler vererek ve bazı özlü sözlerle dikkat çekmek için. Böylelikle o zamanki zenginlerin hayatına dair bilgi sahibi olurken, halkın yaşantısına da dahil oluyorsunuz. Sanat toplum içindir ilkesini destekler gibi.  Sadece zevk vermekten çok, öğretici de oluyor.

Sergiden kazanımlar,  görsellik dışında şu bilgilendirme notu oldu. Bugünlerde sanata karşı bir çekişme söz konusuyken tam da yerini bulan cümleler…

FARKLILIĞA SAYGI (A MELTING POT*)

Felemenk Cumhuriyeti, artan refahı ve hoşgörülü ortamı sayesinde, Batı Avrupa içinde özenilen bir yerleşim yeri haline geldi. Çevre ülkelerden insanlar Felemenk kentlerine ve kasabalarına akın ettiler. Bunların kimi iş arayan insanlar, kimi de özgürce ibadet etmek için güney eyaletlerinden gelen Protestanlar ya da İspanya ve Portekiz’den gelen Yahudiler gibi gruplardı. Cumhuriyet resmen Protestan bir ülkeydi, ama Katolik, Yahudi ve başka inançlardan insanların ibadeti üzerinde pek az kısıtlama vardı.

*Bu bilgi notunun İngilizce çevirisi ‘A Melting Pot’ olarak verilmiş, tam olarak Farklılığa Saygı değil ancak daha anlamlı. Erime potası, mecazi anlamı dışında, kimyada alaşım elde etmek için kullanılır. Her bir bileşik potada kendi özelliklerini kaybederek ve başka bileşiklerle birleşerek, yeni ve daha güçlü bir madde, alaşımı oluşturur.

Sanat bir erime potası ise, sanatçılar da birer bileşik gibi keşfedilmemiş yeni alaşımlar yaratmak üzere var olurlar. Toplum yararına…

 

Skycell

 

SINIRLAR*

küstüm çiçeğine ve hüsnüyusuf’umuza

 

İnsanlar da ülkelere benziyor;

Sınırları var, yüzölçümleri…

Yasaları var, bayrakları, ilkeleri…

Kimi dağlık bir arazidir,

Kimi kıraç,

Kimi bereketli…

Kimi dardır, kimi engin göz alabildiğine.

Kiminin sınırlarından pasaport denetimiyle girilebilir…

Elini kolunu sallayarak geçebilirsin kiminden

İçeri…

Sonuçta ne küçümse insanları derim kızım,

Ne de önemse gereğinden çok…

Ama anlamaya çalış;

Nedir sınırlarının varabileceği son nokta,

Nedir ve ne kadar genişleyebilir

Yüzölçümleri…

 

*Okul panosundan alınan bir yazı

Peron 114

Ölene dek hep o noktadayım. Otobüsten indiğim tam o noktada, tam orada.
Seni terminalde bekleyen, heyecandan duvarlara yüzünü boyayan, gelen-giden yolcu kavramlarına uymayan burada ne işi olan yolcu modunda, tam bu noktada gelsende-gelmesende, sonsuzluğa neşeyle gülümsediğim tam burada.
Zaten öyle bir geliş, öyle bir boyna sarılıştan sözederdim ki bir kaç meleği tarafıma bile çekebilirdim ama değil işte. Terminalin kirli pencerelerinden yansıyan güneş öylece yüzümde damıtılıyordu ve söze hiç hacet yoktu.

Burada olacağım 114.ncü peronda. Ben ölene dek anlamayacak beni getiren otobüs nasıl bir belaya bulaştığını. Ben ölene dek anlamayacak insanlar burada ne beklediğimi. Yüzyılda bir “Metrodayım geliyorum” diye mesaj göndererek seninle metreleri, saniyeleri saymamı sağlayacaksın. Sonra bitecek senin için, boşluğuma gelecek ilkini tekrar eden ve aynı tadı veremeyen tüm sarılışların, ve hiç bana denk gelemeyeceksin. Seyretmek yandaşlarına katılacağım uzak bir köşeden, birbirlerine tüm ardlarını “o an için” sonsuza dek açan iki haylaz boynu, saçları, dudakları, kolları, ağırlıkları.. Sonra elele uzaklaşacağız sahneden, beni oracıkta bırakarak. Tersinden girdiğimiz ve çarpmak üzereyken kendimize geldiğimiz fotoselli kapı neşe içinde bizi “düşe” uğurlamak için orada olacak hep..

Mevsimler, insanlar, otobüsler doldur boşalt yaparak geçecek üzerimden. Bazen gelen-giden yolcuların olacak uğrayacaksın buraya, eski bizi göreceksin, bir damla düşecek Sur’a, İsrafil’in sol gözünden..

Kusursuz bir vuslat sahnesi tasarlamamıştık zaten, çift dingilli otobüsünü perona çekip halasının oğlunun getirdiği çakma havan purosunu yakan, terminalin sığacağı kadar geniş göbeğini sağ eliyle altından destekleyen otobüs şoförüne. Yine de keyif aldığını hissettiriyordu bıyıklarının burgusundan sarkan iğrenç gülüşü. Belki de sadece sarılışın kısmına takılı kalmıştı, bilemiyorum; ama heyecandan sırtından çıkmaya ramak kalan kalbini iki kolumla kapattığımı anımsıyorum silik silik..Ama yerimde olmak için notere gidip ruhunun satışını bana verebilecek rızada bakıyordu güzelliğine, farkında değildin.. Öyle ki içinde kalan son çocukta uçurumundan düşürdü elindeki elma şekerini, o an yapayalın kaldı dudakları arasında purosu, sandım ki..

Bugün ve her gün orada olacağım sevgili.
Şimdi kalk ve oraya git sen de.
Topla 114.ncü peronda biz kokan tüm cesetleri..

 
DÜŞSEL

SAHNE’DE KUKLA VAR!

Bahar bize yüzünü göstermek için ne kadar dirense de baharı karşılayan bir çok festival, etkinlik seyircisiyle buluştu bile!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraf; İtalya’nın en önemli kuklacılarından Walter Broggini’nin oyununa ait. Ölmek isteyip bir türlü ölemeyen kuklanın acıklı güldürüsü)

Bunlardan biri benimde heyecanla beklediğim en renkli ve sıra dışı festivallerden 15. Uluslararası İstanbul Kukla Festivali. 3-13 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek festivale katılımcılar için mybiletten bilet almalarının mümkün olduğunu da hatırlatalım. Sergiler ve film gösterimleri ile zenginleştirilmiş bir programın takipçisi olmanız şiddetle önerilir. Bu beni kesmez diyenlerdenseniz; workshoplara katılıp 2 boyutlu kukla yaratıcı olma şansınız da var! Sahne alacak ülkelerden bir kaçıysa şöyle; ABD, Fransa, Endonezya, Hollanda, Norveç, İsveç, İtalya, İspanya, Avusturya, Slovenya, Yunanistan

Kukla denilince pek bir çağrışım yapmayan bir dönemde bir çoğu için ilk karşılaşma olacak. Zihinlerde siyasi bir jargonu, korku filmi nesnesi ya da bir şarkı, bir kitap adı olarak anımsanmanın ötesine geçmesi umuduyla!

HERDEM

‘ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu; yaşamak…’

“ağzımız koksun, ama koksun, biz iğrençliğe de varız
yatalım, leş gibi yatalım, öylesine alıştığımız ki bu
bir kumru bir kumruyu tamamlasın
bir yılan, bir fare bir deliği kapasın bu
sadece bu.. “

Bir bahar günü en sevilen caddelerin birinde bom boş yürümek.. göz ucuyla süzülen vitrinlerde ucuz, indirimli bir şeyler bulup almak.. bir yanından tren geçen, sedirli bir çay bahçesinde oturup, saatlerce gazete okumak.. telefonu kurcalamak.. acıkınca patatesli bir gözleme yemek.. bazen ıspanaklı.. peş peşe keyifli keyifli yudumlanan demli çayların eşliğinde saatleri devirmek.. zamanın farkında olmamak..
bazen tüm bu sıradan yapılan şeyler sebebiyle gülümseyebilmek..
evet, yavaşlık.. sıradanlık..
Sadece BU..

“iş edinmişim öyle kimsesizliği
kendimi saymazsam – hem niye sayacakmışım kendimi –
çünkü herkese bağlı, çünkü bir yığın ölüden gelen kendimi
konuşmak? konuşuyorum, alışmak? evet alışıyorum da
süresiz, dıştan ve yaşamsız resimler gibi..”

Sesler.. hayatı, yaşamı anımsatan, çağıran sesler.. her kafadan çıkan sesler.. mutlu, mutsuz, acılı, sevinçli bazen ölümcül sesler.. ama, o sesleri duyamıyorum .. Kimse Yok muuu !!


“çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum
öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı
anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı
evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna
değişmek..”

Bir film.. Bir replik.. “Köyümüzde yaşlı bir bekçi vardı, Gece devriyelerinde bağırırdı: “Herşey yolunda. Herşey yolunda!” Biz de huzurlu bir şekilde uyurduk. Sonra bir gece, bir hırsızlık oldu. Ve öğrendik ki meğerse bekçi körmüş! O, “Herşey yolunda!” derdi, biz de güvende hissederdik kendimizi. O gün, bu kalbin ne kadar kolayca korkabildiğini öğrendim. Kandırmanız gerekiyor. Sorun ne kadar büyük olursa olsun, “Herşey yolunda.”


“biz olmayan insanlarız, ya da çok kuşkuluyuz – böyle
nereden geldiniz, tam sizi soracaktım – böyle
biraz da soğuk almışım, biraz da içki, biraz da bahçe
yukarı çıkalım, hadi çıkalım, annem çay pişirir size
çünkü o bizim yukarda her zaman bir mavi olur
güneşler girer çıkar ellerinize..”

Bir kitap.. bir aşkı anlatacak, okursam.. okuyamıyorum.. yüzümde aşka yabancı olma ifadesi.. aşk, bomboş bir park şimdi.. kimsesiz.. umutsuz.. sahici olmayan..

“işte bir sevgilinin bırakıp gitmesi üzerine
apışıp kaldığımız, yatıverdiğimiz yemekten sonra
saatin kaç olduğu – üstelik sorulmaz ki
sabaha kadar sabaha
uyuyup uyandığımız
bitmedi, diyorum bitmedi şaşkınlığımız.”

Doğduğumu hatırlıyorum.. sonra öldüğümü de .. çok oldu öleli.. ço
k zor oldu ikisi de.. hep hatırlıyorsun.. hep hatırlıyorsun..

“biz ne garip şeyleriz ki; doluyuz, bazıyız, avuntuluyuz
ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu: yaşamak
ben biliyorum, yalan mı, siz de biliyorsunuz.”

Umutsuzlar Parkı/Edip Cansever

‘TAFLAN’

Metamorfoz

Babam 16 yaşına kadar deniz görmemiş bir çocukluk bıraktı bana. Kırık bir “Pinokyo” bisikletten gizlice bakarak kontra “BMX” bisikletlere özenmek sonra. Ekmeğe hep ben gittim, eve gelirken almayı unuttuğu sigarasını market raflarında aramaya da, ki cins bir marka sigara içerdi babam, bulmadan dönemezdim.. Tüm sınavlara yalnız gider, yalnız dönerdim; sıkı yönetim altında yaşayan annemin “sen yaparsın” okşayışları olurdu sadece sırtımda, her zaman da babamın sınava gireceğim okullarda önceden keşif yapmadığı içindir, iki saat erken giderdim, adres sora sora..

Akşam ezanından sonra cinler, periler fink atardı bizim mahallede. Babam yalan mı söyleyecek ? Çıkmazdık top oynamaya, misket yuvarlamaya..

Babam 16 yaşına kadar deniz görmemiş bir çocukluk bıraktı bana, yüzmeyi bilmem bu yüzden. Hiç babamın kollarında yatay durumda su yutmadım ben herhangi bir denizden, çocukken. Kullanılmış kitaplardan bana ait olmayan notlar ezberler, altını çizmediğim halde, kullanılmış orjinalinde altı çizik cümlelerle fikirler bilerdim inceden. Pijamayla girdiğim beden eğitimi derslerinde rezil olurdu babamın vurdumduymazlığı, oralı olmazdı bir süre sonra görüntü alışkanları. gerektiği kadar görmezden gelinirdi yanaklarımın mesken tutmuş kızıllığı. Çuvaldızla ayakkabı dikilmeyi abartırdı yırtıklarım, yeni modeller üretirdi annem dike dike ayakkabılarımı. Tabanları için yapabileceği pek fazla birşey yoktu da, iklimin ibne ılımanlığına kızmak gelirdi hep dışımızdan. Yağmuru da pek sevmem bu gibi sebeplerden..

Uzak uzak okullarda okumak istemediğimi söylesemde, duyamayacak kadar dibimde olurdu babam. Yürüye yürüye, okul yollarında bıraktım çocukluğumun yarısını bu yüzden. Kahvenin önünden geçmem için yalvarırdı bazen yorgunluğum, yorgunluğum yüzünden yolu kısaltma zorundalığım, beni çağıran sesi hep görürdü beni geçerken. Giderdim mecbur, kulağımı uzatırdı saçma sapan bir gözünün üzerinde kaş var meselesi yüzünden. Bazen kafamla birleştiği yerden yırtılır, kanardı kulağım. Ama canım, annemin içi kadar acımazdı hiç..

16 yaşının sonunda denizi görüp görmeyeceğime pişman oldum bir gün. Eşşek derisidir babamın kemeri, milim milim bilir çocukluğum.

Bir kızı sever gibi oldum, başka bir liseden. Annem tanımak istedi, koynundan çıkarıp annem kokan 10 bin lira yol parası verdi, getireyim diye. Babam elimden parayı alıp, annemide benide berhudar eyledi yine kemeriyle.. Kız çok bekledi o gün biliyorum, çünkü ben de çok bekledim o günden sonra hep buluşma yerimizde. Hiç gelen olmadı dilenememiş özürlerin morluklarından öpmeye..

Babam 17 yaşına kadar küfre esir bir çocukluk bıraktı, ölürken bana. Çok şey öğretti ama, gazete kağıtlarını banklarda yatarken üşümemek için koltukaltlarına tepmeyi mesela, acıktığından fırından ekmek çalmayıda, eski morlukların yeni ve farklı morluklara bağışıklık kazanmış olmasını ya da. Polislerle içli-dışlı, joplu-sopalı olmayı sonra. Hiç gelmeyen kadınlara morluklarını itinayla saklamayı da..

Babamı kaybettim ben, üç ay önce hiç girmediği aramızdan ayrıldı, nasıl oluyorsa. Şimdi mezarına gidip gidip çiçeklerini, otlarını suluyorum, bildiğim bir kaç duayı ediyorum, bilmediklerimin üzerine basmıyorum. Babamı hiç kazanamadığım kadar kazandım şimdilerde, ölüp gerçekten benimle olduğu için kime minnet duymalıyım bilmiyorum. Tüm bağışlamalarımın ipini çözdüm, babamın ruhuna hediye ediyorum.

Ve sanırım herşeye rağmen onu çok özlüyorum..

 

‘Düşsel’

Aylakadamiz.com 5 Yaşında !!!

“…daima sessiz kalan dost’a…”

 

Bugün 27 Nisan bu heycan verici yolculuktaki  5.Yıl … Her sene yıldönümlerinde bişeyler yazmak artık olmazsa olmaz bir durum oldu. 2007’den bu yana epey bir yol aldı bebe ! İnananlar , inanmayanlar , destek olanlar , olmayanlar hepinize çok teşekkürler.

 

Daha önceden dediğim gibi “Kadim Dost aylakadamiz.com ‘ u yaratanlar ve yaşatanlar unutulmaz ! ” Onun sayesinde site bu günlere geldi ve daha da iyi yerlere gidiceğe benziyor. Bir sürü yazarımız oldu dışardan katılımları olan dostlara da buradan teşekkürler iyi ki varsınız.Biz varoldukça sizler varoldukça aylakadamiz.com yaşayacaktır ve reklam almayacaktır.

 

Genellikle gelen maillerden iletişim formundan atılan mesajlardan iyi şeyler duymak ve okumak çok güzel.5 yıl nasıl geçti ben şahsım adına anlamadım keyifli ve heycan vericiydi.Bu geçen zaman içerisinde kötü şeyler de oldu hayatımızda ve ülkemizde . Haykırışlarımızı zaman zaman burada anlatmaya çalıştık bazen de susmayı tercih ettik.

 

Bize ihanet etmeyen bu hayatta belki de en sadık , en sadakatli dostumuz “aylakadamiz” oldu.Ne desek ne yapsak alınmıyor gücenmiyor . O da artık bizden birisi …

 

İyi ki doğdun bebe , mutlu yıllar …

 

”Yan yana yürümeyelim diye dar yapılmıştı kaldırımlar.
Ve yine yan yana yürümeyelim diye dar kafalıydı insanlar.
Ve sırf dardı diye kafalar, düşünmeyi bırakıp sevmeyi denedik,
“Sarılmak yakar bizi” deyip aşkı hep, uzaktan sevdik. “

Charles Bukowski

 

Blackhawk

 

‘sınırlara inanan o sınırların parçası olur..’ don cherry

her zaman olduğu gibi yerimdeyim.. mekanda arka odadayım..

‘katia farah’ çalıyor.. o çalarken yanında ‘fifi abdo’ muhteşem dansıyla ona eşlik ediyor.. kendimden geçiyorum ‘fifi’yi izlerken.. ‘katia farah’ ön odanın pencerelerinden içeri girmeye çalışan insan kalabalığının anlamsız gürültüsünü geri püskürtüyor..

o insan kalabalığının aralarından bir hayalet gibi geçip geldiğim şu sığınağımda her şeyden herkesten uzakta alkole yatırıyorum ruhumu ve beynimi..

evet bir hayalet gibi geçtim geldim yine.. hiçbiri görmedi beni.. görünmezliğime ilk başlarda üzülüyordum fakat şimdilerde o görünmezlik için kendimi şanslı sayıyorum..

gelirken herkesin gözlerinin içine bakmama rağmen görmüyorlardı beni.. herkesin yüzünde sahte bir gülüş, yapmacık konuşmalar, davranışlar.. herkes ayrı bir rolde.. ne kadar da mutlu görünüyorlar..

kimisi tuttuğu takıma göre sırtlarına formalarını giymişler birazdan başlayacak maçı bekliyorlar.. kimisinin arasında maçla ilgili hararetli tartışmalar, kimi köşe başlarında ise gerginlik en üst seviyede kavgalar koptu kopacak..

bir toplum nasıl böyle ‘top kafa’ , ‘top beyin’ olabilir anlamıyorum.. varsa yoksa top.. ‘şut ve gol..’ ‘yaşşaaaaaaaa.’. bağırın yırtının.. dünya savaşa gidiyor ama bizim aklımız fikrimiz topta.. yanı başımızda kıyamet birkaç yerde birden koptu kopacak bizim aklımız topta sayın seyirciler.. ‘savaşa, savaşlara hayır’ diyen kimse yok artık.. herkes iyi ‘seyirci’.. herkes izliyor, ipnotize olmuş, uyuşturulmuş, tek tipleştirilmiş insanlık.. ‘franco’ canavarı yaşasaydı ne mutlu olurdu tüm ülkelerdeki toplumları gördüğünde.. ‘fado, futbol, fiesta’, yani 3f formülü tam tutmuş durumda.. gözleri yaşarır ağlardı faşist ‘franco’ tam ‘top beyin, top kafa’ olmuş bu insanlığı gördüğünde..

ama beni en çok şaşırtanlar bu topa başka anlamlar yükleyip yüceltenler.. hele tribünlerde ‘sol’ siyasi çağrışımlı gruplar yok mu onlara daha da bitiyorum.. trilyonluk oyuncular sahada kafalarına, keyiflerine göre koşturup dakika başına on binlerce dolar para kazanırken tribünlerde bazıları kendilerini yırtıyor, karşı takıma ya da hakeme demediklerini bırakmayıp saydırıyorlar, bir yandan da kendilerini bilmem ne grubu diye nitelendiriyorlar.. bu arka odamız ne adamlar gördü.. ahh ah.. sendika başkanlığı yapmış birinden benim tüm futbol takımlarının kirlenmişliğine yönelik bir tespitimi söyledim diye az kaldı dayak yiyordum.. ‘alın şunu önümden götürün’ dedim onu getirenlere yoksa bir kaza çıkacaktı.. adama bak binlerce işçinin sendika başkanlığını yapmışsın yıllarca ama ben genelleme yaparak tüm futbolun kirlendiğini söylemişim, beyefendi ne çıkarsamalar yaptı bilseniz kafayı yersiniz.. aman aman.. koptum yıkıldım yahu.. her aklıma gelişinde de vay halimize, vay başımıza diyorum..

iki gün önce turgut abiyle otururken ne güzel demişti ‘elime imkan verseler iki şeyden başlardım.. önce tüm spor faaliyetlerini durdurur ve tüm takımları lağvederdim, sadece amatör mahalle takımlarının kurulmasına izin verirdim.. ikincisi de tüm ülkede bütün inşaat faaliyetlerini durdururdum..’ ağzından bal damlıyordu sanki turgut abinin.. bir sanatçının kanayan yüreğinden dökülenlerdi bunlar.. ona katılmamak mümkün mü.. yüz milyarlarca euroluk futbol pazarının uyuşturucudan daha tehlikeli olduğunu kabul etmemek at gözlüğü takmaktır..

ön odaya gidiyorum aşağıya bakıyorum.. sokak hınca hınç dolu.. bardaklar inip kalkıyor.. herkes rolünü doğru dürüst yapmaya çalışıyor.. pencereden onların hepsine birer oscar heykelciği yolluyorum.. en beğendiklerime de altın portakal fırlatıyorum.. herkes döktürüyor.. kimisi de aptal kutusu beyaz camlara kitlenmiş durumda.. kimi köşelerde ise sert tartışmalar, itişip kakışmalar.. sokağa bakan mobese kameralarının görüntülerine sahip olmak isterdim.. tam bir toplum tahlili yapmak için müthiş bir imkan.. ama yok elimde öyle bir şans..

tekrar arka odaya dönüyorum..

‘halo dayı’ gibi şişeleri birbirine tokuşturarak insanlığın akıl sağlığına içip reverans yapıp eğiliyorum saygıyla tüm insanlığın önünde ve ‘st. simon tepesine’ ‘bekle beni birkaç gün sonra yine oradayım’ diyerek dışarıdaki gürültünün içeri hiç girmemesi için ‘tony hanna’nın şarkıları çalarken sesi sonuna kadar açıp kafamı kitaplara gömüyorum : 

‘asla alman işgali altındayken olduğumuzdan daha özgür olmadık.. savaşımızın gaddarca koşulları bize gerçekten hayatta olduğumuzu, maskeler ya da peçeler olmadan insanlığın durumu  denilen o dayanılmaz yürek parçalayıcı hali anlamamızı sağladı..’ j. p. sartre..

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HYPATIA..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

O, tarihin  en etkileyici ve ilgi çekici kadınlarından..

Son zamanlarda yeniden izlediğim ve  bir kere daha  inanılmaz etkilendiğim film.. İlk olarak 2009 yılında Cannes Film Festivalinde gösterimi yapılan filmin adı  AGORA .. benim hayalini kurduğum ütopya şehirlerimden biri.. AGORA.. tarihin bilinen ilk entelektüeli HYPATIA’nin hayat hiyayesini anlatan bir dönem filmi.. 2009 İspanya Yapımı Yönetmen Alejandro Amenabar .. Oyuncular: Rachel Weisz, Max Minghella, Amber Rose Revah, Oscar Isaac, Asraf Barhom..

Bazı filmleri sıradan ruh halleriyle izlememek gerek..  nasıl anlatmalı ki..  hangi tarihi ve filozofik bilgiyi girsem de filmi izlemek kadar çarpıcı değil bana göre..   İzledikten sonra kendimi çok kötü hissettiğim ve 2- 3 gün gözümün önünden gitmeyen güzel, akıllı, filozof, bilim kadını, astronom, matematikçi,  mücadeleci, HYPATİA..  Ve ne trajiktir ki ölümüyle bile unutulmayacak bir kadın. Ve benim kalbimde de sonsuza kadar yaşayacaksın…

4. Asır kilisenin güçlü bir siyasi teşkilata dönüştüğü  batı dünyasının bir dönüm noktasıydı..  HYPATİA,  ( 370-415)  yılları arasında İskenderiye’de yaşamış felsefe ve matematikle (özellikle geometri) ile ilgilenmiş bir bilim kadınıdır. Ünlü filozof, matematikçi ve gökbilimci Theon’un kızıdır.. Theon İskenderiye Üniversitesi’nde matematik dersleri vermekte idi.. Kızının eğitimi ile yakından ilgilendiği ve onu kendisi eğittiği söylenir.. Hypatia ise babasının çalışmalarına katılmıştır. Theon’a, Euclid’in bir eserine şerh yazarken kızının da yardım ettiği söylenir..

İskenderiye’deki Museion’da felsefe, matematik ve astronomi dersleri vermiştir.. sadece matematikçi olarak tanınmaz, çeşitli bilim dallarında çalışmıştır; özellikle çok iyi bir eleştirmen ve yorumcu  olduğu varsayılır. .

Astronomik tablolar, appolonius konik kesitleri ve diophant üzerine yorumları vardır. Platon ve Aristotales’in tanıtılmasında dersleri etkili olur.. Yeni-Platonculuk’a yakın durduğu söylenir. . Yeni-Platoncu okullarla bağlantı halindedir. Museion’da verdiği dersler ve konferanslar Hypatia’nın ününü arttırmıştır.. Hypatia bilim insanı olarak tanınmasının yanı sıra zarafeti, bilgeliği, gençliği ve güzelliği ile de ünlenmiştir.. Geniş bir öğrenci ve hayran kitlesi oluşturmuştur.. 4. yüzyılın sonlarına doğru Roma İmparatorluğu çöküşün eşiğinde ama Mısır eyaletinin İskenderiye feneri ve en büyük kütüphanesi ile pırıl pırıl parlamaktadır.. Kütüphane kültürün olduğu kadar dinin de simgesidir..

Paganlar atalarının ilahlarına buradan ibadet ederlermiş. .  Ancak, Şehirlerindeki yerleşmiş pagan kültürü artık yahudiler ve hiristiyanlık tarafından tehdit altındadır..

Ancak, Pagan okulları ayakta kaldığı sürece, Kilisenin kendisini bilginin yegane kalesi olarak göstermesi mümkün olmayacaktı..   Pagan filozoflar yaşayıp öğrettiği sürece, Pagan Kitapları olduğu  sürece bu böyle olacaktı.. Kilise için bir yol gözükmekteydi – pagan okulları, kayıtları ve hatta filozofları yok edilerek hakimiyet sağlanabilirdi..  ve böylece yok ediş başlamaktadır..

Hypatia adını tarihe “düşünce ve aydınlanma savaşçısı” olarak yazdıracak ve  “dini değil  mantığı üstün tuttuğu ve bunu çok açıkça haykırdığı ” için hazin  sonunu hazırlayacaktır.  cadı olarak ilan edecek, Vahşi bir şekilde öldürülecektir… parçalanarak İskenderiye sokaklarına dağıtılacak ve bazı kayıtlara göre  midye kabuklarıyla eti  kemiklerinden ayrılacaktı..

Filmde;   Hypatia öğrencilerine paganlar ve  hristiyanlar arasındaki sorunlara nasıl baktığını 4. yüzyılda şöyle açıklıyor; “Bizi birleştirenler, ayıran şeylerden daha fazla, hepimiz kardeşiz”…..

Maalesef bugün en keskin anlamıyla geçerliliğini koruyor bu cümle..

HYPATİA’nın özgürlüğünü bağışladığı ve hiristiyan olan eski pagan kölesinin şu yorumu ; ” ben affedilmiştim ama şimdi ben affedemiyorum”

Filmdeki İskenderiye Feneri manzaralı yukardaki evinde kölesi ile birlikte yaptığı deneyler esnasında kölesine sorduğu şu soru ;

“Dünya’yı olduğu gibi görmeyi kabul edersek ne ile karşılaşırız? Bir an  ön yargıları bıraksak karşımıza nasıl bir dünya çıkardı? “

HYPATİA’nın bu sorusu sonsuza kadar doğru değil midir ?

Sevgimle…

‘TAFLAN’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

-Araf-

Ustaların bir kaçı atladıktan sonra,

tüm korkularını bir kenara bırakıyor acemi yağmur damlaları..

 

Sen hala düşmekten korkuyorsun..

 

-Sahne 1-

 

Yağmur yağdığında bu şehre, hiç sevilmez şemsiyeler.

Her yalnızlık yeni bir sevgili edinir,

dindiğinde, şemsiyelere nefrete kalınan yerden devam edilir..

 

-Sahne 2-

 

Reglini saklamıyor Tanrıça İrene,

göğün kapısı şimdi bembeyaz..

Ayetlerin kırmızı zamanlara yer çektiğinden beri böyle bu,

bir de hikaye içinde altı ilk çizilen cümlelerin küfü var,

eskiyen kokusu..

 

Bazen bir köprü uzuyor karşı kıyıya,

geçmek istiyorsun

bacaklarından yere doğru yumuşacık akıyor kasların.

Kimse geçmeden kapanıyor köprü,

sözlerinin dudaklarındaki çatlaklar iç içe giriyor,

metanet katlediliyor..

 

-Sahne 3-

 

Uyuyamıyorsun,

yatağın altında şehrin gürültüsü,

dolabından sızan, annenin patiskalara sarılı ninnileri,

komşudan yayılan yanık et kokusuna karışıyor odanda.

 

Yalnızlığın anormal alkol tüketimi,

senden çok daha önce ölen bir sesin çığlık gereksinimiyle,

şehrin üzerine kusuyorsun herşeyi.

 

Gardiyan yatağının kenarında,

elinde yağlı ebonit bir jop

ne zaman sigara isteyeceğini bekliyor tutkuyla..

Belinde sallanan anahtarlar

daha önce hiç duymadığın bir özgürlüğün şarkısını mırıldanıyor,

köprü açılıyor,

senin canın sadece sigara istiyor..

 

-Sahne 4-

 

Beni affedebilecek misin ?

 

İçimde seni saklamaktan öyle yoruldum,

cehenneme gidiyorum..

 

‘DÜŞSEL’

YAŞAYAN HECE

Napsan boş, hep orada olacak, istemedikleri yerde bittikçe,

gece çöktükçe, süt döküldükçe,

araba yürüdükçe ve her çöküntüyü geçtikçe ve ağız dolusu sövdükçe

orada olacak, peşine köpek salsanız da hiç şaşmaz

yine orada olacak, avlanmaya kalktıkça, izini sürdükçe döne döne

o yine orada olacak, yanı başında herkesin, kavga sürdükçe, dile döküldükçe

her şeyde her yerde, büyüdükçe, eğildikçe

orada olacak, anam avradım olsun, yaşayacak bu hece : çe.

 

JULIO CORTÁZAR 

 

‘SON RAUNT’, JULIO CORTÁZAR, Çeviri : AYŞE NİHAL AKBULUT, YKY Yayınları, 407 Sayfa, Ocak 2009..