“Alkolle seyreltilmiş zamanlardı bunlar; tarihler net değil, anlar muğlak. Yaşamı ve zamanı yakalayabildiğimiz yerden anımsıyorduk. Bu anımsamaların çoğu da net değildi; bazen başka şeylerle karıştırıyor, neyin ne olduğunu tam çözemiyorduk.”
…
“Başka söyleyecek bir şey yok, ne diyebilirim Anneme? Şehrazat geldi, ben ona deliler gibi aşıktım, seneler sonra gördüm ve daha öğlen içmeye başladık, bu saate kadar da durmadık. Ben geceden hiçbir şey hatırlamıyorum, sadece onu almaya gideceğim ya uyanınca, o yüzden duş almalıyım. Ya da, Anne, ben nezarethanede kalacaksam bunun yüce amaçlar uğruna olmasını istedim hep, ama bir türlü olmadı. Hep sokaklarda içki içtiğim için içeri alındım. Başkomiser ne suç işlediğimizi sorduğunda, yanındaki memur küçümseyerek hep aynı cevabı verdi : ‘umuma açık yerde alkollü içecekler tüketmek.’ Anne, tek suçumuz buydu hayatta; umuma açık yerlerde alkollü içecekler tüketmek. suçluyum ben Anne, oğlun sandığın gibi temiz, lekesiz biri değil, umuma açık yerlerde alkollü içkiler tüketen bir serseri, ama suçluyum diye beni yargılama Anne; bu suçu kocan da işledi, büyük oğlun da işledi, hatta belki de o bu suçu aramızda en fazla işleyen kişi olarak suç dünyasına adını altın harflerle yazdırdı. Duş almak istiyorum Anne. Sonra da uyumak.”
…
“Hatayı nerde aramak gerekiyor? Birinin hatalı olmasını sağlamak için onun yüzüne karşı hatalısın demek yetiyor, o zaman hem hata paylaşılmış, hem de kişi aklanmış oluyor. Hata bende mi? ; sorularım her zaman yanıtsız kalıyor. Zaten soru da sormuyorum artık. Sorular bana soruluyor, gereksiz yere ben sorgulanıyorum. Çenemin düşük oluşundan mı böyle, yoksa anlatmayı sevdiğimden mi, bilmiyorum. Ya da gerçekten soracak sorularım kalmadı mı artık? Kimsenin işine yaramasa da, bu görüşmeyle birlikte Şehrazat’ın artık hayatımda var olmadığını anlıyorum. Bir daha da olmayacağını.
Suçlu ve suçlanmış olarak eve giderken haksızlık yaptığımı düşünüyorum. Veda sıralamasında haksızlık yaptığımı. Bu vedayı Şehrazat’tan daha fazla hak eden insanlar olduğunu hatırlıyorum birden. Senelerdir ortada olmayanlar değil, senelerce yanında olanlar hak ediyor vedalaşmayı, önemsenmeyi.”
…
“Sıradan bir insan kadar dayanıklı olduğumu biliyorum yalnızlığa, zaten yalnızlığın karşısında herkes sıradan bir insan olmuyor mu? Ama boşluk, hele de insanın kendi içindeki boşluk, kendi dünyasında açılan bir dehliz… Buna ne kadar dayanabilir insan ve ben ne kadar dayanıklı olabilirim? Boşluk değil mi insanları arayışa götüren, o arayışlarla acılar yaratan? Yalnızlığa katlanabilir insan, her insan katlanabilir bir süre görmezden gelebilir onu, ama boşluk öyle değil. Bir fare gibi kemiriyor insanın beynini, her geçen dakika daha da büyüyor ve her geçen dakika biraz daha içine alıyor insanı. Sonra o dehliz oluşuyor işte, insanın içinde kaybolacağı dehliz… yok oluyor insan orada. O dehlizden bir daha dışarıya çıkamıyor, bir daha kendi başına var olamıyor ve zaten bir sefer daha söz konusu olmuyor. Hiçbir zaman yeniden deneme şansı verilmeyen bu ilişkide yeniliyor insan.”
FERHAT ULUDERE
“1001 FIÇI BİRA” , FERHAT ULUDERE, YİTİK ÜLKE Yayınları, Mart 2013, 128 Sayfa…