Onların umutları yok. Üstelik bunun için oturup ağlamıyorlar da. “Dahi” anlamındaki “de”yi ayrı yazmak da sıkıntıları arasında değil. Ancak içlerinde, kalemi ve imlası çok güçlü olanlar var. İstisnalar kaideyi bozmasa da, onlardan bahsederken, bu dâhil hiçbir istisna bir ayrıcalık göstergesi olarak ele alınmıyor. Sosyal cangılın içerisinde hangi mahalleden olurlarsa olsunlar, onları bakışlarından, suya bıraktıkları iki ince çiğ tanesinden tanıyabiliyorsunuz kolaylıkla. Kimileri acıdan kaçmak için yaşarken, onlar en güzel giysilerini acıdan biçtikleri kumaşlarla dikiyorlar. Tıpkı zamanında muazzam günler yaşamış; acıyı, sevinci, çaresizliği, yakarışı vs. görmüş; ama bir gün tepeden inme bir kararla, inananlarını yitirip derin bir sessizliğe gömülmüş kutsal mekânlar gibi.
Onlardan biri de, Cunda Adası’nın merkezinde bulunan Çamlı Kilise olarak da bilinen, Taksiyarhis Kilise’si. 19. Yüzyılın ikinci yarısında inşa edilen kilise, hala ayakta. Mübadele sırasında, adanın yerlileri olan Rumlar, adayı terk ederken beraberlerinde, kilisesinin devasa haçını da götürmüşler. İlerleyen yıllarda meydana gelen depremde, haçın olduğu alan, haç biçiminde çatlamış. Rehberler, bu olayı doğaüstü bir durum olarak anlatırlar bugünlerde yolu adadan geçenlere. Ammawelakin Taksiyarhis, başkadır benim gözümde. Çocukluğumu, ilk gençliğimi, kafası karışık çok günlerimi gördü. Ayvalık’ta olduğum uzun günlerde, sıklıkla sığınırdım kiliseme ve saatlerce otururdum, melek ikonlarının önündeki sütunlara dayayarak sırtımı. Avludaki çam ağaçları, nar ağacı ve kilisenin duvarlarında, onca acımasız tahribata rağmen kalmaya direnmiş ikonlar, muhteşemdir. Kilisenin eşiğinden adımınızı attığınızda, başınızı kaldırın ve bakın; orada durur Yunus Peygamber, az önce kendisini balığın karnından çıkarak duasını etmiştir.
Dün gece yarısı, uzun zamandan sonra ilk kez gittim Taksiyarhis’e. Sen güzel, sen çok güzelsin Taksiyarhis! Gittim, ama yıkılma tehlikesi olduğundan kilitlenmiş kapısından içeri giremedim. Ön sokaklarda, insanın “balık-rakı-Ayvalık” halinin failleri, fonda Zeki Müren eşliğinde, bardaklarında kalan son rakılarını yudumlarken, sessiz arka sokakta ben, kilisenin girişindeki basamaklarda oturdum uzun uzun. Taşlarını okşadım, sütunlarına dayadım yine sırtımı. Girişteki heybetli çam ağacının üzerinden, yıldızlı geceye baktım. Eee, noldu? Bu sende niteliksel bir sıçrayışa neden oldu mu? Peki yani, böyle bir anda, varsaydığın gibi niteliksel bir sıçrayış olması zorunlu mu yoksa mümkün mü? Mümkün, mümkün… Ama sen yine de gördüğüne inanma!
Taşın, toprağın her ne var ise âlemde yer tutan bir hafızası var. Kulağını, gözünü kapayıp, kalbinin gözüyle bakman, duyman, buna meyletmen yeter. Çocukların kahkahaları, zamanında ölmüş olanların arkasından kalabalığın yaktığı ağıt ya da evlenen bir çifte eşlik eden mutlu insanların tebessümleri, hala oradaydılar. Acı bir hikâye bu, senden bağımsız, sana rağmen karar veren egemenlerin, “git” demesiyle, insanın yuvasını, umudunu, sırtına haçını yüklenip de geride bırakması. Belki de giden haç, bilmeden bunu temsile durmuştur. Depremde, yeri öylesine özlemiştir ki kendisini, kendine duyduğu özlemden yine kendi biçiminde çatlamıştır. Belki de bu o sütunun yakarışıdır, sevdiğine benzemesidir. Kim aksini iddia edebilir ki? Soruldu mu ki o duvara, o haça, gitmek, ayrılmak istiyor musunuz diye? Sadece insan mı çeker ayrılığın acısını, kavuşamamanın ızdırabını, sadece o mu meyleder aynada yüzünü unutmaya?
Yokkk, taş da yağmur da çam ağacı da bilir hüznü ve acıyı. Taksiyarhis, işte bunun ispatıdır bende. Şimdi, fon bulup onu restore etmeye çalışıyorlar, her ne kadar fonsuzluktan yarıda kalsa da girişimleri. Ama o duruyor, bakıyor insanlara, bakıyor ve sakin bir tebessümle: “Geçer” diyor.
‘İbn-i Zerabi’