“ARAYIŞIN KENDİSİ GÜZELDİ,
SORUN BUYDU”
Bu kalabalıkta ne işim var? Aklıma ilk gelen soru buydu. Etraftaki kahkahalar arttıkça, bar sahibinin rahatladığı düşüncesi beynimi kurcalıyorsa da o kadar elzem değil.
Beyoğlu’nda, Nevizade girişi (ya da çıkışı) civarında oturuyoruz. İki ellilik söyledik. Tercihimiz Arjantin’den yana, ama olur da oval bardakta gelirse biralarımız, “Bunu götür biz Arjantin istemiştik” diyemeyiz. Bunu biliyoruz. Çünkü özgüvenimiz yitik.
Biraz gevşemek istiyorum. Dirseğimi sandalyenin arkalığına atmak için hamle yaptığımda, amorsumda oturan kızın sırtına dirsek atmış gibi oluyorum. Dönüp “pardon” diyorum. “Özür dilerim.” Duymuyor bile, elini sırtına atıp sutyeninin askılığını kontrol edip karşısındaki kız arkadaşına, “Ee sonra ne dedi ki, hem ben sana söylemiştim Kemal’in sana abayı yaktığını, bakışlarından be…” diye devam etti. Özrümün karşılığı bile yok diye düşündüm.
Bacak bacak üstüne atayım derken Cengiz’in bacağına çarpıyorum. Masa sallanıyor. Allahtan biralar henüz gelmedi diye söyleniyorum içimden.
“Pardon Cengiz. Bugün sakarlığım üstümde.”
“Önemli değil. Allahtan biralar henüz gelmedi.”
Biliyorum, o da en az benim kadar kötü durumda. Çekip kolundan yürü be oğlum, evde bok mu var demesem; çilehaneye dönüştürdüğü, kutsadığı tek göz evinde oturur. Bilgisayarını kurcalar, müzik dinler, kısa filmi için doğaçlama çalışır ve üzülerek bekler. Sadece bekler. Onu ne zaman arasam, evdeyim diyeceğini biliyorum. Özlem’den ayrıldıktan –daha doğrusu terk edildi– sonra sakal uzatmaya başlamıştı. Hâlâ uzatıyor ve sakalları şimdilik göğsüne gelmiş durumda.
“Ne zaman unutacaksın onu?”
“Unutacağımı nerden çıkardın?”
“Unutmak zorundayız.”
Biralarımız geldi. Kısa zamanda bitirip ikincileri söyledik. Sağ tarafımızdaki masadan bir kahkaha dalgası yayıldı. Sonrasında, “Allah belanı versin emi” diye tiz bir kadın sesi ve gülüşmeleri bölen öksürük sesleri.
Her şey, içerek kendimi öldürme isteğimi kanıtlarcasına sürüp gidiyor. İnsanların bu kadar neşeli olmasını kaldıramıyorum. Gülmeyi çocukken izlediğim çizgi filmlerde bıraktığım aklıma geliyor. Hiç komik değiller şimdi. Ben mi büyüdüm, çizgi filmler mi bilemiyorum. Yıllardır gülemeyince insanın içinde bir kara delik açılıyor. Tüm sevinçleri yutarak kendisini büyütüp var edebiliyor. Etrafına memnuniyetsiz bakışlar atan ben oldukça, içimdeki memnuniyetsizlik daha çok kendini büyütüp, genişleyip memnun oluyor. Bunu biliyorum. Kendimi uzun zaman önce ona teslim ettim. Ne zaman elime kalemi alsam hep karamsar şeyler yazıyorum. Skeç konusunda da bu böyle olmamış mıydı.
Geniş bir masada bizi ağırlamıştı L. Kırca. “Hoş geldiniz çocuklar.” Uzun ve komik bir konuşma yapmıştı ciddiyeti elden bırakmayarak. “Sizden iyi şeyler bekliyorum” demişti. Sonrasında ne yazmaya çalışsam olmamış, yazdıklarımı yırtmaya başlamıştım. Ve yine ona döndüm. Yani şiire. O beni anlıyordu. Övgüler alıyordum. Yapmak istediğim işi yapıyor, ama para kazanamıyordum. Zaten insan şiirden para kazanamaz ki, bunu bilmiyor muydum, ama insan sevdiği işi yapınca hani para da sonra gelirdi! Bu öyle değilmiş. Yanlışmış. En iyi bildiğim işi yapıp mutsuz olmaya karar verdim. Arkadaşlarım bu halimi sevmişlerdi, şiir yazdıkça daha mutsuz, mutsuz oldukça daha iyi yazmaya başladığımı hissediyordum. Artık karamsarlığıma ödül bile vermişlerdi. “Hiç şaşırmadım,” diye yazmıştım bir yerlere…
“Her şey geçer” dedim. Birasından acımasızca bir yudum aldı. Uzamış bıyıklarını kıllı parmaklarıyla sildi. “Sen” dedi, “rahat adamsın. Karını aldattın ama seni ilk günkü gibi seviyor. Ailene cehennem azabı yaşattın, ama annen hâlâ peşinde pervane.” Etrafı süzdü bacak bacak üstüne atarken ayakkabısının ucuyla dizime dokundu. “Pardon” dedi sessizce. Bu pardon diğer pardonlar gibi gelip geçici değildi.
Zayıf kadınlar, şişman kadınlar, büyük göğüslü, küçük göğüslü, uzun bacaklı… Kadınları benim kadar tanımıyordu. Tanımak eşittir, tırnaklarını üzerimde bilemelerine izin vermek. O yırtılan şeyden, sesin gizinden zevk almak. Kendini benim kadar tüketmemişti.
Sinirimiz ne zaman bozulsa –hep bozulsun da içelim– soluğu bir barda alıyorduk. Mutsuzduk, mutluluğu şişede aramak güzeldi. Ama bu, hep yanlış anlaşılmıştı. Arayışın kendisi güzeldi, sorun buydu. Arayışın içinde olduğumuzda, karşımızda hep bir resim vardı.
Buğulanmış, Arjantin bardağı üzerinde bir serçe parmak kalınlığında köpük. Hafif bir ağırlık var bileklerimizde, aklımız da sürekli dağınık, konuların ardı arkası kesilmiyor, bu resim ya da fotoğraf hiç gitmiyor gözümüzün önünden; masadan kalkan iki adam yarın nasıl bir baş ağrısıyla cebelleşecek çok iyi biliyorlar. Ama yarın geldiğinde hiç önemi kalmayacak dünün; çünkü unutkanlık ağır basacak! “Hiçbir şey hatırlamıyorum. Adımı unutmak istercesine içtim.”
Yine yan taraftan bir kahkaha.
“Ne gülüyor lan bu yaraklar!”
İnanın ki, küfür bazen içinizdeki vahşeti engeller. Sizi toplum içinde sıradanlaştırarak cinnetten uzak tutar.
Kahkaha dolu masaya baktım. İçlerinde bir “oğlan” var. Cengiz’in sakallarına bakıp, karşısındaki üç kıza bir şeyler anlatıyor. Dalga geçtiği açık. Yanlış ata oynadığını bilmiyor. Yanına gidip kulağına birkaç şey söylüyorum.
Cengiz, “Kimdi o?” Gülüyorum.
“Eski bir arkadaş. Bitmiş bir hesap” diyorum. “Birazdan kalkacaklar zaten.”
“Rahatsız mı ediyor seni?”
“İlgilendiğim tek oğlan sensin” diyorum gülerek.
“Kadın olsaydın, seni tek geçerdim.”
Feminen birkaç hareketle onu sevdiğimi gösteriyorum. Buna duruma adapte olmak da denilebilir.
Dördüncü biradan sonra az bulunur gülücükler atmaya başladık. Hayatımızın beraber geçen on beş yılını konuştuk. Özü; nasıl başladık, nasıl gidiyor, nasıl bitecekti. Biz hiç teke tek kavga etmedik. Sürekli çoğuldu, hep saldıranlar olmuştu bize, karşılığını verdik. Sinirliydik, bunu vahşice gösterdik. Kan akması gerekiyordu, akıtmıştık.
Böyle zamanlarda hep daha erkek olduğumuz fikri aklımıza yerleşiyordu. Bizi de birileri hiç olmadık bir zamanda öldürecek. Son sözlerimizi daha gençken hazırlamıştık. Sadece söylemek için biraz daha zamana, bizi öldürecek insanlara ihtiyacımız vardı. İşte gelecek buydu. Mutlaka mukaddes piyango bize de vuracaktı, ama bu akşam kazanan biz değildik.
Üç saattir aynı masada oturuyorduk. On beş dakika sonra saatler günler takvimler değişecek, günlerden pazartesi olacaktı. İş günü, ama önemi yok. Yedinciyi içiyoruz, yedincide iş yok, düşünce çok uzakta, düşünecek bir şey yok! Ama umarım Taksim-Bostancı dolmuşuna bindiğimde şoförün yanı boştur. Böylece yüce vatandaşlarıma bira kokulu bir adam takdim etmekten kaçınmış olacağım. Olmadı, arka koltuklardan birine oturdum. Yanımda uzun bacaklı bir kadın var. Benden tiksiniyor. Yüzüme baktığını anlıyorum. Ayık olsam cesaretle bakabilirdim, bakamıyorum şimdi! O beni bakışlarıyla eziyor, önemi yok! Sızdığımda umarım başım onun omzunda olmaz. Aklıma gelen tek ayrıntı bu. Eğer ayık olsaydım benim gibi bir adamın yanıma oturmasını istemez, ben de ona yanımdaki kadının bana baktığı gibi iğrenerek bakardım. Allahtan böyle bir rezilliğe sadece sarhoş olarak dahil oluyorum. Herkes iğrenebilir benden, herkes ayık nasılsa, tek farkım var o da nöbetçi bir tekel bulup eve dönebilmek. Umarım eve varabilirim. Evde yastık yerine, bir kaldırıma başımı dayamam ve sızmam. Evet ev önemli. Çünkü o ev!
“Hâlâ yazıyor musun?” dediğini hatırlıyorum. Herkes bunu sorar o da sordu. İçimden haykırdım daha fazla ne yapabilirim. Sevmediğim bir işim var. Günde on iki saat çalışıyorum, çok az para kazanıyorum. Kazandığım paranın yarısı unutmaya –biraya– gidiyor. İşte ya da evde iğne deliği kadar boşluk bulursam yazmaya ya da yazacaklarımı düşünmeye ayırıyorum.
Herkesin bir bildiği var. Benim yok! Herkes kendine yatırım yapıyor. Benim amacım yok! Herkes güler. Ben, sen de mi, diyemiyorum.
Köprüden geçerken gözlerim kapanıyor. Aklımda tek şey var. Düşüncan! Bunu neden düşündüğümü biliyorum. Yuva parası. O paranın yarısını içkiye yatırdım. Gözlerim kapanırken, “Daha kötülerini de yaptın, aldırma,” dedim; “hem sen iyi bir adamsın, tekrar iyi şeyler yapabilirsin. Karamsar olma iyi düşün, iyi şeyler olsun.”
Gözlerim kapandı. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Bu iyi, çok güzel.
“Abi geldik” dedi şoför. “Son durak.”
‘Papyrus’