sevmek kadar katlanmakta gelir elimden… (oktay rıfat)

sana kızmayı çok istiyorum…
ama olmuyor , sanki öfkem bile sen tarafından ipotekli…
kalbime hala acı veren yanından ne zaman süzülürüm diye bekliyorum…
bazen bana haksızlık ettiğini düşünüp gidiyorum bu cümlenin ardından , ama bu seferde başkalarına yapmış olduğun haksızlıkların boğuk sesini duyuyorum , senin tabirinle böğüre böğüre ağlayanların…
ve içim yine büyük bir vazgeçişle doluyor , derin bir iç çekiyorum sadece…
sonra ‘yaşlanma gitme korkusuyla başlar , bırakıp gidebilenler ise hayatta 1-0 önde koşar’ diyen yazarı anımsayıp galibiyetine gülümsüyorum…
iyi ki diyorum iyi ki ‘söylenildikçe değeri azalır’ düşüncesine inat bolca söylemişim seni sevdiğimi…
şimdi hiçbir şey diyemeyenim çünkü…
sanırım en çokta bu örseliyor beni , hiçbir şey diyememek…
bugün benim aptal hikayemin kahramanını bulduğu gün…
aşkın kollarını açarak beni ayakta karşıladığı gün , yani senin kulaklarımdan yüreğime düştüğün gün…
eğer  düşümüz halen devam ediyor olsaydı , kim bilir nasıl bir telaşın içinde olacaktım…
planlar projeler içinde gece gündüz yuvarlanıp sevgiliyi mutlu etme kampanyası başlatacaktım…
şimdi ise sadece tevekkül içindeyim…
burası sakin ve telaşsız , sanmakla olmak arasındaki uçurumdan uzak… acının , acıklı berbat halinden sıyrılmış , mağrur hali gibi…
sadece ara ara rüyalarıma giriyorsun o kadar ve ne hazin ki yine üç kişilik bir kadroyla…
sabahında  soluğu 15 inçlik ekranın başında fotoğraflarına bakarken alıyorum… sonra bana aldığın kitapların baş sayfalarını okuyorum , bakıp kalıyorum öyle…
sanırsın ki sadece bana özel bir mucizeye bakıyorum… hele birde o üzerinde taa o zamanlardan gitmene işaret sayılabilecek gemi resimli defterimize yazdıklarını okuyunca , hacmine sığmıyor ruhum…
o zaman kaybediyorum o sakinliği… acı o mağrurluktan kaçarak uzaklaşıyor ve ben yine acıklı oluyorum , baştan tırnak uçlarıma kadar özlem oluyorum , biçare oluyorum…
sarhoşluğunu , saçlarını , dağınıklığını , umarsızlıklarını , tavuk yutmuş galiba dedirten kahkahanı , hiç bir yere ait olamayışını ama olur gibi yapışını , hanilerini , yolculuğa her daim hazır bavullarını , ööflerini , giiittlerini , spesiyallerini , sigara paketinin o naif halini , asansör müziği gibi gelen , hiç alışamadığım müziklerini , fransız köşeni , pofidik puaçalar gibi ellerini , süt dişini , kirpiklerini , kullanılmaz olsa da ben bunu değerlendiririm deyip atamadığın eşyalarını , üşengeçliğini , küsmelerini , zaaflarını , vefasızlığını ve gidişini anımsarım…
ateş bir kez daha yakar , yıkar ama  geçer ve ağlarken yakalarım kendimi…
sonrası yine tevekkül…
gidiş günün kutlu olsun… bugün bir sene daha gittin…

‘BULUT’

iyi bak şu yaşamın yüzüne ve dinle
intihar bunalımında yüzerken evler
sokaklarda diz boyu iğrençlik
tükürüksüz açılmıyor gazeteler
ve bir zaman
yüreğimize gömdüğümüz efendiler
açıp yelkenleri
selamsız ve sabahsız gittiler….(adnan yücel)

Comments are closed.