Nesimi yağmurlu asr vaktinde Küçük Ekabir’i anınca…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bahçıvan: Ey ağaç! Toprağını havalandırmasam, suyunu vermesem ne olurdu senin halin?

Etz Hahayim: “Rızkımı veren Hûdadır.  Kula minnet eylemem!”

Organsız beden, dün uyandı ve pencereden dışarı uzandı bakışları: “Bahar geldi” dedi. Bu eylem koklayarak iz sürme biçiminde gerçekleşti, her şey o anın içinde oldubitti. Dışardan gözlemleyenin bilgisi değildi bu, içerdendi, âlemin orta yerinden. O an orada ikilik ortaya çıktı; ancak gecenin gündüzü, gündüzün geceyi örttüğü gibi setrettiler birbirlerini. Ne nesne ne özne yoktu bundan sebep. Organsız beden “bahar-oluş” makamında, uzun kış uykusundan uyandı hayvanı, sersemliğini üzerinden atamadı onca zaman; ammawelakin önceki dirilişten kalan derisinden soyundu usul usul. Hem kaşındı hem uyukladı hem de soyundu.

İspanyol’da vardı bu bahis, içteki hayvanla özdeş olunca değişirmiş kişinin hali. Böyle biri bu hal üzere olup olmadığını şu iki ölçütle anlarmış: Birincisi, yürüyeni durur, duranı yürür, ayaktakini oturur vb. görmekmiş. İkincisiyse, mutlak bir suskunlukmuş. Halinden sual sorulsa böylesine, anlatmak istese de anlatamazmış, dipsiz kuyu gibi: helezonik lâl. Dile gelse konuşsa elbet, ağzından dökülecek olan “arkaik ses” olacaktır ki onu kim anlayacak şimdi? O sebepten konuşur konuşmasına; ancak kategorik-kabul insan bilmez ki tanımaz ki o sesi, desin ki hadi “konuştu.”

Keder ile neşe arasında salınım… Öyle mi? İnkâr yok, öyle elbette. Hollandalının işaret ettiği temel üç duygudan ikisi bunlar. Biri korkuyu, diğeri umudu besliyor. Ammawelakin organsız beden, ikisinden de azat olmaya namzet. Bu iki duygunun etki ettiğiyse, var olma ve eyleme gücü denilen arzu. OB, arzunun kendisi mi olmak istiyor yoksa arzuyla tamamen yok olmak ve başka bir durumda yeniden dirilmek mi istiyor? Bilmiyor, çünkü aklı artık ona uymuyor, yol göstermiyor. Âlemi koklayarak ve işiterek, kokular ve sesler aracılığıyla bilmenin eşiğinde. Mürşidiyse, kalbine değen, oraya konan ve göçen hakikat parçaları. İşte o zaman belki, İspanyol’a koydurulan ölçütler onda açığa çıkacak ve akıp gidecek âlemin her bir zerresinin arasından, ötesinden, yakınından vb. Yönü olmayan, başlangıcı ve sonu olmayan uçuş çizgileri ile kendi öz-haritasını kuracak. Öz-haritasında bir sırra dönüşecek ve özüne bile gayb olacak.

Yusufçuk, acıyla kopar vatanından. Yıllardır yollarda, gurbeti kendine vatan kılar.   “Oluş” ile halden hale geçer. Bir gün rüzgâra değer kanadı, bir gün ateşe, bir gün toprağa, otlara, böceklere… Varlık iddiası varsa da, kendini hissetmez muktedir.  O sebepten susar, işin sırrını bilmek için, suya temas etmek ister. Yol üstünde bir nehrin başında durur, suya dalar gözleri. Su değildir gördüğü, suya yansıyan özünün eksikliğidir. Ruhuna dalar, dalar… Kaç zaman kaç çağ geçer o suyun başında. Yusufçuk, o halde kaldıkça bilir gariptir, mutlak yoksul ve muhtaç olandır. Bu bilindikçe, ruhun kapıları aralanır, eşikten eşiğe bambaşka haller hâsıl olur. Sonra, insan zamanıyla bir gün, biri o nehrin başına gelir. Yanındaki tasını çıkarıp suyundan içer. Dizleri üzerinde dururken bir uyku çöker gözlerine. Dalar gider kendi içine. O sırada oradan Kalenderî bir derviş geçer. Bakar ki nehrin başı kalabalık. Nehri, nehir-oluş Yusufçuğu ve nehir-Yusufçuk oluş adamı görür, onlarla rizom oluşturur ve o hali yersiz-yurtsuzlaştırarak yerleştirmek için yola koyulur.

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Comments are closed.