‘ah evet.. hayatımda ne kadar çok saat , uzun ve tekdüze saatler , düşünmekle , şüphe etmekle geçti.. kaç kış günü , batan güneşin soluk ışıklarıyla beyazlaşan közlerimin önünde başım eğik ; kaç yaz akşamı kırda güneş batarken bulutların kaçışına , yayılışına , buğdayların meltemle boyun eğişine bakarak , ormanların ürpermesini duyarak ve doğanın geceleyin iç çekişini dinleyerek geçti..
ah çocukluğum ne hayalperestti.. nasıl da , sabit fikirleri , yapıcı görüşleri olmayan zavallı bir deliydim.. yapraktan saçlarını eğen ve çiçeklerini yere bırakan sık ağaçların arasından akan suya bakardım ; beşiğimin içinden , odamı aydınlatan ve duvarların üstüne tuhaf şekiller çizen, lacivert gökyüzün üstündeki ayı seyrederdim ; güzel bir güneşin karşısında veya beyaz sisiyle gelen bir bahar sabahında, çiçek açmış bahar ağaçlarının , patlamış papatyaların karşısında kendimden geçerdim..
bir de denize bakmayı severdim – ki bu en şefkatli ve nefis anılarımdan biridir : dalgaların birbiri üstünde köpüklenmesini , denizin kıyıya düşerek köpük köpük kırılmasını , sahile kendini koyuvermesini ve çakıltaşları ve deniz kabukları üstünde geri çekilirken , çığlık atmasını..’
‘çocukken görüleni severdim ; yeniyetmeyken hissedileni ; erkek oldum , artık hiçbir şeyi sevmiyorum..’
‘insan , bilinmedik bir el tarafından sonsuzluğun içine atılan kum tanesi , uçurumun kenarındaki bütün dallara tutunmak isteyen , erdeme , aşka , bencilliğe , hırsa bağlanan ve daha iyi tutunmak için bütün bunları erdem sayan , tanrı’ya yapışan ve her zaman zayıflayan , elleri bırakan ve düşen , zayıf ayaklı , zavallı böcek..’
‘her şeyi dendik ve her şeyi , umutsuzca inkar ediyoruz ; ve sonra , tuhaf bir tamahkarlık , ruhumuzla ve insanlığımızla bizi ele geçirdi ; içimizi kemiren devasa bir endişe var ; etrafımızda bir kabir soğukluğu hissediyoruz..’
‘ve üstelik bütün bunların üstünde herkesin kendi ucunu çekiştirdiği ve elinden geldiğince örtündüğü bir örtü var.. acı komedya.. dehşet dehşet..’
‘seviyordum.. sevmek.. kendini genç ve aşk dolu hissetmek , doğanın ve ahenklerinin içinizde attığını hissetmek , bu hayale , kalbin bu atılımına ihtiyaç duymak ve bundan mutlu olmak.. ah insanın ilk yürek atışları , ilk aşk çarpıntıları.. ne tatlı ve ne tuhaflar.. ve ardından ve daha sonra , ne kadar şapşalca ve aptallık derecesinde gülünç geliyorlar.. tuhaf şey.. bu uykusuzlukta aynı anda hem ıstırap , hem de neşe var.. yoksa bu kibirden mi.. ah aşk yoksa sadece gurur mu… dinsizlerin saygı duyduklarını reddetmek mi lazım.. kalbe gülmek mi gerekir.. – heyhat.. heyhat.. dalga maria’nın ayak izlerini sildi..’
BİR DELİNİN ANILARI , GUSTAVE FLAUBERT , Çeviri : BURAK ZEYBEK , SEL Yayıncılık , Mart 2010..
(kitap arkası : flaubert’in 1838’de 17 yaşındayken yazdığı bir delinin anıları, yazarın kendisinin de dahil olduğu burjuva dünyasına eleştirel bir bakış olarak da okunabilir. geçmiş ile şimdiki zaman arasında gidiş-gelişler tekniğiyle kaleme alınmış olan roman, imkânsız bir aşkın öyküsü.
yalnızlığı bir yaşam biçimi olarak seçen, hatta bunu bir ibadet gibi yaşayan kahramanımız, seçtiği bu yaşam biçiminin olumlu olumsuz bütün yanlarını tüm keskinliğiyle hisseder. gençliğin heyecanı ve sorgulayan zihniyle hem kendini hem dünyayı hem de aşkı anlamaya çalışan bu karakter, on dokuzuncu yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla uzanan bir aynadır da aslında..)