MEÇHUL , GAYE BORALIOĞLU..
İletişim Yayınları , 191 sayfa , 2004 , Fotoğraflar : Manuel Çıtak
Gaye Boralıoğlu Kitapları :
Hepsi Hikaye – 2001 , Meçhul – 2004 , Aksak Ritim – 2009..
(Fotoğraf : Gaye Boralıoğlu..)
..bu kitap için yorum yapamayacağım , birkaç cümle sadece..
ibrahim’in hikayesi.. içimizden birisinin hikayesi.. bir üstadımdan duymuştum kitabı.. aradım bulamadım hiçbir yerde.. sonra kitabı bana söyleyen üstad kitabı da buldu , sağolsun bana hediye etti.. uzun süre kitabı yanımda taşıdım.. okumaya ya cesaret edemiyordum ya da kıyamıyordum.. kitapta ki manuel çıtak’ın sırlarla dolu , bir şeyler anlatmak isteyen fotoğraflarına baktım hep.. sonra bir gece yarısı ibrahim’in sessiz gözyaşlarına , çığlıklarına bıraktım kendimi.. iskenderun’da başlayan ve değişik şehirlere sürüklenen bir hayatın hikayesi.. böyle kurgusu değişik , değişik olduğu kadar güçlü bir kitap okumamıştım uzun zamandır.. kaç kere okudum bilmiyorum ama her defasında ayrı bir yerinde gözlerim doldu , kalbim bir ayrı acıdı , bir ayrı kanadı..
uzun zamandır da birşeyler yazmak istiyordum kitapla ilgili ama kıyamadım yorum yapmaya , o cesareti de bulamadım , ne desem az gelecekti , yanına yetişemeyecekti.. kitapla ilgili yazı beklediğim insanlar da sadece sustu kitabı okuduktan sonra.. bari kitabı tanıtayım dedim.. herkes bilsin , herkes duysun ‘meçhul’ü..
yukarıda dediğim gibi yorum yapılamayacak kadar sarsıcı ve güzel bir kitap.. henüz yeni baskısı yapılmadı sanırım.. şans eseri bir kitapçıda altı tane bulmuştum , hepsini kısa sürede kaptırdım , elimde kalan tek nüsha da gider bir yerlere diye korkuyorum.. elime geçen her nüshayı vereceğim tanıdıklarıma.. mutlaka ama mutlaka okunması gereken edebiyatımızın nadide eserlerinden birisi : ‘meçhul’.. ne mutlu ‘meçhul’ü bulup okuyana..
Kitap Arkası :
‘Manuel Çıtak’ın fotoğraflarında yer alan hayatlar genellikle sıradan gibi gözükür. Bu sıradanlığın altında, fotoğrafa gerçektüstü, absürd bir içerik kazandıran garip sırlar vardır. Gaye Boralıoğlu, bu sırları keşfetme isteğiyle yola çıktı ve feleğin çemberinden geçen -ya da geçemeyen- insanları anlattığı bir romana ulaştı. Hayatın çok acımasız davrandığı ama mücadele etmek için gerekli silahları da vermediği insanlar… (“3. sayfa insanları” da diyebilir miyiz acaba?) Yaşamak zorlu bir uğraşa dönüştüğünde, eğer bunun üstesinden gelecek donanımınız yoksa, oradan oraya savrulur, oradan oraya çarparsınız. Meçhul’ün kahramanı İbrahim veya onu bize anlatan diğerleri gibi… Boralıoğlu’nun romanıyla edebiyat, fotoğrafın içinden geçerek gerçeğe uzanıyor. Bu gerçeğin adı, yok sayılan hayatlar..’
KİTAPTAN :
gülçiçek (ibrahim’in annesi) :
‘daha karnıma düştüğü gün anlamıştım bu oğlanda bir acayiplik olduğunu. gökyüzü kapkaranlıktı, zifir gibi. yalnız bir tane yıldız vardı parlayan. ama nasıl parlamak! böyle açılıp kapanıyor. sanki dersin göz kırpıyor. öyle bakakaldım ağzım açık. dedim belki de bu yıldız değil, uzay gemisi. olur mu olur! ne olmuş kötü bir şey mi yapmış ibrahim ? hapiste mi ?
uzay gemisi değil canım, basbayağı yıldız işte. ama göz kırpıyor. benimle dalga geçiyordu, herhalde başıma gelecekleri biliyordu. o gece bir rüya gördüm..’
seda sayar ( süleyman’ın karısı) :
‘galiba bir perşembe günüydü. boştu dükkan pek kimse yoktu. kapıdaki çocuklar geldiler, dışarıda bir oğlan var , üç gündür geliyor içeri sokmuyoruz, ısrar ediyor, seni görmek istiyor , dediler. almak istememiş çocuklar, yaşı küçük sanmışlar. önce gene boş gezer manyaklardan biri sandım. vardır böyleleri , parasız pulsuzdur, takılırlar insanın peşine. yok aşık oldum, yok ölüyorum bitiyorum. gençtirler, yakışıklıdırlar. kurtaracağım seni muhabbeti ederler..’
‘..yalnızlık aslında bütün bunların sebebi. o herifler kör , topal olsa , başlarına bela da olsa, kan emici canavarlar da olsa sonuçta yalnız olmadıklarını sanıyorlar. insan kendini feda etmek uğruna niye yalnızlıktan korkar..’
‘..meğerse hepten gitmemiş. o gece yine kulübe geldi. cuma gecesiydi. tıklım tıklım dükkan. bu sefer kapıdaki badigardlar tanımışlar, bana sormadan içeri almışlar. bütün gece yine önünde bir süt bardağı oturdu bir köşede. cuma gecesi olduğu için çıkmam uzun sürdü. dört falan gibiydi, tek tük müşteri kalmış. hadi dedim, çıkalım biz de artık. baktım kalkmıyor yerinden, hadi diye kolundan sarstım, yıkılacak gibi oldu. o zaman anladım ki bütün gece süt değil rakı içmiş, zurnalar gibi sarhoş. çıktık kulüpten. hiç unutmuyorum. adananın en nemli , beter günlerinden biriydi. nefes almak için ağzını açtığında sanki kendini ejderhanın karnında sanıyorum. ağzı burnu yapış yapış oluyor insanın. ten tene dokunduğunda sanki yangın çıkıyor. taksiye attım, eve getirdim ibrahim’i. Kustu takside. üst baş leş gibi oldu. yatağa yatırdım, öyle yatmasın diye pantolonunu çıkarmak için kemerine elimi atmıştım yapma , diye çığlık attı, yapma süleyman abi!.. sonra anne karnındaki bebek gibi büzüldü. ağlamaya başladı. ama nasıl ağlamak, hiç sesi çıkmıyor, gözünden ip gibi yaşlar iniyor..’
şıh kadir (sır çözücü , derman bulucu) :
‘..var ederken sormadı, bari çilemizi ne zaman dolduracağımızı söyleseydi, dedi, o zaman kaderimizin akışına kendimizi bırakmamız daha kolay olmaz mıydı ?
düşüncelerini takip etmek zor, seçtiği kelimelerin kastedildikleri manaları keşfedebilmek imkansızdı. konuşmamızın akışı içinde kelamın bizi bir araya getirmediğini, aksine aramızda giderek daha derin bir uçurum oluştuğunu fark ettim. sustum. aynı şeyleri o da fark etmiş olmalı ki o da sustu. bir daha uzun uzun hiç konuşmadık. derdine derman olmak ne kelime , illeti bile teşhis edememiştim. allah affetsin ama şöyle bir his içindeydim : bu çocuk ölüm ile hayat arasında bir yerde sırat köprüsünün üstünde asılı kalmış. dünyevi acılarını öbür tarafa atmış ama canı hala bu dünyada yaşıyor. bedenini meydana getiren uzuvları teker teker ölmüş ve fakat bedeni bir bütün olarak yaşamaya devam ediyor..’
mahmut (bir kader ortağı) :
‘..sonra bir başkasıyla dövüştüm. zayıf , nerdeyse çelimsiz denecek tipte, kısa boylu bir çocuktu. kapkara kömür gibi yuvarlak gözleri vardı. öncekinin tersine gözlerini hiç ayırmadan bana bakıyordu. vurdum ona. çenesine, midesine, suratına, artık önüme ne gelirse vurdum. yüz ifadesi neredeyse hiç değişmiyordu. canı acıyormuş gibi değildi ama bir yandan da tam tersi, her zaman canı acıyormuş gibiydi. yani şöyle söylemem daha doğru : vurmam bir şeyi değiştirmiyordu. acıyla mı , alaylı mı belli olmayan bir yarım gülümsemem ağzının kenarında.. ben vurdukça düşüyor sonra kalkıp üstüme geliyordu. uzun sürmüş olmalı maç..
o pek vurmadığı için ben kazandım ama aslında bence onun hakkıydı. nitekim maçtan sonra onu bulup bunu da söyledim. aslında akif turan dövüşçülerin birbirleriyle arkadaş olmasını istemezdi. konuşmalarını bile istemezdi..
bir köşede yatıyorum.. bir duvar dibinde yatıyorum. çok uyuyorum. hep uykum geliyor. belki de uyuduğum için hatırlamıyorum.. ya da hatırlamadığım için uyuyorum.. şimdi bu hayatın bitmesini bekliyorum..’
salih (ibrahim’i gören son kişi) :
‘..dedim ki ona, balıklar gibi olabiliyor musun sen? hangi balık anasını babasını tanır? yumurtalarını bırakır ve unutur.. bir balık her zaman tek başınadır.. kendini suyun akışına bırakır ve yüzer ; bu kadar işte.. kendini suyun akışına bırakacaksın ve yüzeceksin; hiçbir yere çarpmadan , harap olmadan , yosunların arasından ince ince süzülerek yüzeceksin..’