“SON BAKIŞTA AŞK” – WALTER BENJAMIN

“AUGIAS” SELF-SERVICE RESTAURANT

 

Müzmin bekârın hayat tarzına yöneltilebilecek en ağır itiraz şudur: yemeklerini kendi başına yiyor. Yalnız başına yemek yemek, insanı biraz sert ve kaba yapar. Bunu bir alışkanlık haline getirenler, eğer kendilerini koyuvermeyeceklerse, bir Spartalı hayatı yaşamak zorundadırlar. Sırf bu gerekçeyle de olsa münzeviler sade yiyecekleri seçerler. Çünkü yemenin hakkı ancak ahbaplar arasında verilebilir: tadına varılabilmesi için yemeğin bölünmesi, bölüştürülmesi gerekir. Kiminle olduğu fark etmez: eskiden sofradaki dilenci ziyafete zenginlik katardı. Asıl önemli olan sofradaki muhabbet değil, paylaşma ve vermedir. Diğer yandan, belki de şaşırtıcı olan, yemek olmayınca ahbaplığında tehlikeye girmesi… Evsahipliği etmek farklılıkları giderir, insanları birbirine bağlar. Saint Germain kontu tepeleme dolu sofrada hiçbir şey yemez, sırf bu sayede konuşmaya hâkim olurdu. Ama herkes perhiz yapıyorsa, işte o zaman rekabet ve çatışma vardır.

 

DOKTORUN GECE ÇANI

 

Cinsel tatmin insanı sırrından kurtarır. Bu sır cinsellik değildir ama cinsel tatmin sayesinde, belki de sadece onun sayesinde –açıklığa kavuşmaz- tahrip olur. Sır, insanı hayata bağlayan zincire benzetilebilir. Kadın bu zinciri koparır; erkek, hayatı sırrını yitirdiğinden artık ölmekte serbesttir. Bu sayede de bir yeniden doğuma kavuşur. Nasıl sevgilisi onu annesinin büyüsünden kurtarırsa, kadın da onu Toprak Ana’dan kelimenin tam anlamıyla koparır – doğanın gizemiyle örülmüş göbek bağını kesen bir ebe…

 

PROUST İMGESİ

 

 

İki tür mutluluk istenci vardır (bir mutluluk diyalektiğinden bile söz edilebilir) : ilahi biçiminde dile gelen mutluluk ile ağıt biçiminde dile gelen mutluluk. Birincisi daha önce hiç duyulmamış, hiç tadılmamış olandır: erincin doruğu. Öbürü, sonsuz yinelenme: ilk mutluluğun sonsuza değin hep yeniden kurulması. Proust’ta varoluşu hafızanın emrine veren de işte bu ağıtsal mutluluk arayışıdır – ‘eleatik’ mutluluk da denebilir. (eleatik okul: değişmezlik, aynılık ve birliğin gerçek; değişme, hareket ve çokluğun yanılsama olduğunu kabul eden Elealı Parmenides ve izleyicilerinin felsefesi) yaşamında dostlarını ve dostluğu feda etti ona, yapıtlarında da olay örgüsünü, kişilerinin iç bütünlüğünü, anlatının akışkanlığını ve hayal gücünün  oyunlarını. Proust’un daha zeki, daha anlayışlı okurlarından biri olan Max Unold, bu metinlerin sızdırdığı “can sıkıntısını” hemen saptamış ve “amaçsız öykülerle” ilişkilendirmişti. “Proust, amaçsız öyküyü ilginç kılmayı becermiştir. Şunu söyler: ‘düşünebiliyor musun sevgili okur, dün çayıma kurabiye batırıyordum ki çocukken köyde geçirdiğim günler geldi aklıma.’ Bunu söylemek için tam seksen sayfa harcar, ama hepsi o kadar büyüleyicidir ki, sonunda sadece bir dinleyici olmadığınız, hayal kuranın kendiniz olduğunu düşünmeye başlarsınız.” Unold, böyle öykülerde, bizi düşlere bağlayan köprüyü keşfetmiştir (“bütün sıradan düşler, başkalarına anlatıldığı anda, amaçsız öykülere dönüşürler”). Proust’un bütünsel bir yorumunu vermek isteyen hiç kimse bunu görmezden gelemez. Hem oraya açılan kapılar da az değildir – evet, hemen göze çarpmayan kapılardır bunlar, ama yine de oradadırlar: Proust’un şu saplantılı benzerlik düşkünlüğünden söz ediyorum, her yerde ve her şeyde benzerlikler bulma isteğinden.

 

Ama bu tutkunun asıl belirtileri, Proust’un davranışlar, fizyonomiler ya da konuşma tarzları arasındaki benzerlikleri birdenbire ve çok çarpıcı biçimde gösterdiği yerlerde ortaya çıkmaz – şeyler arasındaki ancak uyanıkken fark ettiğimiz ve alışık olduğumuz benzerlikler, düş dünyasındaki daha derin benzeşimlerin sadece silik bir kopyasıdır. Bir özdeşlikler alanı değildir düş dünyası, benzeşimler alanıdır; orada olup biten her şey birbirini andırır ve bu da sanki en doğal şeymiş gibi görünür. Çocuklar iyi tanır bu dünyanın bir simgesini. Onlar uyurken odalarının bir köşesine asılan ve aynı zamanda hem “torba” hem de “armağan” olduğu için bir düş nesnesi haline gelen çoraptır bu. Ama çocuklar torbayı ve içindekileri hemen üçüncü bir şeye 8yine bir çoraba!) dönüştürmekten kendilerini alamazlar – tıpkı Proust gibi. Proust da o üçüncü şeyi, merakını gideren ve sıla özlemini dindiren imgeyi istiyordu; onu devşirmek için de, bir kalıba indirgediği kendi benliğinin hemen içini boşaltmaya adamıştı bütün zamanını, sıla özlemiyle kavrulmuş bir halde yatıyordu yatağında; çarpıtılarak bir benzeşimler alanına indirgenmiş bir dünyaya duyulan özlemdi bu. Bu dünyaya aittir Proust’un yapıtında gerçekleşenler; o kasıtlı ve titiz gerçekleştirme biçimi de bu dünyanındır; hiçbir zaman tek başına kalmayan, duygusallık ya da öteyi görmekle de ilgisi olmayan, her zaman özenle hazırlanan, geleceği önceden sezdirilen ve sağlam payandalarla desteklenen bu Proust biriminin çok pahalı, kırılgan bir gerçekliği vardır: İmge. Bu imge, Proust’un cümlelerinin yapısından yavaşça kurtularak bağımsızlaşır, tıpkı Balbec’teki o yaz gününün – o eskil, zamandışı, mumyalanmış gün – Françoise’ın (Proust’un romanında, Marcel’lerin yaşlı, emektar hizmetçisi)  elleriyle araladığı tül perden sıyrılarak birdenbire açığa çıkması gibi.

 

WALTER BENJAMIN

 

“SON BAKIŞTA AŞK”, WALTER BENJAMIN, Çeviri: NURDAN GÜRBİLEK, METİS Yayınevi, Kasım 2008, 183 Sayfa… 

Comments are closed.