“dört duvarın varsa umut da vardır. sokaklardaysan umudunu bile yitirirsin…” – BUKOWSKI

bukowski-20

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Francine ondan yana döndü, Tony kolunu Francine’e doladı. Amerika’nın her bir yanındaki sabahın üçü sarhoşları nihayet pes etmiş olarak duvarları seyrediyorlardı. Acı çekmek için ayyaş olmak, bir kadın tarafından sıfırlanmak gerekmiyordu, ama acı çekip ayyaş olunabilirdi. Bir süre, gençlikte özellikle, talihin senden yana olduğunu sanabilirdin, bazen senden yanadır da gerçekten. Ama senin farkında bile olmadığın ve senin aleyhine işleyen bir takım ortalama hesaplar ve kanunlar vardır, her şeyin yolunda gittiğini sandığın zamanlarda bile. Bir gece, sıcak bir Salı gecesi o ayyaş sen oluverirsin, sensin o ucuz pansiyon odasında olan, ve daha önce o odalarda olmuş olmanın da bir yararı olmaz, daha da kötüdür hatta, çünkü bir daha bu duruma düşmemeye karar vermişliğin vardır. Bir sigara daha yakmaktan, bir içki daha içmekten, o sıvası dökük duvarlarda bir çift göz, bir çift dudak aramaktan başka bir şey de gelmez elden. Erkeklerle kadınların birbirlerine ettikleri insanın idrak gücünü aşıyordu…”

(ŞEHİRLERARASI SARHOŞ)

 

“Henry kendine bir içki koydu, sonra pencereye gidip Hollywood’un sıcak ve tenha sokaklarını seyre daldı. Mücadele içinde geçmişti hayatı ve sürüyordu mücadele. Ölüm vardı sırada, “ölüm hep vardı zaten.” Aptallık edip yeraltı gazetelerinden birini almıştı ve hâlâ Lenny Bruce’a tapıyorlardı. Lenny’nin bir fotoğrafını basmışlardı, ölü, kötü malı vurduktan hemen sonra çekilmiş. Kabul, zaman zaman güldürebilmişti Lenny: “Gelemiyorum!” – bir mizah başyapıtı olmuştu o bölüm. Ama çok da başarılı sayılmazdı Lenny. Zulüm görmüştü, kesinlikle, ruhen ve bedenen. Neyse, ölüm hepimiz içindi, basit aritmetik. Herkes bilir bunu. Sorun oturup ölümün gelmesini beklemekten kaynaklanıyordu…

… Henry sulu bir skoç hazırladı kendine. Elinde kadeh yatak odasına gitti, gömleğini, pantolonunu, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkardı. Elinde içki yatağa girdi. On ikiye çeyrek vardı, öğlen. Hırs yok, yetenek yok, fırsat yok. Talihi sayesinde yırtmıştı sefilhaneye düşmekten ve sonsuza dek süren bir şey değildi talih. Lu’nun onu terketmesi kötü olmuştu, ama anasının gözü birini arıyordu Lu. Bardağını dipleyip uzandı. Camus’nun ‘Resistance, Rebellion and Death’ kitabını aldı… Birkaç sayfa okudu. Acı çekmekten, dehşetten ve insanlığın içinde bulunduğu sefaletten söz ediyordu Camus, ama bunu öylesine rahat ve süslü bir dille yapıyordu ki olup bitenlerden insan olarak da, yazar olarak da etkilenmediği izlenimi uyandırıyordu okurda, başka bir deyişle, her şey güllük gülistanlıktı sanki. Koca bir biftek, salata ve kızarmış patatesi afiyetle yiyip, üstüne de bir şişe iyi Fransız şarabı içmiş biri gibi yazıyordu Camus. İnsanlık acı çekiyor olabilirdi, ama o çekmiyordu. Bilge biriydi muhtemelen, ama Henry yanarken haykıran birini yeğlerdi. Kitabı yere bırakıp uyumaya çalıştı. Uyku sorundu hep. 24 saatte üç saat uyuyabilmeye razıydı. Neyse ki duvarlar burada hâlâ, diye düşündü, dört duvarın varsa umut da vardır. Sokaklardaysan umudunu bile yitirirsin…”

(YANARKEN HAYKIR)

 

“SICAK SU MÜZİĞİ”, CHARLES BUKOWSKI, Çeviri : AVİ PARDO, PARANTEZ Yayınları, Eylül 2012,153 Sayfa…

Comments are closed.