‘Elim ona ulaşmıyordu. Elime bir şey olmuştu. Çok kirliydi. Dünya kirliydi herhalde. Tırnaklarım uzamıştı. Kök rengindeydiler. Köktüler. Birisi beni ekmişti. Toprakta büyüyordum. İlk kez ayaklarımı gördüm. Ayakkabılarımın uçlarından tırnaklarım fırlamıştı ve dışarı doğru büyüyorlardı, ve kök rengindeydiler. Tüm bedenim büyüyordu. Yüzüme dokundum. O da büyüyordu. Başka bir yüz halini alıyordu. Seine rıhtımı boyunca, Malaquais rıhtımı boyunca rüzgar beni soluk alıp veren patlamalarla, suya kadar süpürdü. Suyun terinde yüzümü tanıyabiliyordum. Bir sürü küçük, akıcı kırışıklıkla kaplıydı, her yönde küçük çatlaklar, gözlerin köşelerinden kulaklara, ağzın köşelerinden buruna, burnun köşelerinden yanaklara, yanakların altlarından çenemin altına kadar. Alın kırışıktı, çünkü birisi çok küçük bir sabanla toprağın yüzeyini sürüyordu, ve yüzümde başka çatlaklar vardı, düzenli yarıklar, camcıyla değiş tokuş ettiğim fena halde çatlamış aynadaki gibi. Sulara geri döndü, çatlaklar yüzeydeki kırıklar, kayıyor, değişiyor, her şey hala büyüyor. Gözlerime dokundum. Ya da aslında yuvalarına. Gözler artık hiç de yerlerindeymiş gibi değildiler. Hayır, oradaydılar, sadece gözbebekleri dağılmış, gözlerin boş görünmesine yol açıyorlardı. Yalnızca çok net oldukları için boş görünüyorlardı. Küçük köylerde belediyeye ait heykellerin gözleri gibi, yosunların yeşil cüzamı sarıyordu onları. Gözlerim öyleydi. Her şeyi gördüler, her şeyi görmüşlerdi, hiçbir şey anlamadılar. Ama artık onlarla göremiyordum. Arada bir şey vardı. Ah, gözyaşlarıydı. Gözlerim ağlıyordu, akılsız yaratıklar. Suyun sel olmuş çığlığını duydum, nehir bahar yağmurlarıyla taştı, hızla aktı ve çalkalandı. Bir köprüdeydim, bir korkuluk duvarının üzerinde, suya doğru sarkmıştım, su gözlerimden boşalıyordu, her şeyi görebilen ve hiçbir şey anlamayan gözlerim ve şimdi su yüzünden göremiyordu. Ruhumdan gelen bir vücut kokusuna sahiptim, ve su beni aşağıya deniz seviyesinin altına sürüklemek için hızla aktı. İçinde soğuk görüntüler. Su denize ulaştı, her şey suda son buldu, deniz dünyayı sele boğdu, parçalandı ve altınkayalı sahillerde çığlığını savurdu, denizin çarptığı kuleler yıkıldı, tükenen sahiller bozuldu, ve deniz girebildiği her yere hızla doldu. Her şey ufalandı ama gözlerimde tekrar hayata döndüler. Bir kök filizlendi, bir gözümün ucundan bir kök filizlenmişti. Bir karganın eğri ayağına dönüştü ama uzadı, daha çok boynuza benzedi, dokunaçları çıktı, dalları, ve bir kök halini aldı. Bir karganın üzerindeki bir kök, bir karganın büyüyen. Karganın pençesi yeni kökler halinde gelişip yüzüme, boynumdan, bedenimden aşağıya yayılan diğer karga ayakları arasında, gözümün köşesine tutundu. Bedenimin merkezinden filizlenen büyük dev bir asma vardı, göğsümden büyüyen ikiz çalılar vardı, kasığımdan filizlenen tek köklü bir ağaç. Bedenimin ortasındaki dev asma göbeğimden çıkıyordu. Göbek bağı her şeye rağmen çözülmüştü. Birisi onu çözmüştü, ve o doğum öncesindeki gibi tekrar büyüyordu. Ne yapması gerektiğini açıkça bilen birisi. Her olasılığa karşı, Birisi’ni büyük B ile söylemek daha iyiydi. Asla bilemezdiniz. Birisi o asmayı tekrar çekiyordu. Başka birisine bağlanmıştı yine. İçinde olduğum dev bir beden. Hayır, henüz içinde değilim. Beni doğuracak olan kadın hala bakireydi. Hala bana gebe kalması gerekiyordu ama sonunda doğuracaktı beni. Gündoğumu süt gibi koyulaşıyordu. Bir bedende. Süt bir bedende oluşuyor, henüz gebe kalacak hamile bir bedenin göğüslerinde. Sütten bir ırmak hızla akıyor, köprülerin altından, sonsuz, sel gibi, bir bebek gibi ağlayarak. Daha büyük, daha ayrıntılı bir şey haline geliyordum. Yüzüm, başka bir yüz olurken, daha da şişmanlaşıyordu. Bir yüzün kalıbı gibi oldu, yontucuların bir yüzü oluşturmak için kullandıkları türden. Benim için yeni bir yüz biçimlendiriliyordu, ama şu ana kadar yalnızca kalıbı vardı ortada. Yüzümde küflenme başladı, Rodin Müzesi’nin bahçelerindeki bronz heykellere musallat olan yeşil cüzam gibi. Artık küflenme yüzümün tamamını kaplamıştı, ve tamamen kaplandığında, yüzde gözenekler oluşturmaya hazır hale geleceklerdi. Yo, yüz zaten gözeneklenmiş ve çiçek bozuğu olmuş ve çillenmişti. Onu dökmeye hazır olacaklardı aslında, oluşmakta olan yeni kalıba, bir düşünce kalıbı. Yeni beyin dökülmeden önce beynin tamamı için yeniden bir kalıp oluşturulmak zorundaydı…’
LAWRENCE FERLINGHETTI
(‘Onun’, Çeviri: OLCAY BOYNUDELİK, ALTIKIRKBEŞ Yayınları, Nisan 1997…)