“Siyah –Girizgah…”
Otuz gündür yıkanmıyordum. Otuz gündür sifonu çekilmemiş bir tuvalet gibi hissetmeye başlamıştım . Dışarıda kar beyazının temizliği gözümü alıyordu. Ama kokum vardı evet benim kokum. Ama vardı ya yeterdi. Tıpkı O’nun ve onların olduğu gibi. Her şey kokmalıydı. Her şey kendince kokmalıydı. Gözleri ışıldayan ve Güneş’in alevleri gibi yanan bir tanecik kızım kokmalıydı ruhunda. Kadınım kokmalıydı ve ben ise otuzuncu günün sonunda yine kokmalıydım. Çünkü yeryüzündeki tek varoluş göstergem buydu. O kadar çabalıyordum ki kokmak için kokarcalar bile bu kadar uğraşmıyorlardı herhalde. Ama her şey ortadaydı , aslında hiç kokmuyordum. Benim kafamda canlandırdıklarım beynime dokunan parmaklar gibiydi. Kokuları sağlayan beynime dokunan parmaklar… Saçmalama deyip kendime geldim. Geldim mi acaba. Kafamda bir saniyeliğine bir sürü soru: “ Görünmeyen her yerde olan tanrılar… ne gökte ne de yerdeler onlar. Her şeyi var ettiler, her şeyi devam ettirdiler , ilk insan Onlar’dan korktu. Şimdi son insanlar da korkuyor. Çünkü onlar olmadan hayat var olamaz onlar varken de hayat yok olabilir…” . Evet işte sana somut. İşte sana tanrısallığı en çok hak eden varlıklar… Ne olduğunu söylemeye bile gerek yok…
“Neler oluyor!” diye saçma sapan bir haykırışla uyandım. Havlunun içinde çok temiz ve paktım. Kollarımı kaldıracak gücüm yoktu. Kalbimin atacak mecali olmadığını düşündüğüm zaman O geldi. Evet Işımakta olan bir S…’dı bu. Kalbinin büyüklüğü içinde sadece kendi aydınlığını değil ikimizin de Güneş’ini taşımaktaydı. Ellerimden tuttu. Ruhum hafifti o an… “S” diyecek oldum. O ise sadece kocaman yuvarlacık gözleri ile “S’enin atmakta olan Kalb’inim” diye buyurdu. O an anlamalı ki ey dost insancıklar hayat sadece S.. olabilirdi. Ama beyin Tanrı’yı buyurdu: İlim ve S’abır.
Az sonra kar beyaz soğuğunda kulübeden çıktım. Her şey sessizlikti. Etrafta kış için biriktirilmiş çalılar, boynu bükük bir kardelen, ufukta gözlerimi alan bir ışık kaynağı ve akşam açlığımı nasıl gidersem düşüncesi. Evet biraz arayış içindeyken karşımdaki kar dolu tepeciği tırmandım. Biraz ötede “düşünce otu” olarak bilinen A… göründü. Bilmem neden zengin bilmem kaçıncı kimin bilmem ne hastalığına iyi geldikten sonra adamın zeka dolu zaferler elde etmesini sağladığı iddia edilen ot. Benim için ise ıspanaktan farkı olmaksızın koparıp çiğnedim. Ekşi tadıyla kendini itmeyen bu ot biraz da ısıtıyordu vücudumu. Biraz daha ilerledim. Başım o S’ufle dolu trompet sololarıyla iniyordu otun etkisiyle. Ya da ot sadece bir araçtı… Hayat soluk almaya devam ediyordu sanki benim nefesimle. Yoksa ben de O da olmamalıydı hatta trompet üstadı da… Çevrenimizdeki karmaşıklığın asil basitliği… Kimindi bu laf? Ben mi saçmalamıştım?
Derken ortalık kararmaya başladı ya da ben öyle sanmıştım. Ne siyah ne gri bir bulut belirdi sahnede . O sahne ki nasıl tanımlanmalı nasıl? İnsanoğlu nasıl acılarla göğü inletti nasıl? Nasıl bir renk idi ki o ve kimdi aslı biz Aşk olmuşken bu dünyacıkta…”
Fran(sı)z…
[Tarih belli olmamakla birlikte en organize en mantıklı soykırımı ve aslında en tanrıyı anlatan bir düşünce silsilesi… (20/06/2005 kayıtlı metinde sanırım tarih olarak o tarihteki son okunuş tarihlenmiş.)
Parçacıkların kendi aralarında düzenlenişi ve numeroları da saçmalıktır aslında ama aslında vardır böyle bir düzen ve V.. nin bilmem kaç mevsimine benzerler. Çünkü hayat sadece Aşk’dır. “Aşk” olmayan hayat batsın, der kimileri… Bu arada ufkumuzdaki şizofreniyi depreştiren sevgili İhsan Oktay Anar şahsiyetlerine şahsım adına teşekkürü bir borç bilirim ey Yüce Aylak Adam’lar (Gerçi İOA , Sayın ATILGAN’ a karşı şizosunu teşekkür babında sunabilmelidir diye geçirmekteyim kanaatimce bir Zebercet hatmederek…Çünkü esas olan… Deli miyim neyim?) (19.09.2012)]