‘ZEKİ DEMİRKUBUZ’dan yeni bir başyapıt : ‘YERALTI..’

“çamura batmanın bile bir anlamı olmalıydı..” – ‘YERALTI’

 

‘zeki demirkubuz’u kimseler bilmez ve izlemezken izlerdim boş sinema salonlarında.. ‘bekleme odasını’, ‘kader’i ve ‘kıskanmak’ filmlerini tek başıma defalarca kocaman salonlarda izlemişliğim vardır..

‘zeki demirkubuz’un ‘dostoyevski’ takıntısı da onun müptelası olma nedenlerimdendir.. insan ruhunun çözümlemelerini özellikle de karanlık ve anlaşılmaz yanlarını ‘dostoyevski’   gibi yapan bir yazar var mıdır tartışırız bu konuyu.. ‘dostoyevski’nin her biri birbirinden önemli romanlarının çoğunu daha lise çağlarımda hatmetmiştim..

herkesin tersine benim en çok sevdiğim üç romanı şöyledir : ‘ecinniler’, ‘budala’ ve ‘yeraltından notlar..’ herkesin dilinde olan ve ilk okunan ve mutlaka da okunması gereken ‘suç ve ceza’, ‘karamazov kardeşler’ ve diğerleri sonra gelir benim için..

özellikle ‘budala’nın ayrı bir yeri vardır benim hayatımda.. sonra ‘ecinniler..’ kaç kere okumuşumdur ‘ecinniler’i acaba hatırlamıyorum.. ‘insan’dan neden korkulması gerektiğini çok iyi anlatır ‘ecinniler..’

ve sonra da sonsuza kadar bir başyapıt olarak kalacak ‘yeraltından notlar..’ herkesin elinin altında olması gereken bir kitap.. ama nerde.. devir blöfçüler devri.. okumadığına okudum, izlemediğine izledim, dinlemediğine dinledim diyeceksin bu devirde.. yoksa ayıp olur.. gençlik sıfır okumayla dünya rekorlarına oynarken, yeni yeni şatafatlı konutlar içinde lüzumsuzlar da dahil olmak üzere her şey mevcutken bu evlerde kitaplık ya da kütüphane diye bir eşya ya da bölüm yoksa ne yapsın gençler.. her şeyi izleyerek öğrenen bir gençlik.. okuyan yok.. sıfır.. hiç unutmuyorum bir gün evimize gelen yakın aile dostumuzun küçük oğlu iki odaya yayılan kitapların arasında dolanırken ilk klasik soru : ‘hepsini okudun mu’yu hemen patlattıktan sonra ‘victor hugo’nun ‘sefiller’inin dört cildini uzun süre inceleyince ona hediye etmek istedim.. önce almak istemedi, al dedim okumazsan bile hatıra kalır, hava atarsın gelene gidene ‘okudum’ diye.. yüzünde bir gülümseme yayıldı önce sonra da ‘insanlar etkilenir mi gerçekten’ diye sordu.. tabi dedim.. yüzünde ki gülümseme yayıldı ve ekledi ‘tamam, mutlaka okuyacağım bu kitabı göreceksin’ dedi.. iyi hadi hayırlısı deyip yolladım çocuğu.. yaklaşık iki sene sonra yine bize yaptıkları bir ziyarette hatırlayıp  sordum ‘sefiller’i okumuş mu diye.. zaten kendisi de biraz büyüyüp olgunlaşmıştı.. ama maalesef büyüme sadece fizikselmiş..  pis bir sırıtmayla birlikte ‘yok be abi, onun internette özetini buldum onu okudum, kim okur 4 cilt, tuğla gibi her bir kitap’ dedi.. yıkıldım.. hiç okumasaymış daha iyiymiş.. özet okumuş.. özet dediği de tahminen en fazla 20 sayfa.. ‘victor hugo’ olsa ne derdi kim bilir..

neyse böyle bir nesil varken ortalıkta bir de eski nesillerde gelişen ‘blöfçülük’ hastalığı var.. bilmeseler de bilirmiş gibi yaparlar, okumamışlarsa da okumuşlar gibi, dinlememişlerse dinlemişler, gitmemişlerse de gitmişler, izlememişlerse de izlemişler, duymamışlarsa da duymuşlar vb gibi yaparlar.. hastalık haline gelmiş durumda bu.. 20. yüzyılda başlayıp 21. yüzyılda insanlığı saran ‘blöfçülük’ hastalığı  vebadan beter bir hastalık.. ikinci üniversitem hukuk fakültesini okuduğum sıralarda arkadaşlarla birlikte ‘kadıköy’ün sokaklarında kitap sattığımız günlerden birinde çok okumuş olduğunu her defasında belli etmeye çalışan arkadaşlarımızdan birisi, bir bayan arkadaşımıza ‘yeraltından notlar’ı okuyup okumadığını sormuştu.. sonra okumadığını öğrenince kitap standında duran ‘yer altından notlar’dan bir tanesini çekip bayan arkadaşa verip hemen okumasını söyledi.. bayan arkadaş teşekkür edip gitti.. iki gün sonra aynı yerdeyken biz, kitabı alan bayan arkadaş gelip kitabı kendisine veren mürekkep yalamış arkadaşa bu kitabı okumasına fırsat verdiği ve önerdiği için  teşekkürlerini sunarken kitapla ilgili birkaç şeyden bahsedip kitapla ilgili konuşmak isteyince kitabı veren arkadaş bu sefer sırıtıp ‘iyi de ben o kitabı henüz okumadım’ deyince gülmekten yerlere yattım.. bayan arkadaş şaşkın gözlerle bizim arkadaşa bakarken, ben gülmekten kriz geçiriyordum.. komikliğe güldüğüm kadar şaşkınlığım da gülmemin sürmesine yol açtı.. ulan diyordum bu yaşa gelmişler ikisi de hala ‘yeraltında notlar’ı okumamışlar.. ne acayip insanlar var şu dünyada diye düşünüyordum, üstelik çok okuyan bir arkadaştı birisi.. ve okumadığı halde bir kitabı ballandıra ballandıra övüyor ve öneriyordu.. okumadığın bir kitabı nasıl över, tavsiye edersin hala anlamış değilim..

uzun yıllar geçti, bizim bu tür arkadaşlarla ilişkilerimiz şükür sıfır düzeyine indi.. bu tipler hep köşe başlarında bir gözlerinde dolar diğer gözlerinde euro işaretleriyle dolanırken bizler hala inatla kitapların içinde debeleniyoruz ve onlardan daha mutluyuz..

işte bizler de bu blöfçüler dünyasında geçen sürede de ‘zeki demirkubuz’ gibi bir yönetmenin doğuşunu ve gelişimini izledik sinema dünyasında.. kendisiyle ve filmleriyle tanışınca çok fena etkilenmiştim.. artık ne zaman yeni filmini yapar diye bekliyordum.. eski filmlerini defalarca seyrediyordum.. yeni filmlerine ilk seanslarda izlemek için işi gücü bırakıp koşuyordum..

insanların çoğu ‘masumiyet’i, ‘kader’i izledikten sonra izledi.. çünkü o zamanlar bu kadar bilinmiyor ve medyatik değildi ‘zeki demirkubuz..’ belli sanat çevrelerinde büyük yankı uyandırmasına rağmen ‘masumiyet’ ne sinema izleyicisinden gişe olarak ne de genel olarak sinema dünyasından olumlu tepki alamamıştı.. ancak ne olduysa ‘kader’ filminden sonra oldu, herkes ‘zeki demirkubuz’ hayranı oldu.. filmleri paketler halinde kampanyalarla satılmaya başlandı.. geç de olsa ‘zeki demirkubuz’ gibi bir ustanın bu rağbeti görmesi muhteşem bir şeydi.. ancak bu yükselen talep nitelikli bir talep miydi, yoksa tüketime yönelik medya destekli bir tüketip yok etme talebi miydi.. malum kapitalizmin mekanizmaları iyi olan şeyi de manasızlaştırıp, şeyleştirip tükettirmeyi çok iyi beceriyor.. bunu ileriki süreçte göreceğiz.. ama şu bir gerçek ki ‘zeki demirkubuz’ her filminde sinemasının üstüne yeni bir şeyler  koyarak daha da geliştiriyor dilini..

bir başka usta ‘nuri bilge ceylan’la yapılan kıyaslamalar bile çok komiğime gidiyor.. bu iki ustanın da kendilerine has dilleri varken kıyaslanmaları, ikisinin arasında bir husumet yaratılmaya çalışılması o kadar komik ki.. iki ustanın  da önü açık.. ne kadar sallarlarsa sallasınlar ikisine de artık ulaşamazlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

benim tıpkı ‘dostoyevski’de olduğu gibi bir ‘dostoyevski’ hayranı olan  ‘zeki demirkubuz’ sinemasında da en çok sevdiğim filmleri diğer insanlara göre farklıdır.. benim de hastalığım belki budur kim bilir.. herkes ‘masumiyet’ ve ‘kader’ der bense ‘itiraf’ ve ‘yazgı’ derim.. sonra ise ‘üçüncü sayfa’ gelir.. bu üç filmin ikisinde oynayan ‘başak köklükaya’, ‘itiraf’ta oynayan ‘taner birsel’, ‘üçüncü sayfa’da oynayan ‘ruhi sarı’ ve ‘yazgı’da oynayan ‘serdar orçin’in oyunculukları gibi oyunculuklara zor rastlanır sinemamızda.. ayrıca filmlerin senaryoları, kurguları da birer başyapıttır.. kadın erkek ilişkileri bağlamında yaşananları ekonomik ve politik ortamdan soyutlamadan ruhlarına derin inişler yaparak anlatan ‘zeki demirkubuz’ bu çizgisini tüm filmlerinde devam ettirmiştir..  ‘bekleme odası’nda kendisi başrolde oynamış ve bu filminde de ‘dostoyevski’nin ‘suç ve ceza’sını sinemaya uyarlamak isteyen ‘ahmet’ adlı bir yönetmenin yaşadığı ilişkileri ve sorunlarını anlatır.. hayatımın en dandik dönemlerindeyken bu filme o kadar takmıştım ki sanırım arka arkaya beş kere gidip izlemiştim sinemada filmi.. ve bu beş izleyişimin hepsinde de tek kişiydim salonda.. artık bu filmle beraber bir hastalık halini almıştı ‘zeki demirkubuz’ sineması bende.. tüm filmlerini topladım.. kamera arkalarını, onun röportajlarını çölde susuz kalmış insanlar gibi defalarca izledim..

sonra ‘kader’ ve ‘kıskanmak’ filmleri geldi üçer yıl arayla..  zaten ‘kader’in yarattığı etkiyle beraber herkes ‘zeki demirkubuz’ demeye başladı.. bir dönem filmi olan  ‘kıskanmak’ adlı filmi ise ‘kader’den etkilenen tayfanın pek hoşuna gitmedi.. oysa ‘zeki demirkubuz’ sinemasının başyapıtlarından birisiydi ‘kıskanmak’ filmi..  özellikle ‘nergis öztürk’ün oyunculuğu beni bitirmişti..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ve nihayet yine ‘kıskanmak’tan üç senelik bir zaman diliminden sonra büyük beklentiler içinde zeki ustanın son filmi ‘yeraltı’ dün 25 kopya gibi çok az bir kopyayla gösterime girdi.. ‘zeki demirkubuz’ istese 300, 400 kopyayla gösterime girecek gücü olduğunu ancak türkiye gerçeklerini ve filmi izleyecek kişi sayısını aşağı yukarı tahmin ettiği için bu sayıda kopyayla girdiğini söylemiştir.. 350, 400 kopyayla gösterime giren ve gişeleri ‘fethettiği’ söylenen sabun köpüğü, gazoz gazı filmlerin yanında ‘zeki demirkubuz’ gibi bir ustanın filmi ancak 25 kopyayla gösterime giriyor bu ülkede.. bir ay önce yine bir başka usta yönetmenimizle sohbet ederken maddi imkansızlıklar nedeniyle gösterime sokamadığı  son filmini ancak üç kopya yaptırabildiğini ama salon bulamadığından üç kopyayla bile gösterime giremediğini söylemişti.. ne acı..  

işte iki senedir ‘yeraltı’ ile yatıp kalktıktan sonra ‘zeki demirkubuz’ ve sinema tutkunları nihayet dün ‘yeraltı’na kavuştu..  neler yazılmadı ki film gösterime girene kadar.. bin bir türlü fasa fiso haber.. yazılmadık çizilmedik şey kalmadı.. magazinleştirmek, filmin içini boşaltmak için yüzlerce balon haber..

ve tüm bu zırıltının içinde dün beyazperdeye yansıdı ‘yeraltı..’ dostoyevski’nin ‘yeraltından notlar’ kitabından esinlenerek senaryosu yazılan ve günümüze uyarlanan bu filmi dün tüm koşturmacamın, sıkıntımın içinde iki saat ayırdım ve izledim.. oyuncu kadrosu çoğu ‘zeki demirkubuz’ filminde karşımıza çıkan isimlerdendi çoğunlukla.. en baştan söyleyeyim ‘engin günaydın’ın müthiş oyunculuğu çok konuşulacak ama kıskanmak filmindeki performansıyla da hayran kaldığım ‘nergis öztürk’e bu filmdeki oyunculuğuyla tekrar hayran kaldım.. ‘nihal yalçın’ ve ‘serhat tutumluer’de öne çıkan oyunculardı.. ama ‘engin günaydın’ aylardır hazırlandığı filmde oyunculuğun doruk noktalarına çıkmış.. ‘yazgı’da da oynamış olan ‘engin günaydın’ sinemada ve televizyon ekranlarında çizdiği tüm tiplemeleri ezmiş geçmiş bu filmde.. kaç kere gider izlerim bu filmi ama ‘engin günaydın’ın oyunculuğuna sanırım doyamayacağım hiçbir zaman..

öyle olmadığı halde genelde metne dayalı ve durağan, yavaş  filmler olarak eleştirilen ‘zeki demirkubuz’un filmlerinden sonra son eseri ‘yeraltı’ için ne yakıştırmalar ve eleştirilerde bulunacaklar çok merak ediyorum.. bence romandan çok iyi esinlenip günümüze uyarlanmış bir senaryosu ve çok sağlam bir kurgusu vardı filmin.. filmin en başında ve bazı yerlerinde yakın plan ‘engin günaydın’ sahnelerinde ki yavaşlık bile fazla gelmiyordu insana.. baştan aşağı üzerinde çok iyi çalışıldığı belli olan bir film.. 107 dakikalık bu filmin hiç bitmesini istemedim.. anlatılan bir ölçüde 19. ve 20. yüzyılın insanının hikayesi olduğu kadar esasında 21. yüzyılın insanının hikayesiydi.. senaryo öyle ustalıkla romandan uyarlanmış ki tartışmasız özgün bir başyapıt ortaya çıkarılmış..

‘zeki demirkubuz’un ‘ankara’da çektiği bu filmde ‘ankara’nın karanlık ve puslu havasının dışında özellikle gece yaşamına yönelik ilginç sahneler de var.. taşradaki insanların arasındaki ilişkilerin yanı sıra insan ruhunun karanlıklarında dolaşıyor film.. muharrem (engin günaydın) bir devlet dairesinde çalışan çeşitli ruhsal takıntıları olan ve yalnız yaşayan bir memurdur.. her gün eve gelen temizlikçi kadın ‘türkan’ (nihal yalçın) ve ara sıra uğradığı ‘kızıl elma’ diye hatırladığım bir derneğin çevresindeki üç beş insanla nefret ağırlıklı ilişkisi vardır.. uzun süredir görmediği bu arkadaşlarının yanına bir gün uğrar.. son romanıyla ödül kazanan arkadaşları ‘cevat’ (serhat tutumluer) için bir akşam yemeği organize eden arkadaşlarına zoraki de olsa yemeğe davet ettirir kendisini.. arkadaşları bu durumdan pek memnun değildirler.. ‘cevat’ın fikir hırsızı olduğunu düşünen ‘muharrem’ o yemeğe gider ve olaylar gelişir..

filmin özellikle ‘muharrem’ ve arkadaşlarının yemek sahnesi, uluma sahneleri, ‘muharrem’in evdeki cinnet sahnesi ve ‘muharrem’ ile ‘türkan’ arasındaki diyalogların olduğu sahneler unutulmaz sahneler.. tıpkı ‘dostoyevski’ gibi saralı bir ruh halindeki ‘muharrem’in ve çevresindeki insanların yaşantısı etrafımızdaki dış dünyada olup bitenlere ve çevremizde her zaman bulabileceğimiz tipteki insan örnekleriyle günümüzü de anlatıyor aslında..

kaçırılmaması gereken bu başyapıt için başta ‘zeki demirkubuz’ ustaya ve filmde emeği geçen başta oyuncular olmak üzere herkese aylak adamız adına teşekkürlerimizi sunuyoruz..

gülüşünüzle ve ‘zeki demirkubuz’ ustayla kalın..

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Yeraltı..’

 

Yönetmen ve Senaryo: Zeki Demirkubuz

Oyuncular: Engin Günaydın,

Nergis Öztürk,

Serhat Tutumluer,

Nihal Yalçın,

Murat Cemcir,

Feridun Koç,

Serkan Keskin,

Sarp Apak

Yürütücü Yapımcı: Başak Emre

Yapım sorumlusu: Ahmet Boyacıoğlu

Yönetmen Yardımcısı: Rezan Yeşilbaş

Görüntü Yönetmeni: Türksoy Gölebeyi

Ses Kayıt: Furkan Atlı

Miksaj: Serdar Öngören

Işık: Hatip Karabudak

Kostüm: Nihan Güneş

Yapım: Türkiye

Yapımcı:Zeki Demirkubuz, Mavi Film

HD-35 mm / Renkli / 107 dakika / Format: 2.35

Yapım Yılı: 2012

 

(fotoğraflar: http://zekidemirkubuz.com/)

Comments are closed.