“bir tapınak dikmek, gökten oraya tapınacak bir şey indirmekten daha kolaydır..” – samuel beckett.. (‘adlandırılamayan’dan..)
“yirmili yılların başlarında, felsefe, sosyoloji ve teolojiyle uğraşan birkaç kişi bir araya gelmeyi planladı.. bunların birçoğu eski amentülerini terk edip bir yenisine geçmişti; ortak paydaları bu yeni benimsenmiş dini vurgulamaya verdikleri önemdi, dinin kendisi değil.. hepsi de, o zamanlar üniversitelerde hâlâ hüküm sürmekte olan idealizmden hoşnutsuzdu.. felsefe bu kişileri özgürlük ve özerklikten vazgeçip ‘kierkegaard’ın ‘pozitif teoloji’ adını verdiği şeyi benimsemeye yöneltmişti.. asıl meseleleri, özgül dogmalardan, vahyin hakikat içeriğinden çok zihniyetti.. o zamanlar bu çevreyi ilgi çekici bulan bir ahbabım, toplantılarına davet edilmediği için üzülmüştü.. yeterince sahici olmadığını ima etmişlerdi ona.. çünkü ‘kierkegaardcı’ sıçramaya ihtiyatla yaklaşıyordu; özerk düşüncenin şahadet ettiği dinin böylece özerk düşünceye tabi duruma gelip, tanımı gereği önünde sonunda dönüşmek istediği mutlaklığı olumsuzlayacağından şüpheleniyordu.. bir araya gelen bu insanalar entelektüalizm karşıtı entelektüellerdi.. mutabakatlarının üstünlüğünü karşılıklı tekrar ettikleri amentüleri telaffuz etmeyenleri dışlayarak teyit ediyorlardı.. zihinsel ve manevi düzeyde savundukları düşünceyi ‘ethos’ belliyorlardı; sanki kendinden üstün olanların öğretisini benimsemek kişinin içsel rütbesini de yükseltirmiş gibi; yeni ahitte, ferisiler aleyhine tek bir söz bile yokmuş gibi.. bundan kırk yıl sonra, ‘evanjelik’ bir bilim kurulu toplantısında, konuşmacılardan birisi günümüzde ilahi müziğin mümkün olup olmadığı konusunda şüphelerini dile getirdiğinde, emekliye ayrılmış bir piskopos toplantıyı terk etti.. bu piskopos da, hizaya girmeyenlerle ilişkiye girmemesi yolunda uyarılmıştı ya da bu kişilerle alışverişten muaf tutulduğunu düşünüyordu: sanki eleştirel düşüncenin nesnel bir temeli yokmuş, eleştirel düşünce öznel bir sapmaymış gibi.. bu tip insanların ortak yanı, ‘borchardt’ın tabiriyle, doğru pozisyon alma çabasıdır; adeta kendilerine kayıtsız şartsız güveniyormuş gibi düşüncelerini açık etmekten korkarlar.. o zamanlar odluğu gibi bugün de, somut addettikleri şeyin, güvenilmez buldukları ama kavramlardan silinmesi mümkün olmayan soyutlama karşısında bir kez daha yenik düşme tehlikesini sezerler.. somutlamanın fedakârlıkta, özellikle de entelektüel fedakârlıkta vaat edildiğini düşünürler.. ‘heretikler’ bu çevreye ‘sahiciler’ adını vermişti.. ‘varlık ve zaman’ o zamanlar daha yayımlanmamıştı.. ‘heidegger’ bu çalışması boyunca sahiciliği varoluşsal ontoloji bağlamında, bütünüyle felsefi bir terim olarak kullandı ve sahicilerin kuramsal açıdan daha zayıf bir yaklaşımla uğrunda çabaladıkları şeyi felsefeye etkili biçimde yedirerek berikine ikircikli yaklaşanları da kendi safına kattı.. onun sayesinde, itibari talepler vazgeçilebilir hale gelmişti.. kitabın halesini, 1933 öncesinde entelejansiyanın karanlık dürtülerinin yönlendiği yeri makul bir yer olarak tasvir edişinden, bunun tümüyle mecburi olduğunu gözler önüne serişinden kazanıyordu.. ondaki ve onun dilini takip eden herkesteki o teolojik tını, zayıflamış halde de olsa günümüzde bile çınlamakta şüphesiz.. çünkü o yıların teolojik iptilaları, o zamanlar kendilerini elitler olarak tesis edenlerden oluşan çevrenin sınırlarını katbekat aşarak dile sızmış durumdadır.. sahicilerin dilindeki kutsal niteliğin kaynağı, etrafa ulaşılabilecek başka bir otorite olmadığı için hıristiyanlığın dilini andırdığı yerlerde bile, hıristiyanlık kültünden ziyade sahicilik kültüdür.. sahicilerde düşünce belirli bir içerik kazanmadan önce bu dilin kalıbına dökülür ve böylece tam da tabi olma hedefine başkaldırma niyetinde olduğu yerde, bu hedefe uyum sağlar hale gelir.. mutlağın otoritesi, mutlaklaştırılmış otorite tarafından alaşağı edilir.. faşizm bir komploydu ama salt komplodan ibaret değildi; muazzam bir toplumsal gelişim sürecinde yeşerdi.. dil faşizme bir sığınak sağladı; için için yanan kötücüllük bu sığınakta kendini kurtuluşun ta kendisiymiş gibi ifade etti..”
..
“zihinsel emek verdiği söylenen ama başkası için çalışan ve bağımlı ya da ekonomik açıdan zayıf olan meslek gruplarında jargon bir meslek hastalığıdır.. bu tür grupların, genelde toplumsal olan işlevlerinin yanı sıra özgül bir işlevleri de vardır.. eğitimleri ve bilinçleri, toplumsal işbölümünde kendilerine düşen eylem alanı olan tini çok geriden, adeta topallayarak takip eder.. hem yüksek kültürün paydaşı –tapon malların modern olduğunu düşünen tipler- hem de kendilerine ait bir öze sahip bireyler olarak, bu arayı jargon üzerinden kapatmaya çalışırlar; aralarındaki daha saf olanlar buna ısrarla, el sanatlarında kullanılan bir tabirle –ki jargon bu alandan da az şey ödünç almamıştır- kişisel dokunuş adını verirler.. jargonun basmakalıp lafları öznel heyecanlar temin eder.. kişinin, o basmakalıp laflarla, aslında yapıyor olduğu şeyi yapmıyormuş, yani diğerleriyle birlikte koyun gibi melemiyormuş, bunu da şüphe götürmez biçimde özgür biri olmasına borçluymuş gibi görünmesini sağlar.. özerkliğin içeriği, biçimsel özerklik jestiyle ikame edilir.. cafcaflı bir adla bağlanım denen şey aslında dışarıdan dayatmayla ödünç alınmıştır.. kültür endüstrisinde sözde-bireyselleşmenin sağladığını jargon kültür endüstrisini küçümseyenler için sağlar.. ilerici yarı-eğitimliliğin almanya’daki semptomudur bu: tarih tarafından yargılandıklarını ya da en azından düşüşte olduklarını hisseden ama akranlarına ve kendilerine elit sınıfın içindeymiş gibi rol kesenler için icat edilmiş gibidir.. sadece küçük bir gurup tarafından yazıldığı için nüfuzunun küçümsenmemesi gerekir.. sınavlarda sahici karşılaşmalar üzerine sayfalar dolduran üniversite öğrencisinden, bir piskoposun ‘tanrının sadece akla hitap ettiğine inanıyor musunuz?’ diye soran basın sözcüsüne kadar çok sayıda kanlı canlı insan konuşmaktadır jargonu.. bu insanlar dolaysız konuşma tarzını bir dağıtımcıdan teslim almıştır.. ‘thomas mann’ bu yeni almanca’nın teamüllerini gözlemleyecek kadar uzun yaşamamıştır ama ‘doktor faust’un öğrencilerinin 1945 yılında ‘auerbach’ mahzeninde gerçekleştirdikleri teoloji sohbetlerinde söz konusu teamüllerin büyük bölümünü keskin bir ironiyle öngörmüştür; münasip modeller elbette 1933’ten önce de mevcuttu ama jargon ancak nasyonal sosyalizmin dilinin artık istenmediği savaş sonrasında her yere yayılabilmiştir.. o zamandan beri, konuşulanla yazılan arasında çok yakın bir karşılıklı etkileşim söz konusudur; bu sayede, besbelli radyo seslerini taklit eden -radyodaki sesler de sahiciliğin matbu eserlerinden yararlanır- matbu jargon okumak mümkün hale gelmiştir.. dolaysızlık ve dolaylılık ürpertici biçimde birbirleri üzerinden aktarılır; bu ikisi sentetik biçimde hazırlandığı için dolayımlanan şey de doğal olanın karikatürü haline gelir.. jargon birincil ve ikincil cemaatleri tanımadığı gibi tarafları da tanımaz artık.. bu gelişmenin reel bir temeli vardır.. ‘kracauer’in 1930’da ‘maaşlılar kültürü’ olarak teşhis ettiği, o zamanlar doğrudan işlerini kaybetme tehdidi altında olan beyaz yakalı proletaryayı bundan daha özel olduğuna inandırarak burjuvazinin hizasına getiren kurumsal ve psikolojik üstyapı, süregelen konjonktürde kendini orta sınıf mensuplarından oluşan birleşmiş bir millet sanan ve kolektif narsisizmin devamı için sahicilik jargonunu memnuniyetle benimseyen bir müşterek dille bunu tasdik ettiren bir toplumun evrensel ideolojisi haline gelmişti; sadece bu dili konuşanlar için değil, nesnel tin için de geçerlidir bu durum.. jargon, evrensellikle damgalanmış burjuva kökenlere sahip olma ayrıcalığıyla evrensel olanın güvenilir olduğunu beyan eder: nizami müşkülpesentlik tınısı, kişinin kendinden kaynaklanır gibi görünür.. en önemli getirisi iyi hal belgesidir.. söylenen ne olursa olsun, böyle bir tınıya sahip ses, bir toplumsal sözleşmeye imza atmaktadır.. gerçekte olduğundan daha fazlasıymış gibi davranan bir varolan karşısındaki huşu itaatsiz olan her şeyi yerle bir eder.. bu oluvermenin, dilin söylenmiş olanın içini söyleme yoluyla boşaltmasına yol vermeyecek kadar derin olduğunu anlamamız istenir.. pirüpak eller, geçerli mülkiyet ve iktidar ilişkilerini herhangi bir şekilde değiştirmeye tenezzül etmez; o tını bunu tıpkı ‘heidegger’’in ontik olanı hor görmesi gibi hor görür.. jargonu konuşan kişi, güvenilir kişidir; insanlar ceketlerinin iliğine, şu sıralar pek itibarı kalmamış parti rozetleri yerine jargonu takıverirler.. jargonun o saf tınısından pozitiflik damlamaktadır adeta, üstelik fazlasıyla sabıkalı olanın lehinde konuşarak kendini küçültmesine bile gerek kalmaz bunun için; uzun zaman önce topluma nüfuz etmiş ideoloji şüphesi bile silinir.. faşizmin eleştirel düşünceyi yok etmek için kullandığı yıkıcı ve yapıcı ayrımı jargonda rahatça kış uykusuna yatar..”
..
“ bilgiçlik, esaslı bilim olarak sunulan sözüm ona radikal felsefi tefekkürün sözcülüğünü yapar, üstüne üstlük asla felsefenin vaat ettiği yere varmamak gibi bir yan ürünle ödüllendirilir.. teferruatlı ön mülahazalarıyla esas meselenin kolaylıkla unutulmasına yol açan ‘husserl’e kadar gider bu; oysa eleştirel düşünüm her şeyden önce, müşkülpesentliğin sürekli ötelediği felsefi ifadeye yönelir.. onurlu ön tarihi alman idealizminde bulunabilecek olan iddia, yani sonucun önemsiz olduğu iddiası bile stratejik kurnazlık olmadan öne sürülemez.. ‘kafka’nın dünyasındaki idari ofisler de benzer biçimde vazifelerini yerine getirmez, karar almayı erteledikçe ertelerler, ama bu kararlar herhangi bir gerekçe olmadan kurbanlarının karşısına apansız çıkabilir.. jargondaki kişisel olanla kişisel olmayanın mütekabiliyeti; nesnel olanı güya insanileştirmesi, insanın gerçekte bir nesneye dönüşmesi, bunların hepsi, soyut hukukla nesnel usul kurallarının yüz yüze karar alma kılığına büründüğü idari durumların göz alıcı bir suretidir.. ‘hitle’ iktidarının ilk dönemlerinde görev yapan ‘sturmabteilung’ mensubu erkeklerin görünümünü unutmak imkansızdır.. idari işler ve dehşet işte bu adamların görünümünde çarpıcı biçimde bir araya gelmiştir: baş hizasındaki belge klasörleri, alt kısımda o uzun çizmeler.. sahicilik jargonu, bazı sözcüklerinde, örneğin, yönelimin adil veya adil olamayan biçimlerde kararlaştırdığı konularla sual kabul etmez emirler arasındaki, otoriteyle duygu arasındaki ayrımın belirsizleştiği ‘görev’ gibi sözcüklerinde bu tablodan bir şeyleri barındırır.. görev sözcüğü jargona, jargonun kurucularından biri olan ‘rilke’nin ‘duino ağıtları’nın ilkinden alınan ilhamla dahil edilmiş olabilir; uzun yıllar boyunca hırs sahibi her doçent o ilk ağıtı çözümlemeyi kendine görev addetmiştir.. ‘bütün bunlar görevdi..’ bu dize, dile getirilemeyen bir deneyimin özneden bir talebi olduğuna dair belli belirsiz bir hissiyata yol açar, tıpkı ‘apollon’un arkaik gövdesinde olduğu gibi : ‘nice yıldız bekler dururdu sen göresin diye..’ şiir bunun üzerine, böylesi bir talimatın bağlayıcı olmayışının ve beyhudeliğinin ifadesini, elbette ki, şiirin öznesinin kifayetsizliği olarak ekler: ‘ama sen yeterli miydin ki?’ ‘rilke’ görev sözcüğünü estetik görünümün korunağı altında mutlaklaştırır ve şiir ilerledikçe, kendi ‘pathos’unun çoktan beyan ettiği hakkı kısıtlar.. jargonun tek yapması gereken, bu çekinceyi ustalıkla aşıvermek ve şüpheli bir şair bozuntuluğuyla mutlaklaştırılan görev sözcüğünü sözlük anlamıyla kullanmaktır.. ama yeni romantik şiirin prosedürlerinin bazen jargonunkilere benzemesi ya da en azından ürkekçe onun için gerekli ortamı hazırlaması bizi hemen kötülüğü şiir biçimi içinde aramaya yöneltmemelidir.. fazlasıyla masum bir bakış açısıyla savunulacağı üzere, kötülük şiir ve düzyazının karışımında temellenmemektedir.. bunların her ikisi de aynı nedenle eşit derecede yanlıştır..”
THEODOR W. ADORNO
‘SAHİCİLİK JARGONU.. Alman İdeolojisi Üzerine 1962-1964..’ – THEODOR W. ADORNO, Çeviri : ŞEYDA ÖZTÜRK, METİS Yayınları , Ocak 2012, 129 Sayfa..