Archive for Mart, 2012

KAÇIŞ..

Bundan başka bir şey değildi aşkımız:

gider, dönerdi gene ve bize

gözleri kapalı, uzak, çok uzak

mermerleşmiş bir gülümseme getirirdi

yitik sabahın otunda

garip bir deniz kabuğu

ruhumuzun inatla açıklamaya çalıştığı.

 

Bundan başka bir şey değildi aşkımız:

sessizce yoklardı çevremizde ne varsa,

açıklamak için ölmek istemeyişimizi

bunca coşkuyla.

Ve tutunduysak başkalarının bellerine,

vargücümüzle sarıldıysak boyunlarına,

soluğumuz karıştıysa

bir başkasının soluğuna,

ve yumduysak gözlerimizi, bundan başka

bir şey değildi:

bu derin acıydı yalnız, tutunabileceğimiz,

kaçışımızda.

 

YORGO SEFERIS.. (1900-1971)

 

‘ÇAĞDAŞ YUNAN ŞİİRİ ANTOLOJİSİ..’, Hazırlayan : CEVAT ÇAPAN, ARTSHOP Yayınları, 2009, 240 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘tutkunun çığlıklara ihtiyacı vardır, aşkın kendisi kelimelerden zevk alır, fakat yakınlık sessiz kalabilir..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘mutlak surette yalnızdım.. şu ana kadar, arzumun vücut bulduğu insan yüzleri konusunda hep suskun kaldım; sizinle benim arama sadece anonim hayaletler soktum.. beni buna utangaçlığın ya da insanın kendi hatıraları karşısında bile duyduğu kıskançlığın zorladığını sanmayın.. sevmiş olmakla övünmüyorum.. en şiddetli heyecanların ne kadar kısa sürdüğünü iyi biliyorum; ölümlü, her yönden ölüme bağımlı varlıkların yakınlaşmasından, ölümsüz olma iddiasındaki bir duygu çıkarmayı istemeyecek kadar.. başka birinde bizi heyecanlandıran şey, neticede ona hayat tarafından ödünç verilmiştir.. ruhun da beden gibi yaşlandığını; en iyilerde bile, tıpkı gençlik gibi bir mevsimlik çiçek açmadan, geçici bir mucizeden başka bir şey olmadığını fazlasıyla biliyorum.. öyleyse dostum, geçip gidene yaslanmak neye yarar..

yapmacık duygulanmalardan, şehevi aldatmacadan ve tembel alışkanlıktan oluşan alışılagelmiş bağlardan çekindim. öyle sanıyorum ki, ancak mükemmel bir varlığı sevebilirdim; bu varlığı günün birinde bulmam mümkün olsa bile, onun bana kucak açmasına layık olamayacak kadar vasat biri olduğumu düşünüyorum.. hepsi bu da değil, dostum.. ruhumuzun, zihnimizin, vücudumuzun talepleri çoğu zaman birbiriyle çelişir; tatmin edilmesi gereken bunca farklı şeyi, bunların kimini bayağılaştırmadan, kiminin de hevesini kırmadan bir araya getirmekte sanırım zorluk çekerim.. dolayısıyla, aşkı ayrı bir yere koydum.. sıkılganlığım yeterli bir sebepken, edimlerimi metafizik açıklamalarla desteklemek istemiyorum.. bağlanmaktan ve acı çekmekten duyduğum karanlık bir dehşet yüzünden, hemen hemen her zaman kendimi sıradan suç ortaklarıyla sınırladım.. bir tutkuya tutsak olmadan da bir içgüdünün tutsağı olmak yeter zaten, ve hiçbir zaman sevmediğime samimi olarak inanıyorum..

sonra, aklıma hatıralar geliyor.. korkmayın: hiçbir şeyi tasvir etmeyeceğim; size isimler vermeyeceğim; isimleri unuttum bile, ya da hiç öğrenmedim.. bir neşenin, bir ağzın ya da gözkapağının özel kavisi geliyor gözümün önüne; hüzünlü oldukları için sevilen bazı yüzler, dudaklarının sarkmasına neden olan bıkkınlık kıvrımı, hatta genç, cahil ve güleç birinin sapkınlığındaki bilmem hangi saflık; ruhtan, bir vücudun yüzeyine yükselen her şey.. bir daha karşılaşılmayacak, karşılaşılmak istenmeyen ve tam da bu yüzden samimi bir şekilde kendilerinden söz eden ya da susan yabancıları düşünüyorum.. onları sevmiyordum: bana sunulmuş olan azıcık mutluluğu almak istemiyordum; onlardan ne anlayış, ne de anlık bir şefkat diliyordum: sadece onların hayatına kulak veriyordum.. hayat her varlığın esrarıdır: öyle harikuladedir ki onu hep sevebiliriz.. tutkunun çığlıklara ihtiyacı vardır, aşkın kendisi kelimelerden zevk alır, fakat yakınlık sessiz kalabilir.. yakınlığı yalnızca belli minnet ve rahatlama dakikalarında değil, hiçbir sevinç fikriyle ilişkilendirmediğim kişilere karşı da duydum… sessizce yaşadım bu yakınlığı, çünkü esinleyenler anlayamazdı onu; anlamaları da şart değil zaten.. hayallerimdeki simaları, zavallı vasat insanları, bazen de kadınları bu şekilde sevdim.. ama kadınlar, tersini söyleseler de, şefkatte aşka giden yolu görürler..

 

MARGUERITE YOURCENAR..

‘ALEXIS YA DA BEYHUDE MÜCADELENİN KİTABI..’ , MARGUERITE YOURCENAR, Çeviri: SOSİ DOLANOĞLU, METİS Yayınları, Mart 1999, 85 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hasta Parçacıklar –VI

“Çıplak Narkolepsi ”

Birden merdivenlerde buluverdim kendimi. Geniş, en azından her katta ellişer basamaklık beton merdivenler. Bulunduğum yeri kestiremiyordum. Ortamda garip bir serinlik vardı. Ve loştu. Gecenin bir vakti olmalıydı herhalde. Hiç kimse yoktu ortalıkta. Merdiven boşluğundan aşağıya baktım. Sessiz bir karanlık vardı . Yukarıya baktığımda ise bu loşlukta hatta yukarılara doğru zifirileşen karanlıkta en azından beş kez gidişli gelişli dolanan  merdiven parmaklıklarını seçebildim. Üşümeye başlamıştım. Neden buradaydım. Ne zaman gelmiştim. Birden o ana kadar fark etmediğim vücudumun çıplaklığını sezdim. Daha fazla üşümeye başladım. Ne olmuştu bana. Beni bu tanımadığım merdivenlere getiren neydi? Amaçsız bir şekilde merdiven boşluğundan  aşağıya ve yukarıya bakıyordum. Ara sıra da aynı kat üzerinde birkaç basamak inip çıkıyordum. Bir süre sonra yorularak merdivenlerin inilip çıkmaktan aşınarak parlamış basamak kenarlarına ayağımı sürterek isteksizce bulunduğum yere oturuyordum. Bir an  ayak sesleri duydum- alt katlardan olsa gerek. Telaşlandım. Böyle  çırılçıplak merdivende yakalanmam pek de hoş olmazdı. Yukarı doğru hızla çıkmaya başladım.  Arada bir merdiven boşluğunu da gözlüyordum. Ayak sesleri kesildi. En azından dört kat çıkmış olmalıydım. Merdivende ne bir pencere vardı ne de çıktığım katlar herhangi bir daireye açılıyordu.  Bir koridorun merdivenleştirilmiş  şeklinde  yürüyor gibiydim. Kısılıp kalmışlık duygusu ağır basmaya başlamıştı ve merdivenlerin nereye kadar gittiğini görmek için yukarı doğru  tırmanmaya başladım.  Çıktıkça her katta durup  içinde bulunduğum binanın  tavanına ne kadar yaklaştığıma bakıyordum. Bir ara merdivenlerin hiç bitmeyeceği düşüncesi  belirmişti. Çıktıkça yoruluyor ve umutsuzluğa kapılıyor , bu umutsuzluksa beni korkutuyor  ve daha  hızlı çıkmama neden oluyordu.  Sonuçta yorgunluğum  daha da artıyor ve kısır döngüdeki umutsuzluk son haddine ulaşıyordu.  Oldukça hızlandığım hatta koşarcasına  çıktığım bir anda  önümde ansızın beliren duvara çarptım ve olduğum yere yığıldım. Nefes nefese kalmıştım. Karnıma heyecan ve tedirginliğin yol açtığı ağrı ve kasılmalar girmeye başladı. Daha derin nefesler alarak biraz olsun kendimi toparlamaya çalıştım.   Yukarı çıkarken  herhangi bir pencereye de rastlamamıştım hani.  Birileri bana bir tuzak mı kurmuştu yoksa bir rüyada mıydım? Ama dokunduğum her şey gerçekti. Merdivenin soğukluğunu ayak tabanlarımda hissedebiliyordum. Duvarlar gerçekti. Muhtemelen beyaz olan tertemiz iğrenç duvarlar.  Birkaç kez yumrukladım. Tok bir ses çıktı. Oldukça kalın olmalıydılar.

Bu kez ümitsizce aşağıya inmeye başladım.  Üçer dörder atlayarak iniyordum. Bir ara ayağım bir basamakta  kayıp burkuldu. Bir süre kıvrandıktan sonra tekrar inmeye başladım. Tüm katlar aynıydı, soğuktu. “Birileri tarafından gözetleniyor olabilir miyim?” diye düşündüm. Ama her yerde pürüzsüz duvarlar ve kenarları inilip çıkılmaktan yuvarlanmış merdiven basamakları dışında hiçbir şey yoktu.  Mademki hiç pencere yoktu  merdivenleri az da olsa görebilmemi sağlayan  ışık nereden geliyordu? Duvarların boyası fosforlu türden parlayan bir boya da değildi hani. Yalnızca beyazımsıydı. Buna rağmen ışık yokken bu özellikleri seçebilmem mümkün olmamalıydı.  Hatta tenimin rengini de seçer gibiydim.  O zaman bir yerlerde ışık olmalıydı. İnmeye devam ettim. Merdiven boşluğuna yaklaştığımda aşağıdaki karanlığa yaklaşmış olduğumu gördüm  ve sonunda ulaşmayı başardım. Karşıma çıkan şeyse  yine anlamsız bir duvar oldu.  Yani merdivenlerin çıkışı yoktu. Neler oluyordu?  Giderek üşümem artmıştı.

Bir rüya gördüğüme dair şüphelerim artmaya başlamıştı. Böyle anlamsız bir ortamda nasıl oldu da kısılıp kalmıştım? Labirent içine konan deney fareleri gibi hissetmeye başlamıştım kendimi. Ama onlar yine de şanslıydılar. Labirentin elbette bir sonu vardı.  Ama benim içinse son  duvardı.

Bir an kendimi düşündüm. Kimdim ben? Sevdiğim bir kadın var mıydı? Ne iş yapıyordum? Hayattan zevk alıyor muydum? Tüm bu soruların cevapları karşıma çıkan duvarları açıklıyordu. Merdivenlerin birer nedeni vardı ve sonunda beliren duvarların. Düşünüldüğünde bulunabilecek nedenlerdi bunlar. Merdivenlerde uzun bir zaman inip çıkarak kendimi yormayı amaçladım. Böylece uyuyup gerçek hayatta uyanabilir miydim acaba? Ancak uykum zaten oldukça yorulmuş olmama rağmen gelmiyordu. Uyanmak istememe rağmen  böyle bir dürtüyü de kendimde bulamıyordum. Kısacası hem uyuyamıyordum hem de uyanamıyordum. Zihnimde ufak matematik hesaplar yapıyordum. Yalnızca vakit geçirmek için. Ama yaptığım basit işlemlerin cevaplarını şimdi hatırladığımda farklı veriyordum. Yani aslında cevaplar yanlıştı ama bana o an son derece mantıklı görünmüştü. Uyuyamıyordum ama sanki  aynı zamanda uyuyordum. Ama ya karşımdaki beyazımsı duvar. O da neyin nesiydi?

Birden bir ses duydum. En başta boğuk , kalın bir sesti bu. Sonra yavaş yavaş netleşmeye başladı. Midem bulanmaya başlamıştı sanki ve boğazımda bir şeyler düğümlenmiş gibiydi. Daha sonra boğazımdan bir şeylerin çekildiğini hissettim. Ardından ani bir öğürtü ile uyandım. “Hadi bitti ameliyatın. Uyan artık!” diyen bir sesi artık net olarak duyabiliyordum. Karşımda bulunduğum yerin beyaz tavanı duruyordu. Etrafıma baktım. Yeşil önlükler içinde yeşil kepli maskeli insanlar dolaşıyordu. Birisi elinde beyaz bir şeyle gelerek karnımın üzerine yapıştırdı. Kafamı yerine koyup uyumaya çalıştım. Bir şeyler düşünmeden.

Fran(sı)z (2003)

(Uyumuş ve uyanmışlık deneyimleri…)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(çizim: fran-sı-z)

‘çünkü herkes kurbandır.. ve herkes suçludur da..’ – pier paolo pasolini

“gündemden yine uzak kalmışız.. öyle diyorlar..

biz gündemin içindeyiz..

göbeğindeyiz..

yazmamız gerekmiyor.. biz zaten yaşıyoruz..

gerektiğinde de gerekeni kıvırtmadan yazıyoruz.. herkes rahat olsun..

neyse ülkenin gündemi yine karışık.. ‘suriye’ye ne zaman gireriz, nasıl gireriz diye sözde aydınıyla, politikacısıyla, medyasıyla bombardımana devam ediyorlar.. sağa sola kudurmuş köpekler gibi saldıran emperyalist devletler nedense ‘suriye’ye atlamakta tereddütteler ve maşa olarak kullanacak birkaç ülke aramaktalar..

bu hengame içinde ülkenin iç gündemi de karışık.. yaz boz tahtasına dönen eğitim sisteminde yapılmak istenen değişiklikler, tutuklu gazetecilerin bir kısmının tahliyesi, ‘sivas’ katliamının zamanaşımına uğratılması ve daha birçok mesele..

‘demokrasi eşittir faşizm’ düşüncemi her yerde her zaman dile getirdim ve sonuna kadar da bu düşüncemi savunuyorum.. ‘demokrasi balonu’ ya da ‘demokrasi yalanı’ ne derseniz deyin, yeryüzüne bakıldığı zaman ayan beyan ortadadır.. tartışmaya bile gerek yok.. demokrasi, saçma sapan seçim sistemleriyle iktidara gelen ‘x partisinin’ veya bilmem ‘p partisinin’ kendi düşüncesi dışındaki insanları  kendine benzetmek için değiştirmeye, dönüştürmeye çalıştığı ve kendi faşizmini ve fiziki yada manevi şiddet mekanizmalarını   kurduğu bir sistemdir.. bu kadar basit..

ülkemizi baz alacak olursak mecliste ülkenin tüm insanlarının temsil oranı nedir diye inceleyin.. kaç emekçi, kaç işçi, kaç köylü, kaç memur, kaç asgari ücretli var mecliste.. sendika ağalarını, paşalarını saymayın tabi.. ağırlıklı olarak müteahhitlerin olduğu bir meclis.. zaten ülke şantiye alanı.. buna da müteahhitler meclisi yakışır.. a, b, c fark etmiyor parti olarak.. hepsi aynı nitelikte..

neyse siyasi yapı ve sistem böyle olunca bütün ona bağlı sistemlerdeki insana dönük sonuçlar da benzer sonuçlar doğuruyor.. iki haftadır ‘sivas katliamıyla’ yatıp kalkıyoruz.. ‘sivas  zamanaşımına uğramasın’ diye bağırıp çağırıyoruz.. kaç sene geçmiş: 19 sene..

e peki bağıran bizler neredeydik 19 senedir.. 2 temmuz anmaları dışında, yani her senenin 1,2,3,4 temmuzlarında hadi 5 temmuzu da yazalım.. peki 6 temmuzda ne oluyordu diyelim.. UNUTUYORDUK.. ertesi seneye kadar unutuyorduk.. şu birkaç gündür gösterilen tepkiler çok önceden verilmeye başlansaydı bu sonuç ortaya çıkacak mıydı.. bir ihtimal yine de çıkabilirdi ama bu kadar kolay olmazdı.. bir iki hafta kala bağırıp çağırmanın pek bir anlamı yok..

zaten hukuksal olarak ortaya koyulan argümanlar da bir hukukçu olarak naçizane düşüncem çok saçma ve gülünç.. insanlık suçu sayılsın, soykırım sayılsın vs.. hukuksal olarak ve  içi boş söylemler.. yok hemen bir kanun çıkaralım zamanaşımından çıkaralım diyen hukukçular bile gördüm.. e peki hukukun en temel kaidesi olan ‘kanunların geriye yürüyemeyeceği’ hususunu nasıl atlıyor bu hukukçu kardeşlerim çok merak ediyorum.. geçenlerde bir abimizle bu meseleyi konuşurken fikrimizi sorduğunda ben gülünç bulduğumu söyledim kanun çıkaralım önerisini.. yanımdaki arkadaş da aynı şeyi söyledi.. abimiz ‘hayret ki sizin gibi objektif düşünen yok şu sıralar’ dedi.. gerçek budur, ne yani yüreğimiz yanıyor diye saçma sapan önerilerin arkasında mı durmamız gerekir..

sivas katliamı bir insanlık suçudur.. soykırım demek ise komiktir.. soykırımın kıstasları bambaşkadır.. belli bir güruh tarafından işlenen bir insanlık suçudur sivas.. katliamın nasıl meydana geldiği herkesin hafızalarında.. devletin belli güçlerinin denetim ve güdümünde işlenen şeriatçı ve faşist bir katliamdır sivas katliamı.. belli bir kesimdeki sivas katliamını tamamen derin devlete bağlayan görüşlere asla katılmıyorum.. ne yapmıştı derin devlet 20 bin tane psikopatı sivas’a toplayıp mı yaktırmıştı onlarca aydını, sanatçıyı.. zaten şu sıralar gökten yağan kardan, yolların buz tutmasından, hatta ve hatta depremlerden bile derin devlet sorumlu sayılıyor bazı aklı evvellerce.. hay maşallah bu derin görüşlere ne diyelim.. o zaman ki devlet yapısının ve iktidardaki koalisyon partilerinin tamamı sorumludur bu katliamdan.. en başta da iktidar ortağı ‘shp’ sorumludur bu katliamı engelleyememekle.. sen iktidar ortağı olacaksın başbakan yardımcısı olan parti başkanın olacak ve hiçbir bok yapamayacaksın.. iktidarın başındaki sağcı partinin başındaki hanımefendi katliamdan sonra çıkıp ‘otel dışındakilere bir şey olmamıştır’ diye akıllara zarar açıklamalar yapacak ve sen hala iktidar ortağı olup sosyal demokrasiden filan edebiyat yapacaksın.. bazıları yok hükümet yeni kurulmuştu filan diye savunmaya girişir.. hadi oradan.. ne olması gerekiyor hükümette bir yıl ya da iki yıl antrenmanlı mı olmak gerekir böyle bir katliamı engellemek için..

hepsi fasa fiso bu savunmaların.. sizin gücünüz vardı bu katliamı engellemeye ama siz engel olmadınız beyler bayanlar.. şimdi bakıyorum o dönemde hükümette ya da mecliste olan insanlar çıkmış timsah gözyaşları dökerek yavaş işleyen yargıyı vs suçluyorlar.. kendileri hiç suçlu değiller.. hiç iktidara gelmemişler sanki.. hükümetleriniz döneminde hemen failleri bulup yargılayıp iş bitirseydiniz ağalar paşalar.. hiçbir sorumluluğunuz olmadığı anda dışarıdan ahkam kesmek kolaydır..

19 senedir neredeydiniz ey insanlar, neyi bekliyordunuz.. bu ülkeden bu sistemden ne bekliyorsunuz çok merak ediyorum.. bu ülkede ‘çorumlar’, ‘maraşlar’ yaşanmadı mı.. bu ülke de aydınlar insanların gözleri önünde sokaklarda birer birer katledilmedi mi ve katledilmeye devam edilmiyor mu.. siyasi katliamları ve cinayetleri geçelim hepimiz gibi sade vatandaşlara ne demeli..  bu ülkede bir fabrikanın sekiz bayan işçisi kapalı kasa kamyonetin içinde sel sularında boğdurulup öldürülmedi mi daha iki sene önce.. beş tane mahkum daha bir sene önce cezaevi aracı içinde bilmem hangi  osuruktan sebepten  çıkan yangın sonucu yanan cezaevi aracında kameralar önünde ölüme terkedilmedi mi, neden o yangında sadece mahkumlar öldü de araçta bulunan diğer görevlilerin kılına bile ZARAR GELMEDİ! bu olaydan ne kadar vicdanınız sızladı, yüreğiniz yandı ey insanlık..  daha iki gün önce 11 sigortasız, karın tokluğuna çalıştırılan işçi çadırlarda beş dakika içinde göz göre göre yanmadı mı.. 2009 yılında yedi üniversite öğrencisi doğalgaz kaçağı vs denerek zehirlenerek ölmedi mi ankara’nın göbeğinde.. çıktı mı sorumlu birisi delikanlı gibi ‘benim yüzümden öldüler, vicdanım kanıyor’ dedi mi.. yok nerde! Ölenler suçlu sayıldı.. şerefsizce yapılan isnatlarla ölenler suçlandı.. yedi tane hayatının baharında genç ankara’nın göbeğinde katledildi..   yine 2009 yılında bir kan davası filan denilerek mardin’in bilge köyünde 44 insan katledilmedi mi kendi yakınları, köylüleri tarafından..  hayata döndüreceğiz diye 19 aralık 2000’de 30’u aşkın siyasi tutuklu ya da hükümlü katledilmedi mi bu ülkede.. koyunlarını otlatan küçük ceylan’ın kafasına havan topu mermisi inmedi mi bu ülkede.. van depremi sonrasında kurtarma çalışması yapılan alana gaz bombaları atılmış bir ülke burası. Gazeteci metin göktepelerin öldürüldüğü, hasan ocakların kaybedildiği bir vahşet ülkesi.. gazi katliamında sokak ortasında onlarca insanın avlanarak öldürüldüğü bir ülke burası..

hepinizin bildiği bu olayları hatırlamaktan tekrar kanınız dondu mu.. saymak gerekir mi daha.. henüz 1 mayıs katliamlarından, 16 mart katliamlarından ve onlarcasından bahsetmedim bile.. insan öğütme makinesi gibi çalışan bir ülke.. kendi insanına kıymaktan çekinmeyen bir anlayış.. 

yukarıda sayılan olayların kaçında gerçek suçlular cezalandırıldı.. kaçıyla ilgili verilen kararlar insanlığın vicdanını tatmin etti, yanan yüreklerin acısını bir nebze olsun dindirdi.. HİÇBİRİSİNİN..

aksine katliamlarda rolleri olanlar en iyi görevlere, makamlara getirildi.. kimisi milletvekili bile yapıldı.. kimisi geberip gittikten sonra arkasından şiirler, methiyeler bile düzülüp ağlamaklı programlar yapılmadı mı bu ülkede.. yapıldı.. e daha ne konuşup, bağırıp çağırıyorsunuz be kardeşim ‘sivas katliamı’ için.. boğazınıza, ses tellerinize yazık.. zamanaşımıysa zamanaşımı..

önemli olan bizim vicdanlarımızdaki, yüreklerimizdeki, beyinlerimizdeki zamanaşımı..

var mı böyle bir endişeniz..

yoksa problem yok demektir..

‘SİVAS’ VE DİĞER ONLARCA KATLİAMIN BİZİM İÇİN ZAMANAŞIMI YOK!

MESELE BU KADAR BASİT..

NE KATLEDENLERİ, NE GÖZ YUMANLARI ASLA UNUTMAYACAĞIZ..”

 

Crockett..

‘bahçesiyim ben siyah ve kırmızı acıların. içiyorum onları, tiksinerek kendimden, tiksinerek ve korkarak.’

BİRİNCİ SES :

 

Bundan daha acımasız bir mucize yok.

Atlarla, demir toynaklarla çekiliyorum.

Dayanıyorum.. Var gücümle dayanıyorum.

Bir işi tamamlıyorum.

Karanlık tünelin içinden çıkıp geliyor ziyaretler,

Ziyaretler, tezahürat, şaşkın yüzler.

Bir vahşetin odak noktasıyım.

Hangi acılara, hangi üzüntülere analık etmem gerekiyor?

 

Böylesine bir masumiyet öldürebilir mi insanı,

Öldürebilir mi? Özsuyumu emiyor benim.

Ağaçlar çürüyor sokakta. Yağmur çürütücü.

Dilimde tadıyorum onu, onu ve yaşanabilir dehşetleri,

Direten, ortalıkta gezinen dehşetleri, alet çantalarıyla

Yürekleri tik-tak vuran, önemsenmeyen vaftiz analarını.

Koruyan bir duvar ve çatı olacağım.

Bir gökyüzü ve iyilik tepesi olacağım. Ah, bırakın beni!

 

Bir güç büyüyor üzerimde ve eski bir inatçılık.

Dünya gibi parçalanıyorum. Karanlık,

Balyoza benzer bu siyahlık. Bir dağın üzerinde

Kavuşturuyorum ellerimi.

Hava ağır. Bu çalışmayla ağır.

Kullanıldım. Tepe tepe kullanıldım.

Gözlerimi sıkıştırıyor bu siyahlık.

Hiçbir şey göremiyorum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİNCİ SES :

 

Suçlanıyorum. Soykırımları düşünüyorum.

Bahçesiyim ben siyah ve kırmızı acıların. İçiyorum onları,

Tiksinerek kendimden, tiksinerek ve korkarak.

Kavrıyor sonunu şimdi..

Dünya ve kolları sevgiyle açılmış, ona doğru koşuyor.

Her şeyi hasta eden ölüm sevgisi bu.

Gazete kağıdını lekeliyor ölü bir güneş. Kırmızı.

Yaşam üstüne yaşam yitiriyorum.

İçiyor onları karanlık yeryüzü.

 

Hepimizin vampiri o. Böyle arka çıkıyor bize.

Semizletiyor bizi, iyi davranıyor. Ağzı kırmızı.

Tanıyorum onu. Hem de çok yakından –

Yaşlı kış yüzlü, yaşlı kısır, eski zaman bombası.

Alçakça kullandı erkekler onu. Onları yiyecek.

Ye onları, ye onları, ye onları sonunda.

Güneş alçaldı. Ölüyorum. Bir ölüm üretiyorum.

 

SYLVIA PLATH..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ÜÇ KADIN..’ , SYLVIA PLATH, Çeviri : GÜRKAL AYLAN, ARTSHOP Yayınları, 2006, 62 Sayfa..

Psiko-Sosyal İtiraflar – 2: Kabil Habil’i Neden Öldürdü?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Zavallı Kabil, başına bunca iş açılacağını, her cinayette kendisine gönderme yapılacağını bilseydi, Habil’i öldürebilir miydi? Zavallı Kabil, loser Kabil. Hem katil hem de maktul. Son kertede, her ikisi de kendilerine biçilen rolü oynamış iki arketip. Adem’in oğulları olan Kabil’in çiftçi ve Habil’in ise çoban olduğu rivayet edilir. Ortak bilinçaltında, Kabil kötüyü, Habil ise iyiyi temsil eder. Bundan bir sene öncesine kadar Habilgillerden olmanın artı bir durum olduğu kanaatindeydim. Ammawelakin, şimdilerde bu zannım alt üst olmuş durumda. Hep iyi olmak, hep aydınlık tarafta durmak… Onca zaman ruhuma/bedenime/zihnime acıtarak çarpan birilerine kızdığımda, kendimi suyumda boğulayazarken bulduğumda… Şimdi anlıyorum, boğazıma dolan su başkasının dalgasından değil, bizzat kendi karanlığımdandı. Habil de Kabil de aynı anda içimdeydi.

Yıllar öncesinde, yeniyetmelik zamanlarımda çok sevdiğim ve saydığım aile büyüğüm, aile içi bir meselenin görünürde “haksız” olarak yaftalanan tarafı olan bendenize, meseleyi bir çözüme kavuşturmak amacıyla, ancak olaya kendisine aktarılan karşı tarafın görüşüyle yaklaşarak “Habil-Kabil” meselinden dem vurmuştu. Tabi, bu meselde önemli olan, Kabil’in Habil’i öldürmesine neden olan kıskançlık ve zararlarıydı. Karşı taraf, suçsuz ve haksızlığa uğramış Habil, ben ise kardeşini kıskandığı için ona zarar vermekle lanetlenmiş Kabil’dim. Oysa, kimse meselenin aslını soruşturmamıştı. Ben de kendimi savunmamış, kalbimi yaşadığı haksızlığa karşı korumamıştım. Bu ne cüret! İnsan, kendisine karşı böyle bir haksızlığın yapılmasına neden kayıtsız kalır ki? Kimdim ben? Bir kadının bedenine bürünmüş İsa mı? İçine doğduğum ailenin yanlış anlamalarının ve yansıtılmış karanlığının objesi ve sunakta onların huzuru için kendini kurban eden “ailemizin İsa”sı mı?

Görünürde Kabil olsam da, görünmeyen de Habil’dim. Kardeşinin kıskançlığından doğan öfkesine kendini teslim eden Habil’in – mevcut rivayetlere bakıldığında- aslında o kadar da teslim bir hali yok. Giderayak Kabil’i lanetliyor ve gelecek nesillerde ne zaman bir ihtiras cinayeti işlense, Kabil’in de bu günahın ilk temsilcisi olarak lanetlenmesi için Tanrı’ya yakarıyor. Be adam, madem kendini İsa gibi insanlığın kurtuluşu için karşılıksız kurban etmeyecektin, niye kalkıp da Kabil’e karşı nefsini savunmadın? Kendimi, aynı soruya cevap bulmaya çalışırken yakaladım yıllar içinde. Aslında, söz konusu haksızlığı hoş görüp, olayların akışına bilinçle şahitlik edebilecek bir düzeyde değildim.  Körleşmiş ve kendi kalbimin kurban edilmesine kayıtsız kalmıştım. Son kertede, kimse bana bir şey yapmamıştı.

Başkalarının acılarına bir Albatros gibi doğrudan dalan ben, aslında kendi kalbini savunup koruyamadığı için, bunu başkalarının acılarına bakarak, onları kanatları altına alarak telafi etmeye çalışan bir Don Kişot, kalbi kırık bir çocuktum. Belki de bu yüzden, kalbime –evime- dönmek için derin bir özlem duyduğum her seferinde, kendimi Raskolnikov gibi hissediyordum. Kıyımına kayıtsız kalarak katline ortaklık yaptığım kutsal vadime dönüp, ayakkabılarımı çıkararak dolaşacak yüzü kendimde bulamıyordum.

Kabil, Adem’in asi çocuğu, Habil ise itaatkar çocuk; ancak her ikisinin de doğal çocuğu babanın otoritesine göre sınıflandırılmış. Kabil, hasadından en iyisini Tanrı’ya adak olarak sunmuyor, Habil ise sürüsündeki en besili hayvanını sunuyor. Ne yani, Tanrı’nın Habil’in ve Kabil’in adayacaklarına gereksinimi mi var? Baba yani Adem, Tanrı’nın yeryüzündeki elçisi. Yasa’yı diğerlerine aktarmakla ve gözetmekle yükümlü. O kadar! Yargılamak ise ne onların ne de bizim işimiz. Rab iki eliyle yarattı alemi, ademoğulları koşulsuz sevginin yolunu, yazgının karanlık ve aydınlık patikalarından geçerek, duyarak, sezerek, yüksek bir bilinç düzeyine geçiş yaparak bulsunlar diye. Tanrı adına mı konuşuyorum? Öyle, ama benim “özel rabbim” böyle diyor. Çünkü, hem dışında ve O değil hem de merkezinde ve O.

Kabil’in kıskançlığının kölesi olması onu kardeş katili yaptı, lanetlendi, evden uzak yollara vurdu kendini, yine ona dönebilmek için. Lakin dönemedi. Aldığı “ah” ile yüzleşmediği için, nereye sürüklerse sürüklesin üzerine, “öldür beni ben bir katilim” emri kazınmış bedenini, bir türlü huzur bulamadı. Bir gün, kendi oğlunun attığı taş ile öldü.  Habil ise teslimiyetinin, koşulsuz sevgisinin değil, kayıtsız itaatinin kölesi oldu. Bir ikindi vakti, kardeşinin suretine bürünerek gelen ölüm yeryüzünden Habil’i silerken, Habil kalbinin ilk defa, kardeşi Kabil’i lanetlerken farkına vardı. Tüm bu olup bitene dair ne kaldı geride, sadece anlamsızlığın, sadece zulmün, sadece şeyleri yerli yerine koyamamanın neden olduğu kafa karışıklığı. Bugün burada, Kabil ve Habil yan yana. İkisi birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlar. Kabil, babasının emirlerine kayıtsız itaat etmediği için onaylanmamasının kendisine hissettirdiği yetimlik hissinin tetiklediği kıskançlığının kölesi olduğunu söylüyor: “Evet, gitmeliydim. Kendi yoluma gitmeli; özgürce içimdeki karanlık yüzümle mücadele ederek evin yolunu bulmalıydım.” Habil, kardeşinin üzgün ve anlamış yüzüne bakıyor. Kafası karışmış; ancak şimdi daha rahat. O da ortada bir suçlu ya da suçsuz olmadığının farkında artık. Kardeşinin elini tutuyor ve onunla: “Ben de sorgulamalı, kalbime rağmen Yasa’ya kayıtsız şartsız itaat etmemeliydim. Beni sen öldürmedin. Beni yine ben, senin suretine bürünmüş duygularım, bastırdığım karanlık yanım öldürdü.” diyerek sulh yapıyor.

Şimdi daha özgürüm.

‘İbn-i Zerabi’

Not: “Psiko-sosyal itiraflar” adı altında sizinle paylaştığım bu iç döküşlere ebelik yapan; yıllardır göz ardı ettiğim Jung’u görünür kılan ve Transaksiyonel Analiz’in kurucusu olan Eric Berne ile tanışmama vesile olan Bayan B.’ye, bilgeliği ve cömertliği ile şifalanmama destek olduğu için çok teşekkürler.

(resim : william blake…)

‘YALNIZ TAŞLAR AĞLAMIYOR BURDA..’

SAVAŞ ANNELERİ

 

Baktıkça savaşın korkunçluğuna

Her yeni kurban alışında bir çarpışmanın

Ne dostlardır acıdığım, ne asker dulları,

Ne de kendisi ölen kahramanın…

Ah, kadın bulur bir avuntu gönlüne,

Ve en iyi dost unutur dostunu;

Yapayalnız bir yürek var ki bir yerde ama,

Unutmaz girinceye dek mezara!

Biz ikiyüzlülerin günlük işleri

Ve onca bayağı, sıradan şeyler arasında

Baktım göz ucuyla şu dünyada birilerinin

Yürekten süzülen kutsal gözyaşlarına

Gözyaşlarına yoksul annelerin!

Yer yok yüreklerinde onların unutmaya

Ölen çocuklarını kanlı topraklarda,

Suya sarkan dalları sanki salkımsöğütlerin

Hep eğik başları, hep aşağıda…  (1855)

 

NİKOLAY ALEKSEYEVİÇ NEKRASOV

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÇOCUKLARIN AĞIDI

 

Kardeşler, dinlerken lanetlerini umursamadan

Yaşam kavgasında tükenip giden insanların,

Acaba duyuyor musunuz onların ardından

Sessiz gözyaşlarını ve acısını çocukların?

 

‘Mutlu yaşar her canlı

Pırıltılı yıllarını çocukluğun,

Alır çılgınca yaşanan çocukluktan

Alır oyunların, sevinçlerin haracını.

Ama kısmet değil bize kırlarda,

Altın rengi ovalarda koşup oynamak:

Çeviriyoruz, çeviriyoruz, çeviriyoruz fabrikalarda

Çarkları sabahtan akşama dek!

 

Döküm çark dönüyor,

Çark uğunuyor, ve bir rüzgâr kopuyor hızından,

Baş alevler içinde, baş dönüyor,

Ve yürek çarpıyor, çevredeki her şey dönüyor:

Gözlük camlarının üzerinden bizi gözetleyen

Kırmızı burnu acımasız ihtiyar kadının,

Duvarlarda gezinen sinekler,

Duvarlar, pencereler, kapılar, tavanlar,

Giderek daha hızlı dönüyor! Başlıyoruz çıldırasıya,

Avazımız çıktığınca bağırmaya:

– Ey korkunç dönüş, biraz dur!

Fırsat ver zayıf belleğimizi toparlamaya!

Ağlamak da yararsız, dua etmek de

Çark durmuyor, çark acımıyor:

Lanet şey dönüyor- gebersen de,

Gebersen de vınlıyor, vınlıyor, vınlıyor!

 

Bu kölelik içinde, bitkin,

Sevinmek, hoplayıp zıplamak nerde!

Şimdi deseler ki hadi kırlara çıkın,

Çıkar uyurduk serilip çimenlere.

Ama dönmemiz gerek hemen eve,

Ne diye gidiyoruz ki sanki oraya?..

Tatlı geliyor evde avunmak bize:

Oysa keder ve yoksulluktur karşılayan bizi eşikte!

Orda, yorgun başı yaslayıp

Solgun annenin göğsüne,

Dağlıyoruz yüreğini zavallının

Sarsıla sarsıla ağlayarak hem ona, hem kendine..’ (1860)

 

NİKOLAY ALEKSEYEVİÇ NEKRASOV

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘YALNIZ TAŞLAR AĞLAMIYOR BURDA..’ NİKOLAY ALEKSEYEVİÇ NEKRASOV, Çeviri: ARİF BERBEROĞLU, EVRENSEL BASIM YAYIN, Eylül 2008, 96 Sayfa..

 

‘ÖZCAN ALPER’in ikinci uzun metrajlı filmi ‘GELECEK UZUN SÜRER’in dvd’si çıktı!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘aleyhinde yapılan tüm karalamalara, küçümsemelere rağmen ve sağda solda kendi küçük dünyalarında üç kuruşluk sinema bilgileriyle yapılan haksız eleştirilere, kafalarındaki faşist tohumların etkisiyle arka planda filmi yok saymaya yönelik yapılan gizli kulislere rağmen türkiye sinema tarihinin başyapıtlarından birisi olan büyük usta ‘özcan alper’in ikinci uzun metrajlı filmi ‘gelecek uzun sürer’in dvd’si nihayet çıktı!

sinemada izlenmesi gereken filmlerden olmasına rağmen hem izlemeyenler için hem de tekrar izleyip arşivlerine koymak isteyenler için çok iyi bir fırsat.. ayrıca tüm aylakların desteklemesi gereken bir yapım bu..

büyük ustanın yeni filmlerini sabırsızlıkla beklerken ‘sonbahar’ ve ‘gelecek uzun sürer’le bir süre idare edeceğiz artık.. ayrıca bu eşsiz filmin müziklerini de sabırsızlıkla beklediğimizi yineleyelim..

neyse sizi daha fazla engellemeyelim filmi almaya gitmeniz için.. son olarak tüm film ekibine buradan tekrar teşekkür ediyorum aylak adamız ailesi adına, yüreğinize sağlık, iyi ki varsınız..

yazıyı okuyanlar, haydi şimdi filmi almaya gidelim hep beraber..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sinopsis :

İstanbul’da bir üniversitede müzik araştırmaları yapan Sumru (28), ağıt derlemeleri ile ilgili yaptığı tez çalışması için birkaç aylığına ülkenin güneydoğusuna yolculuğa çıkar. Kısa süreliğine çıktığı bu yolculuk, hayatının en uzun yolculuğuna dönüşür. Bu yolculukta Sumru’nun yolu Diyarbakır sokaklarında korsan DVD satan Ahmet, Diyarbakır’da tek başına kalmış yıkık dökük kilisenin bekçisi olan Antranik amca ve bölgede sürmekte olan ‘adı konulmamış savaşa’ tanıklık eden pek çok karakterle kesişir.

Sumru, üç ay boyunca kaldığı Diyarbakır’da peşinde olduğu ağıtların hikayelerini ararken kendi ertelediği acısıyla da yüzleşir. Diyarbakır’dan Hakkari’de bulunan boşaltılmış bir dağ köyüne doğru yola çıkarken bu tehlikeli yolculuğa anlam veremeyen Ahmet’in “Neden bu köy, orada ne var?” sorularını yanıtsız bırakır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazan ve Yöneten : Özcan Alper

1975’te Artvin’de doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde 1992-1996 arasında Fizik, 1996-2003 arasında Bilim Tarihi okudu. 1996-1999 arasında MKM Sinema Atölyesi’ne, 1999-2001 arasında Nazım Kültür Evi sinema seminerlerine katıldı.

2008’de yönettiği ilk uzun metrajlı filmi “Sonbahar” Türkiye ve dünyada 60’tan fazla festivalde gösterildi, 33 ödül kazandı. 2009’da Avrupa Film Akademisi Avrupa Keşfi ödülüne aday gösterildi. “Gelecek Uzun Sürer” Özcan Alper’in ikinci uzun metrajlı filmi.

Oyuncular :

Gaye Gürsel  : Sumru

1980’de İzmir’de doğdu. 2002 yılında İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesinden mezun olduktan sonra Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde oyunculuk eğitimi aldı. Birçok reklam ve dizide rol aldı. “Gelecek Uzun Sürer” başrollerini oynadığı ilk sinema filmidir.

Durukan Ordu : Ahmet

1973’te Akşehir’de doğdu. Hacettepe üniversitesi Ankara Devlet Tiyatrosu’nda eğitim aldıktan sonra Trabzon Devlet Tiyatrosu ve Ankara Devlet Tiyatrosunda bir çok oyunda başroller de oynayan Durukan Ordu, 2005-2009 yılları arasında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde “Temel Oyunculuk” dersleri verdi. Halen Ankara devlet tiyatrosunda oyunculuğuna devam eden Ordu’nun, “Gelecek Uzun Sürer” rol aldığı ilk sinema filmidir.

Sarkis Seropyan : Anto Dayı

1935’te İstanbul’da doğdu. 90’lı yılların sonunda gazeteciliğe başlayan Seropyan , Agos gazetesinin kurucularından ve yazarlarından. Halen Agos gazetesinde yazarlık yapıyor. Daha önce oyunculuk yapmadı. Bir çok kitap yazdı ve çeviriler yaptır. “Gelecek Uzun Sürer” rol aldığı ilk sinema filmidir.

Osman Karakoç : Harun

1983 yılında Eskişehir’de doğdu. Bilkent Üniversitesi Kimya bölümü öğrencisiyken üniversitenin tiyatro topluluğuna katılması ile tiyatro hayatı başladı ve buadaki öğrenimine son vererek Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro bölümünü kazandı. Bir çok oyunda rol alan Karakoç, Tv dizilerinde rol alan ve halen eğitimini sürdürmekte olan Osman Karakoç’un “Gelecek Uzun Sürer” rol aldığı ilk sinema filmidir.

 

Senaryo ve Yönetmen : Özcan Alper

Yapımcılar : Ersin Çelik, Soner Alper

Uygulayıcı Yapımcı : Cihan Aslı Filiz

Ortak Yapımcılar : Guillaume de Seille, Titus Kreyenberg

Görüntü Yönetmeni : Feza Çaldıran

Ses : Mohammed Mokhtary

Özgün Müzik : Mustafa Biber

Sanat Yönetmeni  : Tolunay Türköz

Kurgu : Ayhan Ergürsel, Thomas Balkenhol, Özcan Alper, Umut

Sakallıoğlu

Işık Şefi : Engin Altıntaş

Yardımcı Yönetmen : Lusin Dink

Cast

Sumru – Gaye Gürsel

Ahmet – Durukan Ordu

Antranik – Sarkis Seropyan

Harun – Osman Karakoç

Leyla – Güllü Özalp Ulusoy

Kuto – Erdal Kırık

Senaryo Danışmanı : Thomas Balkenhol

Senaryoya Katkıda Bulunanlar : Hüseyin Kuzu, Orhan Eskiköy,

Murat Boyacıoğlu

Prodüksiyon Amiri : Yusuf Deniz Çinibulak

Set Amiri : Altan Çakmak

Yönetmen Yardımcıları : Hamdi Akyol , Özgür Doğan

Prodüksiyon ve Laboratuar Koordinasyon : Selim Güntürkün

Van ve Diyarbakır Yapım Yardımcıları : Reşat Ayaz,  Cengiz Toprak

1. Kamera Asistanı : Mansour Zohouri

2. Kamera Asistanı : Uğur Şapaloğlu

3. Kamera Asistanı : Kerem Arıca

Işık Asistanları : Yavuz Ustabaş, Şafak Kibar, Kenan Seçkin

Boom Operatörü : Ali Reza Karimi

Sanat Yönetmeni Yardımcıları : Arif Seletli, Racia Kaya, Aziz İnce

Set Asistanı : Emre Selçik

Panter Operatörü : Rasim Kurtulan

Panter Asistanı : İsmail Ay, Hamza Şahin

Stedicam Operatörü : Hakan Tezer

Runners : Hasan İnce,  Sezai Bulut

Ulaştırma : Fethi Gümüş, Musa Dağlı, Selahattin Aksoy, Cebrail

Dağlı, Abdullah Akyıldız

Set Fotoğrafçısı : Hüsamettin Bahçe, Ziynet Özen

Cast Ajansı : Renda Güner Casting

Cast Sorumlusu : Hülya Çelen

Cast Asistanı : Demet Koç

Radyo Haberleri Kayıt : Açık Radyo – Didem Gençtürk

Radyo Anonsu : Murat Utku

Grafik Tasarım : Sera Dink

Çeviriler : Caroline Riera-Darsalia, Lucy Wood, Lidya Bulte,  Uwe

Fiedeldei,  Berkcan Navarro

 

Katıldığı Festivaller ve Ödüller :

Festivaller :

2012,22-30 Mart] 19. Uluslararası Febiofest Film Festivali Prag(Çek Cumhuriyeti) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012, 9-18-25 Mart] 16. Sofya Uluslararası Film Festivali (Bulgaristan) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012, 24 Şubat-4 Mart] 40.Uluslararası Belgrad Film Festivali (Sırbistan) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012,14-21 Şubat] 19. Vesoul Asya Fillmleri Festivali(FICA)(Fransa) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012,  41. Rotterdam Uluslararası Film Festivali (Hollanda): Parlak Gelecek Seçkisi

2011 , 16. Kerala Uluslararası Film Festivali(Hindistan) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2011, 2. Malatya Uluslararası Film Festivali: Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması

2011, 18. ,Adana  Altın Koza Film Festivali, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması

2011, 36. Toronto Uluslararası Film Festivali, Çağdaş Dünya Sineması Seçkisi

 

Ödüller :

2012, 19. Vesoul Asya Fillmleri Festivali(FICA)(Fransa)

Özel Mansiyon Ödülü

2011 , 16. Kerala Uluslararası Film Festivali(Hindistan): FIBRESCI (Uluslararası Sinema Yazarları Birliği) En İyi Film

2011, 2. Malatya Uluslararası Film Festivali: En İyi Film Ödülü, En İyi Yönetmen Ödülü, En İyi Müzik Ödülü

2011, 18. Adana Altın Koza Uluslararası Film Festivali: Yılmaz Güney Ödülü

Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) En İyi Film Ödülü : En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü(Durukan Ordu), En İyi Müzik Ödülü(Mustafa Biber)

(filmle ilgili tüm bilgiler, fotoğraflar filmin resmi sitesi : http://www.gelecekuzunsurer.com/ dan alınmıştır.. daha fazla bilgi için buraya bakınız..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sokağın Üvey Oğlu

Bir varmış hep yokmuş bu şeyler.

şeyler dediğim ne ben de bilmiyorum,

sen de bilme kadın, o da bilmesin.

 

Eli ayağı kesilmiş bir ağacın dibinden topladım

bizi demin, biz ne çok sığınak ararken sığınağın

kendisi olmuşuz böyle.

Diyordum ki, eli taşın altında kalanlar, acısını

eteklerimde arıyordu. Etekte yandı, ağacın dibinde

oynadığım toprakta. .

 

Ve topraktan arda kalan solucanları da yuttum…

 

Peki ya seni özlerken fısıldadığım o çorak gözlü çocuklar,

onları hangi dağın içinde bulacağız…

 

Yakılası düşler kalmadı gene, sarılacak bir tendeki sevgili de.

Neye dokunsak kar üstünde yanılsayan bir güneş yanığı..

Ve ellerinin esmer yanında üşüyen düşbaz çocuklar

çoğalıyor ölerek..

Sonra kimsesizliğini yutmuş bir rüyada buluyorum kendimi.

Rüya ve gerçek arasında sıkışmış bir mezarlıktayım şimdi.

Kendini tanrı ilan eden hayale ilişiyor gözlerim:

Sokağın Üvey Oğlu..

 

Gözlerini gözlerime dikip haykırmaya başlıyor,

Bir mezarda içip, sevişip, ölümü beklemek istiyorum.

ve çığlıklarla devam ediyor geceye ve ekliyor. Diyor ki,

diz çöker, sevişir, ölümü beklerken mutlu olurlar,

gebermekte umurumda değil, sadece özlemlerime kavuşmak,

yasaklara baş kaldırmak ve küfredercesine, şiir okurcasına

yaşamak istiyorum. ölürcesine yaşamak o zaman umurumda olmaz.

Kibarlık ne ya.. öpüşüp, sevişip, s.., içip burada, bu kimsesizliğini

yutmuş mezarlıkta ölümü beklemek istiyorum.

Bunu istemek niye hayalim değil, Mavi.

Bana ne olup olmadığı belirsiz tanrıdan, kitaptan..

Evet ! Tanrı, evren bizi kıskanır. sonra yanımıza gelirler,

elimizde onlardan daha güçlü bir silahımız olur;

İsyan, özgürlük ve hiçlik…

 

Gözlerim aralanır gibi oluyor yavaştan..

O an bir şey oluyor ve mezarlıktaki kimsesiz ruhlar

ruhumu ele geçirmek için ayaklanıyor.

Ve kendisini tanrı ilan eden Sokağın Üvey Oğlu,

ayaklanmanın öncüsü olarak kusuyor ruhuma.

Bekle Mavi, eğiliyorum senin sancıyan ruhuna ve

anlatmak için en günahkar acılarımı. Dokunuyor tenime,

darmadağın oluyor, çatlıyor bedenim, dağılıyorum.

Kulağımda sesler, ruhumda üvey çocuklar, avucumda

birikmiş gözyaşları…

 

Karanlıkların ihtiyarlattığı mavi bir çığlık düşüyor gökten,

ve dans etmeye başlıyorum Sokağın Üvey Oğluyla…

 

Mavinin Çığlığı

Mayısta Ellerin…

Ellerin, ellerinde saklı evren…

Yakılan tüm ağıtlar, yazılan destanlar, söylenen türküler

Dudaklarından süzülen nağmeler

Aslında avuçlarında tuttuğun bir evren…

 

Ellerin, ellerinde saklı ömür…

Bir şiire başlarsın…

“Ölmek daha kolaydır, sevmekten.”

ve yakalayamazsın şiirlerin ezgisini…

Derindir gözlerindeki mana…

Kaybolmaktan değil bulamamaktan korkarsın…

Ve yaşamaya koyulursun hiç ölmeyecekmiş gibi…

 

Ellerin, ellerinde saklı mevsimler…

Eylülde başlar ayrılığı birleşen ellerin…

Kasımda buz tutar eller ve

Şubatın soğuğu yerleşir kalbine

Taş çatlasa Mart ayının çıkışına dayanamaz taş kalbin…

Ya Mayısta ellerin…

 

Ellerin, denizleri karıştırır da yüreğimi harelendiremez derinden…

 

Hasibe…