Archive for Mart, 2012

ALACAKARANLIKTA

Yine ikimiz, koyuyoruz ellerimizi ateşe,

sen nice zamandır yıllanmış gecenin şarabı aşkına,

ben ise sabahın hiç sıkılmamış pınarı uğruna.

Körük, güvenmediğimiz ustasını beklemekte.

 

Keder yaydığında sıcaklığını, geliyor cam ustası.

Gidişi ortalık ışımadan, gelişi çağırmadan sen, hem de

yaşlı, aklaşmış kaşlarımızın alacakaranlığı kadar.

 

Yine kurşun dökmekte göz yaşlarının kazanında,

sana bir kadeh için – kutlamaktır önemli olan yitirilmişi-

bana da isli cam kırıklarım için – ateşe saçılmakta.

Ve sana kadeh kaldırıyorum, gölgeleri çınlatarak.

 

Anlaşılır şimdi kimin çekindiği,

ve kimin sözünü unuttuğu. Sense

ne bilirsin, ne de istersin tanımayı,

kenardan içersin, serindir diye

ve ayık kalırsın, tıpkı eskisi gibi,

üstelik belli ki, kaşların hâlâ çıkmakta!

 

Bana gelince, bilincindeyim yaşadığım

aşk ânının, cam kırıklarım saçılıp ateşe,

yine o eski kurşuna dönüşürken. Duran

benim merminin ardında, hayal gibi,

yalnızca tek gözü açık, hedefinden emin,

ve sıkıyorum onu, sabahın ortasına.

 

INGEBORG BACHMANN..

 

‘INGEBORG BACHMANN.. BÜTÜN ŞİİRLERİ..’ , Çeviri : AHMET CEMAL, KAVRAM Yayınları, Şubat 1995, 200 Sayfa..

 

 

 

‘AMATÖR KAMERA GERÇEKLİĞİ..’ – SELDA HIZAL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“AMATÖR KAMERALARIN ETKİLERİ..

 

elektronik medyanın masum olmadığını gösteren ‘mcluhan’a, iletişimi anlamaya çalışanların çok şey borçlu olduğu aşikardır.. bu bakış, gelişen her yeni mecranın boyutlarını algılamada oldukça değerli bir perspektif kazandırmıştır.. ‘mcluhan’, bir ‘araç’ın etkilerinin anlaşılabilmesi için şu dört sorunun sorulabilmesi gerektiği görüşündedir:

a) araç neyi arttırır ve ön plana çıkartır?

b) araç neyi ıskartaya çıkartır?

c) son noktaya kadar zorlandığında neyi üretir veya neye dönüşür?

d) önceden ıskartaya çıkartılan neyi geri kazanır?

bu dört soru eşliğinde yapılacak bir analizin, aracın telematik (yazarın telekominikasyon ve enformatik alanlarının birleşmesini öngören anlayışı) paradigma içerisindeki tutumunun algılanmasını sağlayacağını düşünen yazar, bu analiz yönteminin her yeni teknoloji için geçerli bir bakış sağlayacağını vurgular..

amatör çekim kameralarının ‘yeni gerçeklik’inin analizinde, bu dört soru eşliğinde yapılacak bir planlama, amatör çekimlerin şua ana kadar bahsettiğimiz bütün özelliklerini gözden geçirerek bir sonuca varmamızı sağlayacaktır..”

 

..

 

“SADDAM HÜSEYİN’İN YAKALANMA GÖRÜNTÜLERİ NEDEN AMATÖRCE?

 

askerler tarafından kaydedilen ve ‘saddam hüseyin’in yakalandığı yeri anlatan görüntülerde yapılan ciddi hatalar, ‘abd’nin yalan haber üretme üzerindeki ısrarını bütün kamuoyuna kanıtlamıştır.. zira bu görüntülerde, ‘saddam hüseyin’in yakalandığı çukurun bulunduğu bahçe yer almaktadır.. aralık ayında yakalandığı iddia edilen ‘saddam hüseyin’in yakalandığı bahçenin görüntüleri yine aralık ayı içerisinde haber bültenlerine servis edilmiş, fakat görüntüde bulunan ayrıntılar, bu görüntülerin gerçeği yansıtmadığını oraya koymuştu.. bahçede yer alan kurutulmaya bırakılmış hurma görüntüleri, çekimin yapıldığı zamanın aralık ayı olmadığını, çekimin bölgede kurutulma işleminin yapıldığı yaz ayları içerisinde yapıldığının kanıtıdır.. bahçe sahibiyle yapılan röportaj da bu yalan haberi ortaya çıkaran ikinci faktördür.. daha önce defalarca bahçesine gelip arama yapan ve ardından çekim yapıp giden askerleri anlatan bahçe sahibi, ‘saddam hüseyin’i hiç görmediğini ve şayet ‘saddam hüseyin’in bahçesinde yakalansaydı yaşamasının mümkün olamayacağını ya da en iyi ihtimalle hapse konmuş olması gerektiğini ifade etmiştir..

durumun ortaya çıkmasının ardından yazılı bir açıklama yapan ‘abd’ yönetimi, görüntülerin gerçeği yansıtmadığını kabul etmiş ve ‘canlandırma amaçlı bir kayıt’ olduğunu itiraf etmiştir.. ‘saddam hüseyin’in yakalanacağı mekânın birkaç ay önce çekime alınması, yazılan senaryonun da inandırıcılığını yitirmesine sebep olmuştur.. burada dikkat edilmesi gereken nokta, amatör bir asker tarafından kaydedilen kötü çekimlerin canlandırma amaçlı yapılması ve kaydın ‘gerçek’ görüntüler’ olarak sunulmasıdır.. peki, canlandırma amacıyla çekilen bu görüntünün profesyonel bir kamerayla düzgün bir şekilde gerçekleştirilmesi mümkün iken, neden böyle bir çekim tercih edilmiştir?”

 

SELDA HIZAL..

 

Kitap arkası :

 

“saddam hüseyin’in idam sahnesini cep telefonu kamerasından değil de profesyonel bir çekim kamerasından izleseydik nasıl duygular hissederdik? ‘kaddafi’nin ölüm görüntülerini bir kurgudan ayıran neydi?

‘mcluhan ‘araç mesajdır’ demişti. ‘körfez savaşı’nın hiç olmadığını iddia eden ‘baudrillard’ ise ‘bundan böyle, varlık ile çeşitli görünümleri, gerçek ile gerçek kavramına özgü bir ayna/yansıma yoktur” diyerek gerçekliğin sunumunu sorgulamıştı.

gerçeklik ile onu aktaran araç arasındaki ilişki her daim merak konusuydu. bugün gelişen teknikler iki düşünürü de doğrularken hayatımızı sarmalayan ‘mobese ve güvenlik kameraları’ gerçekliğin tespitinde sık sık kullanılıyor.

haber bültenlerinden yeni sinemaya birçok alanda kullanılan amatör kameraların yansıttığı hiper-gerçekliği ve bu hiper-gerçekliğin ifade ettiklerini anlatan bu kitapsa, medyanın ideolojik bir aygıt haline geldiği bu dönemde bir karşı-iletişim taktiği olarak ortaya çıkarılan amatör kamera görüntüleriyle iletilen mesajları ve o mesajların etkisinin boyutunu inceliyor. gerçeğin bu yeni araçla aktarımına teknik ve felsefi yorumlar getiriyor.”

 

‘AMATÖR KAMERA GERÇEKLİĞİ.. İMGE, ALGI, ARAÇ..’ , SELDA HIZAL, AGORA Kitaplığı, Mart 2012,125 Sayfa..

 

‘KATLEDİLEN ŞAİR..’ – GUILLAUME APOLLINAIRE

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

XVI

 

ZULÜM..

 

“o dönemde, her gün şiir ödülleri dağıtılıyordu.. bu amaçla binlerce dernek kurulmuştu ve bunların bolluk içinde yaşayan üyeleri, belirli tarihlerde şairlere de ihsanlarda bulunuyorlardı.. fakat bütün dünyanın en büyük dernekleri, şirketleri, idare konseyleri, akademileri, komiteleri, jürileri vs, vs asıl büyük ödüllerini her yıl 26 ocak tarihinde veriyordu.. o gün, toplam değeri 50.0003.225,75 frank eden 8019 şiir ödülü veriliyordu.. öte yandan, hiçbir ülkede toplumun hiçbir sınıfında şiir zevki yayılmamıştı.. kamuoyu, tembel, gereksiz vs şeklinde nitelendirilen şairlere karşı çok öfkeliydi.. o yılın 26 ocağı olaysız geçti; fakat ertesi gün, adelaide’de (avustralya) fransızca yayınlanan ‘ses’ gazetesinde, keşifleriyle icatları çoğunlukla mucize gibi görülen kimyager-ziraatçı horace tograth’ın (leipzig doğumlu bir alman) bir makalesi çıktı.. ‘defne’ başlıklı makale, filistin’de, yunanistan’da, italya’da, afrika’da ve provence’ta defne yetiştirilmesinin tarihiyle ilgili bir tür açıklama içeriyordu.. yazar, bahçelerinde defne olanlara tavsiyelerde bulunuyor, ağacın beslenmede, sanatta, şiirdeki çeşitli kullanımlarını ve şiirsel zaferin simgesi olarak rolünü belirtiyordu. sözü mitolojiye getiriyor, apollon ile daphne hikâyesine göndermede bulunuyordu. yazının sonundaysa horace tograth birdenbire tarzını değiştiriyor ve makalesini şöyle bitiriyordu :

‘aslında bu işe yaramaz ağaç hâlâ çok yaygındır ve halkın defnenin meşhur lezzetini yakıştırdıkları daha az şanlı simgelerimiz de var. defne, çok kalabalık olan dünyamızda çok fazla yer kaplıyor – defne yaşamaya layık değildir.. bu ağaçlardan her biri iki insanın yerini alıyor.. defneler kesilmeli ve yapraklarından zehirden kaçar gibi kaçılmalı.. defneler bugün artık şiir ve edebiyat biliminin simgesi değil, yalnızca bir ölüm-şanın simgesidir ve ölüm hayat için neyse, şanın eli anahtar için neyse, bu ölüm-şan da şan için odur..

gerçek şan; bilim, felsefe, akrobasi, insanseverlik, sosyoloji vs için şiiri terk etmiştir. bugün şairler yalnızca, iş yapmadan kazandıkları parayı cebe atmakta iyidirler, zira hiç çalışmazlar ve çoğunluğunun (şarkıcılar ve diğer birkaç tanesi hariç) hiçbir yeteneği, dolayısıyla hiçbir mazereti yoktur.. birkaç marifeti olanlarsa daha da zararlıdırlar, çünkü hiçbir şey alamazlarsa, her biri bir alay askerden daha fazla gürültü çıkarır ve lanetli şeylerle kulaklarımızı tırmalarlar.. bütün bu insanların hiçbir varlık nedenleri yoktur.. onlara verilen ödüller çalışanlardan, mucitlerden, bilginlerden, filozoflardan, akrobatlardan, sosyologlardan vs çalınmıştır.. şairlerin ortadan kalkması gerekmektedir.. lykurgos (m.ö. 9. yüzyılda yaşadığı varsayılan ve sparta’nın yasa koyucusu kabul edilen kişi..) onları cumhuriyetten sürmüştü, onları yeryüzünden sürmek gerek.. aksi takdirde şairler, bu azılı tembeller bizim prenslerimiz olacak ve hiçbir şey yapmadan sırtımızdan geçinecek, bize eziyet edecek, bizimle dalga geçecekler… sözün kısası, bu şiir diktatörlüğünden bir an önce kurtulmalıyız..

eğer cumhuriyetler, krallar, milletler bu konuda önlem almazlarsa, fazlasıyla ayrıcalıklı şair ırkı öyle büyük oranlarda ve öylesine hızlı çoğalacak ki, çok geçmeden, hiç kimse çalışmak, icat etmek, öğrenmek, akıl yürütmek, tehlikeli şeyler yapmak, insanların acılarına çare bulmak ve kötü talihlerini iyileştirmek istemez olacak..

o halde gecikmeden durumu görmek ve insanlığı kemiren bu şiir kanserinden kurtulmak gerek..’

bu makale müthiş bir ilgiyle karşılandı.. her taraftan telefonlar ve telgraflar geliyor, bütün gazeteler makaleyi yeniden yayınlıyordu.. bazı edebiyat gazeteleri tograth’ın makalesinden alıntılar yapıp, bilim adamı hakkında alaycı düşüncelere yer verdiler, onun zihniyeti hakkında kuşkuları vardı.. lirik defne konusunda gösterdiği bu dehşete gülüyorlardı.. bunun aksine, haber ve ticaret gazeteleri bu uyarıya çok önem veriyorlardı.. ‘ses’teki makalenin dâhiyane olduğu söyleniyordu..

bilim adamı horace tograth’ın makalesi, şiire duyulan kini ifade etmek için eşsiz, olağanüstü bir bahane olmuştu.. ve bahanenin kendisi de şiirseldi.. adelaide’li bilginin makalesi, bütün insanların belleğinde yer etmiş antikitenin harikalarına gönderme yapıyor ve bütün varlıkların tanıdığı kendini koruma içgüdüsüne sesleniyordu.. işte bu yüzden, tograth’ın okuyucularının hemen hemen hepsi hayranlık duymuş, korkmuş ve yararlandıkları çok sayıdaki ödül yüzünden toplumun bütün sınıfları tarafından kıskanılan şairleri haksız çıkarma fırsatını kaçırmak istememişlerdi.. gazetelerin çoğu, kampanyalarını hükümetin en azından şiir ödüllerinin kaldırılması için önlemler alması çağrısıyla bitirmişlerdi..

o, akşam, ‘ses’in ikinci baskısında kimyager-ziraatçı horace tograth, aynen ilkinde olduğu gibi, her taraftan telefonlar, telgraflar alan, basında, kamuoyunda ve hükümetlerde fazlasıyla heyecan yaratan yeni bir makale yayınladı.. bilgin, yazısını şöyle bitiriyordu :

‘ey dünya, kendi hayatın ile şiir arasında bir seçim yap, eğer şiire karşı ciddi tedbirler alınmazsa uygarlığın işi bitti demektir.. hiç tereddüt etmeyeceksin.. yarından itibaren yeni çağ başlayacak. şiir yok olacak, bu eski esinlerin fazlasıyla ağır lirleri kırılacak. şairler katledilecek.

 

***

 

o gece, dünyanın bütün şehirlerinde hayat aynıydı.. her tarafa telgrafla gönderilen makale, çok aranan yerel gazetelerin özel baskılarında yeniden yayınlandı.. halk, her yerde tograth ile aynı fikirdeydi. birtakım hatipler sokaklara dökülmüş, halkın arasına karışarak onları galeyana getiriyorlardı. hükümetlerin çoğu, yayınlanan metin sokaklarda müthiş bir heyecana sebep oldukça, hemen aynı gece kararlar almaya başlamıştı bile. fransa, italya, ispanya ve portekiz, kaderleri hakkında karar verilene kadar, toprakları üzerindeki şairlerin en kısa süre içinde hapsedileceği konusunda kararname çıkartan ilk ülkeler oldular.. yabancı ya da ülke dışında bulunan şairler bu ülkelere girmeye teşebbüs ederlerse, idam cezasına çarptırılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardı. abd’nin, mesleğinin şairlik olduğu bilinen herkesi elektrikli sandalyeyle idam etme kararı aldığı, telgrafla bildirildi. aynı şekilde almanya’nın da, imparatorluk toprakları üzerinde yaşayan manzum ya da mensur şairlerin, yeni bir emre kadar ikametgâhlarından çıkmamaları konusunda bir kararname çıkardığı, yine telgrafla bildirildi. aslında bu gece ve ertesi gün boyunca dünyanın bütün devletleri, hatta yalnızca lirizmden nasibini almamış kötü destan şairlerine sahip olanlar dahi, ‘şair’ sözüne karşı bile önlemler almışlardı. yalnızca iki ülke bunun dışındaydı : ingiltere ve rusya.. bu alelacele çıkarılan kanunlar hemen yürürlüğe kondu.. ertesi gün fransa, italya, ispanya ve portekiz toprakları üzerindeki bütün şairler hapsedilirken, bazı edebiyat gazeteleri siyah çerçeveyle yayınlanıyor ve bu yeni terör hükümranlığından şikayet ediyordu.. öğleyin gelen telgraflar, haiti’nin büyük, zenci şairi ‘aristenete güneybatı’nın aynı sabah, güneş ve katliam duygusyla kendinden geçmiş bir zenci ve melez güruhu tarafından parçalara ayrılıp yendiğini haber veriyordu. köln’de kaiserglocke bütün gece boyunca aleyhte şiddetli sözler söylemiş ve sabah, kırk sekiz kıtadan oluşan bir ortaçağ destanının şairi olan profesör doktor stimmung (fransızcada tam karşılığı olmayan almanca bir sözcük, ruh hali veya şiirsel atmosfer anlamlarında kullanılır), hannover’e gidecek trene binmek için dışarı çıktığında, ‘şaire ölüm!’ diye bağıran ve onu sopalayan fanatik bir grup tarafından takip edilmişti.

profesör bir katedrale sığınmış ve birkaç kilise görevlisiyle birlikte, zincirden boşanmış drikkes, hannes ve marizibill (köln bölgesi folkloruna ait şahsiyetler, bakınız apollinaire’in ‘alkoller’ adlı kitabındaki ünlü ‘marizibill’ şiirleri) halkı tarafından buraya kapatılıp kalmıştı.. özellikle bu sonuncular azgın görünüyorlar, kutsal bakire’yi, azize ursula’yı ve üç müneccim kralı alman tarzıyla yardıma çağırıyorlar, bu arada, kalabalığın arasında kendilerine yol açabilmek için yumruk atmayı da ihmal etmiyorlardı.. pazar duaları ve sofuca yakarışlarının arasına, şöhretini özellikle âdetlerinin üniseksliğine borçlu olan şair-profesör hakkında rezilce hakaretler karışıyordu.. başını yere eğmiş olan profesör, tahtadan yapılmış büyük aziz khristophoros’un altında korkudan donmuştu.. katedralin bütün çıkışlarına duvar çeken duvarcıların gürültülerini duyuyor ve açlıktan ölmeye hazırlanıyordu.

saat ikiye doğru, napolili kutsal eşya koruyucusu bir şairin, aziz ianuarius’un kanını şişede kaynarken gördüğünü bildiren telgrafı geldi.. kutsal eşya koruyucusu mucizeyi ilan ederek dışarı çıkmış ve mura (parmaklarla oynanan bir oyun) oynamak için aceleyle limana gitmişti.. bu oyunda istediği her şeyi kazanmış ve sonunda kalbine bir bıçak darbesi almıştı..

telgraflar, gün boyu birbirini izleyen şair tutuklanmalarını haber veriyordu.. amerikan şairlerinin elektrikli sandalyeyle idamı saat dörde doğru öğrenildi..

paris’te, fazla tanınmadıkları için başlarına bir şey gelmemiş olan, sol kıyıdan birkaç genç şair, closerie des lilas’dan, şairler prensinin kapatıldığı conciergerie’ye doğru bir gösteri örgütlediler..

göstericileri dağıtmak için bir alay geldi.. süvariler silahlarını doldurdu.. şairler silahlarını çıkarıp kendilerini savundular, fakat bunu gören halk arbedeye karıştı.. şairleri ve kendini onların koruyucusu ilan eden herkesi boğdular.

bütün dünyada hızla yayılan zulüm işte böyle başladı. amerika’da ünlü şairlerin elektrikli sandalyeyle idamlarının ardından, bütün zenci şarkı besteciler, hatta hayatları boyunca hiç şarkı bestelememiş birçok kişi linç edildi. daha sonra sıra beyazlara ve bohem edebiyatçılara geldi. avustralya’daki zulmü bizzat idare ettikten sonra tograth’ın da melbourne’dan gemiye bindiği öğrenildi..”   

 

GUILLAUME APOLLINAIRE..

 

‘KATLEDİLEN ŞAİR..’ , GUILLAUME APOLLINAIRE, Çeviri : NİHAN ÖZYILDIRIM, KANAT Yayınları, Aralık 2004, 202 Sayfa..

 

BOKUN TARİHİ..’ – DOMINIQUE LAPORTE

‘GÜZEL KOKU YOKTUR : GÜZEL OLAN KOKMAZ..’

koku güzellikle eşit tutulamaz..

avrupa aydınlanmacıları’nın duyuların politik ekonomisi görselin ayrıcalığıyla ortaya çıkar.. koku alma duyusu herhangi bir derecede, gölgelere indirgenir; bu gericiliğe eşdeğerdir.. ‘condillac’ farazi statüsünde insanlara duyu bağışladığında, kokuyla başlar, bu tek ham kapasiteyle sınırlandırıldığında güçsüzleşen duygusal deneyimi, kanıtlamak yerine ‘biz koku duyusuyla başlamanın en iyisi olduğunu düşündük çünkü tüm duyulardan insan zekâsına az da olsa katkıda bulunuyor gibiydi’ ‘condillac’; hoş kokunun hazzı ve hoş olmayan kokunun da acıyı ortaya çıkardığını kanıtlamakta başarılı olur.. ama ayrımcılığın bu seviyesinde (bu örnekte olduğu gibi ‘olduğumuz gibi içten düzenleniş’ bir durumla bağdaştırılmış) kokuyu rehabilite etmek için onun ilkel durumunu yükseltmek yeterli değildir..

‘condillac’, hoş kokunun zevkle acı arasındaki uyumsuzluğunu göstermekte de başarılı olur.. heykel, maddeyi kavrayamaz: bu tamamen onun duygusunun nesnesi tarafından şaşkına çevrilmektir ve bu sebeple anlamlama ölçüsüne girmeye gücü yetmez.. maden halinde kalıntılar kapana kısılmıştır, en çok, en alçak düzenin hayvanı (bizim heykelimiz koklama engellidir, bu bizi en içtekini anlayacak bir zekâ sınıfına sokar).

koku duygusundan engellenmiş heykel tamamıyla kokudur.. mesafenin faydası olmaksızın, o kendisinin nesnesidir. koku algısal hiyerarşinin en alçak basamağına devrilmiştir. onun anlaşılır diyardan atılması iki defadır: öncelikle bir duyu olarak tanım dışı bırakılmıştır (condillac’ın bize söylediğine göre iki defa). ikincisi ise insan zekâsına en az katkıda bulunan olarak görülmesidir. koklamak –hayvan ya da heykel olmak- böylece çok aşağılık durumlara sevk edilmiştir.

epistemoloji dışında bırakılan koku artık estetik tarafından iyi karşılanmıyordu.. güzel, dolaşımın simyasının arasına giren (her ikisi de ticari mallar ve işaretler) ilkel ‘non olet’ ile oluşmuştur.. zenginliklerin kökenleri yoktur; ‘madam de lanty’nin maskesinin arkasındaki çamur anlaşılmayacaktır.. bir kez daha bu durumda şehrin ve söylevin inşasında karşılaşıyoruz: güzel olan kokmamalı.. bu dışarıda bırakma koşulları değiştirildiğinde belirgin hale gelir, ‘güzel olan kokmaz’, ‘güzel koku yoktur’a eşit hale gelir.. estetik söylevin dışkısal baskısında, cümle sonraki biçime hükmeder, özellikle ‘kant’ın çalışmasında.. gül için güzel olduğunu söyleyebilirim ama gülün kokusu için bu kadarını söyleyemem: bir zevk yargısıyla gülü tanımlıyorum, güzel olarak gördüğüm gülü. fakat farklı tekillerin karşılaştırılmasıyla sonuçlanan yargı, ‘güller genellikle güzeldir’ artık basitçe estetik olarak tanımlanamaz.. ama bir mantık önermesi estetik olanla temellenir. yine ‘gül (koklamak için) hoş’ önermesi neredeyse estetik ve tekildir, bir beğeni yargısı değil ama bir duyu önermesidir.

gülün yenilebilir olduğunu, onu kokusuyla değil de tadıyla yargıladığımızı farz edersek; tadı ‘iyi tat’ olarak nitelendirilebilir mi? bir yemeğin güzel olduğu söylenebilir, yargı onun yenilebilirliği ile alakalı olmasa dahi, çünkü yiyecek güzellik söylemine katılır.. koku o kadar talihli değildir, iyi, hoş, hatta şiddetli olabilir, ama asla güzel olamaz.. alışkanlık bu çıkarım ile belirlenmiştir. koku sembolizasyona direnir.. göndergesinin maddiyatının bastırılamadığı içeriğe inatla bağlanır.. ergo: kokuya güzel demek aşırı derecede ihmalkâr olur, böyle bir ifade güzelliğin kendisi üzerindeki etkilerini serbest bıraktığından beri bunun içerilmesi imkânsızdır.. koku güzelleştiğinde, o zaman güzelin de kokması gerekir, nefes almak için, kendisini koklaması için ve sonra neyin kokusu çıkacak? çamur ve kan, güzelin saydam yüzeyine, bakir olana sıçramayacak mı? şahaneyken bile koku her zaman onun kökeninin izlerini taşıyacak..

tüm kokular kökensel olarak bok kokusudur.. durum budur, ilk ve en önde gelen şanslı doğada: köhnelik güzel kokuları berbat etmez, bize söylenen bitkilerin mefitik havayı parfüme dönüştürebildiğidir. parfüm; pare-fumier, her zaman gübreye karşı koydu. kendini bokun düşmanı olarak ortaya atarak, parfüm sürekliliğini garantiledi; inkâr sadece kanıtı daha olumlu kılar- bok oradadır.. iyinin ve güzelin karşılıklı olarak içlerinden çıkardıkları memnuniyet bunun bir kanıtıdır.. gülün güzel koktuğunu söylediğimde, bu bir beğeni yargısıdır.. ‘kant’ın gözlemlediği gibi ‘beğeni yargısını belirleyen tatmin ön yargısızdır.’ tersine, gülün kokusu güzel değildir.. en fazla, hoş veya iyi denilebilir.. hoşluktaki tatmin ilgiye bağlıdır ve benzer şekilde ‘iyideki tatmin ilgiye bağlıdır..’

ilgi nedir? mutlaka uzmanlığının algısı içinde anlaşılmalıdır.. aslında ilgi, zevki güdüleyen şeydir.. doğal olarak herhangi bir zevk değil. lakin zevk yoksunluğu nezaketin tersidir (kendisi ahlakla ve açıklamayla, güzele ve yüce olana bağımlıdır) : ‘işlenmemiş zevk’ , ‘dirençli ve güçlü zevk.’ üremenin her iki tarafını da, fiziki ve finansal taraflarını da canlandıran bu zevk, onun mütevazı düzenine rağmen, mutlak kibirle elde tutulamamasının nedenidir, kendi gibi nezaketsiz bu zevk küçümsenemez, onun sayesinde erkeklerin çoğunluğu doğanın büyük düzenine itaat edecektir –çalışan sınıfın çoğunluğunun evliliği bozuldu. onun kafası büyüleyici suratlarla doldurulmamıştır, yorgun bakışlar, soylu katlanmalar, vesaire.. o bundan hiçbir şey anlamaz..

seks, para, zevk olarak zar zor nitelendirilen bu eğilimi motive eder.. ‘dirençli, güçlü, kaba’, aslında o, güzellik duygusundan daha arzuludur.. o zevk ve tiksinmek arasında bocalar, herhangi bir derecede zevk adamında hoşlanmama duygusu uyandırır.. burada,’ cinsel işlemlerin periyodikliğinin uzak bir kalıntısını buluyoruz, koku alma üstünlük kazandığında ve kendini topraktan henüz kaldırabilmiş insan adet döngüsünün ‘koklama tetikleyicisine’ duyarlıydı.. koku hala tamamen vahşiliğin eşiğinde sendeleyen ‘zevk’ diyarına yerleştirilmiş, üremenin işlevleri tarafından olduğu gibi hapsedilmiştir.

koku güzel olmasa bile, güzelin harfi harfine zıttı olandan, bezdirici genel zevkten iyi ya da hoş olandan ayıran sınırda kalır: ‘hiçbir şey, güzele nefret uyandıran şeyden daha muhalif değildir..’

ve ‘kant’ın ‘freud’dan çok uzun zaman önce öne sürdüğü gibi, bizim nefret objesinden uzaklaşmamızı güdüleyen şey, güzel olana yakınlık değilse nedir? ‘iğrendiren şeyden uzaklaşmamızı bize hatırlatan temizliğe olan ilgidir..’

güzellik ve temizlik : burada, saf düzene katılmak için devletin söylemsel girişimiyle aynı tutum içinde düşünülmüş olan ‘freudyen’ üçlünün iki unsurunu buluyoruz.. bu söylem, ‘kant’ın vahşi bokun rengi üzerine beyaz uygarlığın ektiği ıstıraplarla ilgili fikirlerini dile getirdiği ‘düşünce ve zenciliğin indirgenemezliği’ tespitine ilham kaynağı olan ‘hume’un ‘of national characters’ denemesinin de içinde bulunduğu, ‘observations on the feeling of the beatiful and sublime’in içinden bir paragrafı kapsar ve buna zemin hazırlar..

böylece ‘kant’ın ampirist ve rasyonalist ‘tüm güzelliklerin dünyadan uzaklaşmasına’ kimyasal ‘tetiklemenin’ sonucu olan doğal güzellik düşüncesiyle karşı çıkmasına şaşırmamalıyız.. bu güzellik, daha çok simyanın altını gibi, saf vücutlar grubunun bir kombinasyonunun bozulmaz çökeltisi olan, ya da daha açık bir şekilde ‘sıvı halden katı hale, ani bir katılaştırma’, süspansiyon hali içinde katı parçacıkların sade karışımı’ olarak görünmüyor.

kokusuz güzellik doğada meydana gelseydi, bu daha çok doğa ‘büyük toplumsal pota’ gibi işlediği için olurdu:

yine, sulu sıvılar farklı gazların bir karışımı olan bir atmosferde çözünür, eğer bir sonrakinden soğuma sebebiyle ayrılırsa; hiçbir şekilde üretemez ki özel gaz karışımları bir ahenkle ve son derece güzel görüntüler meydana getirirler.. yani düzenlenişini yargıladığımız erek-bilimsel kötülemeler olmaksızın pekâlâ çiçeklerin, kuşların tüylerinin, ya da deniz kabuklularının güzelliği üzerine düşünebiliriz.. bir renk ve şekil içinde hepsi, doğaya ve doğanın estetik amaçları olmaksızın kendi özgürlüğü içinde, söz konusu teşkilat için kimyasal yasalara uygun olarak maddi ihtiyaçların düzenlenmesidir..’

DOMINIQUE LAPORTE..

‘BOKUN TARİHİ..’, DOMINIQUE LAPORTE, Çeviri: ECE ÇAVUŞOĞLU, ALTIKIRKBEŞ Yayınları, Ekim 2011, 190 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çılgınlıktır başkasına sunulmuş bir sevi bakışının arkasından koşturmak; en büyük yeminler bile samançöpü gibi kalır kandenizinde kabaran aşk dalgası önünde..’ – SOYSAL EKİNCİ

DÜŞSEL SORGU

..

-XI-

 

deldi toprağın karnını yine en yumuşak yerinden. yöneldi ekinlerine bir on yıldır kendi yatağının derinliklerinde akan yeraltı ırmakları, kavrulurken başaklar, görünmeyen alevlerin içinde birer mısır tanesi gibi patlayan.

havada yağmur, havada sürüp giden bir ıslaklığın gittikçe yaklaşan karartıları var.

ey geceleri düşlerime yalnız elleriyle gelen kadın.

ey düşlerime akan dalgaları mavi gömlek, etekleri yeşil nehir.

ey sonsuz karışımlarıyla yüreğimin bunaltısı şehir; geleceği bana bağışla! bağışla ki, şartı budur yüreğimin mutlak sevgiye dönmeye. bağışla ki, dökeyim sırtımdaki bütün acı taşlarını senin deli sularına…

 

-XII-

 

gerilmiş bir keman telidir yüreğim. şimdiden hazırla kendi yüreğindeki mızrabı; yüreğimin tellerine incitmeden nasıl dokunduracağını.

hiç bilinmez kimin kime sadık kalıp kalmadığı. Kendi ölçülerini de değiştirdi, ihanetin ruhlarımızda sonsuza değin kalacak izleri. çılgınlıktır başkasına sunulmuş bir sevi bakışının arkasından koşturmak; en büyük yeminler bile samançöpü gibi kalır kandenizinde kabaran aşk dalgası önünde..

(çok şeyler katılabilir; ruh ve bedeni birlikte tutan insani bir aşkın iki insandan çaldığı zamana: dinlenebilir pencere pervazından süzülen mırıltısı, evin yakınında akan küçük ırmağın. akşam komşulara gidilir. gece yapılan şiir egzersizleri sabah bir dosta gönderilir.)

 

-XIII-

 

dün gece ellerimdeydi ellerin. bana kırların yüzündeki yeni hüzün çiçeklerini gösterdin, yüzün yoktu. yüzünü neden  başka birine bıraktığını sormadım. gözlerimde görebilirdin ruhumdaki orman yangınlarını; yüzün olsaydı yanında ve gözlerin.

sana türküler söylerdim. eskiden uzaklardan söylediğim türkülerdekine benzemiyor sesim. karlı doruklardan zümrüt çayırlara inen turna avazlarına karışırdı sesim. seninle çıktığım düşsel yolculuklarda önüme dikilen yaban gülleri, içimi karartan umutsuzluğunbaşıboş yellerini, dizginler, çürütür, redderdi.

ilk gençliğimdeydim, gece-gündüz yakardı bedenimi sıcaklığındaki herkesçe özlenen sonsuz mutluluk…

 

SOYSAL EKİNCİ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SEVDANA GÜCÜM YETMEZ

 

birleşen iki elin arasındaki güller

kalbimi delip geçecek

damar damar bir toprağın bağrında

en güzel yeri kendine seçecek

ve kıpkızıl akan bir çeşmenin başında

damla damla doldurup kana kana içecek

 

kararsın neye yarar

sensiz geçen gecelerimi aydınlatmayan gündüzler

utanç dolu bir yaşamın imbiğinde

elim hep maviye gider

 

sevinin en sıcak en duru kaynağından

kana kana içmişken gönlümüz

şimdi bozulmuşu gibi

hüzünlü ve solgun nefretimiz

 

EYLÜL’ün sıcağındayız

EYLÜL’ün sıcağında

mart karları yağdı hasretimizin bozkırlarına

 

parçalanmış soyka deniz

çalınmış alınteri

uzanıp öpüyor mavi sular

kıyı gibi talancının göbeğini

doyumsuz melez ve kısır geceler

umut dolu yüreğimiz yine de

sevdana gücüm yetmez

sevdan başımdan gitmez

sığınacak yer arar..

 

SOYSAL EKİNCİ

 

‘BİRİ YİTİK İKİ ÜLKE..’, SOSYSAL EKİNCİ, BELGE Yayınları, Ekim 1989,158 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ÇALIŞMAK SAĞLIĞA ZARARLIDIR..’ – ANNIE THÉBAUD-MONY

‘son yirmi yıldır, iş hakkındaki politik ve bilimsel diskur, işi, ekonomik ve sosyal maliyet boyutlarına indirgedi.. çalışanlar, gün geçtikçe daha az, kendi tarihlerinin ve çağdaş toplumların tarihinin öznesi olarak kabul görür oldu.. bununla birlikte, yaşama hakkı, sağlık hakkı, onurlu yaşam hakkı temel evrensel haklar arasında.. bugün, bilimsel ve tıbbi bilgileri, çalışma hayatında sağlık kaybının nedenlerinden birçoğunu anlamamıza olanak sağlarken, iş organizasyonu ve çalışma koşulları ile ilgili tercihlerde ve bu tercihleri meşrulaştıran kamu politikalarıyla bir başkasını, bilerek tehlikeye atmanın yaygınlaştığını saptıyoruz.. bu çelişkiyi nasıl açıklamalı?

iş organizasyonu tercihleri, çok uluslu büyük şirketlerin yönetimlerinin, ‘işgücü’ maliyetini sürekli olarak düşürmekle görevli ‘karar vericiler’in ve ‘müdürler’in, işi ve risklerini alt işverene devreden emir vericilerin yetki alanındadır.. fransa’daki gibi, hindistan’da, brezilya’da, çin’de ya da başka ülkelerde; geçici statüde çalışanların, düzensiz (aralıklı, kesintili) çalışanların ve tüm ‘fark edilmeden’ çalışanların; alt işveren iş ilişkisinin son halkasındaki varlığı, insan hakları evrensel beyannamesi’nin ya da fransız ceza muhakemeleri usulü kanunu’nun yasakladığı güvencesizliğe ve aşağılanmaya yeniden dönüldüğünü gösteriyor..

bugün, köleliğin ‘modern’ biçimlerini onaylayarak, bu biçimlere karar ve yön verenleri tamamıyla cezasız bırakan istihdam, çalışma ve sağlık politikalarının, insan haklarının fransa’sında ‘kara yasa’nın köleliğe meşruluk kazandırmasındaki gibi, bir rolü oynayıp oynamadığını sorabiliriz.. politik partiler, sendikalar, birlikler gibi bireysel ve kolektif hakları savunun geleneksel örgütler, sömürünün bu ‘modern’ biçimlerinin meşruiyet temellerini sorgulayacak bir muhalefet oluşturmakta zorlanıyor..

bu kitap, araştırmalar sırasında, nükleer, demir çelik, otomobil, elektronik sektörlerinden ve hizmet sektöründen toplanan çok sayıda tanıklığa dayanarak, sürekli bir biçimde kamu sağlığının ‘kör nokta’sında bırakılan alanı; yani, çalışanların hayatına, sağlığına ve onuruna yönelen saldırıları gösterme amacındadır.. ceza muhakemeleri usulü kanunu’nun tanımladığı temel hakları referans alarak yürürlükteki somut sömürü ve tahakküm ilişkilerini anlamaya; bireysel ve kolektif, dağınık ya da örgütlü direniş stratejilerinin acımasız bastırma yöntemleriyle nasıl karşı karşıya bırakıldığını analiz etmeye çalışmaktadır..’

 

ANNIE THÉBAUD-MONY

 

‘ÇALIŞMAK SAĞLIĞA ZARARLIDIR.. risklerin alt işverene devri, başkasını tehlikeye atma, onura saldırı, duygusal ve fiziksel şiddet, mesleki kanserler..’, ANNIE THÉBAUD-MONY, Çeviri: AYŞE GÜREN, AYRINTI Yayınları, 2012, 284 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘BULUNMUŞ ÇEVİRİLER..’ – CAN ALKOR

YAĞMURLAR, VII

 

‘ey yağmurlar, yıkayın insanın yüreğinde o en güzel sözlerini insanın : en güzel deyişleri, en güzel ayetleri, en iyi kurulmuş tümceleri, en güzel yazılmış sayfaları. Yıkayın, yıkayın insanın yüreğindeki yanık havalardan, ağıtlardan aldığı tadı; çoban türkülerinden, rondolardan aldığı tadı; yıkayın en başarılı anlatımları, attika söyleyişinin tuzunu, yapmacıklı söyleyişin balını, yıkayın, yıkayın düş çarşaflarını, bilginin samanını: yadsıma bilmeyen adamın yüreğinde, tiksinme bilmeyen adamın yüreğinde yıkayın, yıkayın ey yağmurlar, insana bağışlanmış en güzel şeyleri… usun büyük yapıtları için en yetenekli insanların yüreğinde…’ (‘Yağmurlar’ şiirinden bir bölüm..)

 

ST. JOHN PERSE

 

ŞARKI

 

Uyandır içindeki uykuya beni,

Uyandır dünyalarımı kendine,

Ölü yıldızlarımı tutuştur

Daha yakın kendine.

 

Düşlerinde gör beni dünyamdan uzak,

Evimde gör, alevlerin evine kadar,

Doğur beni, yaşa, öldür beni

Daha yakın kendine.

 

Kendime daha yakın, sana kadar,

Daha yakın doğumun alevine,

Al beni sımsıcak, al beni

Daha yakın kendine.

 

GUNNAR EKELÖF

 

BİR KEZ DAHA SENİ GÖRME UMUDUM…

 

Bir kez daha seni görme umudum

kayboluyordu;

 

sordum, beni sendene öylesine

ayıran şey, bu imgeler ekranı, ölüm işaretleri mi

taşıyor yalnız, yoksa geçmişten bir şey,

ama çarpıtılmış, ama solmuş, var mı içinde,

bir parıltı senden kalan:

 

(Modena’da, kemerler altında,

üniformalı bir uşak iki çakal dolaştırıyordu

çekip tasmalarından).

 

EUGENIO MONTALE

 

‘BULUNMUŞ ÇEVİRİLER..’, Derleyen ve Çeviren: CAN ALKOR, NORGUNK Yayınları, Şubat 2012, 58 Sayfa..

İçindekiler:

 

Bulunmuş Çeviriler :

W. H. Auden,

Gottfried Benn,

Eugenio Montale,

St. John Perse,

Ezra Pound,

Georg Trakl,

 

İkinci Elden :

Amanda Aizpuriete,

Gunnar Ekelöf,

Fernando Pessoa (Alvaro De Campos),

Gonzalo Rojas,

Olga Sedakova

Notlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Babam

Siz uyuyordunuz, bahsi birazdan geçecek pazar sabahı..

Sabaha taşıdım kendimi, biri arkamdan mı itti, azim mi ettim bilmiyorum..

Saat 7 ye gelmek üzereydi, ya da gelmiştim tam emin değilim. Odaya giren ışık, girdiği pencerenin karşısındaki duvarı ikiye bölecek şekilde duvara dokunuyordu. O temas anları 06:45 en fazla 7’dir, bilirim.

Bir sigara yakıp kafamda günümü planladım, hiç adetim değildir aslında günü planlamak. Zaten beceremedim, sigaram bitti, kalktım.

Ayaklarımı sürüye sürüye buzdolabına kadar ilerledim, hemen dolabın yanındaki rafta bulunan radyoya “günaydın” dedim. Açtım, “Gripin – Sen gidiyorsun”. Değiştirmedim, doğru söylüyordu..

Buzdolabını açtım, hafta sonu olduğu için pek bir şey kalmamıştı buzdolabının saklama sınırlarında. 5-6 mantar, 2-3 yeşil biber, salça, bezelye, bakla, orta boy bir karnabahar, birkaç domates, birkaç limon, yağsız süt, 2 yumurta.. Buzluğu açtım, 10’lu bir paket milföy, kıyma, parça et, dondurma, asma yaprağı, kurutulmuş patlıcan.. Milföy hamurlarından 2-3 tanesini “gerçekten” diğerlerinden sökerek tezgahın üzerine koydum. “Şebnem Ferah – Yağmurlar” Etin bir kısmını uzun uğraşlardan sonra kesmeyi başararak mikrodalgada çözülmeye bıraktım. 2 yeşil biber, 2 domates.. Et çözüldü birkaç dakika sonra, tavaya aldım, üzerine domates, yeşil biberler ve mantarları doğrayıp ekledikten sonra bir bardak su ilave ederek, kısık ateşte bıraktım. Banyoya gittim, soğuk bir duş aldım, çamaşırlarımı değiştirdim, saçlarımı kurutarak tekrar mutfağa geldim. Karışımı, oklavayla biraz açtığım milföylerin ortasına dökerek, büyük mantı şeklinde kapadım. Ufak bir borcam tepsisi yağladım, milföyleri dizdim. Fırını açtım, biraz ısınması gerektiği için o ısınırken pantolonumu ve gömleğimi ütülemek üzere mutfaktan çıkarken radyonun sesini biraz daha açtım. “Teoman – Bana öyle bakma” diyordu, oralı bile olmadım.. Odaya girdiğimde yatağımı toplamadığım gerçeği karşıladı beni, biraz sitem etti.. Topladım.. Ütü yaptım tekrar mutfağa döndüm. “Feridun’u şarkısının sonunda, ufaktan toparlanırken yakaladım “Beni bırakma” kısa bir süre sonra da vedalaştık.. “Tual geldi hemen arkasından – “Tiryakinim” diye diye..

Milföyler fırında.. Onlar pişerken, ayakkabılarımı boyadım, aklıma geldi.. Ketıl’a bastım ( inadına Ketıl )

Cem geldi, Cem Özkan -“dön bana” demiştik ya.. Ona istinaden..

Siz uyuyordunuz, saat 8 e doğru yeltenmişti..

Çayım, milföy böreklerim (mantar, biber, domates, kuşbaşı et). Onur Akın – Bilmem doğru mudur yalan mı ama, “geceyi sana yazmış”.. İnanmadım, birinin daha seni böylesine yüceltebileceğine herhangi bir gece, yalanda olsa dinlemek gerekirdi..

Kahvaltımı yaptım, giyinip çıktım evden.. Hayır ! radyoyu kapatmadım.. Bir sürü güzel yalan söyledi, söylemeye de devam ediyor üstelik. Döndüğümde yalanda olsa dolu olsun istedim, evim..

Birazınız hala uyumaya devam ediyordu, 8:30 suları akıyordu..

Açık bir berber bulmak için bir süre cadde boyu yürüdüm, buldum da. Sabah sabah Edip Akbayram’la karşılaştık berberde, “Sen benden gittin gideli” dedi, merhaba yerine, sinirlerim bozuldu..

Sakinleştim Sakal tıraşı olurken, berber saçlarımı toparlarken Nirvana’ya ulaştık birlikte, “Lithium” ile, tıraş olduğum en sağlam berberdi..

Birkaç kişiyle, yol boyunca hiçbir doldur-boşalt istasyonuna uğramadan bitirdi yolu otobüs.. Babamın evinin olduğu mahallenin hemen başında indim otobüsten. Sessiz sedasız bir sokağa girdim, neşeli bir toprak kokusu karşıladı beni. Bahar havası sarkıyordu gök yüzünden. Evler sıra sıra ve simetrikti. Babamın evinin önüne dek geldim, hiçbir şey düşünmeden. Kapıyı yüzüme kapattığından beri, “Bak gidersen, babalıktan reddederim demiştim ya” kapı yüzüme yarı açıkken; o günden beri gelmedim, biliyorsun. Sözümü tutamadım, babamsın kabul ediyorum, sende hiçbir kapıyı yüzüme kapatmadın zaten..

Merhaba Baba dedim, “Seni göremez biraz daha yaklaş” dedi biri. Baktım, bizden başka kimse yok..

Yaklaştım, ama tezattır daha kısık bir sesle “merhaba” dedim, duydun mu ?

-Artık beni duyduğunu ve hayatında ilk kez sabit kalabildiğini ve ister istemez beni dinlemek zorunda olduğunu biliyorum, benim için bunun değerini bilemezsin Baba.. Bak nasıl hazırlandım sana, tertemiz, üstüm başım ütülü, ayakkabılarım boyalı, aklım derli toplu, aklım selim, istediğin kalıpta bir evlat gör beni..

Çok şeyler atlattık baba, biliyorum, atlattığımız çok şeylerin en çokta seni yıprattığını da. Her olay, her konu, omzuna binen artı bir yüktü, farkındayım artık. Önceden bu kadar yoğun düşünmediğimden olsa gerek, farkına varamadım; affet. Kardeşlerinin, akrabalarının darbeleri, sonra ağabeyimin, sonra benim.. Ne kadar hızlı tükettik seni. Ama sen babamızsın, dayanırsın tüm bunlara değil mi ? Kendin için ne yaşadın ki ömr-ü hayatında ? Ne olmuş biraz sabrını zorladıysak Baba ? Affet bizleri..

Sen gittin ya, kimseye babam gitti diyemiyorum ben. Eşşek kadar adamım, sen düşünce aklıma, gözlerimden damla damla çıkana dek dolanıyorsun aklımın her köşesinde. Seni çok üzdüm, biliyorum. Elinden gelen, hatta gelemeyenleri bile verdin bize, biliyor musun bu “sözüm” için çok geç kaldığımı düşünüyorum, ama tezaten bir şey yapmadığımı da. “Seni hiç Utandırmadım” baba..

Çok daha farklı olabilirdik aslında, konuşabilseydik arada. Ama başına açtığımız dertler, evlat sorumluluklarından filan olsa gerek hiç “adam” gibi yumurta tokuşturamadık seninle herhangi bir kahvaltıda.. Hep işin vardı, hayatla hep bir fazla mesain..

Gittiğin yerde bizi yine düşün Baba. Geldiğimizde yanında olmamızı sağla, biliyorum ki kıyamazsın sen bize. Son çabanda bizi daha da büyütmek içindi, şimdi anlıyorum Baba..

Dün Anne’min pardesüsünü asarken bir kağıt düştü yere, bir kaça katlı. Aldım yerden, açtım. “Ölüm raporun”

Kalp yetmezliği yazıyordu ölüm sebebine.

Hiç İnanmadım.. Senin kalbinin yetmeyeceği herhangi bir şey olabilir mi ?

O devasa kalbinin..

Koca koca doktorlar ama onlarda hata yapabiliyorlar.

Benim babam “insan yetmezliğinden” öldü, kimseye yetememezliği öldürdü onu..

Kalbi her şeye yetti ,

Yanılıyorlar !!

 

‘Düşsel’

‘AŞKIN VE SAVAŞIN GÜNDÜZ VE GECELERİ..’ – EDUARDO GALEANO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sokağın savaşı, ruhun savaşı..

dibe vurmak mı yoksa bir araya toplanmak mı? diğerlerini siliyor muyum yoksa onları çağırıyor muyum? deve gibi kendi kusmuğumu mu yiyeceğim? mastürbasyon yapanın aldığı risk nedir ki? olsa olsa en fazla bileği çıkabilir..

gerçeklik, diğer insanlardır: mutluluk ve tehlike. boğaları çağırıyorsam, üzerime saldırmalarına katlanacağım. o güçlü boynuzların kalça kemiğimi parçalayabileceğini biliyorum..

..

..

..

 

sistem..

bir diktatörlüğün işlediği suçlar işkence görenlerin, katledilenlerin ve kaybedilenlerin yer aldığı listelerle sınırlı değildir.. makine seni bencillik ve yalanla yönetir.. dayanışma bir suçtur.. makine, kendini kurtarmak için ikiyüzlü ve adice davranman gerektiğini öğretir.. bu akşam seni öpen yarın seni satacaktır.. her yaptığın iyilik sana kötülük olarak dönecektir.. eğer gerçekten ne düşündüğünü söylersen senin canına okurlar; böyle bir risk almaya değmez. işsiz dolaşan bir işçi, fabrikanın şu anda çalışan bir işçiyi çıkarıp yerine kendisini almasını gizliden gizliye arzulamaz mı? yoldaşım dediğin kişi senin rakibin ve düşmanın değil midir? kısa bir süre önce, montevideo’da, melez bir çocuk annesinden kendisini doğum kliniğine geri götürmesini istemişti, çünkü bu dünyaya hiç doğmamış olmayı yeğliyordu..

her insanın içinde mevcut olan iyi tarafa yönelik katliam, tek bir damla kan, hatta tek bir damla gözyaşı dökmeden yapılıyor her gün. makinenin zafer: insanalar konuşmaya ve göz göze gelmeye korkuyorlar.. kimse kimseyle buluşmasın. birisi sana bakıp belli bir süre bakışlarını kaçırmıyorsa şöyle düşüneceksin : ‘canıma okuyacak..’ yönetici, altından çalışan arkadaşına şöyle diyor:

‘seni ele vermek zorunda kaldım. benden liste istediler. birkaç isim vermem gerekiyordu. affet beni, eğer bunu yapabilirsen..’

her otuz uruguaylıdan birinin görevi diğer insanları gözetlemek, izlemek ve cezalandırmak. kışlaların ve karakolların dışında insanlara hiç iş yok; bir işi olanlar da onu korumak için polisten illaki demokratik iman sertifikası almak zorundalar.. öğrencilerden arkadaşlarını ihbar etmeleri talep ediliyor; çocuklar öğretmenlerini ihbar etmeleri için kışkırtılıyor.. arjantin’de televizyon soruyor: ‘şu anda çocuğunuzun ne yaptığını biliyor musunuz?’

ruhları zehirleyerek öldürme suç çetelesinde neden yer almıyor?

..

..

..

 

sistem..

1.

latin amerikalı ünlü bir play boy sevgilisinin yatağında başarısız olur. ‘gece içkiyi çok fazla kaçırmışım,’ diye kahvaltı sırasında özür diler. ikinci gece başarısızlığını yorgunluğa bağlar.. üçüncü gece sevgili değiştirir.. bir haftanın sonunda doktora gider.. birinci ayın sonunda doktor değiştirir.. bir süre sonra psikanalize başlar. seanslar ilerledikçe, dibe çökmüş ya da silinmiş anılar yavaş yavaş bilincin yüzeyine çıkmaya başlar. ve hatırlar :

1934.. chaco savaşı.. cepheden kaçan altı tane bolivyalı asker and dağları’nın yüksek düzlüklerinde dolaşmaktadır.. bozguna uğrayan bir müfrezeden bir tek onlar hayatta kalmıştır.. bir kişi görmeden ve ağızlarına bir lokma koymadan çıplak steplerde ilerler.. o adam işte bu altı askerden birdir..

bir akşamüstü, keçi sürüsünü güden küçük bir yerli kızı görürler.. onu takip ederler, yere yatırırlar ve tecavüz ederler.. kızın içine sırayla girerler..

sıra son olarak o adama gelir.. yerli kızın üzerine atılınca onun artık nefes almadığını fark eder..

beş asker onun etrafında bir çember oluşturur..

tüfeklerini sırtına dayarlar..

bunun üzerine adam, dehşetle ölüm arasından, dehşeti seçer..

 

2.

bin bir işkenceci hikâyeleriyle örtüşen bir durum.

işkence yapanlar kimler? beş tane sadist, on tane manyak, on beş tane klinik vaka mı? hayır, işkence yapanlar iyi aile babası insanlar.. memurlar mesailerini tamamladıktan sonra akşam evde çocuklarıyla birlikte televizyon seyrediyorlar.. makine onlara etkili olanın iyi olduğunu öğretiyor.. işkence gayet etkili: bilgi kopartıyor, bilinçleri dağıtıyor, korku yayıyor.. gizli ayincilerinkinin benzeri bir suç ortaklığı doğuyor ve gelişiyor.. işkence yapmayan işkenceye maruz kalır.. makine ne masumları ne de tanıklıkları kabul eder.. kim inkâr edebilir? kim ellerini temiz tutabilir? küçük dişli ilk seferinde kusar.. ikinci seferde dişlerini sıkar.. üçüncüde alışır ve görevini yerine getirir. zaman geçer ve dişlinin tekerciği makinenin dilini konuşmaya başlar: kukuleta, sopa, elektrik, denizaltı, kelepçe, askı.. makine disiplin ister.. en yeteneklileri en sonunda bu işten zevk almaya başlarlar..

eğer işkenceciler hasta kişiliklerse, onları doğuran sisteme ne diyeceğiz?”

 

EDUARDO GALEANO..

‘AŞKIN VE SAVAŞIN GÜNDÜZ VE GECELERİ..’, EDUARDO GALEANO, Çeviri: SÜLEYMAN DOĞRU, SEL Yayınları, Mart 2012, 200 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bedenim aşkın çamurudur..’ – ADONIS

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“şiirimin temel yapısı, yani başlangıç noktası: tanrısal sezgi yoluyla hayata bakmadım.. şiirim hem discursif, hem de sezgisel oluşturucu olarak belirginlik kazandı.. şiirim, parçalanan arap kuşağını, dağılan halkını sergiler.. araplar için ölüm, basit ve doğal bir olaydır, iyi tanıdıkları toprağa dönüştür.. şiirlerimde adı sıkça geçen ‘şamlı mihyar’, ‘adonis’in yansımasıdır.. doğada çocukluktur, saflıktır, iyiliktir.. onun için şiirimin arka planında bir mistisizm yatar.. ‘şamlı mihyar’ sürekli devinim halindedir, dinin kalıplaştırdığı toplumu sarsmaya gelen ve sürekli haksızlığa karşı çıkan bir devrimcidir.. şiirimdeki temel gelenek budur : şiirim geleneğe dayalıdır.. ama bununla birlikte şiirim, arap şiir geleneğine yeni bir yol, yeni bir soluk getirmiştir ve arap şiir geleneğine şiirimle yeni bir giysi biçip dikerek giydirdim.. şiirim ‘hallaç’ ve ‘niffari’nin temeli üzerinde yükselmiştir..”

 

ADONIS..

 

‘AYNA VE DÜŞ..’, ADONIS, Çeviri : METİN FINDIKÇI, AVESTA Yayınları, 2002, 142 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“..

..

..

 

Kadın :

 

senin için ölüyorum. sana olan sevgimden

bir yanım eksik uyandığımı görmüyor musun?

senin için ölüyorum,

kararsızlığın içine düşüyorum.

benliğimi duyumsamadan, bedenimi duyumsamadan,

nerede yaşadığımı bilmeden bu güzel

bedenimin ardında.

her şeyi.. neden, oysa, neden açığa vurmuyorum :

oysa hayatın eşsiz olmasını istiyorum

neden, oysa, neden insan gibi doğal yaşayamıyorum, ölümüm

söylediğim her yerde : sen vatanım olmasan

zamanın düşmanı olan şey dostum olur mu?

 

(sessizlik..)

 

böylece ey aşkın bedeni sesimi sana bırakıyorum

bana, yolumdaki zerreciklerin yarasını ellerinle sunman için

 

kuldum- belki de tanrı diye kocamın aşkını bildim.

kocam- şimdi tapınağım diye bildiğimdi.

isteklerimizden başka hiçbir şey gidip gelmez aramızda.

 

(sessizlik..)

 

ey gurbet seni yeryüzünün her köşesinde seviyorum,

çocuğuma ne söyleyebilirim

kendi beşiğinde gurbetteyken?

babasının yatağını unuttum, bana şehvet olan şeyi de,

yıllardır kullanıldığımı bilerek arıyorum şimdi,

söylesem mi? günahkarlığı onaylar gibi. iştahla,

güzelliğiyle yağarken gökyüzü ve yeryüzü bardağımıza.

gökyüzü inlediğinde peygamberler bilir ne olduğunu

görüyor musun, filinta

damatların mutluluğunu? ancak

aydınlatana bedenini ver bana, ey sen, koynuna al beni, esiri

olayım beni büyüleyen organlarının.

 

(sessizlik..)

 

bağrından ve boğazından gelen bir kokun var senin, son

buluşmamızdan damla damla damlayan, içine

boşaldığın ve boşaldığım. açılırken

içime akan bir şelale olan. gecemin ışığında şeffaf.

yarılan – yerde

depremi kendine kardeş yapan

göbeğimde gizli,

saldırganlığını ve savunmasını yalnızlaştıran.

iyileşeceksin, içindekini yeter ki uyandır. benliğimle ve

ölümümle yüzleşmeme

sen neden olacaksın, özgürlüğüm gibi.

günahlarımla selamlaşacağız

bu sürecin sonunda.

ölümüm. ecelimle

kısmetim benliğinle. resim ve şiiri gibi bir iklimdir sende

ve içimde yitenle,

içindeki zerreciklerle daha da çoğalırım, orman gibi.

içinde görmediğim mevsimlerim bile olacak, içinde – ne ateşim

ne toz. ot

su birikintileri gibi fışkırır topraktan,

içinde yitişini görüyorum, yitişimi, al beni.

bedenim aşkın çamurudur, işte benliğimi sana

teslim ediyorum.

 

(sessizlik..)

 

..

..

..”

 

ADONIS..

 

‘TARİH KADININ BEDENİNDE PARÇALANIR..’ ADONIS, Çeviri: METİN FINDIKÇI, ARTSHOP Yayınları, 134 Sayfa, ne yazık ki basım tarihi kitaba koyulmamış..