Archive for Şubat, 2012

“ALDIRMA NİLGÜN MARMARA”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

uç’talık!

uç’talık’mı?

 

evet, ‘uç’talık’; ‘marjinallik’in türkçesidir..

‘nilgün marmara’, başka (güzelim ve canım) insan – insan boyutları bir yana; ‘uç’ta olmuş olmasıyla, hatta yaşamın ve yaşamının en uc’unda bulunmuş olmakla sanırım biraz kendi kendini açıklayabilir.. (ben belki de ‘caz çağı’na bayıldığı için ve işte bu yüzden kendisine ‘zelda’ diyordum..)

‘nilgün marmara’, gördüğüm ve bildiğim kadarıyla yakın ve uzak çevresinden ayrı, ayrılmış olarak sınırda, garip bir sınırda bulunur ve şiirde sahiden sınır çarpışmaları yapıyordur.. ‘demir maske’ çıkmaz! ama kurcalamak ve deşmek bence ancak buralarda ve buralardan yapılabilir yapılacaksa.. başka yerde pek açık olamaz!

‘marjinallik’ üzerine, ‘uç’ta bir dergi ve giderek topluluk olan ya da oluşturan ‘beyaz’ın 12. son sayısında, ‘marjinal bir insan  olarak ‘fikret ürgüp’ yazısında, bam teli olarak, şunları yazmışım :

‘oysa ve bence ve temelde ‘marjinallik’, herhalde, her türlü toplumsal cendere’nin ya da çember’in olabildiğince ve gerçekten de en ‘uc’unda, (bir ‘uçbeyi’ gibi kalarak) insanın kendi işlediği iş’e karınca kararınca bir katkı’da bulunması anlamına da alınmalı.. asıl böyle alınmalıdır..’

‘nilgün marmara’, evet, sözcüğün benim tasarladığım anlamlarında da, sözlüklerdeki anlamlarında da hem şiirleri, hem varlığıyla ‘marjinal bir insan’dır..

(beyaz dergisinin sözünü ettiğim aynı sayısında ‘nilgün marmara’nın 2 ilginç ve güzel şiiri var.. çarpıcı ve çok değişiktir.. ‘vahşet koşusu’ ve ‘beden’.. tarihten üç ay önce de şiir atı dergisine ilk kez 2 şiiri çıkmıştır..)

‘nilgün marmara’ ve kocası ‘kağan önal’ı, 1982 nisanında bodrum’un  iki koylu, ‘sarı yazlar’lı gümüşlük köyünde, iskele’de tanımıştım.. 22 nisan..

‘nilgün marmara’ o zaman 23-24 yaşlarında ‘boğaziçi üniversitesi ingiliz filolojisi’nde son sınıftaydı.. ‘kağan önal’ ise, ‘age’ kemal yalgın, hüseyin erişen.. gibi istanbul teknik üniversitesi’nde endüstri mühendisliği son sınıf arkadaşlarıyla birlikte, -denizi karşınıza alırsanız, soldaki kumsalın en sonundaki ‘sisyphos’ adlı bir pansiyonu sabahlara kadar cin içerek, müzik çalarak ve şiirler okuyarak öğrenci havasında işletiyordur.. (galiba bir güncemde ‘şiir ve cin içki – adamları’ demiştim..) hemen hemen hepsi de uzun boyluydular..

benim gümüşlük’te yazdığım defterler bir bakıma onlarla (ve bu arada) yeşim arıkut’la, lale müldür’le, patrick’le, boşnak ali’yle, sarışın süleyman’la, hades’çi selçuk’la,, balerin şûle’yle, hakan sayis’le, dr. erkan’la, çağatay önal’la, necla coşkun’la.. vs.yle doldur..

kısacası, iki yıla yakın bir zaman oturmak zorunda kaldığım gümüşlük benim için belirli bir açıdan bir çeşit ‘milat’, bir başlangıç olmuştur.. ‘nilgün marmara’yı (ve de seyhan sacide hanım’ı) orada tanımıştım çünkü!..

şu kadar yıllık (şimdi 10-11 yılı buldu) bir ‘kötülük dayanışması’ koşullarındaki istanbul’a 1984 yazında kesin olarak geldiğimde ya da ayak bastığımda kızıltoprak’ta, tam istasyonun karşısındaki o evde, ‘nilgün marmara’larda kalacaktım..

ve ekliyorum, ekleyeceğim :

‘nilgün marmara’nın annesi, babası ve ablası da, kendisi gibi, gerçekten de hem içerik, hem öz ve hem de biçim olarak güzel, yakışıklı ve ince insanlardır..

bende ‘nilgün marmara’dan dolu dolu anılar var elbet, kaldı.. ama nedense aşağı yukarı hepsi de üzünçlü ve ilginç :

bir gece.. ‘mehmet günsür’, çerkesköy’de yedek subaylık yapıyor.. ‘kağan önal’ da libya’da mısır yakınlarında küçük bir körfezde endüstri mühendisi olarak çalışıyor.. ressam ‘saba melikesi emel’in evinde (zelda fitzgerald olarak) ‘nilgün marmara, cihat burak ve cemal süreya’nın başlarına toz şeker dökmüştür!..

‘nilgün marmara’, geçen yıl topkapı’da sur içinde bir şoförle ayıcı bir çingen arasında çıkan tartışmayı bana anlatıyor.. çingene otobüse ayısıyla binmek ister, şoför de almaz onları, çingene direnir, ağız kavgası olur, çünkü çingene sabahleyin evdeki ‘köroğlu’na bir şey  bırakamamıştır, ekmek parasını çıkarmak üzere ne pahasına olursa olsun sultanahmet’e gidecektir! ‘taksi tutamam ya!’ diyormuş.. ‘nilgün marmara’ hemen çingene’nin, hızmalı kahverengi güzel ayının ve görmediği köroğlu’nun yanında olmuştur!

bir de rastlantı var, oldu :

şimdi, ‘cemal süreya’ ile birlikte ‘gergedan’da ‘çıkmalar’ı yazıyoruz.. ekimde başlayacaktı, kasıma kaldı.. ‘çıkmalar’ sözcüğünün ingilizcesi ‘marginalia’dır, ‘derkenarlar’ yani benim kullanışımla ‘marjinallikler’! işte o ‘marjinallikler’ çerçevesinde ‘nilgün marmara’nın adı geçiyor..

evet, aldırmayacaksın ‘nilgün marmara’, gerekirse ölüme de! (1987)

ECE AYHAN..

 

‘ŞİİRİN BİR ALTIN ÇAĞI.. (Yazılar, söyleşiler..) DİPYAZILARI..’, ECE AYHAN, YKY Yayınları, Nisan 1993, 286 Sayfa..

‘çünkü korkunçtur yeryüzü..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘… BİRLİKTE YOL ALMAK

‘kulelerim sonunda! bu aylak dolaşmalar bitiyor.

susuzlukları daha büyük bir eksiklikle diniyor :

arzulayan sonsuz birden geri çekiliyor

çünkü korkunçtur yeryüzü.’

HERMAN MELVİLLE (the return of the sire de nesle..)

 

ırmağın geldiği yönde olma cinayetini işlemedik.. ta buzulda alındı yetkimiz; aynı anda suçlandık, ve hemen soldurulduk.. kurtulmuş birkaç kişi dolaşıyor orda burada, banliyölü.. duygusal durumlarımızın gençliği onları bozulmamış gösteriyor..

akşamın koyuluğundan çıkıldığı gibi, kitaplarının yüzeyinden kaybolmak, aksın diye onlardan göçmen ilkbahar, çoğul olmayan bedenimizin rahatsız ettiği konuk..

öylesine kolay bulmuştuk ki, maki’de, sürünme içgüdüsünü, çakıllı yüzeyde bir kara yılanın izine rastladığımızda, bu geçene ‘kaybolmuş sürünmeler’ diyorduk.. utanmış bir kıskançlıkla..

şu rüzgarın salladığı saz üzerindeki çil ardıç kuşuna bakınız, nasıl da deniz ayağı var onun!

ululayan şiir, nesnesi yüceldikçe ocağını yok etmektedir.. iyi geceler’ çok iyi geceler, yardımcı bir gücün dokunduğu, suçu tekrar eden bir zaman’ın dizlerinde tutulan.. hiçbir yasak yok beklenmedik barınağın önünde, sen olduğunda..

ters yüzünde şiir, en ufak ev nesnelerine ihtiyaç duyan iş gören kadın.. zenginlik ve tutumluluk..

paramparça olmadan önce, her şey hazırlanıyor ve duyularımızla karşılaşıyor.. bu hazırlık süresi bizim rakipsiz talihimiz..

çıkmak, tırmanmak.. ama kendini çekmek? ne kadar zor! ışıklı kalça hareketi, sıyırarak geçen güç, yeraltı yuvasından fışkıran ve, yer çekimine rağmen, sevinci doğurtan..

keçisağan kuşunu bitlerinden nasıl kurtarmalı? soru sorulmuş kalıyor, keçisağan kuşu şehrin üzerine gittiğinde..

değişken ‘yapraksız bitki..’ çiçeği kapanıyor.. bize baktı.. güçlü bir maviden.. usta ‘yapraksız bitki’!

senta, onun yelkeni hayalet gemi’nin beyaz direğinde, ölüme dek sadık.. ah! bizi elinde bulunduruyor.. kısa gençliğinde doğru sözlü.. sonra taşlaşmış.. bazıları yalancı diyecekler.. fısıldayan dudaklarını tırmalayan..

20. YÜZYILIN KANLI ÜTOPYALARI..

ne totaliter boynuz, ne de mantığa aykırılık alnımıza yerleşmedi.. günlük işlerde haklı ve haksızın kavramı sempatiye soluk aldırmadı..

kendini bağdan kurtulmuş sanan kişilerin politik kanama dinmezliği.. ne kadar çok, insana değil de insanlığa tutkun olanlar! ikincisini yükseltmek için birincisini alçaltıyorlar.. eşitlik, saldırganla uyumda.. bu onun laneti.. tavrımız bunu hoş karşılıyor..

ne kadar çok isteriz evrensel yazının bir tek gece bile kesilmemesini, yoksa bir aşk fenerinin eğik itişi tarafından yalnızca! böyle konuşur arzu.. geri dönüyor sözcük, her çeşit rüzgâra bu büyük barınak..

atom patlaması maddenin bilincidir, ve onun anlatımı olduğunu söyleyen güleç insanın zımbası.. onun tinsel sürekliliği üretmeye başladı.. umursamadan onun yer altı mezarlığını çıkarıyoruz..

sözcükleri bir kitle politikası yapmaya isteklendirmeyin.. bu anlamsız okyanusun dibi kanımızın kristalleriyle döşenmiştir..

totalitarizmlerin inden beri, kişisel benliğimize değil, katolik, katledilmiş toplu bir benliğe bağlıyız.. ölümün yararı imgelemsiz yaşamaya mahkum ediyor, dokunsal uzay dışında, alçaltıcı karışımlarda..

o kadar azimle ellerinde tutuyor gibi göründükleri şey, gözleriyle birlikte koparılacaktır onlardan.. bu yasadır, ya da yasada ekin sapı..

şiir, bir şantajın fidyesi olabilir mi.. tombul ve iğrenç dilim, ağlayan bir bulut ile kahkahayla gülen toprak arasına sokuşmuş.. bütün havada uçuşan örümcek ağları koşup geliyorlar, alışveriş konusu yapılabilir..

bir tane gerekir, iki tane gerekir, ..gerekir.. hiç kimsenin yeterlice birçok yerde birden olma yetisi yoktur, yalnız başına kendinin egemen çağdaşı olmak için..

bakışı yok, ya da pek az, yalnızca fırsat kollayan dikenleri var , sayısız.. kararmış yerleri ayırt etme yetisiyle, öylesine keskinleşmiş, öylesine keskinleşmiş bilinç, kirpi..‘sabahsı’lar yaşarlar, akşam, sabah, artık olmasa bile..

BAĞI ÇÖZÜLMÜŞLER..

kendine değil de, başkasına yalan söylerken nerede durmalı? daha aşağıda, titreyen yapıtın önünde..

yaşamdan boşanıyor, bağışlamayla dolunuyor! yaşam kararsız ve ölüm ateşli bizi bozguna uğratırken..

‘baudelaire, melville, van gogh’ yabanıl tanrılardır, tanrı okumaları değil.. teşekkür edelim.. ve eğilmiş ‘mandelstam’ı ekleyelim, yüzen, kolu mavi, yanağı korkuya ve tansığa dayanmış.. çarptırıldığı korku, ve ona karşı koymadığı ama kendisinden yayılan tansık..

içselliği, dumanlı iç’in eksikliğiyle resmetmek.. süzücü gözlerimiz deniyorlar bunu..

her şey doğruydu bunun içinde.. ölüm, el açıklığıyla yerine getiriyordu yaşamsal sözleşmesini.. ve yerine getirmiyordu, çıplak bir buzun üstünde köpüklenen bir can çekişmenin çıkmazında..

mevsimlerin, üstünde gemi yolculuğu yapılabilir şan’ına!

metrekarede kaç tane değişik gece vardır? yalnız şu oyun bozan bülbül bilir bunu.. biz, ki bu bizim ölçümüzdür, bilmeyiz..

bayılma hanımı kötü taşınan kafaları kovuyor..

benzerine olan yolun yarısında kalmak; son açık adımı atmamak.. üstünden atlarken hala düşünülüyor’

tanrı, düzeltici olan, ancak başarısızlığa uğrayabilirdi.. tanrılar, bu güzel çılgınlar, yalnızca kendileriyle ve dansçı arkadaşlarıyla uğraşan, güç arttırıcıdırlar.. birincisinden geri dönen, ama onunla ilişkide olan vahşi gladyatörler, ikincilerinin görüntüsünü bozmaktadır, onları aşındırmaktadır..

büyük yırtıcı hayvanlar için kuru pastalar.. kendinize alınız..

şiir, başka hiçbir sesin kan dökücü zaman’a emanet edemediğini alçakgönüllülük içinde söylemeye cüret ediyor.. yok olma durumundaki içgüdüye de yardım ediyor.. bu devinimde, içi oyulmuş bir sözcük, sözün rüzgarında başka bir yöne dönebiliyor..

düş, şimdiki-zamanı acılara salma makinası.. ne mutlu roman heykeltıraşı, ‘autun’deki müneccim kralların! başkalarının tanıdığı, kırağıyla örtülü, uzayan buzlaşma gecelerinde çalışmakta..

her defasında daha ileriye gitmek lutfu, daha çıplak, bizi uzun uzadıya gösteren aynı gün ağırması nesnesinin adını söylerken, bu tam anlamıyla yeniden canlanmaktadır..

belleğimin uykusu, gitmesini bilirim iplik eğiren kız kardeşlere, pişmanlığa kesip atan istenmiş atılışla, artakalmayı önemsemeyerek ve yaşam içinde kalarak..

önümüzde, yüksek dikilmiş, sorgulamak ya da devirmekten kaçınılması gereken verimli nokta..

an, zamanın verdiği ve bizim tutuşturduğumuz bir parçacıktır.. demir bir bağla boğulan tilkidir.. silinmez bir şey. bir çocuğun yanağında şarap lekesi, belleğin salladığı sazlar oyununun bağışı..

sularını gitgide ezilen topraklara iten bu savurgan derelere aitiz.. köprüler ve kırılırlar.. gemiyi yedekte çekmenin el emeği! ilerleyin, dizler alçak, gemiyi yedekte çekmenin el emeği.. ve durdurmayın bakışları.. gözüpeklik tek yetkinlik oluyor..

rüzgâra güven, budala değildir; afacandır boşluk, erdem taslamaz kan..

RENE CHAR..

‘Fenétres Dormantes Et Porte Sur Le Toit (1979) – Uyuyan Pencereler ve Damda Kapı..’

BEYAZ KİTAP Dergisi, Sayı : 7, Özel Sayı, Kasım 1984, Dergiyi  Yayına Hazırlayanlar : TURGAY ÖZEN, AHMET SOYSAL, HAKKI MISIRLIOĞLU..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘TEHLİKELİ İLİŞKİ / A DANGEROUS METHOD..’ – DAVID CRONENBERG

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kanadalı usta yönetmen ‘david cronenberg’in izlediğim ilk filmi ‘the fly’ (sinek- 1986) adlı filmiydi.. bilim-kurgu tarzında fantastik bir gerilim filmiydi.. uçuk kaçık olmasının yanında insan psikolojisini de ele alan etkileyici bir filmdi.. daha sonra ‘dead ringers’ (ölü ikizler-1988) filmini izledim..’jeremy irons’un başrolde oynadığı yine uçuk kaçık bir filmdi.. bu filmler 80’li yılların filmi olmasına rağmen izlememiz 90’lı yılların ortasını bulmuştu..  daha sonra eski filmlerinden ‘the scanners’ ve ‘videodrome’ ve ‘the brood’ elime geçti.. artık yavaş yavaş bir ‘david cronenberg’ hastalığı başlamıştı ruhumda.. filmleri karanlık, sert filmlerdi.. ona bağlandığım ve artık benliğimde silinmez yer edinmesine sebep olan filmi ise 1991 yapımı ‘william s. burroughs’un kült romanı ‘naked lunch’ (çıplak şölen)’dan uyarlanan aynı adlı filmiydi.. filmde çizdiği dünya, romanın dünyasına çok yaklaşmıştı.. kurduğu karakterler, madde kullanımından doğan halüsinasyonlar, krizler o kadar iyi sinema diline uyarlanmıştı ki hayran kalmamak elde değildi..

daha sonra en çok bilinen ve ‘cronenberg’ adının sinema tarihine silinmez şekilde yazılmasını sağlayan kült filmi ‘crash’ (çarpışma – 1996)’ı izleme fırsatım oldu.. gerçekten yine insan ruhunun karanlık dehlizlerinde dolaşan bir filmdi.. insan ruhunun açmazları, çatışmaları, toplumsal baskıları, cinsel saplantıları, bitmez tükenmek bilmeyen arzular, hışlar, kıskançlıklar, şiddet bağımlılığı vs işleniyordu filmde.. aslında bu başlıklar ‘david cronenberg’in sinema dilinin ana başlıklarıydı.. oluşturduğu sinema dilinin kelimeleriydi..

‘çarpışma’dan sonra ise ‘existenz’ (varoluş – 1999) geldi.. ama onda sonra gelen filmi beni en çok derinden etkileyen filmiydi :  ‘spider’ (örümcek).. ‘spider,’ ‘cronenberg’in filmografisinde kendi imkanlarıyla, kısıtlı maddi olanaklarla çektiği ve başrolünde usta oyuncu ‘ralph fiennes’in mükemmel bir performans sergilediği ve de bence ‘cronenberg’in en iyi filmiydi.. bu film hep elimin altında olan ve sıklıkla izlediğim filmlerden birisi haline geldi..    filmin kurgusu,  ‘ralph fiennes’ın adeta yaşayarak oynaması filmin karanlık, kafkaesk havası filmi başyapıt haline getirmişti.. ancak nedense hak ettiği değer verilmedi bu filme..

 ‘spider’dan sonra ‘a history of violence’ (2005) ve ‘eastern promises’ (2007) geldi.. bu iki film de iyi filmlerdi ama bence ne ‘spider’dan ne de ‘çarpışma’dan iyi değillerdi.. ‘dead ringers’ ve ‘the fly’a ancak yaklaşan filmlerdi.. ama yere göğe sığdırılamadı bu filmler.. bu filmlerin en önemli yanı bu filmlerde başrolde oynayan ‘viggo mortensen’in üstün performansıydı..

2007’deki ‘eastern promises’ filminden sonra uzun bir sessizlik dönemi geçiren ‘david cronenberg’in, ‘sigmund freud’ ve öğrencisi ‘carl jung’un arasında geçen olayları anlatan bir filme başladığını duyduğumda çok heyecanlanmıştım.. psikanalizin kurucusu ‘freud’ ve en yakın dostu ve yardımcısı ‘jung’un ilişkisi, dostlukları, sonra aralarının bozulup küsmeleri ve bu ilişki sırasında ‘sabina spielrein’ın adlı kadının ortaya çıkıp bu ilişkiyi etkilemesi.. tüm bunların işlendiği bir film olacaktı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘freud’ ile ‘jung’ arasında neredeyse baba-oğul ilişkisine varan bir yakınlık varken ‘jung’un hastası olarak zürih’teki kliniğine büyük krizler geçirirken getirilen ‘sabina spilrein’ın önce ‘jung’un hayatına girmesi, onun aile yaşamını etkilemesi, daha sonra bunun viyana’da yaşayan ‘freud’un kulağına kadar gitmesi ve bu ilişkinin de yansımaları sonucu ikilinin arasının bozulması.. ‘sabina spielrein’ gerçekten ilginç birisi.. ‘jung’un hastası olan ‘spielrein’, iyileşme döneminde önce ‘jung’un asistanı olmuş daha sonra eğitimini tamamlayarak kendisi de bir psikanalist olmuş birisi.. gençlik yıllarında histeri teşhisi konulmuş ve çocukluğunda babasının gördüğü şiddetten dolayı rahatsızlandığı tedavi sürecinde ortaya çıkmış ‘spielrein’ aynı zamanda çok zeki ve hırslı bir kadındır ki kısa sürede dünyanın ilk kadın psikanalistlerinden birisi olur ve şizofreni ile çocuk psikolojisi üzerine uzmanlaşır.. zengin bir kadın olan ‘emma jung’ ile evli olan ‘carl jung’, çok önemli olan hasta – doktor ilişkisinin gerektirdiği meslek etiği sınırını aşarak hastası ‘spielrein’ ile tutkulu ve cinselliğin ağır bastığı bir ilişki yaşar.. ‘jung’un yanında yetişen ‘spielrien’ bir süre sonra ‘viyana’da ‘freud’un yanında çalışmaya başlar.. film bu üçlü arasındaki ilişkileri anlatan ve daha çok sanırım tarihte pek önem verilmeyen ve es geçilen ‘sabina spielrein’ın yaşamına odaklanmış bir hikaye örgüsüne sahip.. sabina spielrein ismi freud ile jung’un arasındaki mektuplaşmalarının ortaya çıkmasıyla duyulmuş ve araştırma konusu olmuştur.. bu araştırmaların sonunda ‘spielrein’ın, ‘freud’ ve ‘jung’un araştırmalarında ve oluşturdukları kuramlarda çok önemli bir yere sahip olduğu ortaya çıkmıştır..

filmde artık ‘cronenberg’ filmlerinin gediklisi olmuş ‘viggo mortensen’ ‘freud’u canlandırıyor.. ‘eastern promises’teki ‘viggo mortensen’ bir de burada ‘freud’u canlandıran ‘viggo mortensen’e bakıyorsunuz ve ister istemez bu adam o adam mı deyip hayran kalıyorsunuz bu oyuncunun yeteneğine.. ‘carl jung’u ise yine usta bir oyuncu canlandırmış : ‘michael fassbender..’

‘sabina spielrein’ı ise ‘keira knightley’ canlandırmış.. filmi izlemeden önce onunla ilgili o kadar kötü eleştiriler okumuştum ki neredeyse şartlanmış olarak filmi izlemeye başladım ancak ‘keira knightley’ın performansı en üst düzeydeydi, kendisini ilk defa izliyordum ve hayran kalmıştım.. filmi taşıyan oyuncusu kendisiydi.. hele filmin başında ve filmin devamında yaşadığı histeri atakları sırasında sergilediği performans hayranlık uyandırıcı.. bazı çekemeyenler onun hakkında filmde iğreti durmuş, oynayamamış demişlerdi.. filmi izledikten sonra şaştım kaldım.. aynı filmi izlemedik mi ya da oyunculuk daha nasıl olabilir diye uzun süre düşündüm..   ‘keira knightley’in hakkını teslim etmek lazım, bence bu performansıyla hem tüm bayan oyunculara ders niteliğinde performans sergilemiş hem de 2012’de verilecek tüm ödüller layıktır kendisi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmin sürprizlerinden ve bence fazla önem verilmemesi nedeniyle filmin eksikliklerinden  birisi de filmin bir bölümünde yer alan ‘otto gross’ rolündeki ‘vincent cassel’in müthiş oyunculuğu.. ‘vincent cassel’i, usta yönetmen ve oyuncu kassovitz’in ‘la haine’ (protesto- nefret)  filminden beri tanırım, yeni filmlerini hep sabırsızlıkla beklerim.. onun her zaman bende ayrı bir yeri  vardır ancak bu filmde yer aldığı kısa süre içerisinde gösterdiği oyunculukla hayranlığımı bir kez daha kazandı.. bu filme ivme kazandırıp daha da etkileyici kılanlardan birisi de ‘vincent cassel..’ bir zamanların ünlü psikanalistlerinden birisi olan ‘otto gross’ anarşist düşünceli avusturyalı hedonist bir bohemdir.. babası tarafından akıl hastası olduğu gerekçesiyle ‘freud’un aracılığıyla ‘jung’un kliniğine zorla gönderilir.. ancak ‘jung’un hastası olmaktan çok ‘jung’u dönüştüren ve ‘jung’un bastırmış olduğu duyguları, istekleri ortaya çıkarmasına yardımcı olmuş birisidir.. tek eşliliğe inanmayan ve yaşadığı sayısız ilişkiden de doyuma ulaşamayan birisidir ‘otto gross..’ ‘jung’un yanında bir süre kaldıktan sonra alıp başını yeni maceralara doğru kaçıp gider.. ‘freud’, ‘otto gross’un kaçtığını öğrenince hem ‘jung’a kızar hem de üzülür.. ‘kropotkin, nietzsche ve kafka’ gibi düşünürlerin büyük etkisinde kalmış ‘otto gross’ yine tarih sahnesinde pek önem verilmemiş kokainman, ayyaş birisi olarak görülmüştür.. halbuki ‘spielrein’ gibi incelenmesi gereken şahsiyetlerden birisidir.. ‘vincent cassel’ bu filmde ‘otto gross’u canlandırması tekli edildiğinde çok heyecanlanmış ve seve seve teklifi kabul etmiştir.. zaten filmde sergilediği performansla ne kadar isteyerek ve severek bu rolü canlandırdığını görüyorsunuz.. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filme geri dönersek bu film ‘david cronenberg’in en iyi filmlerine yaklaşan bir film değil kesinlikle.. bunu peşin peşin yazayım da sonra bir hayal kırıklığı yaşamasın kimse.. ‘cronenberg’in  diğer filmlerinin karanlık, şiddet dolu ortamlarına karşın bu film bembeyaz, parlak, aydınlık bir atmosferin hakim olduğu ve tertemiz bir hijyen bir dünyanın sunulduğu bir film.. tabii bu film ‘cronenberg’in diğer filmlerinin aksine bir dönemsel film.. ‘spider’ ile ‘naked lunch’ hariç diğer filmleri genelde günümüzde ya da zaman kavramının pek önemli olmadığı filmlerdi.. oysa bu film 1900’lü yılların başında ‘freud-jung-spielrein’ üçlüsü arasında başlayan ve ‘otto gross’un da bu ilişkiye dahil olmasıyla birlikte daha da karmaşık bir hal alan ilişkiyi konu alan bir dönem filmi.. diğer karmaşık, karanlık ‘cronenberg’ filmlerine karşın bu film oldukça yalın ve sade bir film..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmin senaryosu ‘john kerr’in ‘a most dangerous method’ (çok tehlikeli bir yöntem) adlı romanından uyarlanmış.. christopher hampton tarafından senaryolaştırılan ama önce tiyatroya uyarlanmış, sonra da ‘cronenberg’ ve ‘hampton’ tarafından sinemaya kazandırılmıştır.. filmin adının ‘a dangerous method’ yani ‘tehlikeli yöntem’ olmasına rağmen yine ülkemizin garabetlerinden birisi olan film adlarının abuk sabuk türkçeye çevrilmesinden nasibini almış ve ‘tehlikeli ilişki’ olarak vizyona girmiştir.. 

büyük beklentilere girmeden izlemeniz gereken bir film bu.. en azından ‘cronenberg’in dilindeki değişikliği görmek için bile izlenebilir.. tabii ‘keira knightley’ ve ‘vincent cassel’in muhteşem oyunculuklarını izleme fırsatının yanında ‘viggo mortensen’ hayranlarının da kaçırmaması gereken bir film aynı zamanda.. psikoloji ve psikanalizle ilgilenenler içinse mutlaka izlenmesi gereken bir yapım..

performansı hakkında o kadar yazdık çizdik, o halde bu yazıyı da filmde ‘otto gross’u canlandıran ‘vincent cassel’in repliğiyle bitirelim :

‘hiçbir zaman hiçbir şeyi bastırma..’

Crockett..

‘ateşli bir sevi gibi yeşeriverdi, acılanarak ateşini seyre dalan bu kin..’ – CESARE PAVESE

DÜŞÜN SONU (FINE DELLA FANTASIA)

 

Yeniden başlayamaz artık bu gövde.

Gözlerine dokunulduğunda, bir yığın toprağın

canlılığını duyar biri. Tan ağartısında da

kendini susturamayan topraktır o.

Ölü bir gövdedir, o birçok yeniden uyanıştan

Kalan ama.

 

Her gün yaşama başlayacak gücümüz yok

-Toprağın önünde, suskun bir gök altında-

bir yeniden uyanışı bekleyerek. Şaşırıyor biri

bunca yoruculuğuna tan ağartısının. Bir iş

yerine getiriliyor bu yeninden uyanışlar içinde.

Ama sadece ileriki bir işe heyecan yüklemek

ve toprağı bir kez uyandırmak için yaşıyoruz.

Ve kimi kez oraya erişip, sonra bizle birlikte

suskunluğa dönüyor.

 

Kımıldanmazdı yüz hafifçe dokunsaydı el

-Yaşayan el duyuyor dokunulan yaşamı-

Bu soğuk, tan ağartısında donan toprağın

soğuğu değilse gerçekten, belki de bir yeniden uyanıştır.

Ve tan ağartısında susan varlıklar

sözcükler söylerler yine. Ama elim titriyor.

Ve tüm varlıklar kımıltısız ele benziyor..

 

Bir zamanlar kuru bir acı

ve ışığın kasılmasıydı tan ağartısında uyanmak.

Ama yine de bir özgürlüğe kavuşmaydı.

 

Toprağın verimsiz sözcüğü kısa bir an sevinçliydi.

Ve yine oraya dönmekti ölüm. Şimdi, toprağa

dönmeyen gövde birçok yeniden uyanıştan kalanı bekliyor.

Ondan söz etmiyor kaskatı dudaklar da. (1933)

 

CESARE PAVESE

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SONRA (DOPO)

 

Yağmur sessizce ıslatıyor uzayıp giden tepeyi

Evlerin üstüne yağıyor : daracık pencere

dipdiri, çırılçıplak bir yeşille doldu.

Benimle birlikte uzanmıştı sevgili : pencere boştu,

hiç kimse bakmıyordu, çırılçıplaktık.

Yürüyor şimdi yolda onun gizemli gövdesi

adımlarının yumuşak uyumuyla; yağmur iniyor,

bitkin ve hafif o adımlar gibi.

Görmüyor sevgili, çıplak tepeyi

yağmurun dinginliğindeki; geçiyor yoldan

insanların ona dokunduğunu bilmiyor.

 

Akşama doğru

soluyuşları duyuluyordu pencerede

tepeyi saran sis bulutlarının. Yol şimdi

bomboş, ıpıssız; yaşanmışlığı var

Kopkoyu gövdesinde bu yalnız tepenin.

Uzanmıştık bitkin, iki gövdenin ıslaklığında

dingin her biri diğerinin üzerinde.

 

Yolda gezinmek bir sevinçtir

diri renklerin ve ılık güneşin yumuşacık

akşamında tadarak gövdenin

içe yayılmış anılarından birini.

 

İki gövdenin de unuttuğu arı bir tansık;

yaşam var biraz herkesin sesinde

yollardaki yapraklarda, kadınların uyuşuk adımlarında.

Ve aşağıda bir yolun dibinde bulmak

evlerin arasındaki tepeyi, ve ona bakıp

düşünmek sevgilinin de birlikte baktığını

daracık pencereden.

 

Karanlığa gömülü çıplak tepe

ve mırıldanan yağmur. Burada değil kendisiyle

birlikte yumuşak gövdesini ve gülümseyişini

götüren sevgili. Ama yarın tan ağarırken

yıkanmış göğün altında yola çıkacak

adımlarının hafifliğinde. Karşılaşabileceğiz, isteyerek. (1934)

 

CESARE PAVESE 

‘SEÇİLMİŞ ŞİİRLER..’ , CESARE PAVESE, İtalyancadan Çeviri : ALP DENİZAŞAN, KALAMIŞ Yayıncılık, 95 Sayfa, basım tarihi kitapta bulunmuyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yaşamak öldürür..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“- intihar dükkânı, buyurun..

üstünde kan kırmızısı renginde bir gömlek bulunan madam ‘tuvache’ telefonu kaldırıyor ve beklemesini istiyor karşı taraftan : ‘ayrılmayın mösyö..’ diyor ve bu arada sıkıntıdan ağzı yüzü birbirine girmiş bir kadın müşteriye parasının üstünü veriyor.. kadın elinde çevreye zarar vermeyen bir kâğıt torbayla gidiyor.. kâğıt torbanın bir tarafında intihar dükkânı yazısı var.. öbür tarafında ise şu yazı okunuyor : hayatta başarılı olmadınız mı.. bize gelin, ölümünüzü başaracaksınız.. ‘lucréce’ kadın müşteriyi selamlıyor : ‘elveda, madam’ sonra tekrar telefonu alıyor eline :

– alo.. siz misiniz mösyö ‘çang..’ tabii ki hatırladım sizi : ip, bu sabah,değil mi.. siz.. bizi mi istiyorsunuz.. duyamıyorum (müşteri cep telefonundan konuşuyor büyük olasılıkla).. bizi cenazenize mi davet ediyorsunuz.. ah, çok naziksiniz.. ama ne zaman cenaze.. ip boynunuzda mı.. o zaman, bugün salı, yarın çarşamba.. yani tören perşembe günü olur.. ayrılmayın, eşime sorayım..

..

– birçok insan acemilik ediyor.. biliyor musunuz, yüz elli bin insan intihara teşebbüs ediyor ve yüz otuz sekiz bini başarılı olamıyor.. ve bu insanların çoğu daha sonra tekerlekli sandalyeye mahkûm olarak yaşıyor, yaşam boyu sakat kalıyorlar, halbuki bizde.. bizim intiharlarımız garantilidir.. ölüm ya da para geri verilir.. haydi, haydi, pişman olmayacaksınız bu alışverişten, sizin gibi bir atlet.. derin bir nefes alıyorsunuz ve hop, iş bitiyor.. ayrıca her zaman şunu söylerim, insan bir kez ölür, unutulmaz bir an olması gerekir..

..

‘vefat nedeniyle açığız..’ giriş kapısında dışarıya dönük olarak asılmış olan ve bir vantuzla tutturulan küçük ilanın yazılı olduğu levha çıngırak çaldığında oynuyor.. kapı çerçevesinin üst kısmında küçük bir çan gibi duran demir çubuklardan oluşan küçük bir iskeletten bir ‘requiem’in ölüm notaları dökülüyor.. ‘lucréce’ başını çeviriyor ve bir genç kızın içeri girdiğini görüyor :

– sen büyük değilsin ki.. kaç yaşındasın.. on iki, on üç..

– on beş.. diyor ve yalan söylüyor yeniyetme.. zehirli şeker isteyecektim madam..

– ah, şeker.. şekerler.. ne güzel düşünüyorsun.. öldüren şekerlerimiz bizim, tek bir tane alabilirsin.. sınıftaki bütün arkadaşlarına dağıtacak değilsin herhalde.. ‘montherlant’ lisesini ya da ‘gerard de nerval’ kolejini yok edecek halimiz yok.. diye devam ediyor ‘lucréce’ ve şeker dolu bir kavanozun kapağını açıyor bir yandan da.. tabanca mermisi gibi bunlar, tek tek satılıyor.. beynine  bir mermi atan ikincisine gerek duymaz.. bir kutu istiyorsa  başka bir niyeti vardır.. bizim işimiz katil üretmek değil tabii ki.. hadi bakalım, tercihini yap.. ama iyi yap çünkü bu kavanozda sadece iki şekerden biri ölümcül.. yasalara göre çocuklara bir şans bırakılması gerekiyor..

gencecik kız tereddüt ediyor, bir yanda kâğıt ambalajlı öldüren mistral (karayel) çikletleri ve thanatos (ölüm) şekerlemeleri – içinde, yavaş yavaş öldürdüklerinden uzun süre yalanması gereken sarı, yeşil ya da kırmızı mayhoş şeker bulunan yarı kabuklu yumuşakçalar.. pencerenin önünde büyük kâğıt külahlar : erkek çocuklar için çok hoş, mavi renkli ve kız çocuklar için pembe renkli.. yeniyetme kız tercih yapamıyor, sonunda bir tane öldüren mistral alıyor..

– niçin ölmek istiyorsun.. diye soruyor annesinin yanında oturan ve defterine kocaman güneş resimleri çizen küçük ‘alan..’

– çünkü hayat yaşama zahmetine değmiyor, diye karşılık veriyor aşağı

yukarı kendisiyle aynı yaşta olan kız..”

 

JEAN TEULÉ

‘İNTİHAR DÜKKÂNI’ , JEAN TEULÉ, Çeviri : İSMAİL YERGUZ, SEL Yayınları, Aralık 2011, 140 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘GRAMSCI’NİN KÜLLERİ..’ – PIER PAOLO PASOLINI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GRAMSCI’NIN KÜLLERİ..

 

III

 

Kırmızı bir bez, direnişçilerin

boyunlarına sardıkları gibi,

ve çanağın yanında, kül rengi toprakta

bir başka kırmızı iki sardunya.

Burada sürgündesin, katolik olmayan

o katı inceliğinle, bu yabancı ölüler arasına

düşülmüş kaydın : gramsci’nin külleri.. Umutla

kuşku arasında varıyorum mezarının başına,

rastlantı sonucu geldiğim bu çorak serada,

yeryüzünün özgür insanlar arasında

kalan ruhunun karşısına. (Başka bir şey mi yoksa,

daha coşkulu belki, daha alçakgönüllü,

yeniyetmelik, cinsellik, ölüm arasında

esrik bir ortam yaşama…)

Tutkunun hiç durulmadığı bu yörede

-burada mezarların sessizliğinde- nerede

yanıldığını- ama nasıl da haklı

olduğunu duyumsuyorum kaygılı

yazgımız içinde- öldürüldüğün günlerde

kaleme almakla son yazılarını.

İğrençliği de büyüklüğü de

yüzyılların ötesine uzanan

bir mülke bağlı bu ölüler

eskil egemenliğin tohumlarının

yok olmadığının tanıkları : ve –aşağı mahalleden-

gizliden gizliye yükselen

boğuk, keskin, ısrarlı çekiç sesleri

sonunun geldiğinin habercileri.

İşte buradayım ben de… yoksul, üstümde

vitrinlerin kaba ışığında yoksulların

gözlerini kamaştıran giysilerle.

bilinmedik sokakların, tramvay koltuklarının

beni güne yabancılaştıran

kirinden arınmışım : böyle avarelikler git gide

azalıyor yaşam kavgası içinde;

ve sevecek olursam dünyayı,

çıkarsız, öfkeli, şehvetli bir sevgiyle

seviyorum, tıpkı vaktiyle

şaşkın yeniyetmeliğimde,

burjuva hastalığı burjuva benliğimi

sardığında ondan nefret ettiğim gibi :

ve şimdi –seninle- bölünen dünya,

iktidarı elinde tutan bölümün kininin,

neredeyse gizemli nefretinin hedefi değil mi?

Senin tutarlığınla olmasa bile dayanamıyorum yine de,

seçim yapmıyorum çünkü. Savaş ertesinin yıkımında,

bir şey istemeden yaşıyorum : loş utancında

bilincimin –tepeden bakan, umarsız bayağılığından

tiksindiğim- bu dünyayı

severek…

 

PIER PAOLO PASOLINI

‘GRAMSCI’NİN KÜLLERİ..’ , PIER PAOLO PASOLINI, Çeviri : REKİN TEKSOY, NİSAN Yayınları, Ekim 1993, 32 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(‘gramsci’nin külleri’ -1957- italyan faşizminin yıllarca zindanlarda çürüttüğü ve zindanlarda 46 yaşında ölümüne sebebiyet verdiği büyük marksist düşünür ANTONIO GRAMSCI’ye adanmıştır..

ha bu kitabın yazarı büyük yönetmen ve şair pasoloni’nin sonu ne olmuştur bilmeyeniniz varsa kısaca yazalım.. ‘hepimiz tehlikedeyiz’ adlı bir röportajı ‘la stampa’ gazetesine verdikten birkaç saat sonra feci şekilde dövüldükten sonra kafası kendi arabası kullanılarak ezilerek 1975 yılında öldürülmüştür.. komünist, eşcinsel ve antifaşist ‘pasolini’ sanki kendi ölümünü yazar gibi gül biçimli şiirler adlı kitabında şunları yazmıştır :

‘diri diri yakılan,
bir kamyon lastiği altında ezilen
çocuklar tarafından bir incir ağacına asılan
ama hala alınacak yedi, sekiz canı bulunan
bir kedi gibiyim.
çünkü ölüm,
başkalarıyla iletişimde bulunamamak değil, anlaşılamamaktır başka insanlar tarafından..’

 

pasolini ve gramsci’ye bin selam olsun.. Crockett..)

‘ZENNE..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘dürüstlük bazen öldürür..’

 

‘zenne’ adlı filmle ilgili aylardır yazılan çizilenleri okuyorduk.. gösterime girmesini sabırsızlıkla  beklediğim filmlerden birisiydi.. olumlu olumsuz bir sürü yazı yazıldı film hakkında, tehdit boyutuna varan saldırılar da vardı.. daha gösterime girmeden infaz edilen bir film..

bir haftayı geçen hastalığım bir yandan, babamın üç gündür hastanede olması bir yandan hüzün ve üzüntü boğuluyordum günlerdir.. üstüne üstlük hastayım diye uzun alkolsüz günler.. bari bir iki yudum bir şey içebilseydim üzerimdeki moral bozukluğunu bir ölçüde az hasarla atlatabilirdim.. ama nerde.. varsa yoksa antibiyotik yutmaya devam.. neyse ki öksürüğüm kesildi.. babam da bugün yarın hastaneden çıkacak, bakalım artık ben de bugün yarın babamın hastaneden çıkışını antibiyotiğe rağmen kutlarım bir kadeh ‘arak’ parlatarak..

işte böyle bir ruh hali içindeyken dün akşam ‘zenne’yi izleme fırsatı buldum.. keşke dün izlemeseydim.. sıfır olan moralim uzun bir süre geri gelmeyecek şekilde yok oldu.. çünkü anlatılan hikayeler ve film insanı bir açıdan büyük bir umutsuzluğa sürüklüyordu.. ama tek bir cümle ile özetlemek gerekirse film mükemmel bir film ve mutlaka izlenip desteklenmesi gereken bir başyapıt.. çok etkilendim..

filmden sonra sabaha kadar huzursuz bir şekilde gözlerim dolu dolu, içim buruk, tek başıma oturdum.. bir şeyler yazmak istedim ama elim varmadı ‘ahmet yıldız’ı, ‘can’ı, ‘cihan’ı, ‘sevgi’yi ve filmdeki tüm karakterleri düşünmekten..

film 2008 yılında öz babası tarafından eşcinsel olduğu için öldürülen ‘ahmet yıldız’ın gerçek hayat hikayesinden esinlenerek kurgulanmış bir senaryodan yola çıkıyor ve ona ithaf ediliyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(2008 yılında katledilen ve katili hala yakalanmayan AHMET YILDIZ..)

 

tesadüf eseri karşılaşıp tanışan urfalı ‘ahmet’, zenne ‘can’ ve bir süreliğine istanbul’da yaşayan alman fotoğrafçı ‘daniel’in hikayelerini anlatılırken bir yandan da alt öyküler de mevcut filmde.. 99 dakika içinde o kadar hayat hikayesi ve toplumsal sorun öyle bir sadelik ve büyük bir başarı ile anlatılıyor ki filmin bir saniyesi için bile fazlalık diyemiyorsunuz..

askerlik problemi olan ‘can’ hayatını fal bakarak kazanırken bir yandan da ücretsiz olarak çok sevdiği ‘zenne’ sanatını çeşitli gece kulüplerinde icra ederek dans etmektedir.. ‘ahmet’ urfalıdır, muhafazakar bir ailesi vardır ve kız kardeşiyle birlikte istanbul’da yaşamakta ve üniversiteyi bitirmeye çalışmaktadır.. ‘daniel’ ise başarılı bir fotoğrafçıdır.. dünyanın belalı bölgelerine giderek fotoğraflar çekmektedir.. en son gittiği bölge afganistan’dır.. ‘afganistan’da yaşadığı üzücü bir olaydan sonra ‘istanbul’a gelmiş ve geçici süre burada yaşamaya ve dinlenmeye karar vermiştir.. birbiriyle alakası olmayan üç insanın yolları bir gün tesadüf eseri kesişir ve olaylar gelişir..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

herkes sadece ‘ahmet yıldız’ın hayatının anlatıldığı bir film olarak düşünüyor bu filmi.. ancak 99 dakikalık bu filmde bu toprakların hemen hemen bütün sorunlarına değiniliyor ve çarpıcı şekilde bu sorunların yol açtığı olaylar anlatılıyor..

film hoşgörünün ismi ‘mevlana’nın ‘kendi kanında dans et / özgürleşince dans et..’ dizeleriyle açılıyor.. ‘dürüstlük bazen öldürür’ sloganını kullanıyor film.. bu slogan belki cinsel kimlikler için gerici bir ifade olarak adlandırılabilir ancak öyle değil kesinlikle.. sadece film özelinde kullanılan ve ‘ahmet yıldız’ın katledilmesine yönelik üzüntülerin bir ifadesi bu slogan..

ayrıca ‘zenne’ türkiye sinemasında yapılmış bence en antimilitarist film.. hem ‘ahmet’in hem de ‘can’ın askerlik sorunu vardır.. ikisi de askere gitmek istememektedir.. ancak önlerindeki tek çözüm mide bulandırıcı bir şekilde özel hayatlarının devlet adına görevli insanların önüne konulmasıdır.. askerlikten muaf olabilmelerini sağlayacak raporu alabilmek için özel hayatlarına ve cinsel tercihlerine dair heyete sunmaları gereken bazı özel fotoğraflar vardır.. ikisi de bir tercih yapmak zorundadırlar.. üzerlerindeki ailevi ve toplumsal baskılar yanında bir de askerlik meselesiyle uğraşmaktadırlar..

‘daniel’ ise tanıştığı zenne ‘can’ın fotoğraflarını çekmek istemektedir.. ancak kendisine ‘ahmet’in gösterdiği ilgi de karşılıksız kalmaz ve o da ‘ahmet’e aşık olur..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmin ana öyküsünün dışında alt öyküler de vardır.. örneğin can’ın aynı evde birlikte yaşadığı eski ‘gurbetçi’ teyzesinin trajik hayatı, yine ‘can’ın babasının güneydoğuda yaşanan savaşta ölen bir binbaşı olması ve abisin de yine güneydoğu’da savaşmış ama yaşadıkları nedeniyle savaş travması sonucu alkolik olup, psikolojisi bozulan eski bir asker olması ve bunların yanında bu iki çocuğunu kaybetmek istemeyen anneleri.. ‘can’ ve ‘cihan’ı kaybetmemek için elinden geleni yapan annelerinin öyküsü gerçekten çok etkileyiciydi.. oğlu ‘can’ı askere göndermemek için elinden geleni yapan ve militarizm ile askerlik vazifesini sorgulayan annenin ellerine sarılıp öpmek istedim filmi izlerken.. söylediği her cümle annelik içgüdüsüyle söylenmiş cümleler değil aslında, her insanın söylemesi gereken insan olmanın gerektirdiği bir görev.. ancak annelikten kaynaklanan duygularla bu cümleler daha da etkileyici olarak dile getirilmiş..

filmde hesaplaşılan devlet, askerlik kurumu, töre ve hep dile getirdiğim gibi çökmüş ve çürümüş aile kurumu tamamen deşifre ediliyor.. toplumsal sorunlarımızın temel köklerine iniliyor filmde.. birbirimizi ‘ötekileştirmemizi’ isteyen devlet ya da toplumsal yapı ne derseniz diyin onun ipliğini pazara çıkaran bir film bu..

herkes ‘zenne’ isminden yola çıkarak bir ‘öteki’nin hayatından, sorunlarından kesitler izleyeceğimizi düşünüyor.. ancak anlatılanlar bizim hikayemiz, hepimizin hikayesi.. değinilmeyen bir sorun yok filmde.. cinsel ayrımcılıklardan, mecburi askerlik görevine, ekonomik sorunlara, dünyayı saran vahşi savaşlardan, çocuk ölümlerine, çökmüş aile yapısından muhafazakar toplum yapısına, töre saçmalıklarından gulyabani gibi tepemizde dikilen eli sopalı devlet aygıtına ve bu toprakların doğusunda otuz yıldır yaşanan savaşa ve onun yarattığı toplumsal ve bireysel travmalara kadar her şey anlatılıyor..

filmdeki oyunculuklar kadar, senaryo, kurgu ve müzikler de mükemmel.. filmde zerre kadar yapmacık bir sahne ya da rol göremeyeceğiniz gibi, saçma veya fazlalık bir yeri yok.. özellikle başrollerdeki kerem can (can), erkan avcı (ahmet), giovanni arvaneh (daniel), can’ın annesini canlandıran tilbe saran (sevgi) ve can’ın abisini canlandıran tolga tekin (cihan)’in performansları en üst seviyede.. açık söyleyeyim ayrım yapmak istemiyorum fakat beni en çok etkileyenler ‘can’ı oynayan kerem can, yine ‘can’ın annesi rolündeki tilbe saran ve abisi ‘cihan’ rolündeki tolga tekin’di.. filmde oynamamışlar sanki yaşamışlar..

aslında bir belgesel olarak yapılması düşünülen proje daha sonra sinema filmine dönüşmüş ve proje hayata geçirilmiş.. küçük bir anektod olarak şunu da belirteyim ‘zenne’ filmi kurumsal olarak sadece ‘hollanda kraliyeti’nin istanbul başkonsolosluğundan’ destek alabilmiş.. bu da ayrı bir üzüntü verici ayrıntı..

bu başyapıtın yönetmenleri ‘m. caner alper’ ve ‘mehmet binay’ın şahsında filmin tüm ekibine buradan aylak adamız ailesi olarak sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.. film birçok festivalden ödüllerle döndü ve festivallere katılmaya devam ediyor.. ancak bu ödüllerin yanı sıra filme yönelik karalama kampanyası ve tehditler de gerici, faşist çevrelerden yoğun bir şekilde devam ediyor.. ‘sapıkların filmi’ diye bazı basın organlarında film infaz ediliyor..

bu saldırılara karşı destek olabilmek ve film ekibini ilerdeki projeleri için cesaretlendirip destek olabilmek için herkese bu filmi aynı zamanda kendisi için mutlaka izlemesi gerektiğini söylüyorum, tavsiye etmiyorum, önermiyorum, izlemezseniz eksik kalırsınız diyorum..

bu ülkenin ‘eşcinsellik hastalıktır’ diyen bakanların normal karşılanıp, övüldüğü bir ülke olmaması için ve birbirimizi ‘ötekileştirme’ projelerine karşı durabilmemiz için bu filmi izlememiz ve destek olmamız gerekiyor..

bu filmle ilgili ve katili halen yakalanmamış ‘ahmet yıldız’la ilgili çok şey yazmamız gerekiyor, bu bizim insanlık görevimiz.. ben en azından kendi adıma daha çok şey yazacağım bu filmle ilgili diyorum..

film boyunca gözlerimin dolmasına yol açan ve içimi acıtan bu başyapıtı bizlere kazandıran tüm film ekibine tekrar sonsuz teşekkürlerimi sunuyor, yüreklerine sağlık diyor ve önlerinde saygıyla eğiliyorum..      

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ZENNE..’

 

Yönetmen : M. Caner Alper, Mehmet Binay

Senaryo : M Caner Alper

Oyuncular : Kerem Can Ccan)

Erkan Avcı (Ahmet)

Giovanni Arvaneh (Daniel)

Rüçhan Çalışkur (Kezban)

Tilbe Saran (Sevgi)

Ünal Silver (Yılmaz)

Görüntü Yönetmeni : Norayr Kasper

Kurgu : Jasmin Guso

2011, 99 dakika..

‘AŞK ve İSYAN..’ – KENNETH REXROTH

PARİS KOMÜNÜ’NDEN KRONSTAD AYAKLANMASI’NA

 

Hatırla bundan önce başkalarının da olduğunu:

Şimdi istenmeyen saatler dikelirken

Ve güneş yükselirken kıpkırmızı bilinmeyen köşelerde

Ve burçlar yer değiştirirken,

Ve bulutsuz gök gürültüsü silerken sabahın izlerini

Ve ay ışığı lekelenince ve kızınca yıldızlar.

Kokuşmuş olsa da hava, askere alınan babalar,

Ölü yüzlerinizin kara kabartılarıyla;

İnsanlar fabrikalardan çıkıp işsiz güçsüz dolanıyorsa,

Hem türbinler hem eller donmuşsa;

Ve hava açıyorsa sonunda bacaların üstünde;

Şilteler perde niyetine gerilmişse pencerelere

Ve her saat hırlaması duyuluyorsa infilakların;

Gene de kalkar biri tek başına, seslenir:

‘o pek çok olandan biriyim, duydum

Buyruklar savuran seslerin yükseldiği havada;

Parlayıp meşalelere döndüğünü gördüm gövdelerin;

Gördüm öldü hayvan ve genç kız hava baskınında;

Duydum parolaların söylendiğini kör geçitlerde;

Kanın akışını hızlandırdığını duydum nefretin ve

Korkunun çöreklendiğini sinir uçlarına.

Tanıyorum o son ağır leş kurdunu;

Ve tuza düşürülmüş kısırlık baş dönmesini.

Yol aldım başım öne eğik ve isteksiz

Sarsılan yollar boyunca sıkışık yürüyüş kollarında.

Böyle asılı kalmaya devam edecek miyiz gergin göbek bağlarında

Bozuk sonlara, kokuşuncaya değin;

Karga ve kerkenez kırana dek kafataslarımızı

Ve karıncalar üşüşünceye dek organlarımıza,

Saksağanlar toplayana dek dişlerimizi?’

Bir kahraman olarak ayaklanacaklar, sayısız olacaklar,

Sonunda kimse üstün gelemeyecek onlara.

 

‘Ben pek çoktan biriyim’ diyecekler giderlerken

Ellerinde bir şey olmayacak tarihten başka.

Köprülerde ölecekler, köprü kapılarında, açılan köprülerde.

Hatırla daha önce başkalarının da olduğunu,

Sığlıklar ve köprü başları mezarlıklarla dolu.

Çiçekli çocuklar olacak orada,

Ve kuzular ve altın gözlü aslanlar olacak,

Ve gelecekte hatırlayacak insanlar olacak orada.

 

KENNETH REXROTH

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAN VE KUM

 

Şımartılmış bir sevgili varsa,

O da sendin, Garcia Lorca.

Üç kıtanın heyecanı,

Sendin o, Garcia Lorca.

Her yere yemeğe davet ediliyordun.

Bir harikaydın, Federico.

Neler geçiyordu içinden, Federico,

Dwight Fiske yerini mi alıyordu Orestes’in?

Herkes boca ediyordu sevgisini tepeden aşağı,

O hasta sevgiler, Federico,

Çelenklerinde delik deşik eden bir kurt barındıran.

Kızgın İspanya sana çıplak göbeğini gösterdi.

Sense kapkara karın boşluğunu gördün

Çökük, ıvır ıvır kurt kaynayan. Orada aşk yoktu.

Aşk yok. Bir konser programı hazırladın

Acının anlamdaşlarıyla,

Lut’un karısının sevgililerinin

Korkunç paralayıcı acısıyla

Sen kendi sezaryenli çocuğunu doğuruyordun

Her gün ve kara taşlar.

Seni hep gebe bıraktılar, Federico,

Tutkusuzluklarının kimyalarıyla,

Çirkin, yiyip yutan spermleriyle

Cerahatli, eriten kanlarıyla.

Sen canavarı gözledin, Federico,

Yeats’in çölde sürünür gördüğü hani.

Hiç gözünü ayırmadın ondan.

O da senden ayırmadı gözünü, Garcia Lorca.

Sonra bir gün kalkıp yürüdü. Bir daha

Sana hiç aldırmadı Federico.

 

KENNETH REXROTH

 

‘AŞK ve İSYAN..’, KENNETH REXROTH, Çeviri : GÜVEN TURAN, İYİ ŞEYLER YAYINCILIK, Aralık 1991, 24 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KENNETH REXROTH (1905-1982)  kimdir :

 

‘çağdaş amerikan şiirinin her zaman gündeş kalmayı sürdürmüş şairidir.. adı, öncüler arasında anılmasa da 20’li yıllardan başlayarak amerikan şiirinin geçirdiği ingiliz yazınına bağımlılıktan çıkıp çok kültürlü bir derinlik kazanmasında etkin olmuştur. şiirleriyle olduğu kadar çin, japon, eski yunan, latin, fransız ozanlarından yaptığı çeviriler ile de tanınmaktadır..

rexroth, sözcüğün en felsefi tanımıyla ‘politik’ bir şairdir.. bir partinin, bir ideolojinin bağımlısı olmaksızın ‘partizan’ bir şairdir.. önceleri belirgin olan ‘felsefi anarşistliği’ giderek yerini daha öznel bir dünya görüşüne bırakmıştır.. güncelliği yakalayışındaki yalınlığın estetiği rexroth’un şiirinin en belirgin özelliğidir.. özellikle 50’li yıllardan başlayarak, amerika’daki bütün öncü akımların ‘gurusu’ olan rexroth henüz ne amerika’da, ne dünyada hak ettiği yeri alabilmiştir.. bunda kuşkusuz rexroth’un yaşlılığında bile başkaldıran, bağımsız, kurumlaşmaya olan kişiliğinin etkisi vardır..’ (kitaptan alınmıştır..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(kitaplığımdaki binlerce kitabın arasında öyle ilginç dizayn edilmiş kitaplar vardır ki ne kadar ilginç olurlarsa olsun gördüğüm hiçbir kitap şaşırtmazdı beni.. hatta bir gün kitapçının birinde ön kapağında sadece ‘ayna’ olan bir kitap görmüştüm, içimden ‘ne etkileyici bre’ deyip dalga geçerek elime bile almadan geçip gitmiştim yanından.. oysa o kitabı gören herkes uzun bir ‘aaaaaaaaaa!’ çekip kitabı alıp mıncıklıyordu.. satışa yönelik bu tür dizaynlar hep etkili olur zaten.. kitabı alıp okumasalar bile karşısına geçip saçlarını tarayıp, makyajlarını, ya da sakal tıraşlarını yapabilirler örneğin.. komik mi, dalga mı geçiyorum.. yok, kesinlikle öyle bir niyetim yok.. nasıl olsa okumayacakları ya da birkaç sayfasını çevirip atacakları o kitap bari o işe yarayabilir.. bu aynalı kapak gibi işte yıllar önce mesela ant yayıncılıktan çıkmış kapağında üç tane kurşun deliği olan bir kitap görmüştüm.. o da gayet etkileyici kapağı olan bir kitaptı bence..

geçenlerde ‘zaferimin’ bir sahaftan aldığı kitapları beraber incelerken, bir zamanlar güzel şiir kitaplarının çıktığı ve genel yayın yönetmenliğini cevat çapan’ın yaptığı ‘iyi şeyler yayıncılık’ tarafından yayınlanmış olan ‘kenneth rexroth’un ‘aşk ve isyan’ (çeviri : güven turan..) adlı şiir kitabını elime aldım.. daha önce birkaç yerde şiirlerini okuduğum ‘kenneth rexroth’un bu kitabı beni oldukça heyecanlandırmıştı.. şiirlerine daldım hemen.. çok ufak harflerle basılmış olduğundan bir süre sonra gözlerim yoruldu ve kitabı kapattım.. kapatır kapatmaz da ön kapakta şairin isminin ve kitabın isminin bir yara bandına yazıldığını fark ettim.. evet evet bir yara bandı.. üzerinde delikleri olan gerçek bir yara bandı.. elinizle sökebilirsiniz isterseniz.. esas sürpriz ise yara bandının nereye yapıştığıydı.. kitabı tam olarak açıp kapak tarafını incelediğinizde görüyordunuz ki kitap kapağı insan derisi olarak tasarlanmış ve insan vücudunun göğüs kısmı kapağın tamamına alınmış.. bu göğüs kısmı sanki jiletle ya da kesici bir aletle defalarca kesilmiş gibi dizayn edilmiş.. arka planda alt kapağın kırmızılığı sanki kan gibi görünürken bu yaralardan birinin üzerine gerçek yara bandı yapıştırılmış ve yazar ile kitabın ismi oraya basılmış.. bu etkileyici tasarımı sanırım ‘tibet sanlıman’ yapmış, kapaktaki fotoğraf ise ‘azmi dölen’e ait.. ikisini buradan tebrik edip, teşekkürlerimi sunuyorum.. bu etkileyici tasarımla birlikte kitabın tek handikabı çok ufak puntolarla basılmış olması.. rahat bir okuma olanağı sağlamadığı gibi gözleri de hemen yoruyor.. ama yine de gerçekten hayatım boyunca gördüğüm en etkileyici kapaktı bu.. her elime alışımda sanki ilk defa görüyormuşçasına yine inceliyorum kapağı..

ha bu arada sakın bu da ticari bir düşünceyle hazırlanmış bir kitap deyip içindeki muhteşem şiirleri es geçmeyin.. ‘kenneth rexroth’ gerçekten etkileyici ve politik bir şair.. kitabın adı gibi ‘aşk ve isyan’ın yanı sıra her bir dizeden ‘paris komününden, kronştad’a, ‘ispanya’daki yaşanan acılardan, dünyanın dört bir yanındaki ayaklanmalara kadar izler bulunuyor.. acı, sevinç, ihanet, direniş ruhu, aşk gibi birçok insani ve bazen de kötü, duygu ve olayların anlatıldığı ‘rexroth’un şiirlerinin her birini tekrar tekrar okuyacağınıza eminim.. tabi bu kitabı bulabilirseniz çünkü yeniden basımının yapılıp yapılmadığını bilmiyorum.. bulursanız eğer çok şanslı birisi olduğunuza inanın.. gülüşlünüzle kalın.. Crockett..)

‘ELENA..’ – Andrei Zvyagintsev

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘dönüş (2003), sürgün (2007)’ filmlerinden tanıdığım ‘andrei zvyagintsev’in en son filminden yine dört sene sonra çektiği ‘elena’yı (2011) izleme şansına sonunda sahip oldum..

‘dönüş’ü ilk izlediğimde müthiş etkilenmiştim.. eski rus yönetmenleri andıran tarzıyla ‘tarkovski’ye bile benzetilen ‘andrei zvyagintsev’in bence kendine özgü bir sinema dili vardı ve her yeni filmiyle bu dili geliştiriyordu..

benim gibi muhakkak aranızda sevdiğiniz yönetmenlerin yeni filmlerini sabırsızlıkla bekleyenler vardır.. benimkilerin arasında  ‘andrei zvyagintsev’ en başlarda gelir.. üstelik ‘andrei zvyagintsev’in uzun aralıklarla film çekmesi nedeniyle de bu sabırsızlık ve bekleyiş bazen umutsuzluğa da dönüşür..

‘dönüş’ ve ‘sürgün’ filmleriyle doğaya ve taşraya kamerasını çevirmişken insanlar arasındaki iletişimsizliğin vardığı boyutları, yabancılaşmanın, umutsuzluğun ulaştığı boyutları da irdeleyip anlatan ve ayrıca sevgi, fedakarlık, yalnızlık, ihtiras gibi insani duygu ve tepkiler ile aile kurumunun çürümüşlüğüne değinen, ancak bunlarla ilgili çözümleri cevapsız bırakarak seyirciyi kafasında sorularla salondan çıkaran ‘andrei zvyagintsev’ son filmi ‘elena’da da yine aynı yolu izleyerek aynı problemler çerçevesinde bu kez kamerasını şehir yaşamına çevirmiş..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : andrei zvyagintsev)

 

filmin konusuna gelince, ‘elena’ emekli bir hemşiredir.. on yıl önce zengin ‘vladamir’ ile çalıştığı hastanede tanışan ‘elena’ bir süre sonra onun evinde çalışmaya başlar.. on yıllık ilişkilerinin son iki yılında da resmi olarak evlenmişlerdir.. ancak bu evlilik duygusallıktan uzak ve her anı tamamen planlı, programlı bir ilişkidir.. bu durum da arada duyguya dayanmayan tamamen karşılıklı çıkarlar üzerine kurulu satranç tahtasındaki hamlelere benzer bir evlilik ortaya çıkarır..

zengin ‘vladamir’in daha önceki evliliğinden olan kızı ‘katherine’ hayattaki tek yakınıdır.. ‘elena’nın ise evli bir oğlu vardır.. bu oğlu işsizdir ancak geçindirmek zorunda olduğu bir ailesi ve iki çocuğu vardır.. çocuklardan birisi askerlik çağına gelmiş lise öğrencisidir.. askere gitmemesi için üniversiteye kayıt yaptırması ve bunun için de yüklü bir para gerekmektedir.. bu para bulunmazsa askere gidecektir.. ancak ‘elena’nın ve diğerlerinin tek korkusu o sırada süren osetya savaşında cepheye gönderilmesidir.. ‘elena’ bu kadar duyarlı olmasına rağmen ne torunu ne de oğlu ‘elena’yı hiç düşünmemektedir.. oğlunu ve ailesini hep arayıp soran ve onların yanına giden hep ‘elena’dır.. yanlarına her gidişinde bir miktar para ve marketten  alışveriş yapıp yiyecek içecek götürür..

‘elena’ torununun üniversite sorununu çözmek için zengin kocası ‘vladamir’den yardım ister ancak ‘vladamir’ kabul etmez, ‘elena’nın oğlunun eskiden aldığı borçları bile ödemediğini, bir asalak gibi yaşadığını, derhal bir iş bulup çalışması gerektiğini ve oğlunun eğitim sorununu kendisinin çözmesi gerektiğini söyler.. umutsuzluğa kapılan ‘elena’ ne yapacağını şaşırır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘vladamir’ sahip olduğu zenginlikle günlük yaşantısını tek düze ve asosyal bir varlık olarak kimseye bulaşmadan sürdürmeye devam eder.. kızı bile kendisini görmeye gelmez.. sabah kahvaltısını ettikten sonra sporunu yapmaya lüks arabasıyla gider, sonra eve gelir televizyon karşısına oturup göbeğini kaşımaya başlar.. hayat böyle devam eder gider..

ancak bir gün yüzerken kalp kriz geçiren ‘vladamir’ sonunun yaklaştığını düşünüp bir vasiyet yazmaya karar verir.. bu vasiyette ‘elena’ya sadece aylık olarak ödenecek bir maaş bırakacağını, geri kalan tüm mirasını kızına bırakacağını evde sadece ‘elena’ varken söyler ve kendisinden kağıt kalem ister.. o sırada sadece oğlunun ve ailesinin geleceğini düşünen ‘elena’ bu vasiyete karşı bir çözüm düşünür.. çünkü yasal olarak hakkı olan eşinin mirasının yarısını almak varken sadece bir maaşa talim edecek ve oğlunun maddi problemlerini de  çözemeyecektir.. ‘elena’ tecrübelerini kullanarak tüm sorunlara kesin bir çözüm bulmaya karar verir.. bu karar hayatının en önemli kararıdır.. tereddüt etse de ve üzülse de planı uygulamaya başlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmin bu kırılış anından sonra olaylar arka arkaya gelişir..

‘andrei zvyagintsev’ tüm filmlerinde olduğu gibi bu filminde de seyircinin gözüne gözüne soktuğu insanların arasındaki yabancılaşmayı ve aile kurumunun çürümüşlüğünü bu filmde seyirciyi rahatsız edecek şekilde işler..

filmde ayrıca sosyal adalet ve siyasal gidişat hakkında da değinmeler var.. ‘vladamir’in lüks arabasıyla giderken tulumlu ve baretli bir işçi grubunun yolu geçişi sırasında mecburen durup beklediği sahne, yine ‘vladamir’in karısıyla tartışırken ‘siz fakirlerin inandığı incil’ diye karısı ‘elena’yla dalga geçtiği sahne ve ‘vladimir’in devamlı televizyondan maç ya da eğlence programları izlerken ‘elena’nın kendi odasında sosyal içerikli programlar ya da haber bültenlerini izlediği sahneler gibi özenle filme yedirilmiş sahneler de ‘andrei zvyagintsev’in ince mesajları olarak algılanabilir..

yabancılaşmanın sebeplerinden en önemlisinin anlamlı bir şekilde anlatıldığı ve filmde devamlı tekrar edilen sahne ise evdeki ‘televizyonların’ karşısında insanların hipnotize olmuş şekilde oturdukları sahneler.. öyle ki hem ‘elena’nın hem de oğlunun yaşadığı evlerde herkesin odasında bir televizyon, mutfaklarda da ayrı bir televizyon bulunmaktadır.. neredeyse banyo ve tuvalette bile televizyon izleyecek bir toplum tasviri yapılıyor filmde.. hoş bu pek de ütopik ya da imkansız değil, kaldı ki ülkemizde örneklerini artık görüyoruz.. istanbul-ankara arası yol yapanlar bilirler, devasa büyüklükte yeni bir dinlenme tesisinin erkekler tuvaletindeki elliye yakın pisuvarın her birinde istediğiniz haber ya da müzik kanalını izleyebileceğiniz lcd ekranlar dizilmiş durumda.. yani artık tuvalette bile beyin yıkamadan kaçış yok kimseye.. beyninizi 24 saat etki altında bırakmak ve yönetmek için çaba sarf ediyor kapitalizm..

neyse filme geri dönecek olursak son olarak şunu söyleyeyim son yıllarda izlediğim en şiirsel filmlerden birisi olan ‘torino atı’na abuk sabuk eleştiride bulunup saçmalayan arkadaşlarıma önerim şu : ‘torino atı’ adlı  filme katlanamadıysanız bu filme sakın gitmeyin ya da izlemeyin çünkü sakince ama suratımıza şamar ata ata bizlere yaşadığımız hayatı gösteriyor bu film..

ilk iki filminden tek farkı ‘andrei zvyagintsev’in güvendiği ve devamlı başrolde oynattığı ‘konstantin lavronenko’nun bu filmde olmayışı.. ‘konstantin lavronenko’ 2007’de cannes film festivalinde ‘sürgün’ filmindeki performansıyla en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görülmüştü.. 

artık 2015’i bekleyelim çünkü sanrım usta bir sonra ki filmini yine dört yıllık periyodunu tamamladıktan sonra çeker.. ne yapalım üç başyapıtıyla idare edeceğiz dört sene..

sinemayla ve gülüşünüzle kalın..’

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ELENA..’

‘Yönetmen: Andrei Zvyagintsev

Senaryo : Oleg Negin

Oyuncular: Yelena Lyadova,

Nadezhda Markina,

Aleksev Rozin,

Andrey Smirnov

Rusya, 2011

35 mm, Renkli, 109 dakika..’

‘.. tıpkı iyileşmiş bir yaranın altında aranan bir kurşun gibi çok derinlerde aranması gereken bir hikâyedir bu, çünkü unutmak, olayların üstünde kabuk bağlayarak onları görmemizi engelleyen hatta nerede olduklarını bile unutturan canlı bir et parçası gibidir..’ – BARBEY D’AUREVILLY

‘öyle tutkular vardır ki durumun nazikliğiyle daha da alevlenirler ve yarattıkları bu tehlike olmadan var olamazlar… bir dönemin olabileceği en tutku dolu bir yüzyıl olan XVI. yüzyılda en fevkalade aşk nedeni, aşkın içinde bulunduğu tehlikenin ta kendisiydi.. bir metresin koynundan çıkarken hançerlenme tehlikesiyle burun buruna geliyordunuz; ya da koca, karısının o öptüğünüz ve üstünde akla gelecek her türlü saçmalığı yaptığınız manşonuyla (eldiven benzeri aksesuar) zehirliyordu sizi; ve bu dur durak bilmeyen tehlike, aşkınızı yıldırmak şöyle dursun, onu kızıştırıyor, alevlendiriyor ve dayanılmaz hale getiriyordu.. tutkuların yerini yasaların aldığı şu can sıkıcı modern yaşam biçimimizde yasada kabaca tanımlandığı gibi, ‘metresini evlilik hanesine sokmakla’ suçlanan kocaya uygulanan yasa hükmü oldukça rezil bir tehlikedir ama soylu ruhlar için sırf rezilce olduğu içindir ki, bu tehlike bir o kadar da yücedir; kendini bu tehlikeye atmakla belki de savigny, güçlü ruhları gerçekten sarhoş eden o tedirgin şehvete ulaşmaktaydı..’

‘evet.. ister inanın ister inanmayın, azizim, emin olduğum bir cinayetle lekelenen bu mutluluktaki saflığın bir gün, bir dakika bile solduğunu demeyeyim ama, gölgelendiğini görmedim.. mutluluklarının uçucu maviliğinde, kana bulanmak yürekliliğini gösteremeyen alçakça bir cinayetin çamurlu izlerini bir kez bile fark etmedim.. o hoş, cezalandırılan kötülük ve ödüllendirilen erdem ilkesini icat eden dünyanın tüm ahlakçılarını tepetaklak edecek bir şey bu, değil mi.. öylece terk edilmiş ve yapayalnızdılar, sadece benimle görüşüyorlardı ve gide gele, neredeyse bir dost olmuş bir hekimden fazla rahatsız olmadıklarından, kendilerini denetlemeyi bir yana bırakmışlardı.. beni unutuyorlar ve yanı başımda hayatımın hiçbir anısıyla kıyaslayamayacağım bir tutkunun sarhoşluğu içinde yaşıyorlardı, anlıyor musunuz.. demin siz de tanık oldunuz; şuradan geçtiler de beni fark etmediler bile, üstelik burunlarının dibindeydim.. hayatımın onlarla birlikte olduğum dönemlerinde de bundan fazla fark etmemişlerdi beni.. nazik, sevecen ama çoğu zaman mesafeli, bana karşı tutumları böyleydi işte, öyle ki onların inanılmaz mutluluklarını inceden inceye inceleyeceğim ve kendi araştırmalarım için, bir kum tanesi kadar bile olsa bir bezginlik, bir acı, haydi daha büyük konuşayım, bir vicdan azabı kırıntısı yakalayacağım diye tutturmasam, savigny’ye dönmezdim hiç.. ama yok, yok.. aşk onlardaki her şeyi, sizlerin dediği gibi ahlak ve vicdan duygusunu alıyor, her şeyi dolduruyor, her şeyi tıkıyordu; vicdan da söz ederken, şunları söyleyen eski dostum broussais’nin şakasındaki ciddiyeti ben bu bahtiyarlara bakarken anlamışımdır : ‘otuz yıl var ki didik didik ediyorum onu ama hâlâ bu küçük hayvanın tek kulağını bile bulmuş değilim..’

koca şeytan doktor torty, düşüncelerini okurmuşçasına, ‘bu söylediğim bir sav.. gerçekliğine inandığım ve broussais gibi vicdanı açıkça reddeden bir öğretinin kanıtı olarak düşünmeyin..’ diye devam etti.. ‘burada bir sav yok.. görüşlerinizi sarsmak iddiasında değilim.. beni de sizin kadar şaşırtan olaylar var sadece.. sürekli bir mutluluk, gitgide büyüyen ve asla çatlamayan bir sabun köpüğü vakası var karşımızda.. sürekli bir mutluluk zaten şaşırtıcı bir şeydir; ama suçlulukta yaşanan bu mutluluk insanı afallatıyor ve yirmi yıl oldu afallamam hâlâ geçmedi.. yaşlı doktor, yaşlı gözlemci, yaşlı ahlakçı (gülümsediğimi görünce ekledi) ya da ahlaksız, yıllardır tanık olduğu manzaradan şaşkına dönmüştür ve bunu size tek tek anlatamaz çünkü sakız gibi söylenip duran şu beylik söz ne kadar doğrudur.. mutluluk anlatılamaz.. tarif edilemez.. nasıl damarlarda dolaşan kanın resmi yapılamazsa, mutluluğun da, yaşama daha yüce bir yaşamın doluşunun da resmi yapılamaz.. atardamarların her atışında kanın dolaştığını hissederiz, demin gördüğünüz şu ikilinin mutluluğunu, nabzını nice zamandır tuttuğum o anlaşılmaz mutluluğu işte ben de böyle hissettim..’

 

‘JULES-AMÉDÉÉ BARBEY D’AUREVILLY’

‘SUÇTA MUTLULUK..’ , JULES-AMÉDÉÉ BARBEY D’AUREVILLY, Çeviri : AYSEL BORA, METİS Yayınları, Ekim 1992, 160 sayfa..