Archive for Şubat, 2012

bir şiir dinletisinden..

İnsan olmak, ilkeleri olan insan olmak, adam olmak. Değişen koşullar içinde OLMAK, olgunlaşmak dünyaya tersten bakmak gibi bir durum oldu. İlkeli insan olmak artık bir meziyet sayılıyor, asıl olanın tersine.

Bugün üniversitede Müjdat Gezen’e ait İLKE şiirini duvarda okuyunca, sizlerle paylaşmak istedim.  Adam ve Babam şiirleri de İlke’ye ön adım gibi geldi bana. Müjdat Gezen, Rutkay Aziz ve rahmetli Savaş Dinçel’in okumalarıyla şiirleri dinlemek çok iyi geldi.

‘Skycell’ 

 

Adam

Ne zaman adam gibi adam oluyor insan?
Çok gezdiğinde mi? çok gördüğünde mi? çok bildiğinde mi?
Çok ünlü, çok zengin olduğunda mı?
Çok sevildiğinde mi?
Yoksa bunların hepsi bi kenara; adam gibi sevdiğinde mi?

 

Babam

Babam çok iyi adamdı
Daha doğrusu babam adamdı

 

İlke

İlkelerin olacak.
Seni satın alamayacaklar.
Aptalların uydurduğu atasözlerine inanmayacaksın.
“Paranın satın alamayacağı yoktur”, “herkesin fiyatı vardır” gibi sözlere kanmayacaksın
Onurunla, kimliğinle ve beyninle akıllı yaşayacaksın.
Üreteceksin, seveceksin, sevileceksin
İnançlarının arkasında duracaksın
Sevgilerin karşılıksız
Yardımların gizli olacak
Seni; attan, ottan ayıran özelliğin farkına varacaksın
Çünkü sen insansın
Ve bunu yakaladığın gün bembeyaz yaşayacaksın

Şu dünyadan çekip gitmek var ya
Bu ne ya..

Kaynak: Müjdat Gezen ‘Şiirim Geldi Bırakın Beni’ şiir dinletisi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraf: Skycell)

‘PENCERE..’ – YANNIS RITSOS

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Sonra sessizlik, hareketsizlik. İkiyüzlülük bile diyebilirsin,

çünkü, belki de bilirsin, kaç çarmıha gerilmiş çığlık,

kaç diz çöküş gizlidir

o dikey saydam görkemin gerisinde.

Hele akşam olurken, şu bahar günlerinde, ve liman

uzakta bir yangınken, yaldızlı ve kızıl,

gemi direklerinin karanlık ormanında, balıkları

duyarsın, suların basıncında, küçük üçgen ağızlarıyla

derin bir soluk almak için suyun yüzüne çıkan. Dikkat ettin mi?

Böyle zamanlarda suyun yoğun aydınlığı kırılır

küçük balıkların binlerce ağzıyla. Kimse dayanamaz

hiç ara vermeksizin o sınırsız tekinsiz manzaraya bakmaya bunca

suyun ağırlığı altında,

bu masalsı denizin ormanlarında, bu soluk kesici saydamlıkta.

 

Bence bir bakıma fotoğraflar da dayanamaz çerçeve camlarının

ardında,

nasıl poz verilmiş olursa olsun, ne kadar güzel olursa olsun

duruşları,

hayatlarının durdurulmuş bir anında, gururlu bir saflık içinde,

eşsiz güzellikte bir el fotoğrafçının stüdyosundaki

zarif masanın ya da dizlerinin üzerinde dururken

yakalarında (tabii) solmayan bir çiçek,

ne kendini beğenmişliklerini ele verecek kadar yaygın,

ne de yazgılarına boyun eğmişçesine büsbütün tutuk

belli belirsiz bir zafer gülümseyişi dudaklarında.

 

Oysa zaman tümüyle pusuya yatmıştır onlar için, onların bu güzel

anlarının önünde ve ötesinde.

ve onlar tümüyle isterler bu zamanları, taşıllaşmış

saygınlıklarını, önceden tasarlanmış olup olmaması fark etmeyen

görkemli duruşlarını yitirecek olsalar bile,

bu canlı öyküleri mum gibi eriyecek olsa bile bakışlarının

alevinde,

ışığın saydamlığında beliren gençlikleri yalanlanacak olsa bile.

 

Ne var ki, onların isteğinden daha büyük ya da eşit olarak

görünür korku; sonra gülümseyişleri de

denizin dibinde, iki kaya arasında uzanmış duran

gümüşten bir balık gibidir – ya da havada,

kendi uçuşuna asılı, kanatları kımıltısız

kül rengi bir kuş gibi. Fotoğraflar da

öyle kapalı kalır, bütün pişmanlıkları, düşmanlıklarıyla,

çerçevelerinin, isteklerinin ve korkularının dışına çıkamadan,

bakarak usandırıcı göğe ve uçsuz denize.

 

Bu yüzden daracık bir yer seçeriz korunmak için

kendi sınırsızlığımızdan.. Belki de bu yüzden

burada oturuyorum ben, bu pencere önünde, bakmak için

gemicilerin rıhtımda, kaldırım taşlarında kalan

ayak izlerinin bir peri masalındaki sıra sıra,

dikdörtgen aylar gibi yavaş yavaş silinişine..”

 

YANNIS RITSOS..

 

(‘PENCERE’ adlı şiirinden..)

‘ALIŞKANLIKLAR DA DEĞİŞİR..’, YANNIS RITSOS, Çeviri : CEVAT ÇAPAN, ADAM Yayınları, 1984, 96 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

her dönemin faşizmine karşı : romanıyla : ‘Z.. ÖLÜMSÜZ..’ – VASSILI VASSILIKOS.., filmiyle : COSTA GAVRAS, müziğiyle : MIKIS THEODORAKIS..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“akşamın başta gelen konuşmacısı, tarım bakanı, pas hastalığıyla mücadele konulu konuşmasını tamamlamak üzereyken general saatine baktı :

-sonuç olarak konuşmamızı şöyle özetleyebiliriz : bağlara sıvı halindeki bakır sülfat püskürtmekle pas hastalığının önüne geçilebilir.. en bilinen terkipler de bordaux ve burgonya karışımı adı verilen, sıvı halindeki ilaçlardır.. ikinci karışım, adını hazırlandığı bölgeden, burgonya’dan alır.. burası aynı zamanda, gerçek bir ün kazanmış şarapların çıktığı bölgedir.. bordaux karışımı ise, sönmemiş kireç katılarak hafifletilmiş yüzde iki ya da iç oranındaki bakır sülfattan meydana gelir.. birinci karışım ikincisinden, sönmemiş kirecin yerine bakır karbonat konmasıyla ayrılır.. bu çok bilinen karışımlara çeşitli jelatinimsi maddelerin katılmasıyla yağmur suyundan eriyip gitmeleri önlenir..

özel kalem müdürünün bir hademeyle yolladığı bulanık sudan bir bardak içip (bu 22 mayıs 1963 günü, bir haftadan beri devam eden sıcak, ağzını iyice kurutup sözlerini anlaşılmaz hale getirebilirdi) sözlerine devam etti :

‘yine aynı hastalığı önlemek için, bakır tuzlarından yapılan toz halindeki ilaçlardan yararlanılır ki, bunlar çok daha kullanışlıdır.. bu ilaçlar, özel tulumbalarla yılda üç kere püskürtülür.. ilk püskürtme, filizler on iki ile on beş santim yükseldiği sıra; ikincisi çiçeklenmeden az önce ya da hemen sonra, üçüncüsü de ikincisinden bir ay sonra yapılır.. ama yağmurlu geçen yıllarda ya da rutubetli bölgelerde püskürtme işlemi sık sık tekrarlanmalıdır..

çoğunluk vali ve jandarma komutanlarının doldurduğu salondaki dinleyiciler uyuklamaya başlamışlardır.. iyi adamdı şu tarım bakanı ama, konuşma yeteneğini ilk kez deneyden geçiriyordu sanki! her şeyden önce dili bilim adamı diliydi.. hem pas hastalığıyla kim ilgilenirdir? bakan, makedonya ve özellikle bu toplantının yapıldığı selanik şehrinde bağların, kendi seçim bölgesi peloponez’deki kadar önemli yeri olmadığını unutmuştu sanki.. burada en önemli tarım ürünü tütündü ve bakan bu konuya değinmemişti bile.. oysa hepsi, alınacak tedbiri biliyordu.. pas hastalığından anlamazlardır ama kendi il ya da ilçe merkezlerine bağlı köylerde doğrudan doğruya doğu ülkelerinden gelme bir hastalığın söz konusu olduğunu yaymış, sözlerine inanan pek çok köylü çıktığından, komünizmle mücadelede başarı sağlama olanakları iyiden iyiye artmıştı.. ne yazık ki, tüm köylüler sözlerini dinlemiyorlardı.. yine de çürütülmez bir kanıt vardı ellerinde : tarlalara yayılıp ürünü mahveden pas hastalığı komünizmle aynı zamanda ortaya çıkmıştı.. aynı yaştaydılar.. uçaklarda attırdıkları beyannamelerde –bu uçakları, tütün tarlalarına ilaç püskürtmekte kullansalar daha iyi ederlerdi ya- kocaman kırmızı harflerle, pas hastalığının bir komünist hastalığı olduğu belirtilmekteydi..

‘patron’un bu çok parlak bilimsel incelemesini, yalnız, kuzey yunanistan bakanlığı tarım servisinde görevli müdürler büyük bir ilgi ve dikkatle dinliyorlardı..

-püskürtme sırasında yaprakların ilaçla sıvanmasına dikkat edilmelidir.. püskürtme, hastalığı önleyici nitelikte olmakla birlikte hiçbir zaman da ihmal edilmemelidir. baylar, pas hastalığıyla mücadelede izlenecek yollarla ilgili konuşmama burada son verirken, konuşmam boyunca gösterdiğiniz ilgiye candan teşekkürlerimi sunarım..

tek tük akış sesleri duyuldu ve bakan kürsüden indi..

general yerinden kalktı.. konuşmacının, dinleyiciler arasında yerini, almasını bekledikten sonra, sırtı kürsüye dönük, çoğu kabak kafalı ve şişko, vali ya da emri altındaki jandarma subayı olan kalabalığın küçük bir bölümünü, tarım kesiminde görevli müdürleri hiçe sayarak şunları söyledi :

-sayın bakanın büyük ilgiyle izlenen sözlerine ben de birkaç şey katmak istiyorum.. ben, içimizdeki pas hastalığından, komünizmden söz edeceğim.. kuzey yunanistan jandarma kuvvetlerinin başkomutanı sıfatıyla siz, devlet hizmetindeki yüksek memurlara, ülkemizi kırıp geçirmekte olan ideolojik pas hastalığını anlatmak, benim için çok güç ele geçen bir fırsattır..

şahsen komünistlere hiçbir düşmanlığım yok.. her zaman onlara acımışımdır.. onları hep, hristiyan –elen uygarlığımızın doğru yolundan sağmış, yolunu kaybetmiş zavallılar olarak görmüşümdür.. her zaman da onlara yardım etmek, yol göstermek ve milliyetçiliğin doğru yoluna sokmak için çalışmışımdır.. hepimiz çok iyi biliriz ki, yunanistan ve komünizm, özü itibarıyla birbirleriyle uyuşamayan iki kavramdır..

pas hastalığı gibi komünizm de, baş vermeden ezilmelidir.. pas hastalığı gibi komünizm de, çeşitli asalak unsurların yol açtığı mariz bir şeydir.. bağlara, üç ayrı devrede ilaç püskürtmekle pas hastalığının önüne geçildiği gibi, komünizmi önleyici bir takım ilaçların da insanlara püskürtülmesi zorunludur.. bu yönde, okullar ilk dönemi teşkile derler.. sayın bakanın kullandığı terimlere başvurmak gerekirse, bu dönem filizler daha on iki ya da on beş santimi bulmamıştır.. ikinci püskürtme dönemi –jandarma kuvvetlerinin yıllardan beri başında bulunmanın bana sağladığı tecrübelere dayanarak, bu dönemin en güç dönem olduğunu söyleyebilirim- çiçek açmadan kısa bir süre önce ya da sonrasına rastlar.. söz konusu, bir takım sorunları bulunan öğrenciler, işçiler ve gençlerdir.. bu ikinci püskürtme işlemi başarılı sonuç verirse, pas-komuna hastalığının, yıkıcı eylemiyle elen özgürlüğünün ağacına yayılıp onu soldurması, imkansız demesek de çok güçtür.. üçüncü ve son püskürtmenin bir ay sonra yapılması gerektiğini sayın bakandan öğrendik.. bir aylık sürenin yerine beş yıllık bir süre koyun, bu kuralın söz konusu durumda geçerli olduğunu görürsünüz..

vardığımız sonuç şu : bu yöntemle, yunan toprağının verimli tarlaları hep sağlam meyve verecek çağımızın komünizm ve pas gibi iki önemli hastalığı da, bir daha ortaya çıkmamak üzere  yenilecektir.. hepinize, gerek pas hastalığı ve gerek komünizmle mücadele gibi bu oldukça güç işte cesaret vermek için söyleyeceklerim bu kadar..’

generalin söylevi bir alkış tufanıyla karşılandı.. toplantı sona erdi.. büyük bir düzenle, valiler, komutanlar, bakanlık müsteşarları yerlerinden kalktılar, sigaralarını yaktılar, gerindiler ve üstlerinin ardından dışarı çıkmaya hazırlandılar..”

 

VASSILI VASSILIKOS

 

‘ÖLÜMSÜZ..’ , VASSILI VASSILIKOS, Çeviri : AYDIN EMEÇ, E Yayınları, Şubat 1970, 420 Sayfa..

Filmi : ‘Z.. ÖLÜMSÜZ..’ , Yönetmen : COSTA GAVRAS, Senaryo : Vassili Vasssilikos’tan uyarlayan Jorge Semprun ve Costa Gavras, Oyuncular : Yves Montand, Jean-Louis Trintignant, Irene Papas, Jacques Perrin, Müzik : Mikis Theodorakis, 1969..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘İNTİHAR.. KAN DÖKÜCÜ TANRI..’ – A. ALVAREZ

“içsel bir trajediyi sanatsal bir biçimde anlatmak ve böylece boşalmak, kendi trajedisini yaşarken duygulanımlarını soruşturan ve izlenimlerinin zarif kozasını dokuyan, kısacası yaratıcı düşüncelerinin tohumlarını atan bir sanatçının erişebileceği bir şeydir.. böyle bir çılgınlık fırtınasını sonuna kadar yaşamak, bastırılmış duyguları bir sanat eserinde dışa vurmak, intihara karşı sunabileceğimiz tek gerçek alternatiftir.. bunun ne kadar doğru olduğu şu olgudan da görülebilir : başlarından geçen birtakım trajik olaylar sonucu kendilerini gerçekten öldüren sanatçılar, önemsiz şarkıcı kızlar, duygusallığı sevenler ve kendilerini yiyip bitiren bir kanser tanısında bile acılarını belli etmeyen kimselerdir.. bundan öğreneceğimiz şey, uçurumdan kaçmanın tek yolu ona bakmak, onu ölçmek, derinliklerine seslenmek ve kendini ona bırakmaktır..”

CESARE PAVESE

 

“ ama şimdi acılara boyun eğdim :

umursamadan yağma edilişine şenliğimin :

ama ah! her geliş

durdurur doğanın bana doğuştan verdiğini,

imgelemin biçimlendirişini ruhumu.

düşünmemek için düşünmemem gerekeni,

beklemek ve sabretmek, tek yapabildiğimse;

ve şansına köşe bucak arayıp gizlice çalmak

kendi doğamdan bütün doğal insanları-

bu benim biricik kaynağım, tek planım :

bir parçaya gireni bütüne bulaşana dek sürdüreceğim,

ve şimdi ruhumun alışkanlığı nerdeyse doğmak üzere.

bundan böyle, zehirli düşünceler…”

SAMUEL TAYLOR COLERIDGE , (Keder : Bir Övgü..)

 

“ tüm çağ yazanlar ve yazmayanlar diye ikiye ayrılabilirdir.. yazanlar, karamsarlığı anlatıyor, okuyanlar ise bunları beğenmiyor ve kendilerinin daha üstün bir kavrayışa sahip olduklarına inanıyorlar ki, mümkün olsaydı aynı şeyleri yazarlardı.. genel olarak herkes karamsar, ama birisi karamsarlığını kullanarak önemli olan fırsatından mahrumsa, karamsarlığı dert edindiğini etrafına göstermesi çok önemli.. karamsarlığın fethedilmesi bu muydu acaba?”

SOREN KIERKEGAARD

 

“yaşam gerçekten bir savaştır.. kötülük arsız ve güçlü; güzellik büyüleyici ama az; iyilik çok çabuk bitiyor; aptallık almış başını gidiyor; günler adiliklerle dönüyor; budalalar büyük görevler için, duyarlı insan az ve insanlar genellikle mutsuz.. ama gördüğümüz bu dünya ne bir yanılsama ne bir hayal ne de kötü bir kâbus.. gene de sonsuza dek ona uyanırız; onu ne unutabiliriz, ne yadsıyabiliriz, ne de vazgeçebiliriz..”

HENRY JAMES

 

“yeni doğmuş bir bebeğin çığlıklarını dinle – son saatteki ölüm çırpınışlarına bak ve sonra, böyle başlayıp biten şeyin zevk verip vermediğini söyle..

biz insanoğlu bu uçlardan olabildiğince çabuk kaçmak için, doğum çığlığını hemencecik unutup hayattan zevk almak için elimizden gelen her şeyi yaparız.. ve biri öldüğünde hemencecik şöyle deriz : usulca ve kibarca ayrıldı aramızdan, ölüm bir uykudur, sadece bir uyku- konuşmalarımız nasıl olsa ona yardım edemez diye öleni anan bir şeyler katmayız, ama her sözcük kendi adımızadır, hayattan alabileceğimiz hiçbir hazzı kaçırmamak için, doğum çığlığıyla, ölüm inleyişleri, annenin kıvranışlarıyla çocuğun onu tekrarları arasındaki sürede, ta ki çocuk bir gün ölene dek hayatın her anına hep yeni bir çeşni katmak için..

eğlenmek, hoşça vakit geçirmek için hiçbir şeyden çekinilmeyen kocaman, şaşaalı bir salon düşünün – ama odaya çamurlu, tozlu, berbat bir merdivenle girilebiliyor ve iğrenç bir şekilde pisliğe bulaşmadan oraya varmak mümkün değil ve ancak kendinizi alçalttığınızda oraya kabul ediliyorsunuz ve şafak sökünce eğlence bitiyor ve kovuluyorsunuz- ama bütün gece boyunca istediğiniz kadar eğleniyor, istediğiniz her şeyi yapabiliyorsunuz!

böyle bir durumda ne düşünürdük? en basitinden şu soru gelirdi aklımıza: buraya nasıl geldim ve nasıl çıkacağım, nasıl bitecek? ne incelik.. böyle çılgınca bir unutkanlık içinde, boğulurcasına girişe ve çıkışa çevrilmek, girişi ve çıkışı görmemeye, örtbas etmeye çalışmak, yeni doğmuş bir bebeğin çırpınmalar içinde son nefesini verene dek doğum çığlığı ile tekrarları arasında yitmesine benzer..”

SOREN KIERKEGAARD

 

“yaşam korkusu ölüm korkusuna ağır bastığında genellikle insanın yaşamını bitirdiği görülmüştür.. ama ölüm korkusu önemli bir direnç gösterir; bu dünyadan götürmek için kapıda bekleyen bir gözcü gibidir.. belki de yeryüzünde, hayatına zaten bir nokta koymamış hiçbir insan yoktur; eğer bu bitirme tümüyle olumsuz özellikteyse, varoluşun ani bir tıkanması şeklindeyse.. bunun birtakım olumlu yanları vardır; bu bedenin yok edilmesidir ve insan böyle bir şeyden çekinir, çünkü bedeni yaşama isteğinin bir bildirisidir..

ancak.. büyük zihinsel acılar bedensel acıları unutturur; bedensel acıyı küçümseriz; yok, eğer ötekinden ağır basarsa, düşüncelerimiz dağılır ve zihinsel acı bir sekteye uğrar ve bu durumu memnuniyetle karşılaşırız.. intiharı kolaylaştıran bu duygudur..

korkutucu ve kâbuslu bir rüyadan en çok korktuğumuz anda uyanırız; gecenin ürkütücü görüntülerini böylelikle başımızdan kovarız.. ve yaşam bir düştür : korku doruğuna ulaştığında bizi onu kırmaya zorlar ve aynı şey olur..

intihar bir deney olarak da algılanabilir – insanın onu yanıt vermeye zorlayarak, doğa’ya sorduğu bir sorudur.. soru şudur : ölüm insanın varoluşunda ve şeylerin doğasına yönelik görülerinde ne tür değişiklikler yaratır? bu beceriksiz bir deneydir, çünkü soruyu soran ve yanıt bekleyen bilincin kendisi yok edilir..”

ARTHUR SCHOPENHAUER

 

“en önemli olanla başlamak gerekirse : intiharla sonuçlanan içsel işkencenin herhangi bir kavramına sahip değiliz.. fiziksel işkence gören insanlar bilinçlerini yitirir, acıları öyle büyüktür ki, bu dayanılmaz şiddet sonu kısaltır.. ama işkencecinin insafına kalmış böyle bir insan acıdan bayıldığında yok edilmemiştir, çünkü kendi ölümünde hazır bulunur, geçmişi ona aittir, anıları onunladır, isterse onlara sığabilir, ölmeden önce ona yardım edebilirler..

ama intihar etmeye karar veren biri varlığına koca bir nokta koyar, geçmişine yüz çevirir, çöküşünü ilan eder ve anıları gerçekliğini yitirmeye başlar.. bunlar ona hiçbir şekilde yardım edemez veya onu kurtaramaz, kendini onların erişemeyeceği bir yere koymuştur.. içsel yaşamının sürekliliği parçalanmıştır, kişiliği bir sondadır.. ve belki sonunda kendini öldürmesine yol açan çözülüşün durdurulmazlığı değil, kimseyi ilgilendirmeyen acısının dayanılmazlığıdır, acı çekenin yokluğunda çekilen acı, bu bekleyişin boşluğudur, çünkü yaşam durmuştur ve bu boşluğu asla doldurmaz..

‘mayakovski’ bence kendini gururu incindiği için vurdu, çünkü özsaygısının kabullenmediği bir şeyleri içinde mahkûm etmişti ya da hapsetmişti.. ‘yesenin’ yaptığı işin sonuçlarını doğru dürüst düşünmeden kendini astı, sesini tüm içtenliğiyle duyuyoruz : ‘kim bilir? bu belki bir son değil.. henüz hiçbir şey kararlaştırılmadı..’ ‘maria tsvetayeva’, şiiri her zaman kendisiyle yaşamın gündelik gerçekliği arasında taşıdı durdu ve bunun kendi araçlarını aşan bir lüks olduğunu görünce, oğlunun hatırı için bir süre şiirle olan tutkulu uğraşını bırakmaya karar verdi, etrafına şöyle bir baktı, sanatın artık gizleyemediği kaosu gördü, durağan, alışılmadık, kımıltısız ve dehşetten nereye kaçacağını bilemeden ölüme saklandı, gizlenmek istercesine yüzünü yastığa gömdü.. ‘paola yashvili’, 1937’nin ‘şigalevciliğiyle’ büyülenmiş, aklı karışmıştı ve bana öyle geliyor ki, gece uyurken kızına baktı ve onu seyredecek kadar değerli olmadığına karar verdi, sabahleyin bir arkadaşının evine gitti ve top mermisiyle kafasını uçurdu.. ve bana öyle geliyor ki, ‘fadeyev’, politikanın bütün dalaverelerine rağmen yüzünden eksik etmedi gülümsemesiyle tetiği çekmeden hemen önce kendi kendine şöyle dedi : ‘peki, şimdi bitti.. elveda sacha..”

BORIS PASTERNAK

 

‘İNTİHAR.. KAN DÖKÜCÜ TANRI..’, A. ALVAREZ, Çeviri :ZUHAL ÇİL SARIKAYA, ÖTEKİ Yayınevi, Mart 1999, 264 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yenerek kaçılmış güzel intihardan…’

SONNET

 

Yenerek kaçılmış güzel intihardan

Şöhret közü, köpükle kan, altın, fırtına!

Ey gülmek eğer orda bir kırmızı hazırlanırsa

Uzatmaya kralsı yalnız benim yok gömütümü.

 

Ne! Bütün bu parıltıdan yırtık bir parça bile

Kalmıyor, gece yarısı şimdi, bizi kutlayan gölgede

Yalnız bir kendini beğenmiş kafa hazinesi

Dökmekte okşanmış gevşekliğini meşalesiz,

 

Seninki eğer hep zevk ise! Seninki

Evet silinmiş gökten tek alıkoyan

Birazcık çocuksu zafer, süs diye başına

 

Aydınlıkla koyduğunda onu yastıklar üstüne

Bir çocuk imparatoriçenin savaş başlığı gibi,

İçinden seni göstermek adına güllerin düştüğü.

 

STEPHANE MALLARME

Fransızcadan çeviri : AHMET SOYSAL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GÖMÜT

 

Yıldönümü – Ocak 1897

 

Öfkelendirilmiş kara kaya yuvarlasın yel onu

Durmayacak dindar eller altında

Ki yoklar benzerliğini insan acılarıyla

Sanki kutsamak için onların uğursuz bir kalıbını.

 

Burda kuğurursa hep güvercin

Zorlar bu madde-dışı yas birçok

Genç kıvrımla gelecek günlerin olgun yıldızını

Ki bir parıldamasıyla gümüşe bürünecek kalabalık.

 

Kim arar, kat ederken yalnız ve

Birazdan dışarıda sıçrayışını bizim başıboşun-

Verlaine’i ? Otlar arasında saklı, Verlaine

 

Yakalanır yalnız safça uyumdayken

Dudak içmeden ya da kurutmadan soluğunu

İftiraya uğramış bir az derin dere ölüm.

 

STEPHANE MALLARME

Fransızcadan çeviri : AHMET SOYSAL

BEYAZ KİTAP Dergisi, Sayı : 6, Haziran 1984, Dergiyi  Yayına Hazırlayanlar : TURGAY ÖZEN, AHMET SOYSAL, HAKKI MISIRLIOĞLU..

suyunu yutmuş ölü balıklar…

“aynasını kaybetmiş bir ayva sarısı düşüyorum şimdilerde..

dışından tüylenirmiş bu ayvalar ve sarısı uçuk..

ve gece kar renginde siyah..

 

sonra aralardan sesler sızar içime,

içimin dışından oluşmuş yaralarla büyülüyorum seni.

….

 

kasıklarının arasındaki ağrıyla intihar etti bütün kadınlar..

 

ölümü ve ölüyü paylaşmak istiyorum ..

ikisi aynı şey mi dersin.. değil.. değil..

suda ölmüş bir balıkla,

suyunu yutup ölen bir balık aynı değil..

 

kapat geceyi ve üstüne çek ölü balıkları..

geceyi paylaşmak istiyorum seninle,

suyunu yutmuş ölü balıkları değil..

 

dışından tüylenmez diyorum  bu aynalar,

içinden yutar da bu kurtları öyle tüylenir..

 

ben sessizliğe gömü olan bir aynayım..

karanlık bir levhaya çarptım,

yoluna yön olamayan..

 

gecenin gözleri çizilmiş gene ve durmadan kanıksıyor kendini,

gecenin gözleri diyorum çizilmiş,

oyuncağını çaldıran bir çocuk tarafından..

 

anlamıyorsun hala, rüya içinde bir rüyadır gece

ve herkesin uykusu kimsesizliğiyle gömülen kör bir kadının ağıtıdır şimdi..”

‘Mavinin Çığlığı’

‘şiirsellik peşinde koşma.. şiirsellik kendiliğinden, bağlantılardan içeri sızar..’ – ROBERT BRESSON

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘hiçbir insan gözünün yakalayamadığı , hiçbir kalemin, fırçanın kaydedemediği şeyi kameran, ne olduğunu bilmeden yakalar ve bir makinenin titiz kayıtsızlığıyla kaydeder..’

ROBERT BRESSON..

 

gerçek..

akla ulaşan gerçek çoktan gerçek olmaktan çıkmıştır.. fazla düşünen, fazla zeki gözlerimiz..

iki tür gerçek vardır : 1- kameranın olduğu gibi kaydettiği kaba gerçek, 2- belleğimizin ve yanlış hesapların çarpıttığı, gerçek adını verdiğimiz gerçek..

sorun.. gördüğün şeyi, senin onu gördüğün gibi görmeyen bir makine aracılığıyla göstermek.

( ve duyduğun şeyi, senin onu duyduğun gibi duymayan bir makine aracılığıyla duyurmak..)

kendini kontrol etmeden yapılan şey, modellerinin aktif (kimyasal) ilkesi..

tam yerinde bağlantıların olması ucuz görüntülerin ortaya çıkmasını engeller.. bağlantılar ne kadar yeniyse, güzellik duygusu da o kadar canlı olur..

sağduyu sahibi olmak (algılamada kesinlik..)

 

müzik üzerine..

müzik eşlik etmek, desteklemek ya da güçlendirmek için kullanılmamalı.. hiç müzik kullanılmamalı.. (tabii, gözle görülen aletlerin çaldığı müzik hariç..)

sesler müziğe dönüşmeli..

çekim.. beklenmedik şeylerin hepsini, sen gizlice bekliyor olmalısın.

hemen altını kaz. başka yerlere yönelme.. nesnelerin altında, daha da altında yatan şey..

hareketsizlik ve sessizlikte aktarılabilecek her şeyi en sonuna kadar kullandığından emin ol.

modellerinde, tuhaflıkları ve bilinemezlikleriyle var olduklarının kanıtını bul.

güzel film, kafanda sinematograf hakkında yüce düşünceler uyandıran filmdir..

görüntünün mutlak değeri yoktur. görüntülerle seslerin gücü ve değeri senin onları nasıl kullandığına bağlıdır.

model. sorguya çekilir (ona yaptırdığın hareketlerle, söylettiğin sözlerle).. yanıtı (yanıt vermeyi reddetmemişse) senin çoğu zaman fark etmediğin ancak kameranın kaydettiği yanıttır. senin sonradan inceleyeceğin yanıt.

hakiki ve sahte üzerine..

hakikiyle sahtenin karışımı, sahteyi verir (fotoğrafa alınmış tiyatro ya da sinema).. sahte katıksız olduğunda, hakikiyi verebilir (tiyatro)..

hakikiyle sahtenin karışımında, hakiki sahteyi öne çıkarır, sahte hakikiye inanmamızı engeller.. hakiki bir fırtınaya yakalanmış, hakiki bir geminin güvertesinde, batmaktan korkuyormuş gibi yapan bir oyuncu gördüğümüzde, ne oyuncuya inanırız, ne gemiye, ne de fırtınaya..”

ROBERT BRESSON..

‘SİNEMATOGRAF ÜZERİNE NOTLAR..’,  ROBERT BRESSON, Çeviri : NİLÜFER GÜNGÖRMÜŞ, NİSAN Yayınları, Şubat 1992, 125 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘nasıl bir dünya mı?’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“-nasıl bir dünya mı? haksızlıkların olmadığı bir dünya… insanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya.. hırsızların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerin, bol bol bulunmadığı.. pardon efendim’ bol bol bulunmadığı ne demek? hiç  bulunmadığı bir dünya..

sevilmeye layık, küçük kızların orospu olmadığı, geceleri hacıağaların minicik kızları caddelerden yirmi beş lira pazarlıklarla otellere götüremediği, her genç kızın namuslu bir delikanlı ile konuşabildiği, para için namus, ar , haya, hayat, gece, gündüz satılamadığı bir dünya… sokaklarda sefillerin bulunmadığı bir dünya… kafanın, kolun, çalışabildiği zaman insanın muhakkak doyabildiği, eğlenebildiği bir dünya… içinde iyi şeyler söylemeğe, doğru şeyler söylemeğe salahiyetle kıvranan adamın, korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyleyebildiği bir dünya…”

**

“büyük hayaller kuralım sevgilim! ben şimdi böyle yapıyorum.. tertemiz bir şehirde, asfalt caddeler üstünde, dibinden metrolar geçen, üstünden kolosal otobüsler uçan, muazzam, eğlenceli bir şehirde seninle yaşamak istiyorum.. yazılarım bize yaşamak için lazım olanı getiriyor. büyük kahvelerde çay içiyor, temiz lokantalarda kolalı peşkirlerle yemek yiyor, latif rayihalı şaraplar içiyor, tertemiz bir yatakta seni kollarımın arasına alıyor, sana :

-bütün mesut şehir uyudu, uyuyalım sevgilim, diyorum..

sabahleyin bitlerle dolu, kimsenin kimseye hürmet etmediği, kimsenin kimseyi hürmete layık bulmadığı, istismar edenin, çalanın zengin ve bahtiyar olduğu, esnafının azgın, zenginin deli, haris, egoist, gaddar, fakirinin kayıtsız sersem olduğu bir şehirde; işin kötüsü sensiz, oldukça kirli bir yatakta uyanıyorum.

ama sevgilim, olacak, büyük hayaller kuruyorum..”

SAİT FAİK ABASIYANIK..

‘HAVADA BULUT, Öyle bir hikaye, Hayattayken Yayımlanmış Hikaye Kitapları..’ SAİT FAİK ABASIYANIK, YKY Yayınları, Mayıs 2006..

‘VAN GOGH, TOPLUMUN İNTİHAR ETTİRDİĞİ..’ – ANTONIN ARTAUD

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“çalışan bilincin sayıkladığına karar veriyorsunuz, onu diğer yandan iğrenç cinselliğinizle boğazlamaktayken..

ve işte zavallı ‘van gogh’un iffetli olduğu düzlem budur,

bir meleğin ya da bir bakirenin olamayacağı kadar iffetli, çünkü asıl onlardır

kışkırtan

ve başlangıçta besleyen, büyük makinasını günahın..

belki de zaten, doktor L., haksız meleklerin soyundansınız, ama lütfen rahat bırakın insanları,

‘van gogh’un her çeşit günahtan arınmış vücudu, delilikten de arınmıştı, ki onu zaten bir tek günah getirir..

ve ben katolik günaha inanmıyorum,

ama erotik suça inanıyorum, ondan ki yeryüzünün bütün dâhileri,

tımarhanelerin sahici delileri sakınmışlardır,

ya da o zaman sahici deli değildirler..

ve nedir sahici bir deli?

insan onurunun yüce bir fikrine karşı davranmaktansa, toplumsal olarak anlaşıldığı anlamda deli olmayı tercih etmiş insandır..

böylece, toplum, kurtulmak ya da kendini korumak istediği herkesi tımarhanelerinde boğazlatmıştır, bazı ulu pislikler konusunda kendisiyle suç ortaklığı yapmayı reddetmiş kişiler olarak..

çünkü bir deli, toplumun dinlemek istememiş olduğu ve dayanılmaz gerçekler söylemesini engellemek istemiş olduğu bir insandır da..

ama, bu durumda, içeri kapatma onun tek silahı değildir, ve insanların hemfikir toplaşması, kırmak istediği iradelerin hakkından gelmek için başka yollara sahiptir..

kır büyücülerinin küçük büyülemelerinin dışında, bütün uyarılmış bilincin dönem dönem katıldığı muazzam toplu büyüleme hareketleri vardır..

böylece, daha yumurtası kabuğunda bir savaş, bir devrim, bir toplumsal kargaşa durumunda, birlik olmuş bilinç sorgulanıyor ve kendini sorgular.. yargısını da duyurur..

onun, kimi yankı uyandıran bireysel durumlarla ilgili olarak da doğurtulduğu ve kendisinden çıkartıldığı olabilir..

böylece, ‘baudelaire, edgar poe, gerard de nerval, nietzsche, kierkegaard, hölderlin, coleridge’ ile ilgili, üstünde herkesin anlaştığı büyülemeler olmuştur,

ve ‘van gogh’la ilgili de olmuştur..

bu gündüz meydana gelebilir, ama genellikle, tercihen, gece meydana gelir..

böylece, acayip güçler kaldırılıp getirilmektedir yıldızlı gökyüzüne, kişilerin çoğunun kötü tininin zehirli saldırganlığının, bütün insan soluk alışı üstünden, oluşturduğu şu bir çeşit karanlık kubbeye..

böylece, yeryüzünde çırpınmış ender açıkgörür iyi niyetler, gündüzün ve gecenin bazı saatlerinde, kendilerini sahici ve uyanık bazı kabus durumlarının dibinde görürler, çevreleri, yakında törelerde açıkça belirdiği görülecek bir çeşit yurttaşlık büyüsünün müthiş emmesiyle, müthiş dokunaçlı baskısıyla sarılmış..

bir yandan cinselliği, diğer yandan da, zaten, kilise ayinini, ya da başka ruhsal ayinleri, temel ya da dayanak noktası olarak elinde bulunduran bu oybirlikli pisliğin karşısında, motif üstünde bir manzara resmetmek için on iki mum bağlı bir şapkayla geceleyin dolaşmakta sayıklama yoktur;

çünkü nasıl yapacaktı zavallı ‘van gogh’, kendini aydınlatmak için? geçen gün dostumuz, oyuncu ‘roger blin’in, haklı olarak belirttiği gibi..

pişmiş el ise, sadece ve sadece kahramanlıktır, kesilmiş kulak, dolaysız mantık,

ve tekrarlıyorum,

kötü niyetini amacına ulaştırmak için

gece gündüz, ve gitgide daha çok, yenilmez olanı yiyen bir dünyaya

bu noktada

çenesini kapamak düşer..”

 

POST-SCRIPTUM

 

“van gogh özel bir sayıklama durumundan dolayı ölmemiştir,

ama başlangıcından beri bu insanlığın haksız tininin çevresinde çırpındığı bir sorunun bedensel olarak zemini olmaktan dolayı ölmüştür..

tenin tine, ya da bedenin tene, ya da tinin her ikisine üstünlüğü sorununun..

ve nerededir bu sayıklamada insan benliğinin yeri?

‘van gogh’ kendisininkini bütün hayatı boyunca garip bir enerji ve kararlılıkla aramıştır,

ve bir çılgınlık an’ında, ona varmamanın büyük korkusunda intihar etmemiştir,

ama tersine, ona tam varmıştı ve ne olduğunu, kim olduğunu tam bulmuştu ki toplumun genel bilinci, kendisinden kopmuş olduğundan dolayı onu cezalandırmak için,

onu intihar etti..

ve ‘van gogh’la da her zaman olduğu gibi oldu, bir seks partisi, bir kilise ayini , bir tövbe duası, ya da başka bir kutsama, sahibiolma, dişi ya da erkek cinlere karışma ayini esnasında..

böylelikle onun bedenine girdi,

bu tövbe edip bağışlanmış,

kutsanmış,

kutlu kılınmış

ve cinlere karışmış

toplum,

ondan yeni almış olduğu doğaüstü bilinci sildi, ve, iç ağacının tellerinde bir siyah kargalar taşkını gibi,

ani bir düzey değişikliğiyle onu su altında bıraktı,

ve, onun yerini alarak,

onu öldürdü..

çünkü modern insanın anatomik mantığıdır, hep sadece cinlere karışmış olarak yaşayabilmiş ve yaşadığını düşünebilmiş olmak..”

ANTONIN ARTAUD..

‘VAN GOGH, TOPLUMUN İNTİHAR ETTİRDİĞİ..’ , ANTONIN ARTAUD, Çeviri : AHMET SOYSAL, NİSAN Yayınları, Eylül 1991, 62 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘düş kırıklıklarımın ellerini kanattığı bir düşünce…’

NAR

 

Nara atmaya benzer Aşk…

 

Ne güzel demiş şair…

“Dürtme içimde ki Narı üzerimde beyaz gömlek var.”

 

Bir Narı paylaşmak vardı seninle…

Belki de eşit dağıtırdık tanelerini…

Bir tane sen alırdın bir tane ben…

Senin sevgin benim sevgimden fazla olmazdı…

Ben seni daha az sevmezdim mesela…

 

Sevişirdik, bir sevişmenin lekesini Nar da düşlerdik…

Naralar atardık sokaklarda…

Sen hiç çekinmezdin beni sevdiğini haykırmaktan boşluğa…

Bense dinlemekten zevk alırdım yankılanan sesini…

Seslerimiz düşerdi sokağa uyanırdı sokak lambaları…

Ya sokak kedileri mart ayından çıkıyorlar çığlık çığlığa…

 

Nara atmaya benzer Aşk…

 

Sadece bulutların üstünde yaşıyorsak üzerinde Nar tanelerini paylaşmaya değer Aşk…

 

Hasibe…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MECZUP

 

Seni düşünürüm…

Sadece bir düşünce…

Düş kırıklıklarımın ellerini kanattığı bir düşünce…

Avuçlarından taşacak bir sevda tozu…

 

Seni düşünürüm…

Sade bir düşünce…

Dolanmıyor ayaklarına, öyle sarmıyor sarmaşık gibi öyle soğuk öyle kısacık, kıpırtısız, uzak, öyle silik bir düşünce…

Bir anlık işte…

 

Seni düşünürüm…

Bir ayrılığın çıkmaz sokağında…

Bir uçurumun kenarında…

Düşüşüme bir adım kaldığı anda…

Belki buz gibi havada…

Soğuk bir esprinin kahkahasında…

 

Seni düşünürüm…

Düşkün bir aşığın feryadında…

Meczup bir dervişin ayak izlerinde…

 

Bir delinin dalgın düşüncelerindeyim şimdi…

Öyle meczup öyle derviş öyle Âşık…

 

Hasibe…