Archive for Şubat, 2012

SİNEMA VE ŞİİR..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“böyle bir başlık altındaki konunun birkaç yönlülüğü yazmaya girişir girişmez ortaya çıkar hemen.. çeşitli görünüşlerle çeşitli evrelerden geçmiş, köklü ve uzun şiir sanatı ile henüz yüzyılını bile bütünlememiş, her geçen gün atılımlar, değişmeler ve sınırsızlıklar içerisinde genç bir sanatın, sinema sanatının ilişkileri, yan yana ya da iç içe düşünülmeleri yeni görüngeler (perspektifler) getirir.. biz buradaki çerçeve içinde sinema ve şiir terimlerini özel herhangi bir anlayışla tanımlamaksızın genel anlamlarıyla geçerli sayarak başlıyoruz..

başlangıcından bu yana, ozanların her ülkede, her yörede sinema sanatıyla bağlantılar kurmaları, öteki sanatçılara göre daha olağan ve doğal gelmiştir.. her ozanın göğüs çekmecesinde araştırılsa birkaç taslak yatmaktadır, bulunabilir.. eldeki belgelerle sinema tarihi açısından bu olgunun gerçekleşmiş örneklerini sergilemeye ufak bir araştırma yeter.. ‘rusya’da ‘mayakovski’nin sinemayla ilgilenişi, dergisinde bu sanata özenle yer verişi, kendi şiirine oradan olanaklar ve biçimler edinmesi açık bir bilinçliliktir.. (‘l. trauberg’ ile ‘g. kozintsev’in ‘feks topluluğu’ olarak yaptıkları, ‘oktiabrina’nın serüvenleri’ (1924) filminde ise ‘mayakovski’ şiirinin öğeleri, devinim ve biçimleri gözle görünürcesinedir..) ‘türkiye’de ‘nâzım hikmet’in sinema çalışmaları önce en azından mutlu bir rastlantı, sonra bilinçlilik. ‘hikayelerin filmini yapmalı.. mesela ‘sabahattin ali’nin hikayelerini.. iki kısımlık filmler.. hikayelerden sonra şiirlerin filmlerini yapmalı’ diyor ‘nâzım hikmet.. ‘halkla en karşı karşıya sanat, bu..’ diyor sinema için..

‘fransa’da ‘jean cocteau’nun, ‘jacques prevert’in başkalarıyla ya da bir başlarına yaptıkları filmler, yazdıkları, katıldıkları senaryolar.. (‘l’eternel retour’ / ‘ebedi dönüş’ (1943), ‘la belle et la bete’ / ‘güzel ve hayvan’ (1946), ‘voyage-surprise’ (1947), ‘orphee’ (1950), ‘le testament d’orphee’ (1960), vb.) ‘gerçeküstücülük’ün sinema sanatına sağladığı, getirdiği olanaklar, çıkış noktaları, uzantılar ve simgeler.. (‘bunuel’in ‘endülüs köpeği’ (1928) – ‘s. dali’ ile – , ‘l’age d’or’ / ‘altın çağ’ (1930), ‘robinson crusoe’ (1952); ‘hitchcock’un ‘spellbound’ / ‘öldüren hatıralar’ (1945), vb.) ve her ülkede bir takım ortaklaşa denemeler ve verimli verimsiz girişimler..

şiirsel bir deyişle, bütün sokak fotoğrafçıları iyi kötü birer ozandır.. tüfekle resim, görüntü avlayanlar da öyle.. çeşitli aygıtları deneyenler, geliştirenler, sinematografı çalıştıranlar, ‘kara maria’ya kapananlar için de ozandırlar diyebiliriz.. ilkin tek makaralık şiirlerle yola çıkıldı.. ‘l. lumiere’ ve  ‘g. melies’ ve öteki öncüler bir garip tutkulu, ozansı kişilerdi; bir kusurdan giderek bir tür, bir sanat türü yaratmışlardır çünkü.. bilerek bilmeyerek, bir  ayrımı yok..

sinemadaki akımlar, dalgalar,  okullar ve görüşler bir bakıma şiir akımlarıdır..  itki şiirden gelsin gelmesin böyledir bu.. sinema başlangıçta bütün sanatların  bir bireşimi sayılırken de, ilkesi rönesans’la ortaya çıkan, son anlatım sınırını ‘barok’ resimde bulan plastik gerçekçiliğin en gelişmiş yönü’ sayılırken de şiir en çok ağırlığını duyuran olmuştur.. ilk elde görüntü kavramı sinema ile şiir sanatının birbiriyle hısımlık kurmasını sağlamaya yetiyor.. geniş bir ortak alan.. yöntemleri arasındaki yakınlıklar, her ikisinin de kendilerine özgü bir dilleri olması.. sinema her şeyden önce bir dil ise, ki öyledir de.. bunları ayakta yazarken sinema ve şiirin ayrı ayrı sanat türleri olduklarını, gereçlerinin de, ortamlarının ve işleyişlerinin de benzemezliklerini unutmuyoruz elbet.. ve özellikle sinema sanatının gitgide bağımsızlaştığını, kendi özgün havasını soluduğunu, zamanını ve yerini bulduğunu biliyoruz.. şimdi birdenbire bir optik kaydırmanın gereği yok. sinema ile şiirin ilintilerini aşarmamalı, abartmamalı öyle.. şiir öteki sanatlara hangi oranda katkıda bulunuyorsa sinemaya da benzer oranda katkıda bulunuyordur.. tabii sinema için dahi aynı durum söz konusu.. ve ozanlarca yadsınamayacağını umarak şunu da yazmalıyım : sinema şiire daha çok etkiyor bugün..

sinemanın birimi olan görüntü nasıl yalnız bir fotoğraf ise, bir başına fotoğraf olmaktan öteye başka bir anlamı yoksa; şiirin birimi olan sözcük de öyledir, onun da şiir olarak bir başına hiçbir anlamı yoktur.. (gerçi kuramsal açıdan sinemada en küçük birim çekim’dir, ama çekim şiirdeki dize’ye bir karşılıktır..) sinemada kavramlar görüntü yoluyla anlatılıyor, şiirde imge yoluyla.. kaldı ki çağdaş şiirin imgeye tanıdığı başatlık ve verdiği görev geçmişlerden daha bir belirlidir, açıktır.. yeni açılımlar, yeni uzanımlar imge yönünden gelişmektedir hep..

sinema içinde bulunduğu sanat büyük ayracının genel ya da özel gidişiyle, eğilimiyle alış-verişler yapar, gelişime katılır.. sinemanın yalnız kendi kanıyla, gereçleriyle beslenmesi varoluşuna aykırı düşer ve tıkanıp kalırdı bir yerde zaten.. tek tek örnekler (‘s. ray’, ‘o. welles’, ‘i. bergman’, ‘m. antonioni’, vb.) bir yana, alman dışavurumculuğu, fransız izlenimciliği, yeni dalgası, bu olguyu, bu çabayı seçik bir biçimde kanıtlarlar.. özellikle ‘gerçeküstücülük’ün sinemanın önemli, bir kısmına kaynaklık ettiğini, sinemaya yeni tin bilimsel ve tin çözümsel araçlar kazandırdığını görmeliyiz.. sinemanın gerçek ozanları, bu uzak ya da yakın ilişkileri sürdüre gelmiş olanlardır.. bilerek isteyerek ozan diyorum ben sinemacılara.. yani yönetmenlere.. örneğin sinema bir sanat türü olarak gerçekleşmeseydi, herhangi bir aksi rastlantıyla gelişmeseydi, bugüne dek yapıtlarını (filmlerini) vermiş bütün bu yaratıcı kişilerin büyük çoğunluğu ozan olurdu.. hiç kuşkunuz olmasın.. alıcı (kamera) yerini kaleme, görüntüler yerlerini sözcüklere ve imgeye bırakacaktı, yani şiire.. ya da hiç değilse düzyazıyı seçerler, yazı makinesinin başına otururlardı.. ‘fellini’ gibi çok sinemacının sinema olmasaydı, ozan (yazar) olacaklarını söylemiş bulunmaları bir yana, sözgelişi ‘visconti’yi kim bir romancı olmanın ötesinde düşünebilir? sözgelişi şu ‘almerayda’nın oğlu ‘j. vigo’ bir ozan değildir de nedir? ‘albert lamorisse’, ‘bunuel’, ‘godard’, ‘resnais’, ‘antonioni’, ‘truffaut’, ‘demy’, ‘dovçenko’..? buradan şuraya geliyorum.. sinema tarihinde, şimdide (ve gelecekte de böyle olacaktır) üç çeşit sinema var; sinema ve şiir görüngesinden bakarken :

a) şiir sinema,

b) şiir-düzyazı sinema,

c) ve düzyazı sinema..

sinema yapıtlarının büyük çoğunluğu düzyazı sinemadır.. anlatımını, kurallarını ve kendince dilini edinmiş bir geleneği vardır ve yeni örnekleriyle sürüp gider.. genel çizgi ve eğilim budur.. ama başyapıtlar, en güzel ürünler bu geleneğe aykırılığın izlerini taşırlar ya da büsbütün karşısına düşmüşlerdir, şiir sinemadırlar.. bir çırpıda ve kesinkes değilse bile insan kendiliğinden şu filmlerin bu ulamlara göre sınıflandırılmasını yapabilir : ‘robinson crusoe, senso, korkunç ivan, la strada, peter pançali, sessizlik, sevgilim hiroşima, potemkin zırhlısı, toprak, lâle sokağı, rashomon, jean d’arc’ın çilesi, los olvidados, altın çağ, roma açık şehir, milano mucizesi..’

şimdi yeni bir oluşumdan da söz açmak gerekiyor.. ‘pier paolo pasolini’nin şiirsel sineması ‘italya’da kuramı ve örnekleriyle yankılar uyandırmaktadır.. ‘j.- l. godard’ı da bir öncü olarak benimseyen ‘marco bellochio, bernardo bertolucci’ gibi genç yönetmenler bu yeni anlayışın filmlerini yapıyorlar.. aynı kuşaktan sayılan ‘romano scavolini, eriprando visconti, ermanno olmi, lina ventmüller, tinto brass’ gibi adların içinde ‘p. p. pasolini’ ile birlikte şiirsel sinemayı geliştiren ‘bernardo bertolucci’ ilgiyi çekiyor.. çift anlamlı bir havayı soluyan filmi başkaldırmadan öncedir.. film yapmak onun için kendi kendini bulabilmenin, kendi üzerine konuşabilmenin bir yoludur..

özgürlüğün bu biçimde sürdürülmesinde de anlaştıkları için sinema ve şiiri bundan böyle de ilişkiler içinde tasarlayacağız..”

ECE AYHAN..

‘YENİ SİNEMA’ Dergisi, Haziran 1967, sayı : 7, sayfa : 18,19..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ŞİİRİ BÖLMEK..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“bir birey olarak neyiz? yani kendimiz hakkında ne biliyoruz, ne bilebiliriz? bu sorulara doyurucu bir yanıt bulamadıkça, kişiliğe sıkı sıkıya bağlı olan ozanlığımızın olanaklarını da belirleyemeyiz sanırım.. biyolojik, fiziksel varlığımız bir yana (gene de insanın bir bütün olduğunu gözden uzak tutmamak şartıyla), kendimizi toplumbilim açısından irdelersek göreceğiz ki, bizler, düzenli olarak düzen değiştiren, yani bilimsel yöntemlere uygunluğu oranında geleceğini, gelecekteki duraklarını, yaşama biçimlerini kestirebilen insan tekleri değiliz.. geçirdiğimiz toplumsal evreler arasında yapıcı, tamamlayıcı bir ilişki olmadığı gibi, buna bağlı olarak ileri bir atılımdan da yoksunuz.. günlük edimlerimiz bizi öylesine yoğuruyor, öylesine kılıktan kılığa sokuyor ki, bir yığın çıkmazın buyruğunda, direnmekle çevreye uymak arasında şaşkına dönüveriyoruz.. boyutsuz, anlamsız, sallantılı bir yaşam düzeyinde bocalıyoruz durmadan.. inancımızı somutlayan eylemlerle değil de ancak, bize uygun buldukları düzenlerden birini seçmekle biçimleniyoruz.. böylece düşüncelerimiz kuramsal, ilişkilerimiz soyut kalıyor.. her durumda aşınıyoruz, kişiliğimizden biraz daha yitiriyoruz.. düşünsek düşünemeyeceğimiz, duysak duyamayacağımız, ‘göre’ bir yaşayış tutturmuşuz. kendi öz varlığımızla tanışmak, karmaşık, çözülmez bir problem oluyor çoğu kez.. giderek, bu toplumsal çatı altında,bir yalnızlık anıtından başka hiçbir görünümümüz kalmıyor.

gerçek ‘ben’imizle yüz yüze gelmedikçe, tersine, kişiliğimizden gün günden daha bir uzaklaştırıldıkça, şiiri nasıl olup da ozanın yalnızlığına, sezgilerine, güdülerine bağlayabiliriz? ayrıca, kimliğimizle yazdıklarımız arasında varsaydığımız benzeşlik, gerçek, tutarlı bir benzeşlik olabilir mi? yani şiirlerimizle ne kadar sokulabiliriz kendimize? ya da yazdığımız şiirler için hızını, devinimini kendinden alamayan benliğimizin katkısız ürünleridir, diyebilir miyiz? bana kalırsa böylesi bir özdeşlikten söz açmanın sırası gelmemiştir daha.. giderek denebilir ki, edebiyat dünyamızda yer alan bir sürü kavramın (lirik, authentique vb.) özünde yatan gerçekler, yaşadığımız gerçeklerle çelişmektedir.. çünkü bireyliğimizi kurtarma savaşı içindeyiz biz.. bu savaş da, toplumsal savaşımızın içeriğine girer.. şiiri de böyle bir ortamın izdüşümü olarak görmek gerekir.. ne yapalım ki, tarihsel sıra, bizi böyle bir dönemde konuşturuyor. güvenemediğimiz bir ‘ben’e, bir kendiliğindenliğe sığınamayız kolayca. edebiyat tarihimiz, olanaklarını bilmeyen ozanların çoğunlukta olduğunu gösteren belgelerle doludur. üç beş aşamadan geçtikten sonra, hangi ozanın hangi yanıyla ayakta kaldığını saptamak bile oldukça güçleşmektedir. çünkü gerçek bir evrimden; düşünceye, yaşantıya bağlı bir şiir evriminden çok, bütün bunlardan soyutlanmış salt bir deyiş özelliği, biçimsel bir doygunluk geliştirilmiş, ya da sürdürülmüştür ozanlarımızca.. genellikle ilk heyecanın, ilk esrimenin, ilk cesaretin yarattığı birtakım sonrasız ozanlar, şiirimizin temsilcileri olup çıkmışlardır..

öyleyse bu ikili ‘ben’i, daha doğrusu bölüne bölüne ayrıcalığını, kimliğini yitirmekte olan ‘ben’i şiire aktarmak, ona bir etkinlik kazandırmak istiyorsak, eninde sonunda dramatik bir şiire yönelmemiz gerekecektir.. gerçekte korkunç bir dramı sürdürmekteyiz çünkü.. işlevini tamamlamış bir gizemciliğin yerine, gene toplumun üst katlarında yer alan toplumsal – ekonomik bazı güçler, bu güçlere bağlı kurullar, sinen ya da başkaldıran; sayan ya da değerlenmeye doğru atılan; tutsaklığı ya da yok olmayı kabullenen bir yığın varoluş biçimi yaratıyor. çoğu zaman da olumluyla olumsuz birlikte ya da çelişe çelişe yaşıyor insanoğlunda. işte biz bu durumu çağımızın, toptan yaşamamızın bir niteliği sayıyorsak, o denli büyütüp yoğunlaştırabiliyorsak, aynı zamanda gerçek bir tragedyanın içindeyiz demektir.. şu farkla ki, klasik tragedya ile bağdaşamadığımız yan, yazgıya boyun eğmeksizin hiçlenmeyi karşı koymakla çatıştırmamız, soylu kişilerin töresel davranışlarına öykünmek yerine, bilimsel düşünceyi karşıtlarına egemen kılmamız olacaktır.

bu durumda bölmek gerekiyor şiiri.. bir birey olarak neyiz? bunu bilinceye ya da bilebilme olanaklarını edininceye kadar bölmeliyiz şiirimizi.. tıpkı yaşamamızda olduğu gibi : bir yanda yaslarımız acılarımız; öte yanda inancımız, umudumuz, direncimiz… kısa mutluluklardan güvenli mutluluklara yol aldıkça şiirimiz de tekleşecek, bütünleşecek, bireyliğini kazanacak elbette. belki de gelecekteki ozanlara düşecek bu iş.. biz yalnızca dramımızı yazacağız.. çünkü ne geçmişteki şiiri yinelemek, ne de gelecekteki şiiri bugünden zorlamak var artık.

ve yazacağımız her şey, biçimine kavuşamamış, buruk, acı öylece duruyor yaşamımızda..”

EDİP CANSEVER..

Yeni İnsan, Sayı: 8 (Ağustos 1963)

‘ŞİİRİ ŞİİRLE ÖLÇMEK.. Şiir üzerine yazılar, söyleşiler, soruşturmalar..’ – EDİP CANSEVER, Hazırlayan : DEVRİM DİRLİKYAPAN, YKY Yayınları, Şubat 2009, 376 Sayfa..

(EDİP CANSEVER’in fotoğrafları büyük ustanın ‘GÜL DÖNÜYOR AVUCUMDA’ adlı kitabının ADAM Yayınları tarafından yayınlanan Mayıs 1987 yılı baskısından alınmıştır ve tümü üstadımız ARA GÜLER tarafından çekilmiştir..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Masanobu Fukuoka’ ikinci kez türkçe’de ve aylak adamız’da : ‘en iyi plan plansızlıktır..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“eğer doğa mükemmel ise, o zaman insanın hiçbir şey yapması gerekmez.. ancak doğa insana kusurlu ve çelişkilerle dolu görünür.. ekinler kendi hâllerine bırakıldıklarında, hastalanır, böceklenir, yatar ve solarlar..

fakat bu kusur örneklerine dikkatlice baktığımızda, bunların doğanın kurallarına karşı çıkıldığı, insanın doğayı fazla kurcaladığı zamanlarda görüldüğünü fark ederiz.. doğanın, doğaya aykırı bir duruma sokulması, kaçınılmaz bir şekilde başarısızlığı davet eder, sadece bozukluklara değil felâketlere bile yol açabilir..

doğanın kusurlu görünmesi, insanın doğaya yaptığı ve sonra da asla düzeltmediği bir şeyin  sonucudur.. normal döngülerine ve işleyişine bırakıldığında doğa başarısız olmaz.. doğa görevini yapar, bir şeyi diğeriyle telâfi edebilir veya dengeleyebilir, fakat bunu daima düzeni ve ölçüyü koruyarak yapar..

dağda yetişen çam ağacı, düzenli dairesel dallar çıkararak doğal bir şekilde, dimdik yükselir.. dalda yaprakların diziliş kuralıyla uyumlu olarak dallar da geliştikçe yerleşim aralıkları eşit kalır, öyle ki kaç yıl geçerse geçsin, asla çakışmaz veya üst üste binip kurumazlar.. ağaç, tam olarak, tüm dal ve yaprakların eşit ölçüde gün ışığı alacağı şekilde gelişir..

fakat çam ağacı bir bahçeye aktarılıp makasla budandığında, dalların yerleşim düzeni, bir bahçe ağacının çarpık ‘zarafetine’ bürünerek, dramatik bir değişikliğe uğrar.. bunun nedeni, çamın bir kez budandıktan sonra, artık normal filiz ve dallar çıkarmamasıdır.. normal gelişim yerine dallar, her yerde çakışarak, bükülüp kıvrılarak birbirinin üzerine binerek düzensiz büyür.. sadece birkaç sürgünün ucundaki tomurcukları, üç-liderli düzende çatallaşır ya da kadeh şeklini alır.. aynı şey tüm ağaçlar için geçerlidir..

insan harekete geçince ağaç doğal formunu yitirir.. mizacı doğallığını kaybeden bir ağaçta dallar darmadağın görünür, ya birbirlerine çok yakın ya da çok uzaklaşarak büyürler.. nerede yetersiz havalanma ve gün ışığı eksikliği varsa, orada böcekler oyuklar açıp yuva yaparlar, hastalıklar ortaya çıkar.. ve iki dalın kesiştiği yerlerde sonuç olarak bir yaşam mücadelesi doğar; biri yaşamayı sürdürecek, diğer ölecektir.. doğal durumu bozmak, huzur ve uyum içinde yaşayan bir ağacı, güçlünün zayıfı yok ettiği bir savaş alanına döndürmek için, birkaç küçük tomurcuğu koparıp almak yeter..

doğanın düzen ve dengesinin bozulması, dürtüsel insan davranışlarının kasıtlı olmayan sonucu olarak başlamış olsa bile, artmış ve dönüşü olmayan bir noktaya tırmanmıştır.. bir kez değiştirilip bozuldu mu, bahçe çamı artık asla doğal bir ağaç olduğu eski hâline dönemez.. bir meyve ağacının doğal yapısını altüst etmek için, genç bir sürgünün ucundaki tek bir tomurcuğu koparmak yeterlidir..

doğa yozlaştırılıp yapay bir şekilde bırakıldığında, geriye ne kalır.. insanın sonu gelmeyen uğraşının başladığı yer burasıdır.. çaprazlama kesişen iki dal birbiriyle rekabet eder.. bunu önlemek için insan bahçe çamını her yıl özenle budamak zorundadır..

bir dalın ucunu makaslamak, onun yerinde birkaç düzensiz dal gelişmesine neden olur.. bu yeni dalların uçlarının da bir sonraki sene kesilmesi gerekir.. izleyen yıl, daha da çok sayıda yeni dal, daha büyük bir karışıklık yaratacaktır ve yapılması gereken budama miktarı böylece artar..

aynısı meyve ağacının budanması konusunda da geçerlidir.. bir kez budanmış bir meyve ağacı ile tüm yaşam süresi boyunca uğraşılması gerekir.. ağaç artık dallarını uygun bir yerleşimle çıkaramamakta, kendi seçtiği yönde büyüyememektedir.. kararı çiftçiye bırakır ve hiçbir şekilde bir tarz ve düzen gözetmeksizin, dallarını nasıl ve nereye isterse uzatır.. şimdi düşünme ve gereksiz dalları kesme sırası insandadır.. dalların kesiştiği ve çok yoğun olarak bir arada büyüdüğü yerleri görmezden gelmesi mümkün değildir.. eğer bunu yaparsa, ağaç karmaşık bir şekilde büyüyecek, merkezdeki dallar çürüyüp kuruyacak ve sonunda hastalık ve böceklere duyarlı hâle gelen ağaç ölecektir..

böyle olunca insan harekete geçmeye mecbur kalmıştır, zira çalışmasını gerektiren o koşulları daha önce kendisi yaratmıştır.. doğayı doğallıktan çıkardığı için, bu yapay durumdan doğan bozuklukları düzeltip telâfi etmek zorundadır..

benzer şekilde, insanın yapıp ettikleri tarım teknolojisini zorunlu hâle getirmiştir.. toprağı sürme, fideleri aktarma, toprağı işleme, yabani ot temizliği, hastalık ve zararlı kontrolü –bugün tüm bu uygulamalar gereklidir, çünkü insan doğayla oynayıp onu değiştirmiştir.. çiftçinin çeltik tarlasını sürmek zorunda olmasının nedeni, önceki yıl sürmüş, su salmış ve tırmıklayıp toprak keseklerini giderek daha küçük parçalara bölerek toprağın içindeki havayı çıkarıp toprağı sıkılaştırmış olmasıdır.. toprağı ekmek hamuru gibi yoğurduğu için, tarla her yıl sürülmek zorundadır.. doğal olarak, bu koşullar altındaki bir tarlayı sürmek üretimi arttırır..

sağlığı bozuk ekinler yetiştirerek insan hastalık ve zararlı kontrolünü de zaruri hâle getirir.. tarım teknolojisi hastalık ve zararlı hasarlarını hazırlayan nedenleri yaratır, sonra da bunları tedavi etmede ustalaşır.. öncelikli olan, sağlıklı ekin yetiştirmek olmalıdır..

bilimsel tarım, doğanın eksikleri olarak algıladığı şeyleri, insan çabasıyla geliştirmeye ve düzeltmeye çalışır.. tam tersine, doğal tarım, bir sorun oluştuğunda durmak bilmeden nedenlerin peşine düşer ve insanın yaptıklarını sınırlayıp düzeltmek amacıyla çaba gösterir..

bu durumda en iyi plan hakikî eylemsizliktir; hiçbir surette plan olmamasıdır..”

MASANOBU FUKUOKA..

‘DOĞAL TARIMIN YOLU FELSEFESİ VE UYGULAMASI..’ , MASANOBU FUKUOKA, Çeviri: MELTEM ALTAN, KAOS Yayınları, Eylül 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

günlükten bir sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘insanlıktan doğuştan atılmıştık.. gemimizi doğuştan batırmıştık..’ – masist gül

 

saat 01 10 – uyudum..

03 25 – uyandım..

05 50 – bin bir debelenmeden sonra tekrar uykuya dalmışım..

07 30 – geç kaldım telaşıyla denizde son anda boğulmaktan kurtulurken su yüzeyine çıkış gibi uykudan uyandım.. perdeleri açtım kar başlamış.. ama benim bir an önce ümraniye adliyesine gidip bazı işleri halletmem lazım..

08 20 – evden çıktım.. kar bizim mahallede yoğunlaşmış durumda.. rüzgarla birlikte nefes kesen bir tipiye dönmüş.. arabaya bindim motoru çalıştırdım.. saçma sapan korkularım vardır.. yılda en az yirmi otuz bin kilometre yol yapan birisi olarak geçmişte yaşadığım bir iki kötü olay nedeniyle kar yağışlı havada araba kullanmayı sevmem..

08 35 – on, on beş dakika arabada oturduktan sonra arabayı söndürüp caddeye attım kendimi.. kendi arabamla gitsem on dakikada ara yollardan ulaşabileceğim ümraniye adliyesine bakalım hangi kaprisli taksiciye denk gelirsem onun sabah kalktığında evinde ve daha sonra trafikte şekillenmiş ruh haline göre hangi saçma yollardan gideceğiz adliyeye..

09 05 – kaç dakikadır caddedeyim soğuktan artık hatırlamıyorum.. trafik kilit ve taksi filan yok.. geriye dönüp arabamla mı gitsem diye düşünüyorum.. artık dayanma gücüm sıfırlanmışken trafik ışıklarına doğru yöneldim, arabama doğru gidiyordum.. yeşil yandığı sırada yolun karşı kısmında bir taksi durup korna çaldı.. kimse kapmadan koştum kendimi taksiye attım..

‘-selamünaleyküm.. ümraniye adliyesine gideceğiz..’

selama cevap yok sadece sert bir sesle saçma bir soru :

‘çevreden mi gidelim..’

tabi bende şalterler attı hemen..

‘ataşehir’e çığ düşmediyse, ataşehir’in içinden  beş dakikada gidelim zahmet olmazsa..’ dedim aynı sertlikteki ses tonuyla rücu ederek taksici efendiye..

topu topu ara yollardan 4 kilometre tutacak yolu arkadaş çevre yolundan ve köprü trafiğine bulaşarak on beş kilometreye çıkaracak ve bu kar yağışında bile on dakika sürecek yolu belki bir saatlik belki de ucu açık bir zaman dilimine yayacak..

‘haklısın abi’ diyerek geri vites yapıyor arkadaş aynadan hayvani yapımı ve tipinin altında daha da korkunçlaşan görünüşüme bakarak..

09 08 – taksici muhabbete girmek istiyor..

-memleket neresi abi..

– antakya..

onun nereli olduğunu sormuyorum, bozuluyor ama ısrarlı muhabbet kurmakta..

-seni bizim sivaslılara benzettim bıyıklardan abi diyor.. maşallah ne kullanıyorsun abi bıyıklara.. (yılışık bir kahkaha..) ceviz yağı filan mı sürüyorsun.. benim bıyıklara ne denediysem böyle gürleşmedi.. sırrı nedir senin bıyığın abi..

hayatım boyunca üç soruya sinir olurum.. birincisi meslek ne ve arkasından memleket neresi sorusu.. ikincisi dönemsel psikopatça zayıflamalarımla ilgili, özellikle kadınların nasıl zayıfladın, sırrın ne, hangi diyetisyene gittin vs. sorusu.. üçüncüsü ise bıyıkların sırrı ne.. sana ne diyesim gelir bu sorulara hep.. meslek sorularına avukat yerine işsizim derim genelde.. birkaç kez muhasebeci, öğretmen  filan dedim yine soru yağmuru başladı.. o yüzden ya işsizim diyorum ya da avukatım diyorum.. en azından sorular bildiğim yerlerden geliyor.. zayıflama sorularına ‘doktorum kendim, sırrım da irade’ diyorum inanmıyorlar.. e ne yapayım, ne diyeyim daha.. yok  diyetisyen miyetisyen yahu.. boğazınıza hakim olun yeter.. ama anlayan nerede.. illa mucize bir ilaç ya da mucize bir doktor olacak.. televizyonlarda yeterince şaklaban mevcut, onları izleyin.. neredeyse adamlar televizyonlarda ameliyat yapacaklar.. hey gidi hey, zamanında ‘dr. ziya özel’ diye biri zakkumdan kanser ilacı yaptığını söylemişti de derman arayan millet zakkum yiyip, suyunu içip patır patır ölmüştü.. o günlerden belliydi bugünlerin gelişi zaten..

neyse taksici gözlerini aynaya dikmiş bana bakıyor cevap bekliyor bıyıkla ilgili sorusu için.. ben de gözüm yolda bir an önce yol bitsin diye bakıyorum.. sonra derin bir nefes alıp cevap veriyorum, kurtuluş yok çünkü, kardan dolayı zırto yavaş  gidiyor doğal olarak..

-bıyıkların sırrı yok birader.. bırakıyorsun uzamalarını bekliyorsun.. ve bol bol -sadece bıyık için kullanacağın- ufak bir tarakla tarıyorsun.. temiz tutman da önemli.. ve tabi ki en önemlisi kesmemek.. öyle badem gibi bırakırsan uzamaz tabi..

halbuki lavuğun benden milyon kat daha fazla kıl kökü var bıyık kısmında.. kırpa kırpa bademe dönüştürmüş, sen kesersen ne yapsın o kıl kökleri sana..

-ama abi olmuyor benimkisi öyle..

içimden saydırmaya başlıyorum herife.. benim aklımda bu karda kıyamette ‘uyap’ denen zamazingonun çalışıp çalışmadığı düşüncesi ve stresi var..

09 21 – adliyenin önünden özgürlüğe kaçar gibi taksiden indim..

09 23 – merdivenleri son hız çıktım.. tevzi bürosunun önünde kuyruk yok.. güzel.. ön kayıt ve tevzi.. bilmem kaçıncı icraya düşüyorum.. peki memnuniyetle..

09 28 – icra dairesine iniyorum.. çok güzel burada da yoğunluk yok.. müdürden havale alıp sonra kayda gidiyorum.. kar yağışından memurların hepsi gelmemiş.. neyse ki tanıdık birisini buluyorum kaydı yapıyor.. dosya damgalama ve numaralandırma işini kendim yapıyorum yarım yamalak.. harcı ödemek için müdür yardımcısına gidiyorum.. yanında bir avukat ya da başka daireden memurla çıkarmışlar silahlarını birbirine gösterip anlatıyorlar.. ben ayakta kazık gibi dikilmiş bu manasız ve tehlikeli muhabbetin bitmesini bekliyorum sabırla.. tabi benim sabrım silahlardan birinin namlusunun sağa sola dönmesinden aniden tükeniyor..

-ya kardeşim sağa sola döndürüp durmasana şunu, sabah sabah bir kaza olacak..

müdür yardımcısı bayan gülerek :

-korkmayın avukat bey, şarjörü çıkardı arkadaş..

– ya namluda varsa.. olur mu böyle şey adliye içinde müdürüm..

– haklısın deyip geri vitese bağlıyor bu da..

fena kızgınım ama diğer memurun elindeki silah ilgimi çekiyor ve filmlerde gördüğüm eski faşist alman subaylarının silahlarından olduğunu anlıyorum ama adını çıkaramıyorum o an.. muhtemelen 1940-44 arası bir silah.. nerden bulmuşsa lavuk.. müdür yardımcısı hanıma harcımı ödeyip siktirip diğer işlerim için üst kata çıkıyorum.. orada da hakimden havale alıp dosyaya dilekçeyi bırakıyorum.. aynı kattaki diğer işleri de bitirince sokağa çıkıp iş taksi bulmaya kalıyor.. bir an önce cennetim kadıköy’üme ulaşmam lazım nefes alabilmem için..

10 02 – taksideyim.. aynı muhabbet dönmeye başlıyor..

-çevreden mi gidelim abi..

birden sinirli bir sesle kükrüyorum :

-nerden istersen keyfine göre git, ister çevreden ister içerden.. kafana göre takıl..

– yok abi sen nerden istersen..

– en hızlı nereden gidebilirsen oradan git kardeşim.. kafana göre takıl..

içimden de muhabbet etmeye çalışma da nerden istersen git diyorum..

10 35 – kadıköy’deyim.. her zaman kahvaltılık tıkındığım fırının önünde çayımı içip tostumu ısırıyorum.. canım pek bir şey istemiyor nedense.. iştahsızım.. soğuktan belki.. bu arada bizim evin orada ve ümraniye adliyesinin orada yerde en az dört beş santim kar varken kadıköy merkezde kar yok.. komedi.. sıkılıyorum, tostu filan yarıda bırakıp kalkıyorum..

10 42 – iki adım bile atmamışken fırının bulunduğu meydanın diğer ucunda ‘halo dayı’ ve ‘mehmet abi’yle karşılaşıyorum.. aralarında tartışıyorlar.. ‘halo dayı’ ‘benim büroya gidelim orada viski atalım’, derken ‘mehmet abi’ hemen o meydandaki bir kokoreççi de ‘ikişer duble rakı atalım’ diyor, fakat daha sabahın körü.. onlar beni fark etmiyor bu tartışmaları sırasında, tiyatro gibi izliyorum muhabbetlerini.. sabahtan beri olan gerginliğim uçuyor.. gülümsemem yayılıyor yüzüme ve beni fark etmeleri için iki adım daha ileri atılıp ‘halo dayı’ya sarılıyorum hızla ve

-bebeğim nasılsın, diyorum..

-bak ya bebeğim diyor.. sapık mısın müdür sen..

-he ya sadece senin sapığınım ‘halo’ deyip öpüyorum tenten saçlarının kakül kısmından..

‘sapık’ diyerek bağırıp ittirerek benden kurtulmak istiyor.. ama nafile yetmiş beş yaşındaki adam, doksan kiloluk bu insan azmanından nasıl kurtulur.. bir daha öpüyorum.. ‘mehmet abi’ gülmekten öksürük krizine boğuluyor.. sonra serbest bırakıyorum ‘halo’yu ve onlara teklifte bulunuyorum :

-bu soğukta buralarda ne içeceksiniz, buyurun bizim mekana gidelim iki şişe rakımız var.. meze hazırlarım sizlere, birkaç çeşit meyvede yaparım.. sıcak sıcak oturun için.. hem bu sabahın köründe içmek niye..

-kafalar bozuk müdürüm diyor ‘mehmet abi..’

anlıyorum ne demek istediğini.. üstelemiyorum.. kabul ediyorlar, bizim mekana doğru yola koyuluyoruz..

10 55 – yoldan meyve, peynir vs aldıktan sonra mekana giriyoruz.. ‘halo’ ve ‘mehmet abi’ mezeleri vs’yi beklemeden birer duble rakı doldurup hemen içmeye başlıyorlar bu saatte.. ben mezeleri hazırlamaya girişiyorum.. mekanda ‘abidin dayı’ da var..

-nereden buldun bunları getirdin diyor..

-sokakta üşüyorlardı, içecek açık mekan arıyorlardı gönlüm el vermedi ısrar ettim yukarıya getirdim..

-iyi etmişsin diyor ‘abidin dayı’ ve gülümsüyor..

11 20 – mezeler hazır.. arka odaya balkondaki ‘halo dayı’nın çalışma masasını geçirip çilingir sofrasını onun üzerine kuruyorum.. sonra ‘ciwan haco’nun son albümü ‘veger’i de çalmaya başlıyorum.. ‘mehmet abi’ duygulanıyor.. çok hoşuna gidiyor.. kendince eşlik etmeye başlıyor türkülere şarkılara..

11 40 – ben de masa kurma işim bitince oturup kendi masamda o gün yaptığım işlerin dosyalarını işliyorum.. bir yandan da ‘mehmet abinin’ anlattığı ‘halo dayı’yla ilgili anılarını dinliyorum.. yetmişli yıllardan bir sürü duymadığım anı, hikaye.. ben de on beş senedir ‘halo’yla ilgili tüm anıları dinledim ve bilirim sanırdım..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

12 45 – ben de koşuyorum rakı alıyorum kendime yarım yamalak bir kahvaltı  üzerine rakıya vurmaya başlıyoruz.. mekanda iki şişe ‘izmir rakısı’ vardı.. ilk kez aydın, ‘ortaklar’da ‘ciğerim’in babası sevgili ‘musa amcamız’ içirmişti bana ‘izmir rakısını.. çok sevmiştim.. gerçekten içimi güzel bir rakıydı.. sabahlara kadar günlerce ‘izmir rakısı’ içmiştik kendisiyle.. ama ne yazık ki bu hafta midesinden ağır bir operasyon geçirdi iki milimetrelik bir tümör için.. moralimiz çok bozulmuştu.. neyse ki ameliyat gayet iyi geçti ve tümör iyi huylu çıktı.. şimdi iyileşme sürecini bitirmesini bekliyoruz.. doktoru sevgili ‘ertuğrul’ abimiz midesinin dörtte üçü gitmesine rağmen eylüle doğru rakı içmeye başlayacağını, sadece aç karna tatlı vs yememesi gerektiğini söyleyince gülmüştük dolu dolu.. biz de buradan aylak adamız ailesi olarak sevgili ‘musa amcamıza’ geçmiş olsun diyoruz..

12 50 – ilk kadehi fondip yapıyorum.. yağ gibi kayıyor meret.. günlerdir ameliyat vs yüzünden yaşadığım stres üzerine iyi geliyor bu duble.. ve devam ediyoruz müzik ve muhabbetle beraber..

13 30 – ilk şişe ‘izmir’ rakısı bitiyor.. ‘halo’ ikinciyi açıyor..

14 20 – kafalar on numara, muhabbet tavanda.. ‘mehmet abi’, ‘halo’nun ikinci çocuğunun doğduğu günü anlatmaya başlıyor.. gülmekten kırılıyoruz hepimiz.. ‘mehmet abi’ ve ‘halo dayı’, ‘haloların’ evinde oturmuşlar içiyorlarmış.. birden yan odadan yengenin sesi gelmiş ‘hasan, hasan galiba çocuk geliyor, acele ambulans çağır, hastaneye götür beni..’ ‘halo dayı’ hiç istifini bozmadan diğer odaya bağırmış ‘dur kadın, fışkırma şimdi.. viskiler bitsin bakarız bir hal çaresine..’ gülmekten yıkıldık ama ‘mehmet abi’ anlatmaya devam ediyor.. ‘yahu olmaz kalk yengeyi hemen hastaneye götürelim benim arabayla, saçmalama, şakası olmaz bu işin..’ inanın dedi ‘halo’ viskisi bitince kalktı yengeyi omuzladı ve benim arabaya bindirdik.. ama aksilikler bitmiyor ki ‘zeynep kamile’ giderken ‘haydarpaşa’ yokuşunda benzin bitmez mi..’ kendine gelen ‘halo’ elinde bidon koştu en yakındaki benzinciden benzin almaya gitti.. neyse ki yengeyi yarım saat sonra yetiştirdik ve akşamına da normal doğumunu yaptı.. ‘biz tabi bu güzel anının ‘dur fışkırma kadın’ repliğine takıldık kaldık.. insanın bu kadar rahat olması ancak ‘halo dayı’da görülebilecek bir meziyet.. not ettik bu anısını da..

14 50 – ‘gürselim’ de geldi hemen rakıya katıldı..

15 10 – ikinci şişe rakı bitmek üzere kalkıp ‘suat’ abimizin dükkanına gidiyorum bir şişe rakı ve on altı tane cilalık bira alıyorum.. ‘ciğerim’ de geliyor tam ben mekana girerken.. nereden buldun ‘halo ile mehmet abi’yi diyor.. anlatıyorum sabahın köründe çarşının ortasında rakı içecek yer arıyorlardı buraya getirdim diyorum.. gülüyor..

16 10 – ‘mehmet abimiz’ gençliğinde yazdığı şiirlerden bahsedip örnekler verip ezberinden okumalar yapıyor.. ‘gürselim’ de gazı veriyor ‘mehmet abi’ye şiir aralarında.. ‘mehmet abi’ de tam muhabbet adamı.. samimiyeti ve sofrası güzel insanlardan.. o sırada ön odada ki ‘abidin dayımız’ da elinde boş rakı kadehiyle geliyor ve kendisine rakı doldurmaya başlıyor.. ‘abidin dayımızın’ da içtiğini görünce neşem çoğalıyor..

16 50 – ‘halo dayı’ ile ‘mehmet abi’ de mesailerine aşağıda kendilerini bekleyen arkadaşlarının yanında devam etmek üzere ayrılıyorlar.. öpe öpe yolluyorum ‘halo’yu.. ‘halo’lar giderken sevgili ‘mustafa’ abimiz geliyor.. ‘musa amca’nın yanında kalmıştı gece.. ondan alıyoruz son havadisleri.. ‘mustafa abimiz’ de bira içmeye başlıyor.. muhabbet kervanına o katılıyor bu sefer..

17 00 – ‘gürselim’ de satışa getiriyor ve o da gidiyor başka arkadaşlarının içki muhabbetine..

17 30 – ‘abidin dayı’, ‘mustafa abimiz’ ve ‘ciğerim’ de evlerine gitmek üzere ayrılıyorlar mekandan..

17 31 – tek başıma kalıyorum.. içmeye devam ediyorum.. yüzümdeki neşe yavaş yavaş sönüyor ve kayboluyor.. nedense kendimi sabahın köründen geç saatlere kadar bedenini satarak rızkını kazanan ve gidecek hiçbir yeri olmadığından dolayı parayla insan  eti satılan genelevde tek başına kalmış bir  ‘orospu’  gibi hissediyorum.. anlayamıyorum bu hissi ve bu benzetmeye zoraki gülümsüyorum.. boş bardaklardan birisine kadehimi vurup içmeye devam ediyorum.. pilli bebek dinliyorum..

17 50 – dün sahaftan aldığım kitaplardan ‘carl jung’un, ‘can’ yayınları tarafından ‘iris kantemir’ çevirisiyle yayınladığı ‘anılar, düşer, düşünceler’ kitabının son sayfasına kitabın eski sahibi 2010 yılında kaybettiğimiz şair, psikiyatrist ‘halil ibrahim bahar’ın 7 kasım 2001 perşembe günü kendi el yazısıyla ve kurşunkalemle yazdığı anlamlı notu tekrar okuyorum :

‘beni anlayanlar değil ancak sesimi duyanlar çoğaldıkça yalnızlığım, yabancılaşmam da daha  hızlı artıyor.. bu ağırlığın taşıyıcısı benim.. kiminle paylaşabilirim? çevrem uçuşan kınkanatlılarla dolu.. (kınkanat: uçamayan bir böcek çeşidi..) ayakları balçığa batmışken uçtuklarını sanıyorlar..’ – halil ibrahim bahar

ne kadar anlamlı yazmış değil mi ‘halil ibrahim bahar’ üstadımız.. umarım ‘halil ibrahim’ üstadın ciltler dolusu yazdığı fakat sağlığında yayınlamadığı tüm şiirleri de bir gün yayınlanır ve tüm şiir düşkünlerine yeni bir okyanusun sularında yol alma imkanı doğar..

18 30 – rakının üçüncü şişesi de bitiyor.. tekrar cilaya başlıyorum.. neyse ki yeterli bira stoku bulunuyor her zaman mekanda..

19 20 – kafamda dönüp duruyor ‘gidecek hiçbir yeri olmayan bir orospu gibiyim’ cümlesi.. bunca yoğun bir günden sonra böyle tek başına ortada kaldığını düşünmek koyuyor insana.. dışarı çıkıyorum.. soğuk havada biraz dolaşmak iyi gelir diye düşünüyorum.. dışarı çıktığım anda mideme müthiş bir kramp saplanıyor.. o an hatırlıyorum sabahın köründen beri kıytırık bir tostla yapılan kahvaltıdan sonra on dubleden fazla rakı ve en az altı şişe bira içmişim.. ne yapsın, daha ne kadar idare etsin bu mide.. demirden değil ki.. sıcak bir çorba içmek için alkollüyken girilmeyecek kadar badem bıyıklılar cenneti olan bir mekana inatla atıyorum kendimi.. üzerimden yayılan anason kokusunu alınca tiril tiril giyinmiş garsonların yüzlerindeki gülümseme soluyor.. neyse ki lavuklar tanıyorlar beni, zart zurt etmiyorlar.. tavuk suyu çorba.. pilav üstü döner.. içtiğim her yudum, yediğim her lokma mideme yumruk gibi iniyor.. kıvrana kıvrana bitiriyorum zoraki yemeğimi..

19 50 – mekana dönüyorum.. sıcak bir çay demliyorum kendime.. dört bardak çayı da içince biraz kendime geliyorum ama midem hala taş gibi ve ağrıyor..

20 40 – eve gitme vakti diyorum.. ama gitmeden önce şu midedeki şişkinliğe bir çözüm bulmak adına kaloriferin yanında ısınmaya bıraktığım iki şekersiz tavşanlı birayı  arka arkaya götürüyorum.. yüce insan ‘bukowski’den bizlere kalma bir tedavi yöntemi.. gerçekten biralar iyi geliyor..

gerçekten de ‘özcan alper’ gibi insanların inatla güzel üretimler yaptığı, insanlara bir şeyler  göstermeye uğraştıkları bir dünyada ve yine ‘halo dayı’,  ‘mehmet abi’ gibi güzel insanların olduğu bir dünyada bizim gibi ‘fırtına’ olanlara rüzgar ve gece neyler ki.. vız gelir tırıs giderler..

21 03 – ‘gürselim’ mesaj atıyor : ‘mekanda mısın’ diyor.. ‘çıkıyorum’ diyorum.. sonra ‘yanına geliyordum’ diyor.. ben de ‘kendimi orospu gibi hissettim tek başıma kalınca, çıktım’ diyorum..

21 40 – kümesimdeyim.. anneme ve babama sarılış.. dört yıldır evli kardeşimin boş odasına bir selam çakış ve kitaplarla filmlerin ortasına kendimi atış ve gözlerim kapanırken ‘arthur rimbaud’nun satırlarında kayboluş :

‘dünya faltaşı gibi açılmış şaşkın gözlerimiz önünde

tek bir kara ormana indirgendiğinde

tek bir kumsala vefalı iki çocuk için

ve aydınlık sevgimiz için şarkılar dolu tek bir eve…

sizi bulacağım.’

Crockett..

(fotoğraflar : crockett.. yer: st. simon manastırı, samandağ, antakya..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GÖÇ

Bugünlerde gazetelerde daha sık karşılaştığım yazılar oluyor, Balkanlardan 1912-1914 yılları arasında zorunlu olarak yapılan göçlere dahil.  ‘Dedemin İnsanları’ bu konu üzerine çekilen son filmlerden. Direkt bu konu işlenmese bile mübadeleye dair birçok sahne ve can alıcı, yakıcı cümlelerle karşılarız film sahnelerinde. İnsan genetik mirasını atalarından alır ya, DNA’larında da ruhsal kod olarak taşınıyor duygular. Bu yazıları yazanlar, filmleri çekenler o yılları yaşamış insanların torunları veya çocukları çoğunlukla.

Yıllar önce Yunanistanlı yazar Elsa Hiu’nun  ‘ İzmirli Nine’ kitabını okuduğumda, kendi babaannemi ve yaşadıklarını gözlerim yaşlı hatırladım. Ölünceye kadar hep memleketine, doğduğu topraklara dönmek özlemiyle yaşadı. Son zamanlarında yaşlılıktan dolayı şimdiyi unutup, sanki geçmiş günleri bire bir yaşıyormuş gibi olur, bizi de bu sahnelere dahil ederdi. Ben evdeki besleme olurdum, annemin babamın çok iyi insanlar olduğunu anlatırdı. Ben de o yaşlarda gerçek sanıp, ağlamaya başlardım. Tam bir tiyatroydu halimiz.

Annesi o doğarken öldüğü için, babası tarafından el bebek gül bebek büyütülmüş bir çocuk olduğunu anlardım anlattıklarından. Babasının onun için öğretmenler bulup evde ders aldırdığını, kız arkadaşlarına ikram etmesi için çok güzel bir tütün kutusu hediye ettiğini anlatırdı. Beş vakit namazını hiç aksatmaz, rahlesinde Kur’an okur, bazen benim ezberlemeye çalıştığım şiirleri bana okuyup, beni şaşırtırdı. Aklım ermeye başladığında küçük bir kasaba ya da köyde nasıl böyle bir anlayış olabilir diye düşündükçe, yaşadığı yerlere gitme merakı daha ağır bastı.

Tabi bu imkanı yıllar sonra, gerçekleştirebildim. Onu memleketine götürmek kısmet olmadı, oğlunu da. En küçük torun olarak ben ve ailem bu toprakları ziyaret edebildik. Güzel tarafı anlattığı yerlerin adı bile değişmemişti. Doyran Doirani, Poroy Poroi olarak yazıyordu. Bulgaristan sınırına çok yakın bir konumda dağların eteklerinde Doyran Gölü’nü tepeden gören yeşillikler içinde, evlerin halen eski durumunu yenilenerek koruduğu, babaannemin anlatımıyla sokaklarından suların sallım aktığı bir cennet köşesiydi. Bir çok yere gitme imkanım oldu ancak oraya gittiğim zaman hissettiğim duygular çok farklıydı. Sanki ben de orada yaşamış gibiydim.

Kavala’da karşılaştığımız yaşlı karı koca ise yıllar önce Türkiye’den göç etmiş ve halen Türkçe konuşan, çok sıcak kanlı, bizden insanlardı. Tüm Avrupa’da bize en yakın, bizden olanlar.

Bu yolculuklar aslında turistik bir gezi olmanın ötesinde bir anlamda özümüze yapılan göç niteliğinde. Onların yaşadığı zorlukları, acı günleri öğrenip, hayatlarının sonuna kadar çalışarak hayata nasıl tutunduklarını düşündükçe, bir şeylerden şikayet etmek bizim için utanılası oluyor. Kendimize dönüp, çeki düzen vermeye çalışıyoruz böyle zamanlarda, onların torunları olarak.

‘Skycell’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : skycell.)

Psiko-sosyal itiraflar – 1

Sevgili Toplum,

Boyumdan büyük “kallavi” sözcüklerle ahkam kesmek istemiyorum. Bu şekilde davrandığımda, hem lafı gereğinden fazla uzatmış oluyorum hem de baharda derisinden soyunacakken, ona dolanan sakar bir yılana benziyorum. Seninle aramdaki zorunlu ilişkiyi keyifli bir hale dönüştürmeme engel olan durumları/tutumları/önyargıları kısaca şu şekilde özetleyebilirim:

1-      Çocuk benin çağrısına uyup, içimden geldiği gibi davrandığımda, duygularımı dile getirdiğimde beni olumsuz bir biçimde eleştirmenden hoşlanmıyorum. Yani sen bu kadar aciz misin ki, benim en doğal yanımı ketleyerek, istediğin gibi “iyi huylu” çocuk olmadığım için beni “asi” olarak yaftalayarak kendini tatmin ediyorsun? Bana ebeveynlik yapıyorsun sözüm ona. Buna ihtiyacım olup olmadığına aldırmadan, benim yerime karar veriyor ve kendince bana “haddimi bildiriyorsun.” O zaman söyleyeyim, bence kötü bir ebeveynsin. Bunun nedeni de ne biliyor musun? Bir zamanlar dilediğin gibi, sevilmemekten korkmadan çocukluğunu yaşamana izin vermemişler. İçinde hala bunun acısını taşıyorsun ve bu şekilde gerekli gereksiz olumsuz mesajlar veren bir ebeveyn gibi hareket ederek, çalınan doğal çocukluğunun intikamını alıyorsun. Yanılıyorsun sevgili toplum, bu şekilde rahatlayamazsın. Kaç insanı ketlersen ketle bu sebepten, içinde hep o ilk ketlenişin, kendi ketlenişinin üzüntüsü olacak. Bir de üzerine sebepsiz yere üzdüklerinin kötü enerjisi eklenecek ve doğal bir felaket olarak yine gelip seni vuracak.

2-      Eril ve dişi olarak doğan biz insan yavrularını, “kadın ve erkek” olarak sınıflandırıyor ve bizi zorla soktuğun bu sınıfların doğamıza aykırı davranışlarını, duygularını ve tutumlarını sırtımıza yüklüyorsun. Bir kız çocuğu olarak ben mesela, ağaca tırmandığımda ya da yüksek duvarları aşmaya “cüret ettiğimde” bana erkek çocuğuymuşum gibi davranıyorsun. Erkek olmayı, fallusu yücelttiğin için de, bana açık ve gizli şu iletiyi gönderiyorsun: “Memelerine ve kukuna rağmen, erkek çocuklarına biçilmiş işleri en az onlar kadar iyi yaptığın için iyisin, güçlüsün vs.” Ammawelakin, “Ben kız çocuğuyum, erkek değil” diye ısrar ettiğimde, beni “ucube” olarak yaftalıyorsun. Hadi, biz kız çocukları duygularımızı ifade etmede, erkek çocuklarına göre daha özgür olduğumuzdan daha şanslıyız. Peki ya kardeşlerimiz? Hiç onların yerine kendini koyup düşündün mü ağlayamamak, güçsüzlüğünü, çaresizliğini, mutluluğunu vs. tüm o doğal ve değerli duygularını, kısaca insanlığını, doğrudan ifade edememenin nasıl bir kördüğüm olduğunu? İçlerinden cesur olanlar çıkıp, bir-iki kadehle kafayı cilalamadan ya da ölmeyeyazdığı aşklar yaşamadan doğrudan, “Ne laaa tik tak sadece düşünce-analiz-eylem adamı mıyım ben? İşe, aşa, başarıya koşulu at mıyım la ben? Ağlıyorum, çünkü kendimi güçsüz hissediyorum. Ağlıyorum, çünkü sevilmek istiyorum. Ağlıyorum, çünkü yalnız olmak istemiyorum. Ağlıyorum, çünkü taştan değilim. İnsanım ve erkenden kriz geçirip yaşama hevesi kursağımda kalmasın diye, duygularımı yaşayarak beslemem gereken bir kalbim var.” diyerek içlerinden geldiği gibi duygularını yaşadıklarında, onları “kız gibi” güçsüz, zayıf ve ağlak olmakla yargılıyorsun.  Sana söyleyeyim, sen güce tapıyorsun. Duygularını doğrudan ve bağlamına uygun olarak yaşayamadığın için, enerjin iktidar istemine, ihtirasa dönüşüyor. Bundan ötürü de, ya birilerini düzmektesin ya da birileri tarafından düzülmektesin. Bu kadar homofobik olmanın sebebi de bu olabilir diye düşünüyorum. İçinde konuşlanmış gizli eşcinselliğin baskısı o kadar dayanılmaz ki, bunu kendisiyle yüzleşmeye cesaret edenleri inciterek gidermeye çalışıyorsun. Öfken korkundan bil diye söylüyorum. Kardeşlerime duygularını korkmadan özgürce yaşama ortamı sunmadığın, bizleri doğayla aramızdaki göbek bağımız olan doğal yanımızdan kopardığın için, onlar büyüseler de zorunlu-çocuklar olarak kalıyorlar. Ben ve kız kardeşlerim ise kadınlığımızı sandıklara kaldırıp zorunlu-anneler olduruluyoruz. Doğadaki en dolayımsız ilişki insanın erili ve dişili arasındaki ilişki iken, bizi birbirimize tanımsız, anlaşılmaz ve korkutucu rakiplere dönüştürüyorsun. Öyle patolojik bir hal ki, sembiyotik bir yazgıyla yutulma korkusu olmadan değil aşkı, iki özerk birey olarak yan yana dostça yürümeyi veya ihtiyaç duyduğumuzda birbirimize sevgiyle sarılmayı bile beceremiyoruz.

(Devamı var…)

 

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(görsel : tiffany bozic.)

HEPSİ BU..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“şu veya bu tarihte dünyaya geldim, şurada veya burada yetiştirildim, düzenli olarak okula gittim, şu veya buyum ve adım da falanca veya filanca ve fazla düşünmem.. cinsiyet bakımından bir erkeğim, devlet bakımından iyi bir vatandaşım ve toplumdaki yerim bakımından da iyi bir ailenin çocuğuyum.. beşeri cemiyetin titiz, sessiz, nazik bir üyesiyim, deyim yerindeyse iyi bir vatandaşım, bir bardak biramı akıllı uslu içmeyi severim ve fazla düşünmem.. iyi yemeklere düşkün olduğum bilinir ve aynı şekilde fikirlerden uzak durduğum da beldir.. keskin düşüncelerden büsbütün uzak dururum; fikirler bana hepten uzaktır ve bu nedenle de iyi bir vatandaşım, çünkü iyi bir vatandaş fazla düşünmez.. iyi bir vatandaş yemeğini yer, hepsi bu!

kafamı pek fazla yormam, bu işi başka insanlara bırakırım.. kafa yoran kişiden nefret edilir; çok düşünen insan, huzursuz bir insan olarak görülür.. julius caesar bile, o kalın parmağıyla, gözleri çukura kaçmış cılız cassius’u göstermişti; ondan korkuyordu, çünkü fikirleri olduğunu tahmin ediyordu.. iyi bir vatandaş korku ve kuşku yaymamalıdır; çok düşünmek onun işi değildir.. çok düşünen kişi sevilmez ve sevilmeyen insan olmak tamamen gereksizdir.. horlamak ve uyumak, şiir yazmak ve düşünmekten daha iyidir.. şu veya bu zamanda dünyaya geldim, şurada veya burada okula gittim, arada sırada şu veya bu gazeteyi okurum, şu veya bu mesleği sürdürürüm, şu veya bu yaştayım, iyi bir vatandaş olduğum bilinir ve iyi yemek yemeyi sevdiğim bellidir.. kafamı pek fazla yormam, çünkü bu işi başka insanlara bırakırım. çok kafa patlatmak benim işim değildir, çünkü çok düşünen kişinin başı ağrır ve baş ağrısı tamamen gereksizdir.. uyumak ve horlamak, kafa patlatmaktan daha iyidir ve akıllı uslu içilen bir bardak bira, şiir yazmak ve düşünmekten kat be kat daha iyidir.. fikirlere tamamen uzak dururum ve kafamı hiçbir koşul altında patlatmam, bu işi baştaki devlet adamlarına bırakırım.. huzurumu bozmadığım için, kafamı yormaya gerek duymadığım için, fikirler benden tamamen uzak olduğu için ve gereğinden fazla düşünerek ödümü patlatmadığım için de iyi bir vatandaşım zaten.. keskin düşünmekten korkarım.. keskin düşünürsem, gözlerim kararır, dehşete düşerim.. onun yerine güzel bir bardak bira içerim ve her türlü keskin düşünceyi baştaki devlet idarecilerine bırakırım.. devlet damları istedikleri kadar keskin düşünsünler ve isterlerse kafaları patlayıncaya kadar düşünsünler, benim açımdan bir sakıncası olmaz.. kafamı yorarsam gözlerim kararır, dehşete düşerim ve bu iyi değildir ve bu nedenle de kafamı mümkün olabildiğince az yorarım ve kafasız ve düşüncesiz kalırım güzelce.. eğer baştaki devlet adamları, gözleri kararıncaya ve kafaları patlayıncaya kadar düşünüyorlarsa o zaman her şey yolunda demektir ve bizim gibiler, huzur içinde, akıllı uslu bir bardak biralarını içebilirler, düşkün oldukları güzel yemekleri yiyebilirler ve geceleri horlamanın ve uyumanın kafa patlatmaktan ve şiir yazmaktan ve düşünmekten daha iyi olduğunu düşünerek, mışıl mışıl uyuyabilir ve horlayabilirler.. kafa yoran kişiden, ancak nefret edilir ve niyet ve görüş bildiren insan huzursuz bir insan  olarak görülür; ama iyi bir vatandaş huzursuz değil, tersine huzurlu bir insan olmalıdır.. keskin ve kafa kurcalayan düşünceyi, gönül rahatlığı içinde baştaki devlet adamlarına bırakırım, çünkü bizim gibiler, sonuçta sadece beşeri cemiyetin sağlam ve önemsiz birer üyesidirler ve bizim gibilere, bir bardak birasını akıllı uslu içmekten ve olabildiğince güzel, yağlı, iyi yemekler yemekten hoşlanan iyi vatandaş veya sıradan vatandaş, denir, hepsi bu!

devlet adamları, gözlerinin karardığını ve başlarının ağrıdığını itiraf edinceye kadar düşünsünler isterlerse.. iyi vatandaşın başı asla ağrımamalıdır, tersine o, güzel bir bardak birasının tadına akıllı uslu varmalıdır ve geceleri usul usul horlamalı ve uyumalıdır.. benim adım şu veya bu, şu veya bu tarihte dünyaya geldim, şurada veya burada, düzenli olarak ve kurallar gereği okula gönderildim, zaman zaman şu veya bu gazeteyi okurum, mesleğim şu veya budur, şu veya bu yaşındayım ve fazla ve çetrefil düşünmekten uzak dururum, çünkü kafa yormayı ve kafa patlatmayı, kendilerini sorumlu hisseden baştaki idareci kafalara seve seve bırakırım.. bizim gibiler, kendilerini uzaktan yakından sorumlu hissetmezler, çünkü bizim gibiler bir bardak biralarını akıllı uslu içerler ve fazla düşünmezler, çünkü bu çok tuhaf zevki, sorumluluk taşıyan insanlara bırakırlar.. ben şurada veya burada gittiğim okulda, yormaya zorlandığım kafamı o gün bugündür, bir daha asla az da olsa yormadım ve kullanmadım.. şu veya bu tarihte doğdum, adım şu veya budur, hiçbir sorumluluk taşımama ve kesinlikle kendi türümün biricik örneği de değilim.. ne mutlu ki, benim gibi bir bardak birasının tadını akıllı uslu çıkaran, tıpkı benim gibi az düşünen ve kafa patlatmayı benim kadar az seven, bu işi başka insanlara, sözgelimi devlet adamlarına sevinerek bırakan epeyce insan var.. keskin düşünceler, beşeri cemiyetin benim gibi sessiz bir üyesine tamamıyla uzaktır ve ne mutlu ki, sadece bana değil, tıpkı benim gibi iyi yemeklere düşkün ve fazla düşünmeyen, şu veya bu yaşta olan, şurada veya burada yetiştirilmiş, beşeri cemiyetin, benim gibi temiz üyelerine ve benim gibi iyi vatandaşlara ve keskin düşüncelerden, tıpkı benim gibi uzak duranlara da uzaktır, hepsi bu!”

 

ROBERT WALSER..

‘GEZİNTİ..’ , ROBERT WALSER, Çeviri : CEMAL ENER, CAN Yayınları, 212 Sayfa, Kasım 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ALLEN GINSBERG’in ‘HOWL & OTHER POEMS / ULUMA VE ÖTEKİ ŞİİRLER’ kitabının numaralandırılmış 1000 adet el yapımı kapaklı özel baskısı ALTIKIRKBEŞ Yayınlarından çıktı ve tüm kitapçıların raflarında yerini aldı !

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘gördüm kuşağımın en iyi beyinlerinin

çılgınlıkla yıkıldığını, histerik çıplaklıkla

açlıktan geberdiğini,

zenci sokakların şafağında gördüm onları

bozuk kafalarıyla mal ararken,

gecenin makinesinde yıldızlı dinamo

ile eski cennetsel bağ için yanıp

tutuşan melek kafalı hipsterler, yoksulluk

ve paçavralar ve sahte gözlerle

şehirlerin üstünde yüzen sıcak suyu

olmayan ucuz odaların doğa üstü

karanlığında yükseğe doğrulup sigara içerken jazzı seyredenler..’

ALLEN GINSBERG..

 

‘ULUMA VE ÖTEKİ ŞİİRLER’ bir manifesto kitaptır!

“Beat Generation’ı anlatan “detay”ından dolayı ilk ve tek şiir kitabıdır.

Beat Kuşağının ve özellikle Frisco Şiir Rönesans’ının lokomotifi olmuş iki şiir ve öncül bir şair vardır: Allen Ginsberg’in “America”sı ve “Howl”u. İkisi de bu kitapta!

Amerikan hükümetince kitabın yasaklatıldığını ve yayıncıları olarak L. Ferlinghetti ve Shigeyoshi Murao’nun mahkemede yargılandığını ilk baskı olan 500’ün yasaklatıldığını lakin sonrasında kitabın serbest kaldığını ve defalarca baskı yaptığını sanırım artık herkes biliyor?

1955’de Amerika gerçekten Ginsberg’den ve Beat Hareketinden korkmuştu. Sadece Amerika değil dünya da şiirin gücünü görmüştü. City Lights’ın “Number Four Pocket Poet Series” numarasıyla yayınladığı ULUMA VE ÖTEKİ ŞİİRLER bugün hala aynı kapakla City Lights’ca Frisco’da basılmaya devam ediyor. (2006 senesi Howl’un ellinci doğum yılıydı.)

Tom Waits’den Philip Glass’a değin onlarca kişi Ginsberg’i yorumladı, bu kitap bugün hala canlı ve yaşamın içine güçle karışmayı sürdürüyor.

ULUMA VE ÖTEKİ ŞİİRLER Amerikan edebiyatında bir dönüm noktası olmaktan çok yeni bir (şiir) çağın(ın) başlangıcıydı da.

Howl 7 Ekim 1955 senesinde Frisco’da Six Gallery’de ilk olarak okundu. Ve City Lights’dan basılmaya başlayacak olan Beat şairleri serisinin lokomotifiydi.

Neal Cassady, Jack Kerouac, William S. Burroughs, Peter Orlovsky, Lucien Carr ve Herbert Huncke Allen Ginsberg kitabının ana figürleridir.”

ALTIKIRKBEŞ Yayınları..

‘HOWL & OTHER POEMS / ULUMA VE ÖTEKİ ŞİİRLER..’ – ALLEN GINSBERG, Çeviren: MELİS OFLAS, ALTIKIRKBEŞ Yayınları, 2012 Şubat, 104 Sayfa, 1000 adet, özel baskı, hand-made kapak..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İçindekiler :

Howl (Part 1,2,3) / Uluma (Bölüm 1,2,3)

Footnote to Howl / Uluma’ya Dipnot

AMERICA / Amerika

Sunflower Sutra / Günebakan Sutra

A Supermarket in California / Kaliforniya’da bir süpermarket

Transcription of Organ Music / Org için müzik

In the Baggage Room at Greyhound / Greyhound Bagaj Bölmesi

Earlier Poems / Erken Dönem Şiirleri :

An Asphodel / Sırış Otu

Song / Şarkı

Wild Orphan / Vahşi Yetim

In Back of the Real / Gerçeğe Dönüş

 

“AMERİKA

 

amerika her şeyimi  verdim sana,

şimdi bir hiçim

17 ocak 1956 ve iki dolar yirmi sent.

kendi kafam bile destek değil bana.

insanlarla savaşı ne zaman sona

erdireceğiz amerika?

al şu atom bombanı da götüne sok.

kafam bozuk, amerika, bir de

sen üstüme varma,

kafam yerine gelene dek şiir miir de

yazmıycam.

söyle bana amerika ne zaman

melekleşeceksin sen?

ne zaman anadan doğma olacaksın

ne zaman bakacaksın mezarlıktan amerika?

ne zaman milyonlarca troçkistine

yakışır olacaksın?

amerika, kitaplıkların niçin gözyaşı ile dolu?

amerika, hindistan’a yumurtaları

ne zaman bırakacaksın?

amerika bu senin kılı kırk yarmalarından

usandım artık.

ne zaman süpermarkete gidip,

şu güzel gözlerim için

gerekenleri alabileceğim?

amerika, her şeyin  bir yana, eksiksiz

olan bir sen varsın bir de ben,

öbür dünya değil.

şu makinelerine de dayanasıma kalmadı

bilesin ha amerika.

bende bir erimiş olma isteği uyandırdın.

bu tartışmayı çözmek için bir başka

yol olmalı.

burroughs şimdi tanca’da, sanmıyorum

ki geri dönsün

korkunç bir şey olurdu bu.

sen de korkunç musun amerika yoksa

bir oyun mu bu?

saplantımdan döneceğimi sanıyorsan

yanılıyorsun.

öyle üstüme varma amerika, ne yaptığımı

biliyorum ben.

amerika, erikler çiçek döküyor.

aylardır gazete okuduğum yok, her gün

cinayetten birisi kodesi

boyluyor.

amerika, wobblie’lere tutkunum ben.

küçükken komünisttim amerika, özür

falan da dileyecek değilim.

…………”

 

ALLEN GINSBERG..

‘düşlerin tarihi hâlâ yazılmamıştır..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“adorno ve horkheimer’e göre çağdaş toplumlardaki birçok olumsuz yanların çağdaş teknolojinin ve bilimin sonucu olduğunu ileri sürenler, bugünkü teknolojinin ve bilimin çağdaş toplumlar üzerinde güç ve etkinlik kazanmasının temelinde, teknolojinin ve bilimin ardındaki ‘toplumdaki ekonomik üstünlükleri en büyük olanların’ bulunduğuna hiç değinmemektedirler.. oysa, bu noktaya özellikle vurgulamada bulunulmazsa, çağdaş toplumlardaki şeyleşme (insan’ın ve insanal-olan her değerin yalnızca şey ya da nesne’ye ait bir olgu ya da sorun olarak algılanabilmesi) ve şeyselleşme (egemen konumdaki kesimle bağımlı konumdaki kesim arasındaki ilişkilerin, ‘sermaye’ ve ‘ücretli işgücü’ gibi yalnızca ekonomik kategoriler olarak ‘görünen’ ve insanla özünden soyutlanmış kategoriler arasında ilişkiler olarak algılanabilmesi) olgularını anlamak olanaksız kalacaktır.. ayrıca, bunlarla işleyen kültürel hegemonya ve hegemonik ideolojinin nasıl işlerlik kazandığını anlatabilmek de son derce güçleşecektir.. hatta, yapılacak açıklamalar, ortadaki ‘şeyselleşme’ olgusunu daha da mistifiye etmek durumunda kalacaktır.. bu bakımdan, örneğin, çağdaş toplumlardaki hegemonyacı ilişkilerin çağdaş teknolojinin kendi rasyonelinden neş’et ettiğini söylemek, adorno ve horkheimer’e göre, temel nitelikte bir yanlıştır.. çünkü ‘bu teknolojik rasyonel (toplumdaki) egemenlik ve baskının kendi rasyoneldir.. teknolojik rasyonel kendine yabancılaşmış toplumun baskıcı ve zorba doğasıdır..’ çünkü, bu iki düşünüre göre, çağdaş toplumlardaki sorunlar, toplumsal sistemin ‘her şeyi aynı düzeye getirici (her şeyi birbirinin eşitlenebiliri kılan; her şeyi birbiriyle değiştirilebilir kılan) öğesinin (ki, toplumun ekonomik temeldir), otomobilleri, bombaları ve sinema filmlerini kullanarak, kendisinin arttırdığı yanlışta (ki, yanlış, bu iki düşünüre göre, teknoloji ve bilimin kazandığı gelişme potansiyelinin, toplumsal ilişkiler nedeniyle engellenmesi yüzünden teknolojinin hayata ters olan negatif yönde ‘ihkak-ı hakta’ bulunmaya itilmesi) teknolojinin rasyonelinin, (toplumsal hegemonyanın kendi rasyonelinin) kendi gücünü ortaya koymasına dek, her şeyi bir araya getirip (her şeye) birliktelik kazandırmasından’ ileri gelmektedir..

‘her şeyin birbiriyle eşitlenebilir kılınması’ ve ‘her şeyin bir araya getirilerek birliktelik içine sokulması’ ise, adorno ve horkheimer’e göre, işlikteki çalışmanın mantığı ile, işlikteki çalışmanın dışındaki toplumsal yaşamın diğer alanlarındaki mantık arasındaki ayrımların gitgide ortadan kalkması anlamına gelmektedir.. daha açık bir anlatımla, çağdaş insanın çalışma saatleri dışındaki yaşamının tüm alanlarının, işlikteki çalışmanın mantığı tarafından istilâ edilmesi demektir.. incelememizin konusu olan sinema sorunsalı açısından ise, insan ile toplum arasındaki symbiotic ilişkinin, en temelde, üretimin gitgide toplumsallaşması nedeniyle, çağdaş insanı toplumsal sistemin dışında ayrı bir varoluş alanına sahip olmaktan alıkoyması demektir..”

“bugüne kadar ise, benjamin’e göre ‘düşlerin tarihi hâlâ yazılmamıştır..’ tarihin bölümü fantazyalar ve düşler düzeyinde yaşanmakta olduğu halde; özgürleşmemiz ve yabancılaşmadan kurtulmamız, yaşanan bu ‘düşten uyanmaya bağlı olduğu halde’ ayrıca, özgürleştirici bir tarih bilgisi yöntemi, ancak, yaşanan bu düşlerin yorumlanmasının yöntemi olabileceği halde, düşlerimizin ve fantazyalarımızın tarihi hâlâ yazılmamıştır! diyalektik düşünce, bunu da yapabilmelidir! yapabilirse, tarihin her momenti’ni, geçmişi, yaşanan günü ve geleceği bir bütünlüğe kavuşturacak olan yeni bir tarihin oluşumuna yöneltebilecektir.. olağan gibi gösterilen tarih zamanının ‘nasılsa öyle’ denen akışının kesintiye uğratılması için bir başlangıç anına dönüştürebilecektir.. kısacası fantazyalarımızın ve düşlerimizin anlaşılmasına ışık tutmak, ‘doğaya tutsak düşmüşlüğün oluşturduğu doğa-üstü güçlere karşı, tarihsel aydınlanma aracılığıyla, öldürücü bir darbe indirmemizi’ sağlayacaktır.. tarihsel aydınlanmanın organı olan diyalektik düşünce, bu nedenle, fantazyalarımızı aydınlatmayı temel bir görev edinmelidir..

düşlerin, fantazyanın ve tüm bilinçaltının kendisi ve kendini anlatım  biçimleri tarihsel olduğu için, bunlar tarihsel olarak aydınlatılmadıkça ve bunları aydınlatıp kendimize ilişkin bilgilenmişliğimize katmadıkça biz de aydınlanmış olamayız! bağımsız varoluş kazanamaz, tam özne durumuna gelemeyiz! düşlerimizin ve fantazyalarımızın anlamlandırılması ve diyalektik düşünce aracılığı ile yeniden değerlendirilmesi düş’ün uyanık bilinçliliğe aşkınlaştırılması sorunu, benjamin, tarih felsefesi üzerine tezler’inde ayrıntılı olarak işler.. daha önceki çalışmalarında olduğu gibi, bunda da, düşler ve fantazyalarla ilgilenmesinin nedeni, düş gören ve fantezistin, yaşadığı kendi tarih dönemine, zamanına ve gününe ilişkin öğeleri açısından, fantazyasının içeriğini görmesini kolaylaştırmaktır.. bunu yapmak için de, fantezisti ve düş göreni bir birey olarak değil; belirli bir tarih kesintin, belirli bir toplumun, belirli bir kültür yapısının ürünü olarak, yani kişi olarak ele alır.. bu ise, alışılmış kliniksel freudçuluğun geliştirilmesidir.. bireyi aşan boyutlarıyla tüm çağdaş yaşamın görünümlerinin toplumsal ve siyasal düzeyde açıklanmasına yönelen bir bilinçaltı irdelemesidir..”

ÜNSAL OSKAY..

‘Popüler Kültür Açısından ÇAĞDAŞ FANTAZYA, Bilim-kurgu ve Korku Sineması..’ , ÜNSAL OSKAY, DER Yayınları, 310 Sayfa, ‘böyle değerli bir kitapta ne yazık ki basım tarihi yok..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SİNE MASAL DİL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Görüntüden duygu yaratmak sinema sanatının esasıdır. / Hazanavicius

1895’te Lumiere Kardeşler’in gösterdiği kısa filmlerle başlayan sinema serüveninden 1927’ye doğru baktığımızda nelere şahit oluyoruz; Michel Hazanavicius imzalı “Artist” filmiyle bunu bir parça görmek mümkün.

Sesli filmlerin çekilmesi ve ona paralel sessiz sinema döneminin son buluşuyla başlıyor filmimiz. O dönem sinemasında epey popularite sahibi olan Valentin’in parlak kariyer sahneleri, sesli filmlerin çekilmeye başlamasıyla geçmişte kalıyor. Valentin’in bu süreçle mücadeleye girişi, sessiz sinemayı ayakta tutma çabası ve başarısız oluşuna tanık oluyoruz. Valentin hayranı olmanın yanında sesli sinemanın yeni yüzü olan Peppy Miller ise o dönemin yenilik ve güzellik arayışı için cevap oluyor.

Salt karakterler değil, filme bütün olarak baktığımızda 1920 yıllarıyla gayet başarılı örtüşen bir uyarlama. Artist’in 22 karede çekilmesi de döneme ait bir özellik. Konu oldukça tanıdık, zıt durumlar seçilmiş (zengin-fakir), dili oldukça yalın, oyunculuklar abartılı (dönemi yansıtmak adına sanırım) ve efektten yoksun olması bizim nostaljik bir buluşma yaşamamıza neden oluyor.  Teknolojik gelişmelere mesafeli duruşundan dolayı şaşkınlıkla karşılanan yapım; duyguların mimiklerle de oldukça başarılı anlatılabileceğini ve oldukça az altyazı kullanarak dahi filmin derdini gayet iyi ifade edebileceğini de bize gösteriyor.

İzlemek dışında beyazperdeye karşı zaafı olan bizler için bu film bir etüt niyetine denilebilir. Özellikle seyir sonrası bir çok siteyle haşır neşir olmama vesile olması kazanımlarından sadece bir kaçı.  Siyah ve beyazın çekiciliği bir yana nasıl çekildiği gibi kamera arkasına şahit olabilme durumu filme olan ilgimizi ikiye katlıyor. Bu arada şunu da eklemekte fayda var; müzikleri ve dans sahneleri de oldukça başarılı. Çevresindeki her şeyin sese kavuştuğu ama kendi sesinin çıkmadığı “kabus” sahnesi ise büyüleyici.

Herdem