günlükten bir sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘insanlıktan doğuştan atılmıştık.. gemimizi doğuştan batırmıştık..’ – masist gül

 

saat 01 10 – uyudum..

03 25 – uyandım..

05 50 – bin bir debelenmeden sonra tekrar uykuya dalmışım..

07 30 – geç kaldım telaşıyla denizde son anda boğulmaktan kurtulurken su yüzeyine çıkış gibi uykudan uyandım.. perdeleri açtım kar başlamış.. ama benim bir an önce ümraniye adliyesine gidip bazı işleri halletmem lazım..

08 20 – evden çıktım.. kar bizim mahallede yoğunlaşmış durumda.. rüzgarla birlikte nefes kesen bir tipiye dönmüş.. arabaya bindim motoru çalıştırdım.. saçma sapan korkularım vardır.. yılda en az yirmi otuz bin kilometre yol yapan birisi olarak geçmişte yaşadığım bir iki kötü olay nedeniyle kar yağışlı havada araba kullanmayı sevmem..

08 35 – on, on beş dakika arabada oturduktan sonra arabayı söndürüp caddeye attım kendimi.. kendi arabamla gitsem on dakikada ara yollardan ulaşabileceğim ümraniye adliyesine bakalım hangi kaprisli taksiciye denk gelirsem onun sabah kalktığında evinde ve daha sonra trafikte şekillenmiş ruh haline göre hangi saçma yollardan gideceğiz adliyeye..

09 05 – kaç dakikadır caddedeyim soğuktan artık hatırlamıyorum.. trafik kilit ve taksi filan yok.. geriye dönüp arabamla mı gitsem diye düşünüyorum.. artık dayanma gücüm sıfırlanmışken trafik ışıklarına doğru yöneldim, arabama doğru gidiyordum.. yeşil yandığı sırada yolun karşı kısmında bir taksi durup korna çaldı.. kimse kapmadan koştum kendimi taksiye attım..

‘-selamünaleyküm.. ümraniye adliyesine gideceğiz..’

selama cevap yok sadece sert bir sesle saçma bir soru :

‘çevreden mi gidelim..’

tabi bende şalterler attı hemen..

‘ataşehir’e çığ düşmediyse, ataşehir’in içinden  beş dakikada gidelim zahmet olmazsa..’ dedim aynı sertlikteki ses tonuyla rücu ederek taksici efendiye..

topu topu ara yollardan 4 kilometre tutacak yolu arkadaş çevre yolundan ve köprü trafiğine bulaşarak on beş kilometreye çıkaracak ve bu kar yağışında bile on dakika sürecek yolu belki bir saatlik belki de ucu açık bir zaman dilimine yayacak..

‘haklısın abi’ diyerek geri vites yapıyor arkadaş aynadan hayvani yapımı ve tipinin altında daha da korkunçlaşan görünüşüme bakarak..

09 08 – taksici muhabbete girmek istiyor..

-memleket neresi abi..

– antakya..

onun nereli olduğunu sormuyorum, bozuluyor ama ısrarlı muhabbet kurmakta..

-seni bizim sivaslılara benzettim bıyıklardan abi diyor.. maşallah ne kullanıyorsun abi bıyıklara.. (yılışık bir kahkaha..) ceviz yağı filan mı sürüyorsun.. benim bıyıklara ne denediysem böyle gürleşmedi.. sırrı nedir senin bıyığın abi..

hayatım boyunca üç soruya sinir olurum.. birincisi meslek ne ve arkasından memleket neresi sorusu.. ikincisi dönemsel psikopatça zayıflamalarımla ilgili, özellikle kadınların nasıl zayıfladın, sırrın ne, hangi diyetisyene gittin vs. sorusu.. üçüncüsü ise bıyıkların sırrı ne.. sana ne diyesim gelir bu sorulara hep.. meslek sorularına avukat yerine işsizim derim genelde.. birkaç kez muhasebeci, öğretmen  filan dedim yine soru yağmuru başladı.. o yüzden ya işsizim diyorum ya da avukatım diyorum.. en azından sorular bildiğim yerlerden geliyor.. zayıflama sorularına ‘doktorum kendim, sırrım da irade’ diyorum inanmıyorlar.. e ne yapayım, ne diyeyim daha.. yok  diyetisyen miyetisyen yahu.. boğazınıza hakim olun yeter.. ama anlayan nerede.. illa mucize bir ilaç ya da mucize bir doktor olacak.. televizyonlarda yeterince şaklaban mevcut, onları izleyin.. neredeyse adamlar televizyonlarda ameliyat yapacaklar.. hey gidi hey, zamanında ‘dr. ziya özel’ diye biri zakkumdan kanser ilacı yaptığını söylemişti de derman arayan millet zakkum yiyip, suyunu içip patır patır ölmüştü.. o günlerden belliydi bugünlerin gelişi zaten..

neyse taksici gözlerini aynaya dikmiş bana bakıyor cevap bekliyor bıyıkla ilgili sorusu için.. ben de gözüm yolda bir an önce yol bitsin diye bakıyorum.. sonra derin bir nefes alıp cevap veriyorum, kurtuluş yok çünkü, kardan dolayı zırto yavaş  gidiyor doğal olarak..

-bıyıkların sırrı yok birader.. bırakıyorsun uzamalarını bekliyorsun.. ve bol bol -sadece bıyık için kullanacağın- ufak bir tarakla tarıyorsun.. temiz tutman da önemli.. ve tabi ki en önemlisi kesmemek.. öyle badem gibi bırakırsan uzamaz tabi..

halbuki lavuğun benden milyon kat daha fazla kıl kökü var bıyık kısmında.. kırpa kırpa bademe dönüştürmüş, sen kesersen ne yapsın o kıl kökleri sana..

-ama abi olmuyor benimkisi öyle..

içimden saydırmaya başlıyorum herife.. benim aklımda bu karda kıyamette ‘uyap’ denen zamazingonun çalışıp çalışmadığı düşüncesi ve stresi var..

09 21 – adliyenin önünden özgürlüğe kaçar gibi taksiden indim..

09 23 – merdivenleri son hız çıktım.. tevzi bürosunun önünde kuyruk yok.. güzel.. ön kayıt ve tevzi.. bilmem kaçıncı icraya düşüyorum.. peki memnuniyetle..

09 28 – icra dairesine iniyorum.. çok güzel burada da yoğunluk yok.. müdürden havale alıp sonra kayda gidiyorum.. kar yağışından memurların hepsi gelmemiş.. neyse ki tanıdık birisini buluyorum kaydı yapıyor.. dosya damgalama ve numaralandırma işini kendim yapıyorum yarım yamalak.. harcı ödemek için müdür yardımcısına gidiyorum.. yanında bir avukat ya da başka daireden memurla çıkarmışlar silahlarını birbirine gösterip anlatıyorlar.. ben ayakta kazık gibi dikilmiş bu manasız ve tehlikeli muhabbetin bitmesini bekliyorum sabırla.. tabi benim sabrım silahlardan birinin namlusunun sağa sola dönmesinden aniden tükeniyor..

-ya kardeşim sağa sola döndürüp durmasana şunu, sabah sabah bir kaza olacak..

müdür yardımcısı bayan gülerek :

-korkmayın avukat bey, şarjörü çıkardı arkadaş..

– ya namluda varsa.. olur mu böyle şey adliye içinde müdürüm..

– haklısın deyip geri vitese bağlıyor bu da..

fena kızgınım ama diğer memurun elindeki silah ilgimi çekiyor ve filmlerde gördüğüm eski faşist alman subaylarının silahlarından olduğunu anlıyorum ama adını çıkaramıyorum o an.. muhtemelen 1940-44 arası bir silah.. nerden bulmuşsa lavuk.. müdür yardımcısı hanıma harcımı ödeyip siktirip diğer işlerim için üst kata çıkıyorum.. orada da hakimden havale alıp dosyaya dilekçeyi bırakıyorum.. aynı kattaki diğer işleri de bitirince sokağa çıkıp iş taksi bulmaya kalıyor.. bir an önce cennetim kadıköy’üme ulaşmam lazım nefes alabilmem için..

10 02 – taksideyim.. aynı muhabbet dönmeye başlıyor..

-çevreden mi gidelim abi..

birden sinirli bir sesle kükrüyorum :

-nerden istersen keyfine göre git, ister çevreden ister içerden.. kafana göre takıl..

– yok abi sen nerden istersen..

– en hızlı nereden gidebilirsen oradan git kardeşim.. kafana göre takıl..

içimden de muhabbet etmeye çalışma da nerden istersen git diyorum..

10 35 – kadıköy’deyim.. her zaman kahvaltılık tıkındığım fırının önünde çayımı içip tostumu ısırıyorum.. canım pek bir şey istemiyor nedense.. iştahsızım.. soğuktan belki.. bu arada bizim evin orada ve ümraniye adliyesinin orada yerde en az dört beş santim kar varken kadıköy merkezde kar yok.. komedi.. sıkılıyorum, tostu filan yarıda bırakıp kalkıyorum..

10 42 – iki adım bile atmamışken fırının bulunduğu meydanın diğer ucunda ‘halo dayı’ ve ‘mehmet abi’yle karşılaşıyorum.. aralarında tartışıyorlar.. ‘halo dayı’ ‘benim büroya gidelim orada viski atalım’, derken ‘mehmet abi’ hemen o meydandaki bir kokoreççi de ‘ikişer duble rakı atalım’ diyor, fakat daha sabahın körü.. onlar beni fark etmiyor bu tartışmaları sırasında, tiyatro gibi izliyorum muhabbetlerini.. sabahtan beri olan gerginliğim uçuyor.. gülümsemem yayılıyor yüzüme ve beni fark etmeleri için iki adım daha ileri atılıp ‘halo dayı’ya sarılıyorum hızla ve

-bebeğim nasılsın, diyorum..

-bak ya bebeğim diyor.. sapık mısın müdür sen..

-he ya sadece senin sapığınım ‘halo’ deyip öpüyorum tenten saçlarının kakül kısmından..

‘sapık’ diyerek bağırıp ittirerek benden kurtulmak istiyor.. ama nafile yetmiş beş yaşındaki adam, doksan kiloluk bu insan azmanından nasıl kurtulur.. bir daha öpüyorum.. ‘mehmet abi’ gülmekten öksürük krizine boğuluyor.. sonra serbest bırakıyorum ‘halo’yu ve onlara teklifte bulunuyorum :

-bu soğukta buralarda ne içeceksiniz, buyurun bizim mekana gidelim iki şişe rakımız var.. meze hazırlarım sizlere, birkaç çeşit meyvede yaparım.. sıcak sıcak oturun için.. hem bu sabahın köründe içmek niye..

-kafalar bozuk müdürüm diyor ‘mehmet abi..’

anlıyorum ne demek istediğini.. üstelemiyorum.. kabul ediyorlar, bizim mekana doğru yola koyuluyoruz..

10 55 – yoldan meyve, peynir vs aldıktan sonra mekana giriyoruz.. ‘halo’ ve ‘mehmet abi’ mezeleri vs’yi beklemeden birer duble rakı doldurup hemen içmeye başlıyorlar bu saatte.. ben mezeleri hazırlamaya girişiyorum.. mekanda ‘abidin dayı’ da var..

-nereden buldun bunları getirdin diyor..

-sokakta üşüyorlardı, içecek açık mekan arıyorlardı gönlüm el vermedi ısrar ettim yukarıya getirdim..

-iyi etmişsin diyor ‘abidin dayı’ ve gülümsüyor..

11 20 – mezeler hazır.. arka odaya balkondaki ‘halo dayı’nın çalışma masasını geçirip çilingir sofrasını onun üzerine kuruyorum.. sonra ‘ciwan haco’nun son albümü ‘veger’i de çalmaya başlıyorum.. ‘mehmet abi’ duygulanıyor.. çok hoşuna gidiyor.. kendince eşlik etmeye başlıyor türkülere şarkılara..

11 40 – ben de masa kurma işim bitince oturup kendi masamda o gün yaptığım işlerin dosyalarını işliyorum.. bir yandan da ‘mehmet abinin’ anlattığı ‘halo dayı’yla ilgili anılarını dinliyorum.. yetmişli yıllardan bir sürü duymadığım anı, hikaye.. ben de on beş senedir ‘halo’yla ilgili tüm anıları dinledim ve bilirim sanırdım..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

12 45 – ben de koşuyorum rakı alıyorum kendime yarım yamalak bir kahvaltı  üzerine rakıya vurmaya başlıyoruz.. mekanda iki şişe ‘izmir rakısı’ vardı.. ilk kez aydın, ‘ortaklar’da ‘ciğerim’in babası sevgili ‘musa amcamız’ içirmişti bana ‘izmir rakısını.. çok sevmiştim.. gerçekten içimi güzel bir rakıydı.. sabahlara kadar günlerce ‘izmir rakısı’ içmiştik kendisiyle.. ama ne yazık ki bu hafta midesinden ağır bir operasyon geçirdi iki milimetrelik bir tümör için.. moralimiz çok bozulmuştu.. neyse ki ameliyat gayet iyi geçti ve tümör iyi huylu çıktı.. şimdi iyileşme sürecini bitirmesini bekliyoruz.. doktoru sevgili ‘ertuğrul’ abimiz midesinin dörtte üçü gitmesine rağmen eylüle doğru rakı içmeye başlayacağını, sadece aç karna tatlı vs yememesi gerektiğini söyleyince gülmüştük dolu dolu.. biz de buradan aylak adamız ailesi olarak sevgili ‘musa amcamıza’ geçmiş olsun diyoruz..

12 50 – ilk kadehi fondip yapıyorum.. yağ gibi kayıyor meret.. günlerdir ameliyat vs yüzünden yaşadığım stres üzerine iyi geliyor bu duble.. ve devam ediyoruz müzik ve muhabbetle beraber..

13 30 – ilk şişe ‘izmir’ rakısı bitiyor.. ‘halo’ ikinciyi açıyor..

14 20 – kafalar on numara, muhabbet tavanda.. ‘mehmet abi’, ‘halo’nun ikinci çocuğunun doğduğu günü anlatmaya başlıyor.. gülmekten kırılıyoruz hepimiz.. ‘mehmet abi’ ve ‘halo dayı’, ‘haloların’ evinde oturmuşlar içiyorlarmış.. birden yan odadan yengenin sesi gelmiş ‘hasan, hasan galiba çocuk geliyor, acele ambulans çağır, hastaneye götür beni..’ ‘halo dayı’ hiç istifini bozmadan diğer odaya bağırmış ‘dur kadın, fışkırma şimdi.. viskiler bitsin bakarız bir hal çaresine..’ gülmekten yıkıldık ama ‘mehmet abi’ anlatmaya devam ediyor.. ‘yahu olmaz kalk yengeyi hemen hastaneye götürelim benim arabayla, saçmalama, şakası olmaz bu işin..’ inanın dedi ‘halo’ viskisi bitince kalktı yengeyi omuzladı ve benim arabaya bindirdik.. ama aksilikler bitmiyor ki ‘zeynep kamile’ giderken ‘haydarpaşa’ yokuşunda benzin bitmez mi..’ kendine gelen ‘halo’ elinde bidon koştu en yakındaki benzinciden benzin almaya gitti.. neyse ki yengeyi yarım saat sonra yetiştirdik ve akşamına da normal doğumunu yaptı.. ‘biz tabi bu güzel anının ‘dur fışkırma kadın’ repliğine takıldık kaldık.. insanın bu kadar rahat olması ancak ‘halo dayı’da görülebilecek bir meziyet.. not ettik bu anısını da..

14 50 – ‘gürselim’ de geldi hemen rakıya katıldı..

15 10 – ikinci şişe rakı bitmek üzere kalkıp ‘suat’ abimizin dükkanına gidiyorum bir şişe rakı ve on altı tane cilalık bira alıyorum.. ‘ciğerim’ de geliyor tam ben mekana girerken.. nereden buldun ‘halo ile mehmet abi’yi diyor.. anlatıyorum sabahın köründe çarşının ortasında rakı içecek yer arıyorlardı buraya getirdim diyorum.. gülüyor..

16 10 – ‘mehmet abimiz’ gençliğinde yazdığı şiirlerden bahsedip örnekler verip ezberinden okumalar yapıyor.. ‘gürselim’ de gazı veriyor ‘mehmet abi’ye şiir aralarında.. ‘mehmet abi’ de tam muhabbet adamı.. samimiyeti ve sofrası güzel insanlardan.. o sırada ön odada ki ‘abidin dayımız’ da elinde boş rakı kadehiyle geliyor ve kendisine rakı doldurmaya başlıyor.. ‘abidin dayımızın’ da içtiğini görünce neşem çoğalıyor..

16 50 – ‘halo dayı’ ile ‘mehmet abi’ de mesailerine aşağıda kendilerini bekleyen arkadaşlarının yanında devam etmek üzere ayrılıyorlar.. öpe öpe yolluyorum ‘halo’yu.. ‘halo’lar giderken sevgili ‘mustafa’ abimiz geliyor.. ‘musa amca’nın yanında kalmıştı gece.. ondan alıyoruz son havadisleri.. ‘mustafa abimiz’ de bira içmeye başlıyor.. muhabbet kervanına o katılıyor bu sefer..

17 00 – ‘gürselim’ de satışa getiriyor ve o da gidiyor başka arkadaşlarının içki muhabbetine..

17 30 – ‘abidin dayı’, ‘mustafa abimiz’ ve ‘ciğerim’ de evlerine gitmek üzere ayrılıyorlar mekandan..

17 31 – tek başıma kalıyorum.. içmeye devam ediyorum.. yüzümdeki neşe yavaş yavaş sönüyor ve kayboluyor.. nedense kendimi sabahın köründen geç saatlere kadar bedenini satarak rızkını kazanan ve gidecek hiçbir yeri olmadığından dolayı parayla insan  eti satılan genelevde tek başına kalmış bir  ‘orospu’  gibi hissediyorum.. anlayamıyorum bu hissi ve bu benzetmeye zoraki gülümsüyorum.. boş bardaklardan birisine kadehimi vurup içmeye devam ediyorum.. pilli bebek dinliyorum..

17 50 – dün sahaftan aldığım kitaplardan ‘carl jung’un, ‘can’ yayınları tarafından ‘iris kantemir’ çevirisiyle yayınladığı ‘anılar, düşer, düşünceler’ kitabının son sayfasına kitabın eski sahibi 2010 yılında kaybettiğimiz şair, psikiyatrist ‘halil ibrahim bahar’ın 7 kasım 2001 perşembe günü kendi el yazısıyla ve kurşunkalemle yazdığı anlamlı notu tekrar okuyorum :

‘beni anlayanlar değil ancak sesimi duyanlar çoğaldıkça yalnızlığım, yabancılaşmam da daha  hızlı artıyor.. bu ağırlığın taşıyıcısı benim.. kiminle paylaşabilirim? çevrem uçuşan kınkanatlılarla dolu.. (kınkanat: uçamayan bir böcek çeşidi..) ayakları balçığa batmışken uçtuklarını sanıyorlar..’ – halil ibrahim bahar

ne kadar anlamlı yazmış değil mi ‘halil ibrahim bahar’ üstadımız.. umarım ‘halil ibrahim’ üstadın ciltler dolusu yazdığı fakat sağlığında yayınlamadığı tüm şiirleri de bir gün yayınlanır ve tüm şiir düşkünlerine yeni bir okyanusun sularında yol alma imkanı doğar..

18 30 – rakının üçüncü şişesi de bitiyor.. tekrar cilaya başlıyorum.. neyse ki yeterli bira stoku bulunuyor her zaman mekanda..

19 20 – kafamda dönüp duruyor ‘gidecek hiçbir yeri olmayan bir orospu gibiyim’ cümlesi.. bunca yoğun bir günden sonra böyle tek başına ortada kaldığını düşünmek koyuyor insana.. dışarı çıkıyorum.. soğuk havada biraz dolaşmak iyi gelir diye düşünüyorum.. dışarı çıktığım anda mideme müthiş bir kramp saplanıyor.. o an hatırlıyorum sabahın köründen beri kıytırık bir tostla yapılan kahvaltıdan sonra on dubleden fazla rakı ve en az altı şişe bira içmişim.. ne yapsın, daha ne kadar idare etsin bu mide.. demirden değil ki.. sıcak bir çorba içmek için alkollüyken girilmeyecek kadar badem bıyıklılar cenneti olan bir mekana inatla atıyorum kendimi.. üzerimden yayılan anason kokusunu alınca tiril tiril giyinmiş garsonların yüzlerindeki gülümseme soluyor.. neyse ki lavuklar tanıyorlar beni, zart zurt etmiyorlar.. tavuk suyu çorba.. pilav üstü döner.. içtiğim her yudum, yediğim her lokma mideme yumruk gibi iniyor.. kıvrana kıvrana bitiriyorum zoraki yemeğimi..

19 50 – mekana dönüyorum.. sıcak bir çay demliyorum kendime.. dört bardak çayı da içince biraz kendime geliyorum ama midem hala taş gibi ve ağrıyor..

20 40 – eve gitme vakti diyorum.. ama gitmeden önce şu midedeki şişkinliğe bir çözüm bulmak adına kaloriferin yanında ısınmaya bıraktığım iki şekersiz tavşanlı birayı  arka arkaya götürüyorum.. yüce insan ‘bukowski’den bizlere kalma bir tedavi yöntemi.. gerçekten biralar iyi geliyor..

gerçekten de ‘özcan alper’ gibi insanların inatla güzel üretimler yaptığı, insanlara bir şeyler  göstermeye uğraştıkları bir dünyada ve yine ‘halo dayı’,  ‘mehmet abi’ gibi güzel insanların olduğu bir dünyada bizim gibi ‘fırtına’ olanlara rüzgar ve gece neyler ki.. vız gelir tırıs giderler..

21 03 – ‘gürselim’ mesaj atıyor : ‘mekanda mısın’ diyor.. ‘çıkıyorum’ diyorum.. sonra ‘yanına geliyordum’ diyor.. ben de ‘kendimi orospu gibi hissettim tek başıma kalınca, çıktım’ diyorum..

21 40 – kümesimdeyim.. anneme ve babama sarılış.. dört yıldır evli kardeşimin boş odasına bir selam çakış ve kitaplarla filmlerin ortasına kendimi atış ve gözlerim kapanırken ‘arthur rimbaud’nun satırlarında kayboluş :

‘dünya faltaşı gibi açılmış şaşkın gözlerimiz önünde

tek bir kara ormana indirgendiğinde

tek bir kumsala vefalı iki çocuk için

ve aydınlık sevgimiz için şarkılar dolu tek bir eve…

sizi bulacağım.’

Crockett..

(fotoğraflar : crockett.. yer: st. simon manastırı, samandağ, antakya..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Comments are closed.