Archive for Şubat, 2012

‘AŞKIN ÜÇ YÜZÜ..’

 

 

 

 

 

 

 

 

sen bu sözcükleri okuduğunda, ben artık var olmayacağım.. belki ölümün ne olduğunu bilmiyorum ama eminim ki sevinçlerim, acılarım, korkularım, benim ardımdan yaşamaya devam etmeyecekler.. seninle ilgili onca kaygı, shoko’yla ilgili durmadan yinelenen onca kaygı.. bütün bunların çok yakında artık bu dünyada olmalarının hiçbir nedeni kalmayacak.. vücudum ve ruhum yok olacak.. ben gittikten, yokluğa dönüştükten saatler sonra, günler sonra bile senin bu mektubu okumana hiçbir engel olmayacak ve o sana, ben yok olduktan sonra var olmaya devam eden sana, yaşarken bana ait olan birçok konuya ilişkin düşünceleri söyleyecek.. sanki, sesimi duyuyormuşsun gibi, bu mektup sana düşüncelerimi, duygularımı, bilmediğin şeyleri söyleyecek.. sanki konuşuyormuşuz gibi olacak, sanki sesimi duyuyormuşsun gibi.. çok şaşıracaksın, ve hiç kuşkusuz acı çekeceksin, ve bana çok kızacaksın.. ama biliyorum, ağlamayacaksın.. yalnızca bakışlarında hüzün olacak, benden başka hiç kimsenin görmediği o hüzün, ve belki de diyeceksin ki : ‘sen çılgınsın sevgilim..’ yüzünü buradan görür gibiyim ve sesini duyar gibi..

işte bu yüzden, öbür dünyadayken bile, sen okumayı bitirinceye dek yaşamım bu mektupta sürecek.. onu açtığın, okumaya başladığın andan başlayarak, onda yaşamımın sıcaklığını yeniden bulacaksın.. ve on beş yirmi dakika boyunca, son sözcüğünü okuyuncaya kadar, bir zamanlar -ben henüz yaşarken- olduğu gibi bu sıcaklık bütün vücuduna yayılacak, aklın bütün düşüncelerden arındıracak..

yazarı öldükten sonra okunan bir mektup ne tuhaf! bu mektuba tutsak olan yaşam on beş-yirmi dakika sürecek bile olsa, evet bu yaşam bu kısalıkta bile olsa, sana içimdeki ‘beni’ anlatmak istiyorum.. bu çok ürkütücü olsa da, şimdi sana yaşarken hiçbir zaman gerçek ‘beni’ göstermediğimi sezinliyorum.. ‘ben’ sözcüğünü yazan bizzat benim, gerçek ‘benim..’

 

YASUSHI INOUE..

 

‘AŞKIN ÜÇ YÜZÜ..’, YASUSHI INOUE, Çeviri : AYŞE TEKSOY, TELOS Yayınları, Haziran 1996, 75 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

OLANCA SESİMLE

I

 

Sözcüklerin gücünü, çınlayan sözcüklerin gücünü biliyorum,

Kalabalıkları kendinden geçiren sözcükleri değil.

Başka sözcükleri, hani ölüleri toprak fışkırtan,

Çatırdayan bir meşenin adımları gibi kefenleri görüntüleyen.

Çoğu kez, ne okunmuş, ne basılmış sözcüklerdir onlar

Atılır çöp sepetine.

Ama oradan çıkar ve ağızlarında gem dörtnala kalkarlar,

Gümbürderler yüzyıllarca, trenler gelir sürüne sürüne

Yalamak için uyuz ellerini onların.

Biliyorum sözcüklerin gücünü. Hiç değilse bunu.

Hiç değilse, bir dansın topukları altındaki gül yapraklarını.

Oysa, insan benliğiyle, dudakları ve gövdesiyle…

 

II

 

Az mı? Çok mu? Buruyorum elleri

Ve parmakları,

Kopmuş yapraklar, yel alıp götürüyor onları.

İşte böyle söküp çıkarılır gizleri

Mayıs ayında keçiyolu papatyalarının.

Ustura ve makas bırakın diken diken olsun gümüş telleri saçlarının.

Bırakın tınlasın gümüş yığını yılların.

Umutluyum, inanıyorum ki : hiçbir zaman dize getirmeyecek beni utanç…

 

MAYAKOVSKI..

 

‘SAF ŞİİR YOKTUR..’ – Yazarlar : MAYAKOVSKİ, ELUARD, BRECHT, ARAGON, NERUDA.. , Çeviriler : ERDOĞAN ALKAN, TEOMAN AKTÜREL, ESER YALÇIN, HİLAL ÇELİK, MUSTAFA ZİYALAN, DE Yayınevi, Mart 1984, 104 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yalnızlık!

ANABASE

 

V

 

“Karışmış ruhum için uzak işlere, köpek havlamalarıyla canlanmış kentlerin o yüz ateşi…

Yalnızlık! Deli dolu yanlılarımız çok övüyordu bizim tutumlarımızı, ama düşüncelerimiz şimdilik başka duvarlar altında konaklıyordu :

‘hiç kimse beklesin demedim… iğreniyorum hepinizden tatlılıkla.. hem ne demeli bu bizden çıkardığınız şarkıya?’

Ölü denizlere götürülecek bir görüntü kalabalığının  sürücüsü, gözlerimizi yıkayacak gece suyu nerde bulunur?

Yalnızlık!… Yıldız sürüleri geçiyor kıyısından dünyanın, mutfaklara katarak evcil bir yıldızı.

Birleşik kralları göğün savaş sürdürüyor çatımda ve, o yukarıların efendileri yerleştiriyor tepeme otağlarını..

Bir başıma gideyim esintileriyle gecenin, yergici prensler arasında, ‘biélide’ yıldızlarının düşüşü arasında!…

Sessizce bitişmiş ruh ölülerin ziftine! İğnelerle dikilmiş göz kapaklarımız! Övülmüş bekleyiş kirpiklerimizin altında!

Gece veriyor sütünü, iyi sakınmalı bundan, ve baldan bir parmak gezinmeli dudaklarında savurganın :

‘kadının meyvesi, ey sabâlı!…’ ele vererek en az kanayan ruhu ve kalkıp o yalın vebalarından gecenin, doğrulacağım düşüncelerimde etkinliğine karşı düşün; geçip gideceğim yaban kazlarıyla, yavan kokusunda sabahın!…

-Ha! Karangu olmakla yıldız hizmetçiler mahallesinde, bilir miydik ki çoktandır bir sürü yeni mızrak kovalıyordu çölde yazın silis tuzlarını? ‘anlatıyordun, tan…’ ölü denizlerin kıyılarında suyla kutsanış!

Sonsuz mevsim içre çırılçıplak yatanlar kalabalıkla kalktılar toprakta –kalabalıkla kalktılar ve çığrıştılar zırvadır diye bu dünya!… ihtiyar göz kapaklarını kımıldatıyor sarı ışıkta; tırmığının üstünde geriniyor kadın;

Ve yapış yapış tay koyuyor tüylü çenesini çocuğun eline, daha bir gözünü patlatmayı düşünmeyen çocuğun…

‘Yalnızlık! Hiç kimseye beklesin demedim.. canım istedi mi gideceğim oraya…! –ve giyinip kuşanmış yabancı yeni düşüncelerini, yandaşlardan oluyor gene sessizlik yollarında : gözü bir tükürükle dolu,

Kendisinde yok artık insan özü. Topraksa kanatlı tohumlarıyla, kendi tasarılarındaki bir ozan gibi , yolculuktadır…”

 

SAINT-JOHN PERSE..

 

‘ŞİİRLER..’, SAINT-JOHN PERSE, Çeviri: SAİT MADEN, TAN Yayınları, 1981, 182 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

OZANLARIN YALAN SÖYLEMELERİNİN ÖBÜR NEDENLERİ

Mutlu sözünün

söylendiği an

asla o mutlu olmadığı için.

Susuzluktan ölen

susuzluğunu dile

getiremediği için.

İşçi sınıfının ağzında

İşçi sınıfı sözüne rastlanmadığı için.

Umutsuzluğa düşen biri :

‘ben umutsuz biriyim’

demeye yanaşmadığı için.

Orgazm ve organizma

aynı şey olmadığı için.

Ölüm döşeğindeki biri :

‘ben ölüyorum şimdi’

diyeceği yerde,

bizim anlamadığımız

donuk bir ses çıkardığı için.

Ürkütücü haberlerle

ölülerin başını yiyenler,

yaşayanlar olduğu için.

Sözcükler çok sonra

ya da çok önce

geldiği için.

Burada konuşup duranın

her zaman bir

başkası,

kendisinden söz edilenin ise

her zaman susan biri

olduğu için.

 

HANS MAGNUS ENZENSBERGER

 

‘TİTANİC’İN BATIŞI..’ ,  HANS MAGNUS ENZENSBERGER , Çeviri : SEZER DURU, CEM Yayınevi, 1983, 114 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“sanat yapıtı arı bir kayıtsızlıktan başka ne olabilir ki?”

“ayak seslerim can çekişiyor; korkmuyorum

düşlerle arınmış gözlerimde yüzen su perisinin

daldığı terk edilmiş pınarı görmek istiyorum yine

ve ölmekte olan arzuma eğilip

uzaklaştırmak istiyorum dudaklarını alnımdan sonsuza dek

ey seni sevdiğimi bilemeyen sen !”

 

LOUIS ALTHUSSER..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“22 ekim

 

sona yaklaşmanın estetik değeri.. her serüvenin doğal sonu, bitişlerin en düş kırıcısı, kayıtsızlığın kusursuzluğu.. sanat yapıtı arı bir kayıtsızlıktan başka ne olabilir ki? ‘birazdan gidip kutlamalara katılacağım..’ seslerin ve bakışların uzağında, kimselere açıklama getirmeksizin çöle doğru yol almak ayrılışların en kusursuzudur.. bir zamanlar görkemliyken, yaşamaktan yorulmuş, soluğu ve devimimi azalmış, ne kadar zamanı kaldığı belirsiz bir insanın sona yaklaşması gibi düşkünleşmiş ve can çekişen bir altın çağ gibi.. yağmurda, gecenin, rüzgârın başlangıcındaki hatta olası bir unutuşun eşiğinde hazırlıksızca yatışmaya bırakılan en güzel dostluklar gibi..”

 

“1 ocak

 

her şeyin bir zamanı var, konuşmanın bir zamanı ve susmanın ayrı bir zamanı (bu zamanları içtenlikle mi yoksa ustalıkla mı belirlediklerine bakarak ayırt edebiliriz insanları..) ufak bir girişimle birkaç kuramsal konu üzerine neler yazabileceğimi düşündüğüm şu bir iki gün öncesine dek böylesine yoğun hissetmemiştim bunu.. bundan böyle hiç açıklama gerektirmeyecek kadar ortada olan bir şey..

yağmur, rüzgâr, çamur, yeni yılın üçlü, yerel karşılaması.. doğadaki şaşırtıcı nöbet değişimi ve her türlü beklentiyi boşa çıkaran tuhaf bir kış (sırası geldiğinde doğal güçlerin insanlardan nasıl öç aldığını da burada belirtmek gerek..) yeniden kapanan barakada, önden, profilden, arkadan hep bildiğiniz yüzler, bildiğiniz, beklediğiniz ve yeniden karşınızda bulduğunuz.. yan yana olmak için salondaki yerlerini almış izleyicilerle sahnedekilerin durumu aynı, banklarda ya da aynı çatı altında olduklarından çok daha yakınlar birbirlerine, bütün kulakları kendi aralarında birleştiren tatsız bir müzik var ve odanın her yerinde birbiriyle kesişen bir yığın iplik.. yalnızca uzamın tutsağı olmakla kalmayıp tahtaların, sıraların, avluların, yukarının, aşağının, hatta bütün bu sözcüklerin, bütün bu göstergelerin, bütün bu renkler ve satırların da tutsağı olan insanlar.. sabah saatlerinde örümcek ağına takılan sinekler gibi çırpınan ve kurtulmaya çabalayan ve kurtulan küçük insanlar..

dünyanın ilk denizinde su yüzüne çıkan ilk adalar, suların oldukça pürüzsüz yüzeyinde ilk ufak tefek belirmeler, dipteki toprağın havanın dilindeki göstergeleri, insanlar!”

 

“10 nisan

 

.. ve bizi birbirimizden uzaklaştıran toprakları, seni büyüten ve benim bilmediğim yeni baharları ve gecenin içinde ilerleyen bir gemi gibi dünyadaki karanlık uzaklıkları saptayan bütün bu bilinmezliği hâlâ görebiliyor olsaydım, bu ülküsel çizgiyi zorlukla da olsa çizebilirdim.. uzun zamandır tanıdığım sana yeni imgeler ekleniyor şimdi, benim için yalnızca imgeler, senin için basit anılar belki de.. çatılarının üç katlı, yeşilliğinin bol ve felsefecilerinin topal olduğunu keşfettiğin ‘brive’ var örneğin, sarhoşluk; ev sahiben için şarap, senin içinse platon anlamına gelirken, sözcüklerdeki anlam belirsizliğini sanırım yine orada keşfettin; örneğin, gençliğinizin korosundan birbiri ardı sıra ayrılıp çimenleri aşarak ağacın altında bekleyen genç adama doğru giden kız arkadaşların var bir de.. (ben bütün olası kızlardan yakasını kurtarmış olan ağabeyin, gördüğün gibi, üzerinden düşen her meyvenin ardından hafifleyen bir dal gibi yeniden doğruluyor!) bir de öyküsü olmayan deniz yolculuğu var, kent adları, şu sokak adı var.. ve şimdi, duvarların daha serin tuttuğu gölgede devinimsiz nesnelerin, düşüncelerle dolu dilsiz kitapların sessizliğinde, genç bir kız, parmaklarını parlak dama tahtasının üzerine koyarak ölmüş olan ve dans eden prensesi, lal renkli elbiseleri, kadifeleri, ağır elbiseleri diriltiyor.. birkaç eski kağıdı önüne alıp onları kesen ve yeniden biçimlendiren bir adam gibiyim.. bir parça kağıt üzerindeki azıcık mürekkep, geçmişinden ona kalan tek şey bu.. bu arada, dağınık notların arasındaymış gibi sözcüklerin arasında yitip giden müziğin derinliklerden yükseldiğini duyuyor.. evlerin, ağaçların ve geçip giden ve insanları simgeleyen şu küçük çalkantının güçlükle ayırt edildiği karanlıktan geliyor müzik.. giderek yükseliyor bu arada, yüreğini dolduruyor, yüreğinde bulunan ve karşılık veren dünyayı dolduruyor, derin orman rüzgâra katılıyor! öyleyse dünyanın ayrıntısı gerçek bir ayrıntı, karanlık gökyüzündeki gösterge, çocukların eğlencesi ve korkusu.. bundan böyle senden yalnızca bu müziği, artık tek sessizliğim olan bu müziği duymak için imgelere gözümü kapayabilirim ey kardeşim..”

 

LOUIS ALTHUSSER

 

‘TUTSAKLIK GÜNCESİ..’ , LOUIS ALTHUSSER, Çeviri : ESRA ÖZDOĞAN, CAN Yayınları, 1999, 303 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GELECEĞİN GÜRÜLTÜLÜ ZAFER ŞENLİKLERİ İÇİN

Geleceğin gürültülü zafer şenlikleri için,

O soylu kuşak uğruna, yoksun kaldım

Babamın şölenindeki kadehimden.

Mutluluğumdan, onurumdan.

 

Omuzlarıma atılıyor şu kurt köpeği çağ,

Oysa benim kanım kurt kanı değil.

İyisi mi, bir Sibirya kürkünün koluna

Bir kalpak gibi sokun beni ki,

 

Gözüm görmesin korkakları, yıvışan çamuru,

Tekerlekteki kanlı kemikleri,

Ve bütün gece ışısın benim için

Mavi tilkiler ilk zamanlardaki gibi.

 

Yenisey’in aktığı geceye götürün beni

Çamların yıldızlara değdiği,

Çünkü benim kanım kurt kanı değil,

Ancak bir benzerim öldürebilir beni.

 

Belki de çılgınlığın başlangıcı bu.

Belki de senin vicdanının sesi :

Hayatın bir düğümü içinde yakalanıp

Tanındığımız,

Sonra da varolmamız için çözülen.

 

İşte akıllı ışık örümceği

Yeryüzünde olmayan kristal katedrallerde

Birbirinden ayırıyor, sonra yeniden

Bir demette topluyor kaburga kemiklerini.

 

Ve ince bir ışında bir araya gelen

Çizgi demetleri şükrediyorlar.

Bir gün toplanacaklar, güneşlikleri kalkık

Konuklar gibi toplanacaklar,

 

Hem de burada, yeryüzünde, cennette değil,

Ezgiler dolu bir evdeymiş gibi,

Yeter ki, incitmeyelim, ürkütmeyelim onları.

Ne güzel bunu görebilmek için yaşamak!

 

Bağışla beni bu söylediklerim için.

Oku bana bunları sessizce, sessizce.

 

OSIP MANDELSTAM

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çeviri : CEVAT ÇAPAN, Alıntı : SOKAK DERGİSİ, Mart 1988, Sayfa :64, 65, 66..

(‘tayfun pirselimoğlu ile serdar ışın’ın yayına hazırladığı ‘sokak dergisi’nin bu sayısını okumamı sağlayan sevgili ‘zaferimiz’e (zafer yalçınpınar) sonsuz teşekkürler.. crockett..)

“kağıtta nabız atışı varsa bu ‘cehennemde bir mevsim’de duyulacaktır.. şiir kağıttan bir hücredir..” – JEREMY REED

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘sahici deli nedir? insan onuru diye üstün bir düşünceyle uzlaşmak yerine, toplumun anladığı anlamda deliliği seçmiş bir adamdır.. işte bu yüzden toplum kurtulmak istediği insanları, bazı alçaltıcı işlerde kendisiyle işbirliği yapmadıkları için kendilerinden sakınmak istediği insanları akıl hastanelerinde boğazlanma cezasına çarptırır.. çünkü deli bir insan her şeyden önce toplumun dinlemek istemediği, dayanılmaz doğruları söylemesini engellemek istediği biridir.. ANTONIN ARTAUD.. (le théâtre et son double..)

“rimbaud yolculuğu sırasında gözleriyle bir şeyler topluyordu.. görmek salt sürekli olarak geri almak değil, denetlenemeyen bir hırsızlık tarzıdır.. hem şeyleri hem insanları yağmalayabilirsiniz.. insan gözüne ilişen her şeyi kendine mal edebilir, cinsel bir düzlemde otuzbir çekmek istemsiz bir imgeyle sevişmenin yoludur.. şiir işlevi bakımından bu ikincisine yakındır.. insan seçtiği her kadın ya da erkeği içselleştirebilir, rimbaud’nun durumundaysa belki her ikisini de.. şiir için de aynı şey geçerlidir.. bir şeyle ilgili bir düşünceyi insan duyarlılaştırır, sinirleriyle bir sürtünme yaratır ve onu başka bir şeye dönüştür.. şiir psiko-fiziksel otuzbir çekmenin en düzeyli biçimidir.. şiir yazarak insan istediği bir nesneyi elde edemez; bir yaklaşığı üzerinde uzlaşır.. sonuçta ortaya çıkan ürün kaypaktır, düşlenen cinsel bir imge, bu imgeyi sürdürme eylemi sırasında nasıl bulanıklaşıyorsa algılayan kişinin gözünden öyle kaçar..”

“çelişkiler asla çözülmez, şiir, şiirsel anlatımın geçerliliğine inanç ile inançsızlık arasındaki çatışkıyı yaşamayı temsil eder.. hakkında yazacağı durumu önceden düşünmek anlamında rimbaud’nun şiirinin bir konusu yoktur.. anlık olanı içerir, uzak olanı değil.. şiir ruhunun buyruklarına uyarak gelişir, bir iç kırgınlığı anlatır, şairin yeryüzünde bir yerinin olmadığını anlamanın kırgınlığıdır bu.. imparatorluklara egemen olma kavgasına tutuşmuş uluslarda, kapitalizmin ahlâk anlayışında kehanet sözlerine, düşsel yolculuklara, şamanlığın kutlanmasına yer yoktur.. rimbaud’nun şiiri, yirminci yüzyılda kitle savaşlarına ve soy kırımına dönüşmüş, önüne geçilmesi olanaksız terörü su yüzeyine çıkarır..

bunu yapmak on sekiz yaşındaki bir çocuğa düştü, öylesine geri bir çevredeydi ki, bu bulguları için onu taşlayabilirlerdi.. rimbaud, daha önce de lautréamont’un yaptığı gibi, freud ile jung’un yolunu açmıştı.. ikisi birlikte, daha sonra bilinçdışının radyoaktif tozları olarak bilinecek olan patlamayı gerçekleştirdiler.. onların imgeleri iç mekânda takımyıldız olarak kaldı, iç öykülemeye psikolojinin armağan etmesi gereken daha kliniksel sözcükler bekliyorlardı…”

“sayıklama, deliliği yakalama girişiminin bir yoludur, bir durum değil.. ‘cehennemde bir mevsim’in ana konusu sayıklamalar I ve II’de açıklanmıştır: ‘verlaine’ ile ilişkisinin öz yaşamsal cehennemi ve ‘işte çılgınlıklarımdan birisinin öyküsü’ – şiirsel deneylerinin simyasal doğası.. bu iki metin konularının dolaysızlığına yetişme girişimleriyle olağanüstüdürler..

kağıtta nabız atışı varsa bu cehennemde bir mevsim’de duyulacaktır.. şiir kağıttan bir hücredir.. rimbaud’nun ‘délire’i sözcüklerin hapishanesine direnir.. hız artışı manyakçadır.. delirmek ister, deliliğin de ötesinde..

korkusuzluğun yönüdür bu dilin ötesine geçen bir deneyim.. bedensellik sonrası..

JEREMY REED

‘SAYIKLAMALAR.. Arthur Rimbaud..’, JEREMY REED, Çeviri : ÜLKER İNCE, TELOS Yayınları, Haziran 1998, 165 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİR KAYNAĞIN SERÜVENLERİ

saydamım ben

uzunum bir roman gibi

bir hekimle yoz bir eşeğin bakışı var bende

benim ben ak düğmelerin bu çığı

yazlığa çıkan zengin ben

seviyorum mağaraları

kısaltılmışları

giriyorum içine duvarların sonra çıkıyorum oradan

benim yapan bunları ben

 

ezberden öğrendim coğrafyayı

‘hüsnühatla’ yazılmış yetkinlik belgelerim var

küşüm etmeyin vardır mozaikle yazılmış olanları da

başardım türkü söylemeyi

büyücek bir poğaça yaptı anam bana

yedim onu aylak aylak dolaşırken

 

yaptım dinlence ödevlerimi

dalga geçtim sürülerle

altından geçtim manastırın

o zaman ürperdi keşişlerin hepsi

 

yığını romatizmaların

alıyor oduncu beni kuşların da farelerin de düşmanı bir dişi kara kedi için

 

seviyorum emir fahreddin’in gidişini

bir muz gibi kısacık emir diş bileyen halka da ıssız ıslık halkalarına da

yürüyor

çevresini aklaştıra aklaştıra

 

yüreğim söndü ki söndü

şıppadak sıçrayan atın üstüne ben değilim

yeğniliğinden yapan öyle

bıraktım ağırlığımı serüvenlerime

 

kentliler gizliyorlar önlerinde onların büyücek bir sıfır

köylü yolcuya ne pusu bu

sisle örtüyorlar onu

bir yılan saklıyorlar ceplerinde de

sıfırla sakız çiziyorlar yanaklarına da

 

müşterilerin buyruğuna hazır patlayan bir kahve var bende

yalnız nargile yaşıyor orda ağızda

çubuğu nargilenin pancar gibi kıpkırmızı

göz kamaştıran yıldız

öyle uzun ki buluyor ormanı

 

kayıyorum bülbül gibi doğru tan kızıllığına

bir elma bırakıyorum başıma

bir ağaç yerine koyuyor koruyucu beni

çekip almıyor ama

 

doğruldu bir menekşe

tıpış tıpış izledi beni

tuttum yemeğe çağırdım ben de

açtım onun için kutsal kitabı

 

beni görmeyi kararlaştıranlar birkaç ince uzun kayığı ödünç alıyorlar

iş düşüyor menekşeye

taşıyor konukları çeviklikle dişlerime kadar

 

ŞEVKİ EBU ŞAKRA

 

“1934’de, lübnan’ın mazraat el-cuf kasabasında doğdu.. şiir dergisinde yazı işleri yönetmenliği yaptı.. el-nahar gazetesinde yazı işleri yönetmenliği yaptı.. şevki ebu şakra izlenimci, yaşamın şairi.. küçük şeylere, küçük insanlara, günlük olaylara, daima yeniden başlayan mutsuzlara büyüleyici, kardeşçe bir bakışı var.. yayımlanmış kitapları : ‘yoksulların torbaları’, ‘kralların adımları’, ‘aile atının suyundan’..”

‘ÇAĞDAŞ ARAP ŞİİRİ, GÜL DESTE..’, Çeviri : Nuri PAKDİL, EDEBİYAT DERGİSİ Yayınları, Ocak 1976, 350 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yağmur Bulutları…

Tüm kâğıtlar yanıyor…

Ormanlar nasıl küle dönüyorsa, 

Diniyorsa yağmurlar ağladığında suçlayamazken gökyüzünü…

Belki bir umuttur yağmur bulutları…

 

Mevsimlerden yangın ayı olmalı…

Günlerden de ateş parçası…

Küle düşen kâğıt parçası, buluta bulaşan yağmura sığınıyordur belki de…

 

Bir ağaç dikersin toprağa umutların ormanların olur…

Aşk’ların, hırsların, hazların kaplar ortalığı…

Yalanlarınla sularsın toprağı…

 

Bir kibrit çöpü düşmeye görsün umudun üzerine…

Ne toprağın kalır ne de ormanın…

Ne bulut yağmura hükmeder ne rüzgar alevin peşinden gider…

‘Hasibe’

Archipelago

“Sırtı görünen herkesi kaçıyor sananların aklını yerinden oynatacak olan, o kişinin savaş aletlerini almaya gittiğini öğrenmesi olacaktır…” S.Hayri Küçük

 

Epeydir yazmıyorum ya da yazamıyorum. Sebebini bilmediğim bir bezginlik var hayatımda. İşler yoğun, ben yoğunum… Benim hayata ve insanlara olan inancım zayıf  ve bir sürü şey buna benzer..

İnsanların gerçek karakterlerinden bu kadar yoksun olabildiğini görüyorum bugünlerde . Melek yüzlü şeytanlarla dolu etrafım maalesef. Bazı şeyleri çok kafaya takarken artık kimseyi sallamamayı öğrenmeye başlıyorum 30.yaşıma yaklaştığım şu günlerde. Çok fazla doluyum insanların yüzüne tükürmek istiyorum, kinimi nefretimi açık açık kusmak istiyorum suratlarına ama buna bile değmeyeceklerini düşünüyorum ve sonra vazgeçiyorum..

Öğrendiğim şeylerden birisi de insanlar nasıl kendilerini bu şekilde kamufle etmeyi başarabiliyor doğrusu inanamıyorum, nefesim kesiliyor, donup kalıyorum. Karakter yoksunu insan silüetine bürünmüş yaratıklardan nefret etmeye başladım iyice. Herkesin kendisini bir bok zannetmesinden de bıktım epeyce.

Ama bilmedikleri birşey var, beni diğerlerinden ayıran özelleklerim var, onlar gibi olmadım, olamadım, olamayacağım.

Geçenlerde Suat abimizin mekanına gittik, güzel bir gündü.. Oturduk rakıya, önce mezelerimiz ve rakımız geldi . Başladık içmeye ve sohbete… O gün de epey bir sıkkın olduğumdan bir şeyleri paylaşmak istedim ama baktım bizim boktan ve saçma sapan sorunlarımızın yanında insanların daha büyük acıları varmış… O gün bunu anladım.

Sonra ne mi oldu ? Kendi dertlerimin bir hiç olduğunu anladım. Eve gidince yine aynı terane, yine aynı sayıklamalar : 

– Yine mi içtin ?

– Neden bu kadar içiyorsun ?

Ardından babam uzun zaman sonra yine bana yağdı esti gürledi .

– Oğlum derdin ne senin bu kadar içiyorsun ?

– Bir daha bu şekilde eve geleceksen gelme.

Ben de gecenin bir vakti çektim gittim hava çok soğuktu ve kar yağıyordu. Havadan değil de başka bişeydi içimi üşüten. Ben hiç bir zaman onların istediği gibi bir adam olamadım ya da başkalarının istediği gibi. Beni bir kalıba sokmaya çalışan herkesten uzaklaştım. Ben buyum ve bu saatten sonrada değişemeyeceğimi anlatmak istedim belki de…

Ama onlar da kendilerince haklılar bana göre özeleştiri yapacak olursam ama ben de arada bişeyleri kafaya takıp şişelerden medet umuyorum ne yapayım tek dostum onlar kalıyor ışıklar sönünce..

Ama şu var; anne – baba, ben hiç bir zaman sizin yüzünüzü kara çıkartacak bişey yapmadım, kimsenin parasını çalmadım, onurunuza ve şerefinize ya da namusunuza kötü bir söz getirmedim. Kendi bildiğim şekilde doğru bir insan olarak yaşamaya çalıştım ve öyle de yaşadım. Dünya o kadar kirli ki ben de belki kirlendim ama en temiz halimle gurur duymalısınız.

En azından adam gibi adam olmaya gayret ettim hep yaşadığım sürece. Ve bundan sonra da öyle olacağım . Ne olursa olsun, daha ne kadarı olacaksa da olsun. Ben yine doğru bildiğimi yapacağım. Ve yapmaya devam edeceğim …

‘BLACKHAWK’

 

‘bir kategoriye girmek istemiyorum, çünkü bu karmaşadan uzak biriyim.. ben bir isim değilim bir FİİLİM..’ – MEREDITH MONK