“son zamanlarda pek yazmaya fırsatım olmuyor.. okunanlar, izlenenler, dinlenenler, yaşananlar o kadar çoğaldı ki.. fakat yazmak için fırsat olmuyor.. özellikle yılın son iki ayı sevdiğimiz insanların rahatsızlıkları bizi çok üzdü.. sevgili üstadımız dursun ali abimizin rahatsızlığı özellikle çok üzdü bizi.. bir anda ortaya çıkan o lanet hastalık moralimizi çok bozdu.. ama eminiz ki dursun abimiz bu hastalığı da kolayca yenecek ve göl keşfi gezilerimize devam edeceğiz onunla.. bir yandan işler bir yandan da hastalıklar nedeniyle ancak uykusuz gecelerde film izleyerek, okuyarak, yeni sesler dinleyerek birazcık da olsa insan huzur buluyor.. özellikle izlediğim film sayısı bayağı arttı sabahlara kadar oturmalarımda.. ayrıca gece matinelerinde sinemada izlediğim filmler de var.. eski yeni toplam kaç film izledim son bir ayda sayısını bile hatırlamıyorum.. bir de eski bir sevgiliye döner gibi tekrar izlemelerim oluyor sevdiğim filmleri..
neyse hepsinden bu yazıda bahsedemem fakat aklıma ilk gelenlerden bahsedeyim..
ilk olarak aklıma gelen ‘ümit ünal’ın daha önce izlemeyip atladığım ‘kaptan feza’ filmi oluyor.. ben bu filmi nasıl atlamışım onu da anlamadım bir türlü.. ve neden bu filme hiç önem verilmemiş o da ayrı bir acı.. abuk sabuk filmlere saatler, sayfalar ayıran borazanlar bu filmde susmuş.. halbuki hem öyküsü, hem oyunculukları hem de müzikleriyle on numara bir film..
senaryosunu yine ‘ümit ünal’ın yazdığı, yapımcılığını ‘candan erçetin’ ve ‘hakan karahan’ın yaptığı filmin başrollerinde ‘hakan karahan , ahmet mümtaz taylan, umut karadağ, mine tugay ve meral okay’ var.. ‘hakan karahan’ işadamlığını bırakıp sinema ve edebiyat dünyasına giren birisi.. artık yeter demiş ve iş adamlığını bırakmış, kendisini sinemaya ve edebiyata vermiş.. mektepli, alaylı birçok ünlü oyuncuyu cebinden çıkaracak bir oyunculuk yeteneği olmasına rağmen ‘ben oyuncu’ değilim diyecek kadar da tevazu sahibi..
filme gelince : eski bir yeşilçam aktörü olan babasına çok benzeyen mafya tetikçisi ömer (hakan karahan) ile annesi ile babasını bebekken ölüm oruçlarında kaybeden, ama onların amerika’da olduğunu bilen ve nenesiyle birlikte yaşayan altı yaşındaki asu’nun hayatlarının kesiştiği bir günlük zaman diliminde gelişen olayları anlatıyor film.. ömer, babasının canlandırdığı ‘kaptan feza’ karakterine çok benzemekte olduğundan asu onu çok sevdiği ‘kaptan feza’ zanneder.. eski patronundan kaçan ömer ise çok zor durumda olmasına rağmen asu’nun hayallerini yıkmaz ve uzay kahramanı ‘kaptan feza’ gibi davranır.. eski patronunun tetikçilerinden kurtulmak için sığındığı gece kondu semtindeki asu’ların evinde ömer kendi iç hesaplaşmalarını da yaşarken, evin yanında oturan hemşire elif’le de duygusal bir yakınlaşma yaşar.. özellikle aksiyon sahneleriyle ve masalsı tadıyla da on numara bir film.. masalsı yanının dışında gerçek hayatla da iç içe olması filmin inandırıcılığını, samimiyetini arttırıyor.. geçim zorluğu, insanlığın bitmesi, yardımseverliğin tükenmesi, ölüm oruçları gibi sosyal konular da filmde yer buluyor.. ‘candan erçetin’ imzalı müziklerine de diyecek yok zaten.. bulursanız mutlaka alıp izleyin 2009 yapımı bir ‘ümit ünal’ klasiği olan ‘kaptan feza’ filmini yoksa sinema dünyanız eksik kalmış olur.. son filmi ‘nar’ı da şiddetle tavsiye ederim.. onunla ilgili ayrı bir yazı yazacağım..
‘john gray’in 2010 yapımı ‘white irish drinkers’ filmine gelince en başta biraz hayal kırıklığı yaşadığımı söyleyeyim.. beklediğim gibi çıkmadı.. senaryosu çok sağlam olan bir film olmasına rağmen film izleyiciyi bir türlü saramıyordu.. sıcaklığı azdı filmin.. oysa biraz daha çalışılsaymış bir sinema klasiği olabilirdi.. ‘nick thurston ve geoffrey wigdor’un başrollerini paylaştığı filmin senaryosu da ‘john gray’e ait.. ‘brian’ ve abisi ‘danny’, ‘broklyn’de alkolik liman emekçisi babaları ve üç tane erkeğin kahrını çeken anneleriyle birlikte yaşamaktadır.. iyi bir ressam olan ‘brian’ topu atmak üzere olan, gırtlağına kadar borca batmış bir sinemada part time çalışmaktadır.. sinemadan fırsat bulduğunda evlerinin bodrumunda herkesten gizli resim çalışmalarına bıkmadan usanmadan devam eder.. abisi ‘danny’ ise ufak tefek suçlardan sabıkalı birisidir.. kolay yoldan köşeyi dönmenin çarelerini aramaktadır.. kardeşi ‘brian’ı da bazı soygun olaylarında yardımcı olarak kullanmaktadır.. ancak bir gece yaptıkları soygun sırasında abisi ‘brian’ı itaat etmediği için kovar ve araları bozulur.. kendisini sinemadaki işine ve resimlerine veren ‘brian’ yeni tanıştığı ‘shauna’yla da fırtınalı bir aşk yaşar.. çalıştığı sinemada hep bir ‘rolling stones’ konseri hayal eden ve sinemanın sahibine sinemanın mali kurtuluşu için hep böyle bir konser yapılması gerektiğini anlatan ‘brian’ın hayali bir gün gerçek olur ve ‘rolling stones’ bir saatlik bir konser vermeyi kabul eder.. ancak alkolik babasıyla abisi arasındaki kavgaların arasında da kalan
‘brian’ yaşadığı şehirden ve ailesinin yanından bir an önce çekip gitmek istemektedir.. bir arkadaşının önerisi üzerine gizlice güzel sanatlar akademisine resimlerinin fotoğraflarını gönderen ‘brian’ okuldan hiç beklemediği bir davet alır ve olaylar gelişir.. gerek konusu gerek kadrosuyla daha çok beklentim olan bu film istenilen düzeye maalesef ulaşamamış.. emekçi semtlerindeki hayat mücadelesini anlatan nadir amerikan filmlerinden birisi olan bu filmde ‘brian’ ve sevgilisi ‘shauna’nın mezarlıktaki özgür koşuları ile özellikle ‘brian’ın babasını canlandıran ‘stephen lang’ın oyunculuğu unutulmayacak cinsten.. bence izleyin kararınızı siz verin derim.. resim, sinema ve müzik dünyasının yanı sıra emekçi mahallelerindeki yaşam mücadelesini anlatan bu film yukarıda da dediğim gibi sırf mezarlıktaki koşu için bile izlenebilir..
üçüncü filmimiz ise tesadüf eseri elime geçen ‘kevin smith’in hem senaryosunu yazıp hem de yönettiği ‘red state’ filmi.. düşünsel, dini veya ideolojik bağnazlığın nerelere varabileceğini gösteren iyi bir gerilim filmi çıktı bu yapım.. ayrıca devletin iç güvenlik teşkilatlarının ne kadar acımasız olabileceğini de teşhir eden bir amerikan yapımı film bu.. aslında bir korku filmi olduğu hissi uyandırıyor başlarda ama film geliştikçe bambaşka bir yöne doğru kayıyor.. bir hristiyan tarikatının yaşantılarını, düşüncelerini beğenmedikleri insanları değişik yollarla kaçırıp sadece kendi üyelerinin girdiği kilisede türlü işkencelerle öldürdükleri olaylar filmin temelini oluşturuyor.. faşist tarikatın yaptığı akıl almaz eylemler, işkenceler yanında devletin istihbarat ve güvenlik teşkilatlarının insan hayatını hiçe sayan yaklaşımlarını da çok güzel deşifre edip anlatıyor hikayenin içinde.. 88 dakika olmasına rağmen aksiyonu bol ve olay örgüsü yoğun bir film.. filmde ön plana çıkan bir oyuncu yok.. faşist tarikatın rahibi ile gizli servisin operasyon şefi belki daha çok ön planda görülebilir fakat filmin başrol sayılabilecek bir oyuncusu bence yok.. tarikatın iç işleyişindeki itaat zinciri ve tarikatın liderinin emirlerinin hiç sorgulanmadan yerine getirilişi, tarikatın üyelerinin şehrin polis şefinin eşcinsel ilişkilerinin görüntülerini ele geçirerek baskı ve şantajla yaptıkları katliamlara sesini çıkarmamasını sağlamaları yobazlığın, bağnazlığın hangi ülkede olursa olsun aynı sistemle işlediklerini gösteriyor.. bence izlenmesi gereken filmlerden birisi, elinize geçerse izleyin derim..
gelelim son zamanlarda beni en çok etkileyen filmlerden olan ‘hodejegerne – kafa avcıları’na.. son yılların yükselen sinemalarından birisi de iskandinav ülkeleri sineması.. bunlardan başı çeken ülke de norveç sineması.. bu film de norveç yapımı, senaryosu ‘jo nesbo’ya ait bir ‘morten tyldum’ filmi.. başroldeki yine son yılların yükselen yıldızı 1975 oslo doğumlu ‘aksel hennie’ bu filmde oyunculuğunun doruğuna çıkmış durumda.. ‘aksel hennie’nin filmlerini onu ilk keşfettiğimden beri tereddüt etmeden alıyorum ve büyük bir merakla hemen izliyorum.. filmde ‘aksel’in canlandırdığı ‘roger brown’ adlı karakter zengin bir işadamı kılığındaki usta bir tablo hırsızıdır.. herkes onu ülkenin tanınmış şirketlerinin sahibi saygın bir işadamı sanırken o aynı zamanda usta bir tablo hırsızıdır.. istihbaratını aldığı değerli tabloları polis teşkilatındaki adamının da yardımıyla çalıp, yüksek paralara satan ‘roger brown’ sonunda baltayı taşa vurur.. eski bir asker ve istihbarat uzmanı olan ‘clas greve’in ailesinden kalma tabloyu çalan ‘roger’in tüm hayatı alt üst olmaya başlar.. bu arada filmin en büyük güzelliği ise ‘güzel’ kelimesini tam anlamıyla ifade eden ‘roger’in karısı ressam ve galeri sahibi ‘diana’yı canlandıran ‘synnove macody lund’un kendisi.. sadece onun için bile izlenebilir film dediğimde benim hakkımda ne düşünürseniz düşünün umurumda değil.. sanırım kendisinin ilk filmi olan ‘kafa avcıları’nın bu güzel yıldızı 1981 doğumlu uzun boylu sarışın, sinemaya son yıllarda kazandırılmış en güzel yüz.. uzun boyu ve güzel fiziğiyle daha çok filmde rol alacağına eminim.. tekrar dönelim filme.. ‘roger’ ve karısı ‘diana’ mutlu bir hayat sürmektedirler.. aralarındaki tek problem karısının çocuk isteğine kendisinin hep karşı çıkmasıdır.. bunun nedeni de karısının doğacak çocuğunu kendisinden daha çok sevme ihtimali ve çocuktan dahi karısını bile kıskanmasıdır.. karısı ‘diana’ya işte böyle deli gibi aşık olan ‘roger’ sırf karısı kendisini terk etmesin diye devamlı ona pahalı hediyeler almaktadır.. ancak çocuk isteği karşısında takındığı olumsuz tavır nedeniyle aralarında başlayan soğukluk karısının onu ‘clas greve’ ile aldatmasıyla doruğa ulaşır.. ancak ‘clas greve’in derdi ne ‘roger’in kendisinden çaldığı tablo ne dünyalar güzeli ‘roger’in karısı ‘diana’dır.. onun tek derdi ‘roger’in sahibi olduğu şirketlerin yönetimini ele geçirmektir..
çok sürükleyici bir yapısı olan filmin nasıl yol alacağını ve olay örgüsünü bir türlü çözemiyorsunuz.. bir sonraki sahneyi tahmin etmeniz kesinlikle mümkün değil.. son yıllarda heyecanla izlediğim en sıkı filmlerden birisiydi, ‘aksel heine’nin oyunculuğunun doruğuna nasıl ulaştığını görmek için izlemenizi öneririm..
beni geçen senenin sonunda en çok hayal kırıklığına uğratan filme gelelim : ‘aşk ve devrim..’ senaryosunu ‘serkan turhan’ın yazdığı yönetmenliğini ‘serkan acar’ın yaptığı bu filmi merakla bekliyordum.. ‘serkan acar’ın, ‘özcan alper’in unutulmaz filmi ‘sonbahar’ın yapımcısı olmasından dolayı daha da bir umutlanmıştım film için.. film gösterime girdiği gün her şeyi bırakıp filme koştum.. yüz kişilik salonda yine bir avuç kişiydik : altı kişi.. film akmaya başladı ve bahariye caddesindeki sinemaların kalitesiz salonlarının klasik hale gelmiş arızalarından birisi zaten filmin başında tüm şevkimizi kaçırdı.. sanki ilerleyen dakikaları haber veriyordu bu arıza.. görüntü ve ışık gitti sadece oyuncuların sesleri geliyordu.. neyse makinist arızayı giderdikten sonra film akmaya başladı yeniden.. büyük umutlarla gidilen film hayal kırıklığı yaratarak ilerlemeye başladı.. sakın kimse yanlış anlaşılmasın filmden devrim üzerine övgü dolu sözler, heyecanın, devrimci coşkunun ve duygunun doruğa ulaştığı sahneler beklemiyordum.. gerçek neyse onu bekliyordum.. iyi bir düşünceyle başlanan proje bir fiyaskoya dönüşmüş.. film buz gibi.. ama hayatın sertliğini, devrimci duyguların bozguna uğrayışını, örgütsel ve duygusal ihanetleri anlatan bir buz hali değil bu.. film sarmıyor izleyeni.. bir sıcaklık yaymıyor.. lise müsamerelerindeki duygusuz, buz gibi soğuk konuşmaların yapıldığı bir film.. filmin duygusal yoğunluğun en yüksek olduğu sahne ölen devrimcinin ailesinin evindeki taziye ziyaretinde arka planda çalan bir ‘ahmet kaya’ şarkısının duyulduğu sahne.. o sahnenin etkileyiciliğinin nedeni de zaten ‘ahmet kaya’nın şarkısı.. büyük bir figürasyonun kullanıldığı filmde ne mezarlık sahnesinde, ne grev çadırındaki sahnelerde, ne örgüt içi toplantıların olduğu sahnelerde, ne işkence sahnelerinde ne de sevgililerin seviştiği sahnelerde bir estetik, anlam ve duygu yoğunluğu var.. ‘gün koper ve deniz denker’in başrollerini paylaştığı filmdeki oyunculuklara gelince onlarda istenilen düzeyde değil maalesef.. yetenekli oyuncular olmasına rağmen filmdeki performansları hiç iyi değil.. eldeki senaryo bence çok kötü heba edilmiş.. verilmek istenen mesajların hiçbirisini de izleyiciye ulaştıramayan bir film.. yönetmen ‘serkan acar’ın ve senarist ‘serkan turhan’ın tüm röportajlarını okudum.. ne yapmak istediklerini çok güzel anladım ama maalesef ortaya çıkan iş kötü bir yapım.. yine de yüreklerine ve emeklerine sağlık diyorum emeği geçen tüm film ekibine.. açık söyleyeyim hiçbir filmi yarıda bırakıp kalkmak istemem.. hele sinema salonunda izlerken asla böyle bir saygısızlığı yapmam.. ama inanın filmin bitişini sabırsızlıkla bekledim, gözüm hep saatimdeydi.. ve filmi altı kişiyle izlemeye başlamışken filmin sonunda fark ettim ki filmin ikinci yarısında sadece ben kalmışım salonda.. benim dışımda herkes filmin sonunu beklemeden tüymüş.. bu da filmin izleyiciye ulaşamadığının en büyük göstergesiydi bence.. ama yine de emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz aylak adamız ailesi olarak ve yeni filmlerinde güzel şeyler söyleyip, yazabilmek umuduyla onları selamlıyoruz..
‘aksel heine’nin başrolünde oynadığı ‘hodejegerne’ filmi gibi son zamanlarda beni en çok vuran filmlerden birisi de yönetmen ‘kim je-woon’un 2010 yapımı son filmi ‘i saw the devil – şeytanı gördüm’ filmiydi.. 2009 yılında ‘a bitter sweet life’ adlı filmiyle tanımıştım ilk kez ‘kim je-woon’u.. güney kore sinemasının dünya sinemasına kazandırdığı en sağlam yönetmenlerden birisi olduğunu bu filmiyle bile gösteriyordu.. epeydir son filmi olan ‘i saw the devil’ ile ilgili methiyeleri dinleyip, okuyordum.. uzun süredir de filmi izleme imkanım vardı ama hep erteliyordum.. sonunda bir hafta sonunda mekanda filmi izleme kararlığına vardım.. dehşet bir sahneyle başlıyordu.. zaten gergin olan sinirlerim birden kopma noktasına geldi ve filmi dondurup izleyip izlememem konusunda düşünmeye başladım.. baştan yazayım iyi bir sinir yapısına, sağlam bir kalbe ve mideye sahipseniz filmi izleyin derim.. yoksa filmin bir yerinde ya yığılıp kalırsınız ya da kusarsınız.. hele ani reaksiyonlar ve görsel olarak sertlik içeren sahnelerde güçlü bir yapınız yoksa bayılıp kalabilirsiniz korkudan benden söylemesi.. insanları zevk için ve genellikle işkence içeren yöntemlerle katleden, tecavüz eden kötülük manyağı bir seri katil olan ‘kyung-chul’ ile gizli bir polis olan ‘dae-hoon’ arasındaki acımasız kovalamacayı anlatan 144 dakikalık bu uzun filmde tıpkı ‘hodejegerne’ adlı norveç yapımı film gibi sürprizlerle dolu bir film.. bir sahnede yaşadığınız şoku atlatamadan arkasından gelen sahnede bambaşka bir sürprizle karşılaşıyorsunuz.. tam film burada bitti derken sil baştan başa dönüyorsunuz.. sıkılmadan aksiyonun ve gerilimin doruğa ulaştığı bu filmi izliyorsunuz.. özellikle psikopat katil ‘kyung-chul’u canlandıran ‘min-sik choi’nin oyunculuğu ders verir nitelikte.. rolüne kendisini öyle kaptırmış ki bir an sanki gerçek hayatında da bir psikopat olduğunu ve bu yüzden rolünü bu kadar iyi canlandırdığını aklınızdan geçiriyorsunuz.. acımasızca cinayetlerine devam eden ‘kyung-chul’ bir gün emekli bir komiserin kızı olan ve aynı zamanda gizli polis ‘dae-hoon’un çocuğunu karnında taşıyan sevgilisi ‘joo-yeon’u kaçırıp acımasızca katleder.. büyük bir çöküntü yaşayan ‘dae-hoon’ işinden izin alarak psikopat katilin peşine düşer.. onu yakalayana kadar kendisine rahat yoktur.. ama tek amacı onu yakalamak değildir.. onu kendi yöntemleriyle acı çekmesini sağlayarak öldürmektir.. çok zekice işlenen senaryonun filme aktarılması da çok başarılı olmuş.. çok uzun bir film olmasına rağmen tek bir sahnesinin bile fazlalık olduğunu hissetmiyorsunuz.. ‘kim je-woon’un bu şaheserini benim gibi zaman kaybetmeden hemen izleyin derim.. yoksa gerçekten eksik kalırsınız.. tabi filmin içerdiği aşırı şiddet dolu sahneler için tekrar uyarayım hepinizi..
şimdi de gelelim ailesine katkı olsun diyerek kar kış demeden ayran satmaya çalışan ‘hasan’ın hikayesinin anlatıldığı bir ‘selim güneş’ filmi ‘kar beyaz’a.. ‘kar beyaz’, ‘sabahattin ali’nin ‘ayran’ adlı öyküsünden uyarlanan bir film.. ‘selim güneş’in sanırım ilk yönetmenlik denemesi.. artvin’de zorlu kış koşullarında çektiği bu filmle sinema dünyasına iyi bir başlangıç yapmış yönetmen ‘selim güneş..’ tanınmamış amatör oyuncularla çok zor bir hikayeden mükemmel bir film çıkarmış.. ben bu filmi de nasıl atlamışım diye hayıflandım izlediğimde.. özellikle karlı orman sahneleri büyüleyiciydi.. ‘hasan’ın babası siyasi bir olaya karışmasından dolayı kendi komşusunun ihbarıyla tutuklanır.. annesi ise ilçede bir kamu görevlisinin evinde hafta içi ev işlerini yapmaktadır.. hafta boyunca evde iki kardeşine bakan ‘hasan’ eve katkı olsun diye karlı havada bile biraz uzaktaki ilçe yolunun üzerindeki mola yerinde yolculara ayran satmaktadır.. her sabah dondurucu havada zorlu bir yolda elinde ayran güğümüyle mola yerine kadar giden ‘hasan’ hafta sonu annesinin eve gelişini iple çeker.. ancak annesine olan özlemi hafta sonunun gelişiyle bitmez.. babasının yokluğuyla zaten büyük acılar çeken ‘hasan’ annesinin özlemiyle de yanar tutuşur.. bu filmi de mutlaka izlemenizi öneririm.. filmde emeği geçen herkese teşekkürlerimizi de unutmadan buradan sunalım..
bayağı uzun bir yazı oldu, bu yüzden son olarak büyük usta ‘julio medem’in 2010 yapımı bir başyapıt olan filmi ‘room in rome’ ile bitireyim yazımı.. ‘julio medem’in bende çok özel bir yeri vardır.. ispanyol sinemasının vahşi amerikan yapımlarına karşı sapasağlam ayakta duran yönetmenlerinden birisidir.. ben masalları çok severim.. masal anlatan ya da masalsı bir tadı olan filmlere bayılırım.. ‘julio medem’in her filmi de müthiş masalsı öğeler içerir.. klişe hikayeler anlatmayı sevmez.. çetrefil politik bir konuyu işlerken bile müthiş hikayeleri kurgulayarak sonucu öyle bir bağlar ki apışıp kalırsınız.. ‘medem’le ilk olarak hemen herkesin izlemiş olduğunu tahmin ettiğim ‘kutup çizgisi aşıkları’yla tanıdım.. bu film aldı beni çok uzaklara, çok eksi zamanlara götürdü.. aşkın, sevginin gücünü müthiş anlatmıştı bu filmde.. sonra diğer filmlerine dalmaya başladım.. en çok sevdiğim ‘caotica ana’ ise bence sinema tarihinin hiçbir zaman unutulmayacak filmlerinden birisidir.. fakat ‘julio medem’in tüm filmlerine bazen ulaşmak mümkün olmuyordu.. uzun bir süre ‘vacas’ı aradım.. ‘vacas’ı izlediğimde bu adamın bütün filmlerini bulmalıyım dedim ve yavaş yavaş hepsini arşivime kattım.. ama kötü huylarımdan birisi de burada hemen devreye girdi : filmleri hemen tüketmemek için uzun aralarla izlemeye karar verdim.. çünkü ‘medem’in filmlerini bitirdiğimde ‘medem’in bana anlatacağı bir masalı kalmamış olacaktı ve ben çok uzun süre ‘medem’in yeni masallarını bekleyerek üzülecektim.. uzun bir ara vermemden sonra son yapımlarından birisi olan ‘room in rome’u geçen gün izledim.. başrollerinde birbirinden güzel iki kadın ‘elena anaya ile natasha yarovenko’ var.. ve filmin hemen hemen tamamı bir otel odasında geçiyor.. ‘roma’nın tarihsel dokusu içinde sıkışıp kalmış bir otel odasında yeni tanışmış iki kadının geçmişleriyle hesaplaşmaları, birbirlerine kendilerini anlatmaları, birbirlerine duydukları aşkın sonucunda kendilerinden geçip defalarca sevişmeleri anlatılıyor filmde.. tek mekanda ve iki oyuncu arasında geçen bir film olmasına rağmen ‘julio medem’in müthiş bir iş çıkarıp tarih, sanat, resimle ördüğü masal tadında bir film.. filmi izledikten sonra filmle ilgili eleştirileri okudum, çoğunluk yine acımasızca erotik bir film olarak görüp eleştirmişler filmi.. zerre kadar filmin içine girememişler ve anlayamamışlar.. iki lezbiyenin hayatı demiş çıkmışlar.. yuh diyorum sadece.. filmin final sahnesi bile yüzlerce filme bedel.. özellikle kadınların mutlaka izlemesi gereken bir film ‘room in rome..’ hele filmin müziklerine gelecek olursak tek kelimeyle muhteşem.. tango ezgilerinden, ‘natacha atlas’ın şarkılarına kadar on numara bir müzik eşlik ediyor filme.. ne diyeyim artık kaçırmayın, bulup izleyin bu muhteşem filmi diyorum..
2012’de de hepinize sinemayla dolu günler diliyorum..
gülüşünüzle kalın..”
Crockett..