Archive for Ocak, 2012

Doğan Ergül’ün ‘UNUTU’ şiiri ve Majid Majidi’nin ‘BARAN’ filmi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

UNUTU

 

unuttum seni

senden dönen işaretini aşkın

 

adını duyduğumda seğiren ellerimle kaldım

 

kaldım ve unuttum

ormanları, çıplak dağlarını, ezilmiş yeşili, kokunu

yamaçlarında hayvanların saklandığı vadini…

 

bana vaat-edilen yaşamı usul usul unuttum

 

unut dedin unuttum adımı

yılları saydım unuttum

artık bir ölüm biçimidir adımız…

 

hiç görüşmemiş olmak nasıldır unuttum

 

köprülerde

köprülerden akan incelmiş sularda

akşamda yoksul bir telaş

 

suskun

deniz fenerini, balıkçı kayıklarını

rıhtımlarının usta kedilerini unuttum

hiç öpmemiş gibiyim çürümüş bir bankta dudakları mor bir

kadını

 

bana uzanan ellerini, yaşamı telaşı gibi bitmeyen yollar,

otobüsleri

bir koltukta geçirdiğim uzun geceleri unuttum

unuttum neresiydi gece geçtiğim dünya

eteğini rüzgara dolayan kadınımın yüzünü küçücük ellerini

 

dünyanın beni unuttuğunu unuttum

 

yağmurlu bir günde bir patikayı yürüdüğümüzü..

 

omuzlarında taşıdığın karaları, su yollarını

ayaklarının bıraktığı çukurlara dolduğumu

oradan baktığım dünyayı unutmadan unuttum..

 

DOĞAN ERGÜL

 

‘UYKULU YAĞMUR..’ , DOĞAN ERGÜL, Yitik Ülke Yayınları, Haziran 2007, 56 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“doğan ergül 20 mart 1968’de kars’ın arpaçay ilçesinde dünyaya gelmiş.. yıldız üniversitesi, mimarlık fakültesi şehir ve bölge planlama bölümünden 1992 yılında mezun olan doğan ergül’ün şiirleri çeşitli dergilerde yayınlanmıştır.. ilk şiir kitabı olan ‘aşkın ve suların öğleni’ adlı kitabı 2005 yılında babil yayınları’ndan çıkmıştır.. genç bir yaşta yakalandığı kanser hastalığı sonucu 2 haziran 2007’de istanbul’da vefat etmiştir.. ikinci şiir kitabı olan ‘uykulu yağmur’ kitabı vefat ettiği haziran ayında yitik ülke yayınlarından çıkmıştır..

geçenlerde mekanda demlenirken masanın üzerinde duran kitapların arasından ‘uykulu yağmur’ kitabını çekip ‘unutu’ şiirini okumaya başlayınca şirin sonuna doğru birden kafamda şimşekler çaktı.. ‘doğan ergül’ün bu güzel şiirinin ‘ayaklarının bıraktığı çukurlara dolduğumu’ dizesi birden aklıma büyük usta ‘majid majidi’nin 2001 yılı yapımı ‘baran’ adlı başyapıtının final sahnesini getirdi.. bu filmi izleyenler bilir filmin son sahnesi veda anıdır.. ‘lateef’, sevdiği ‘baran’ı bir bilinmeze doğru uğurlarken yağmur yağmaya başlar.. sevdiği ‘baran’ın lastik ayakkabısı çamurlu yolda derin izler bırakır ve o izlere yağmur suları dolmaya başlar.. işte ben o sahneyi hiç unutamam.. ‘ankaralı cevo’yla kaç kere o sahneyi oturup konuştuk hatırlamıyorum.. ‘majidi’nin sinema dehasının farkına vardığım birçok sahneden birisidir o.. sinemada şiirin izidir işte bu sahne.. ve bu sahneye yıllar sonra ben ‘doğan ergül’ün 2007 basımı ‘uykulu yağmur’ kitabında rastlamış oldum.. ‘doğan ergül’ün büyülü şiir dünyasında ‘majid majidi’nin izine rastlamak beni daha da duygulandırdı ve şiirlerini başka gözle okumaya başladım.. ‘doğan ergül’ün sinemayla çok  ilgilendiğini sonradan öğrendim. ve belli ki ‘majidi’nin bu filmi ‘doğan ergül’ü de çok etkilemişti.. çok erken yaşta kaybettiğimiz bu değerli şairimizi saygıyla bu vesileyle anıyoruz burada..

şiirle ve sinemayla kalın..”

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(majid majidi’nin ‘baran’ filmindeki yazıya konu sahne..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

AYLAK ADAMIZ’ın 1000. yazısı büyük usta ONAT KUTLAR’ın “TEŞEKKÜRLER KALBİM SANA..” şiirine ayrılmıştır.. Teşekkürler Onat Kutlar, Teşekkürler Aylaklar..

“TEŞEKKÜRLER KALBİM SANA..”

‘gençliğimin dalları hep ikindiyi gösteren durmuş bir yelkovan gibiydi o yıllarda yani erken ölümü ve içinde altın tozlarıyla ağır ağır yaz boyunca yaprakları tirşe yeşili ve kışın yoktu bilemezsin o küçük saatin karnında sapsarı bir çark ne işe yarar tıpkı kimi sözcükler gibi önce anlaşılamayan ve bir zaman gelir döner başlatır bir şiiri

işte öyle bir şarkıydı

her gün içimde yaşayan yalnız bir japonun küçük bir alanda kırmızı kasım yapraklarını büyüttüğü paris’te tuvaletlerinde bile çeyrek le monde sayfaları kullanılan çünkü kalındır kağıdı banyolarla dolu ve sartre’ın çocukluk anılarıyla bir otelde lahmacun cumhuriyetinin üç uyruğuyla eski bir rus plağını ilk kez dinlerken bu şarkı çantama düşürmüş olmalı

geleceğin ormanını

sağol yüreğim çünkü o ezgi

bakır bir şafakta uçarken saatlerce altımda ‘güneşte sararmış kemik ve kıl ve külle örtülü orta asya kentleri ve parti çizgisinde lacivert giysileriyle adamlar büyük bir gökyüzü gemisinin lombozlarından alkol denizinde yüzen dağlara bakar bakar donuk gözlerle içimde bir sıkıntı ne istediğimi bilmiyorum görünmüyor ekimin kayıp ülkesi düşünürken habersiz savurduğumuz beyaz bir bulutta

seni taşıyordu

bağlı kaldı

içimdeki japonun da içinde kapkara bir koç o yüzden dolanır durur düşleyerek tanyeri ülkesini ve bekler ne zaman ışıtacak beyaz duvardaki tüy sarmaşığı seher yıldızı bekler kıl çadırlarda göçer denklerine sıkışmış kara bir çekirge gibi, umutsuz bir yarını ve atlara eğer örgütleyen kolan durmadan dağılır gider gene de iner mahmuz kan içinde bir hint horozunun gözlerine kararır ortalık nerede başaklar ve yanılmıyorsam tıpkı böyle bir zamanda yüreğin kanatları bir tele çarpar

eski bir şarkıyla

çark döner

tamamlar şiirimizi..’

ONAT KUTLAR..

‘UNUTULMUŞ KENT..’ , ONAT KUTLAR, ADA Yayınları, Ocak 1986, Tekrar Basım : YKY Yayınları, 88 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘benim de toprağım yok..’ (‘Beckett ve Genet Tanca’da Bir Çay..’ , Tahar Ben Jelloun)

“beckett, genet’in ittiği tekerlekli sandalyeye oturmuş, eski bir ezgi mırıldanır.. hafifçe ıslık çalar, genet’yi sinirlendirmeye çalışır..

beckett : ‘yaşlı kafes (kendi bedenini gösterir) kah iyi kah kötü; bir gün can çekişiyor, başka bir gün yerinde duramıyor..’

sessizlik..

beckett : kelimeler.. sessizlik damlaları.. tek istediğim sessizlik içinde olmak. ama burada ipin ucunu kaçırdık.. siz konuşup duruyorsunuz.. bense size cevap vermek zorundayım.. sessizlikten korkuyorsunuz..

genet : hiç değil, beckett, ben de sessizliği seviyorum.. ben de sessizlik istiyorum.. ama ikimizin de birbirimizin göz akına bakıp kalmamızı istemediniz sanırım.. insan her gün bir ‘samuel beckett’a rastlamaz.. siz bir kum tanesisiniz, anıtsal bir kum tanesi.. çorak toprağın yorumcusu.. ama ne kadar anıtsal bir kum tanesi de olsanız, buradasınız, küçük bir arabanın içinde, kocaman bir bekleme salonunda kaybolmuş.. giacometti’yi bekliyorsunuz.. işte.. açık değil mi.. değil mi.. (bir süre sonra) tanca’ya ne yapmaya geldiniz.. tiyatroya ihtiyaç duymayan, her şeyin kahvelerde olup bittiği bir şehre; kahveciye ‘ionesco’yu içeri almamasını söyledim.. onun burada işi yok..

..

genet : savaştınız mı siz..

beckett : direnişteydim.. insanın kollarını kavuşturup duramayacağı anlar vardır.. kimseyi öldürmedim, fareler hariç.. savaşın bitiminde saint-lo’daydım; hastanedeki hemşirelere yardım ediyordum; berbat vaziyette gelmiş yığınla insan vardı; onları  tedavi ediyorduk; alman esirlerse iyi durumdaydı; çalışıyorlardı.. sorun doğumhane ve çocuk servisiydi; harabe haldeki şehirde cirit atan fareler karşısında özellikle oradakiler çok çok zayıftı.. farenin kökünü kazıyacak kimyasal yoktu.. benden fare zehri bulmamı istediler;  paris’e koştum ve curie hastanesinin patoloji servisinde çalışan bir dostuma danıştım.. bana bir solüsyon verdi, mısır tanelerinin üzerine konulacaktı ve taneler de stratejik köşelere yerleştirilecekti.. böylece az kazımadım köklerini.. son savaşçılık başarım budur..

..

genet : kara eylül katliamlarının hemen ardından filistin mülteci kamplarını ziyaret ettikten sonra, filistin halkının uykuda katledildiği sabra ve şatila kampını ziyaretimden sonra, claude mauriac ‘fiagro’da bana bir sayfa ayırmıştı.. ona şöyle dedim : ‘ben edebiyattan asla söz etmem, sayfanızı filistin’de kendi gözlerimle gördüklerimle dolduracağım, çocukların susuzluktan öldüğü kamplarda; annelerin onları ağlamadan gömdüğü, çünkü acıları öyleydi ki bu kadınları gözyaşları bile tesellisi edemiyordu, evet, bu kamplarda gördüklerimi..’ bunun üzerine claude bana o yumuşak, nazik sesiyle şöyle dedi.. (taklit eder..) ‘hayır, jean, yapamam..’ zavallı, çok nazikti..

beckett dikkatle dinler, başını ellerinin arasına alır.. beresini kafasına iyice geçirir, yüzü görünmez olur..

sessizlik..

beckett : her insanın kendi gölgesi vardır.. filistinli’nin de..

bir an tereddüt ettikten sonra..

genet : filistinli’nin de.. filistinlileri savunuyorum.. kendi kaderlerini tayin hakları var.. fakat adaletsizlik onları gezgin bir halk yapmasıydı da bu kadar sever miydim, bilmiyorum..

sessizlik..

ben, kendimi devrimci sandım, ama değilim, ben bir marjinalim, bir münzevi, bir serseri.. benim de toprağım yok..

onlara yardım etmeye çalıştım.. onlara diyordum ki : ‘beni kullanın, kullanın beni..’ ama onlar bana yardım etti, yaşamama yardım ettiler.. onlar olmasa intihar ederdim.. hatta onların kampında kendime bir anne bulduğumu bile sandım, belki benim annem.. bundan daha önce söz ettim sanıyorum..”

TAHAR BEN JELLOUN..

‘BECKETT VE GENET  TANCA’DA BİR ÇAY..’ , TAHAR BEN JELLOUN, Çeviri : IŞIK ERGÜDEN, SEL Yayıncılık, Kasım 2011, 86 Sayfa..

Kitap Arkası :

“fas’ın tanca şehrinde, aşıkların, turistlerin ve entelektüellerin müdavimi olduğu denize nazır ünlü hafa kahvesi.. taraçalardaki masalarda naneli çaylarını yudumlayan gençlerin arasında tanıdık bir sima, jean genet, tüm ekşiliği ve enerjisiyle siyah tarafta hayata diklenmekte..

heykeltıraş giacometti’nin elinden çıkmışçasına zarif, samuel beckett, bu hayali karşılaşmanın beyaz tarafında.. godot’yu beklercesine hayali bir metin.. uzun yıllar genet’yle dostluğunu sürdürmüş, goncourt ödüllü yazar tahar ben jelloun’un kaleminden..”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“HOŞ CİNAYET..”

 

 

 

 

 

 

 

 

“nihayet, okuryazar kişilerin ‘esrar’a dayalı polisiye roman tutkunu olmalarında şaşılacak hiçbir şey yoktur.. ne de olsa, ‘ernst bloch’un bir zamanlar işaret ettiği gibi, tüm burjuva toplumunun işleyişi büyük bir esrar değil mi.. küçük işyerinizde kendinizi işinize vermiş, hiç durmadan çalışıp didiniyorsunuz ve birden bire işiniz, esrarlı nedenlerle (fiyatlar düşmeye başlıyor, faiz oranları yükseliyor, piyasa daralıyor) sizin hiçbir suçunuz olmadan çöküyor.. işinizde köle gibi çalışıyor, makinelerin ya da ustabaşının dayattığı tüm kurallara uyuyor, bu korkunç yarış içinde kendinizi alabildiğine zorluyorsunuz ama yine de işten atılıyorsunuz.. daha da kötüsü, hiç beklemediğiniz bir anda bir resesyon, uzun bir depresyon, hatta bir savaş tepenize çöküveriyor.. bütün bunların sorumlusu kim.. siz değilsiniz.. ne de komşularınız ve tanıdıklarınız.. bunlar perde arkasındaki bir takım esrarengiz tertipçilerin işi olmalı.. bu ‘esrar’ların en azından bazıları aydınlatıldığında kendinizi daha az yabancılaşmış hissedeceksinizdir..

bertolt brecht benzer bir noktaya değinmişti :

‘yaşam hakkındaki bilgimizi felaketimsi bir biçimde ediniriz.. sosyal topluluğumuzun işleyiş biçimini felaketlerden çıkarsamak zorundayızdır.. krizlerin, depresyonların, devrimlerini savaşların ‘iç öyküsünü’, düşünerek bulmalıyızdır.. gazeteleri (ve aynı zamanda bildirileri görevden alma mektuplarını, askerlik celplerini ve benzerlerini) okumakla bile birinin açık felaketin ortaya çıkması için bir şeyler yapmış olması gerektiğini hissederiz.. öyleyse bu kişi ne yapmıştır.. bize söylenen olayların ardında söylenmeyen şeylerin olduğundan kuşkulanırız.. gerçekte olup biten onlardır.. ancak bilmemiz halinde anlayabiliriz.. yalnızca tarih bize bu gerçek olayları haber verebilir – aktörlerin bunları tümüyle gizlemeyi başaramadıkları ölçüde.. tarih felaketlerden sonra yazılır.. entelektüellerin tarihin özneleri değil de nesneleri olduklarını hissettikleri bu temel durumu polisiye romanlarda insanları eğlendirmek için ortaya koyabildikleri düşünceyi oluşturur.. var oluş, bilinmeyen etkenlere dayanır.. ‘bir şeyin olmuş olması gerekir’, ‘bir şey tezgahlanıyor’, ‘bir durum var’ – işte bunu hissederler ve pür dikkat kesilirler.. ama aydınlık ancak felaket olup bittikten sonra görünür – tabii eğer görünürse.. ölüm gerçekleşmiştir.. önceden ne tezgâhlanmıştır.. ne olmuştur.. neden bir durum ortaya çıkmıştır.. bunların tümü belki şimdi mantıkla çıkarsanabilir..’

polisiye roman, meta üretiminin ve burjuva toplumunun gizemlerinin bilimsel bir açıklamasının mümkün olduğunu ve de kolektif kurtuluşun bireysel kaçışçılığa tercih edilir olduğunu anlayacak kadar olmasa da yabancılaşmasının  kısmen bilincinde olan yabancılaşmış entelektüellerle hizmet-sanayi emekçilerinin ihtiyaçlarına cevap verir.. polisiye roman, yarı uygar, yarı yüceltici olduğu gibi yarı kurtarıcıdır; tamamen burjuvadır, burjuva toplumunun hastalıklarının kurbanı olan orta sınıf için burjuva ilacıdır..”

ERNEST MANDEL..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘HOŞ CİNAYET, Polisiye Romanın Toplumsal Bir Tarihi..’ , ERNEST MANDEL, Çeviri : N. SARAÇOĞLU, YAZIN Yayıncılık, Nisan 1985, 180 Sayfa..

bir nedeni yok yalnızca öptüm…

bir nedeni yok yalnızca öptüm

dudaklarım gerisin geriye çekildi;   ağdalı bir sıvının ağır ağır örttüğü, korkunun biçim kazanıp ayağa kalktığı   ve ‘hey bana bir şeyler söylemenin vakti geldi’ dediği zamanlarda bekledim   seni; gözlerimi kapadım. bekledim. beklerken, özlemenin hangi geçitleri   geçilmez kıldığını, hangi duyguların insanı hayata kazandırdığını, basite   indirgenmiş hüzünlerin geceleri dinlenmeye müsait şarkılarla şahlandığını   anlatamadım. evet, bilmiyordum. bilmiyordum, kelimelerden arınmış bir cümle   kurar gibi sevişmeyi. sevişirken sözlük kullanıyordum hala. ama, seni   seviyordum. ve sevdiğimi, sevgimi anlatma telaşıyla hata üstüne hata   yapıyordum sana. sana yaklaşamıyordum. yasaklanmıştın adeta. çiğnemeye   çalıştığım yasak olsan da, uzak dursan da, o korkunç şeklini korusan da, fark etmiyordu   hiçbir şey. küçük bir ateş. küçücük bir ateştin sen. sönmekten ürken bir   ateş. bir su damlasıyla bütün görkemini kaybedebilecek bir ateş. aşkın mecali   kalmamıştı. sessizce sokuldum yanına. acıyla irkildin. gülümsedim.   gülümsememe anlam veremedin elbette. kimdi bu? ne istiyordu? tanımadığın   biri. hatıralarını darmadağın etmeyi planlamış bir yabancı. fuzuli bir beden,   karşındaki. usulca uzandım,

bir nedeni yok. yalnızca öptüm.

kimi geceler penceremden uzayı seyrederim. uzayın adını ben koymadım. uzayın   adını yıldızlar, gezegenler kendi aralarında kararlaştırmışlar. rahatlatır   beni o. bütün yağmurlar, uzayın derinliklerinden gelip yağar diye düşünürüm.   yağmurlar başka galaksilerden gelip yağar. romantizme uyum sağlamak için de   değil. öyle. işin gerçeği budur. yağmurlar, bu dünyaya ait sanma. bembeyaz   bir yalnızlığın olmalı senin de. lekesiz bir yalnızlık. lekelenmeye müsait   bir yalnızlık. tedirginliğini buna bağlıyorum seni seyrederken. pişmansın.   pişmansın kapıp koyveremediğin için sanki. elinde olsa, avaz avaz   bağıracaksın sokaklarda. ‘neyim ben? ! ’ diye haykıracaksın. olmuyor tabii.   olmuyor. sıyrılır gibi lüzumsuz bir yerden, sıyrılıp kendi affına   sığınıyorsun. beni anlayacağın günler gelecek. beni de göreceksin. benimle   tamamlanacak bir şeye benziyorsun çünkü. korkma lütfen,

bir nedeni yok. yalnızca öptüm.

çocukluğumdan söz etmek isterim sana, eğer sıkılmazsan. bir gün otururuz   evde, ben sana hayatımı anlatırım dakika dakika. kaç yaşımdaysam, o kadar yıl   sürer konuşmam. çay pişiririz. çaydanlığa su yerine votka koyarız sen   dilersen. sonra da sen anlatırsın: sevdiğin filmleri, sevdiğin parçaları,   sevdiğin canlıları, sevdiğin… hep sevdiğin şeylerden konu açarsın. ben   sıkılmam. ben seninle sıkılmamayı seni ararken öğrendim. seni hayal ederken keşfettim   sıkılmamanın azametini. bir insan, bir insanı sıkamaz. bir insan canı isterse   sıkılır. hacimler açarım sana içimde, dolman için, oraya akman için. hacimler   açarsın bana; çağlayarak gelirim. endişelenmen gereksiz,

bir nedeni yok. yalnızca öptüm.

olması gerektiği kadar fedakar biriyim aslında; daha fazlasını umma açıkçası.   endişelerim, ideallerim, halletmeye çalıştığım meselelerim var. başkalaşmaya   çalışıyorum. gözardı edilmiş tutumlar edinmek hoş. değişmek, hiç de zor   değil. yalnızca özgür olabilsem, sorun kalmayacakmış gibi sanki. anlaşılmak   istiyorum: sevdiğim bir şarkıyı herhangi biriyle paylaşırken aynı duyguları   hissetmek arzusu bu. evet, tıpkı bu. sese, ahenge kapılırken, kendini müziğin   ritmine verirken yanında bir diğerinin olabilmesi; görkemli bir anda birlikte   sadeleşebilmek. birlikte dansedebilmek gibi. sen hastayken başucunda birinin   sabaha kadar oturması gibi. arada bir alnındaki teri silmesi, üstünün   açılmamasına dikkat etmesi gibi. bir başkası için hayatta kalma çabası gibi   sanki. ölmek için değil, yaşamak için uğraşmak gibi. ummadan, hayal etmeden,   sıradan, olduğu gibi doğal. ve ciddi. ciddi ciddi hayatla mücadele edebilme   gücü. bu gücü yanyanayken yaratabilme yeteneği. ben bu yeteneğin bir parçası   olarak sokuluyorum sana. masallarla geliyorum. efsanelerle geliyorum.   herhangi bir insanın birikimiyle geliyorum aslında. artniyetsizim. inan,

bir nedeni yok. yalnızca öptüm.

bazı sorulara cevap bulamadım; kuşkusuz gerekli de değildi bu. soruyu soru   halinde bırakıp sahici yanını korumaya çalışmam, cehalet mi sanıldı acaba? !   bedenlerin bedenlerden istedikleri, ruhların, ruhlardan çıkarttıkları,   karşılıklı acıların birbirlerinin etkisini arttırdıkları vakitlerde düştün   aklıma. aklıma yayıldın. ne kaybedebilir, ne kazanabilirdim ki artık: ortadaydım   işte! bir başkasının mal varlığına dönüşmeden yaşayabilmenin yalnızlığıydı   bu. hayır! melankoli diye adlandırma bu durumu; ortak bir açı yakalayamama   sorunu galiba. her kadın gibi doğurmak hevesi, her erkek gibi dağların   doruklarında biraz gözden ırak hüzünlenme denemeleri aslında. kusura bakma,   kafam biraz dağınık,

bir nedeni yok. yalnızca öptüm.

insan inandığı şeyler uğruna muhteşem hatalar da yapabilir. kızmamalısın.   darılmamalısın eğer bir kardeşlik varsa aranızda. sevgi, hoşgörü takıntıları   da değil. bir elmanın kırmızı olması, bir gülün öyle kokması, bir derdin   halledilmesinin ardından gelen ferahlık kadar sıradan ve güzeldir hata yapmak   da. aşka çılgınlığın yakıştığı çağları neden unutalım? neden tarihin çuvalına   tıkalım tatlı serseriliği, az biraz sergüzeşt olmayı? ! ılımlılık mı   kurtaracak insanlığı? alttan alma mı örtecek bunca çirkefi, zorluğu, belayı?   demokrasi, senin saçlarından güzel olamaz. senin yüzünden daha güzel olamaz   krediler, faizler, repolar, tahviller. dünyanın en uzun gecesi 21 aralık   değil, beni terkettiğin gecedir. beni üzdüğün, yorduğun, yıprattığın gecedir.   bir kabahat mi gerçekten kendi dışında birine hayranlık beslemek? ! gerçekten   kırıyorsun beni,

bir nedeni yok. yalnızca öptüm.

birinin peşindeyim ben; tanımsız bıraktığım birinin. sessizliğin doyurduğu,   biçimli ve endişeli birinin. düşüncelerimi zapteden, kelimelerimi korkutan   birinin. yanında huzurlu uyuduğum, mutlu uyandığım birinin. onunla olmakla,   onunla birlikte yaşamakla gizli bir gurur duyduğum, asla kıskançlığa ya da   sahiplenmeye dönüşmeyen bir tutkuyla bağlandığım birinin. onu arıyorum göğe   her baktığımda; bir melek gibi uzanıp yüzüme dokunacağını tasarlıyorum. bütün   aşkların payına düşen şiddetten arınmış, başkalarına aynı/ birbirimize farklı   koktuğumuz bir sevginin yolu bu. cesaretimi ondan alıyorum pervasızca ve yine   ona ben cesaret veriyorum mücadele ruhunda. bir sır gibi saklıyoruz   misafirliğimizi. hüzün bitince geri döneceğiz çağımıza. insanlığa karışmaya   hazır yapışık kalpler taşıyoruz aşkımızda. bizim aşkımız hakikaten beden gücü   gerektiriyor akıl kadar. yapacak çok işimiz var. dövüşecek çok düşmanımız   var. kucaklayacak çok arkadaşımız var. bizim sebebimiz bu. bizim fazlalığımız   bu. belki de iksirimiz. kanayan yüzlerle çevrili bir gezegende, fırtınaya   karışan bellek tozlarımızla, erdemlerimizle, ideallerimizle ayaktayız. yalan   söylemiyorum

bir nedeni yok. yalnızca öptüm.

evet, sen de isterdin sanırım huzurlu yaşayabileceğin bir hayatın planlarını   yapabilmeyi; kolaya indirgenmiş, biraz fazlayı aşırılıkta aramayan, ölçülü   bir heyecanla kritersiz bir maceraya aday kahraman olmayı. “rüzgara dur,   yağmura yağma, mevsime değiş” demeyi; doğru, hepimizde biraz tanrıyı   kıskanmak var galiba. bütün günahlar da buradan kaynaklanıyor adeta.   hırslarımızın, çekincelerimizin odağı burası. kazanmaktan çok, kaybetmeyi   göze alabiliyoruz. çikolata bile kurtlanabilir. dondurma erir. çiçek solar.   galiba önemli olan, onları yerinde yaşamak, yerinde korumak! birer hatıraya   dönüşseler bile! kaç ölüme kaç doğuma şahit olduğunu hatırlayabiliyor musun?   sevmek, ifade edebilmek kadar, ifadeyi unutmamaktır da.

şimdi sessizce uzaklaşmalıyım. çünkü beni anlamadığını, anlamak için   uğraşmadığını, hatta bunu önemsemediğini biliyorum. aynı otobandaydık ve   birimiz birimizin yanından geçip gitti. hafızasızlığı, gurur saymanın adil   yanı! . hangimiz süratliydik; önemi kalmadı. hangimiz daha özveriliydik;   bunun da.. umarım mutlu olursun. bunu bir çöküntü anında da söylemiyorum. hiç   kimse aldatmadı ötekini; yalnızca böyleydik işte! . yüzüme öyle bakma   nefretle,

bir nedeni yok. yalnızca öptüm.

benden uzaklaştıkça, bana ait olandan yakanı sıyırdıkça rahatlayacağını,   herşeye yeniden başlayabileceğini sanıyorsun. Kim bilir, doğrudur belki de! .   adımın yaşamadığı, adımın özlemle anılmadığı yerlerde kime umut verebilirim   ki zaten? romantizmin tehlikesi büyük! romantizmin tehlikesi büyük!   romantizmin esrarı büyüleyici! romantizmin kanına girdiği insanlar bencil ve   hırslı!

ben seninle birlikte yaşlanabilecek kadar erken yola çıkmayı istemiştim;   maceramız uzundu çünkü. maceramızın tahakküm altına alınamayacak kadar   mükemmel olması, donanımımızla ilişkiliydi. yani, sen ne kadar sevecensen,   ben ne kadar yıpratıcıysam.. o da o kadar mükemmeldi. özveri denebilir buna.   evet, buna özveri demek beni mutlu ediyor. insan, özverinin çocuklara ad   olarak verilebileceği bir dünyada tanımını kaybediyor. bu kaybedişteki kaosun   ritmiyle çekiliyorum sana. sen bir mıknatıssın şeffaf ve ben, çekilirken sana   içimdeki alelade metal parçalarıyla, kan şekerim düşüyor, ağzım düşüyor,   ellerim.. en çok da ellerim düşüyor! . sakın ha üstüne alınma,

bir nedeni yok. yalnızca öptüm.

ben seni kırmak için yaratılmadım. uzun zamandır seni planlıyorum haksızca;   cezalandırılacak kadar mı yabancı, tanınmaz ve suç yüklüydüm? ! belki; seni çok   yıprattığımın, bıraktığımın elbette farkına vardım, ama herşey mi benim   aleyhte varoluşumla açıklanabilir? ! beni, başta sana olmak üzere kimliklere   karşı saldırganlaştıran koşulları tek başıma ben mi oluşturdum? seni   kaybettim. bunu biliyorum. seni kaybettiğimi sen çekip gitmeden önce de   biliyordum. ortadaydı. bedel ve kefalet ortadaydı.. senin hakkında bir satır   yazmamaya çalışmamın nedenini hiç düşündün mü? ! sana ait olanları içten içe   koruma uğraşı mıydı sanki bu: kuşkusuz. hala da saygıyla ağlıyorum. büyük bir   tesadüfe yenildim, büyük bir eksen kaymasıyla, sihirbazın şapkasında sıkışıp   kalan tavşan gibi,

bir nedeni yok. yalnızca öptüm.

elbette kızıyorsun bana; belki en çok da bu zayıflığıma kızıyorsun:   tedirginliğime, seni kaybetme endişeme, telaşıma, şaşkınlığıma, titreyişime,   ürpermem, anlamlarını anlamamış kelimelerle yetinmeme, müzakerelerde   bulunmama, buhranların yorduğu bir gençlik yaşamama, bilincimi sana   yönlendirmeme, sürekli sürekli içmeme, kelimelerin kifayetsiz olma durumuna,   vesaireye vesaireye.. inadıma öfkeleniyorsun. seni bırakmama, seni   özgürlüğüne salmama hiddetleniyorsun. bu da aşk işte! bu da entrika! bu da   soysuzlaşmanın, aşkın getirdiği dalaveralarla kendine kilitlenmenin başka bir   çeşidi! peki anahtar nerede sevgilim? ! peki anahtarın üzerindeki yivler   kimin eseri? ! dur, dur, bağırma,

bir nedeni yok. yalnızca öptüm.

bunlar da geçecek şüphesiz. seni unutmama kaç yüzyıl kaldı ki.. bir küsme,   bir burulma biçimiyle gidişinin ardından şehrin gri cephelerine fevkalade   ağır bir el bombası gibi düşen bunaltının bıraktığı korkunç acının   unutulmasına kaç yüzyıl kaldı ki.. yaralandım. bütün noktalarımdaki   nöbetçiler de yaralandı. çığırından çıkmış bir ayaklanma gibi ağlamakta   yalnızlığım. bir gerçek aramıyorum felakete. bir bahane göremiyorum   arkadaşlarımın beni teselli etmek için söyledikleri kelimelerin hanesinde.   ama yokluğunu doldurmuyor sevda siyasetinin hançerleri. ama bilemiyorum   yağmurun ardından artık hangimiz suçlanacak.. eğer hissediyorsan,

bir nedeni yok. yalnızca öptüm.

ben sende ardı arkası kesilmeyen bir korku sevdim. ben bir cüce çocuk sevdim   sende sıska. şiddetli ve hayret uyandıran manevralarla kendi kanına olan   saplantılı aşkını sevdim. o rutubet kokan loş yüzündeki kanalizasyonları, az   kelimeyle kurduğun cümlelerdeki gizli soru işaretlerini, barlardan çatlak   bardak gibi atılmayı beklemeni, serserice patlamalarını, yuttuğun toplu   iğneleri ve bir film hilesi hissi uyandıran utangaç hasret pozlarını sevdim.   dokunamadım sana. Parmak uçlarım neşterdi çünkü. kırılan bir kemiğin sesiyle   veda ederken,

bir nedeni yok. yalnızca öptüm.

KÜÇÜK İSKENDER..

‘KARANLIKTA HERKES BİRAZ ZENCİDİR’ , KÜÇÜK İSKENDER, SEL Yayıncılık,  Ocak 2006, 232 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yaşasın sinema..

“son zamanlarda pek yazmaya fırsatım olmuyor..  okunanlar, izlenenler, dinlenenler, yaşananlar o kadar çoğaldı ki.. fakat yazmak için fırsat olmuyor.. özellikle yılın son iki ayı sevdiğimiz insanların rahatsızlıkları bizi çok üzdü.. sevgili üstadımız dursun ali abimizin rahatsızlığı özellikle çok üzdü bizi.. bir anda ortaya çıkan o lanet hastalık moralimizi çok bozdu.. ama eminiz ki dursun abimiz bu hastalığı da kolayca yenecek ve göl keşfi gezilerimize devam edeceğiz onunla.. bir yandan işler bir yandan da hastalıklar nedeniyle ancak uykusuz gecelerde film izleyerek, okuyarak, yeni sesler dinleyerek birazcık da olsa insan huzur buluyor.. özellikle izlediğim film sayısı bayağı arttı sabahlara kadar oturmalarımda.. ayrıca gece matinelerinde sinemada izlediğim filmler de var.. eski yeni toplam kaç film izledim son bir ayda sayısını bile hatırlamıyorum.. bir de eski bir sevgiliye döner gibi tekrar izlemelerim oluyor sevdiğim filmleri..

neyse hepsinden bu yazıda bahsedemem fakat aklıma ilk gelenlerden bahsedeyim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ilk olarak aklıma gelen ‘ümit ünal’ın daha önce izlemeyip atladığım ‘kaptan feza’ filmi oluyor.. ben bu filmi nasıl atlamışım onu da anlamadım bir türlü.. ve neden bu filme hiç önem verilmemiş o da ayrı bir acı.. abuk sabuk filmlere saatler, sayfalar ayıran borazanlar bu filmde susmuş.. halbuki hem öyküsü, hem oyunculukları hem de müzikleriyle on numara bir film..

senaryosunu yine ‘ümit ünal’ın yazdığı, yapımcılığını ‘candan erçetin’ ve ‘hakan karahan’ın yaptığı filmin  başrollerinde  ‘hakan karahan , ahmet mümtaz taylan, umut karadağ, mine tugay ve meral okay’ var.. ‘hakan karahan’ işadamlığını bırakıp sinema ve edebiyat dünyasına giren birisi.. artık yeter demiş ve iş adamlığını bırakmış, kendisini sinemaya ve edebiyata vermiş.. mektepli, alaylı birçok ünlü oyuncuyu cebinden çıkaracak bir oyunculuk yeteneği olmasına rağmen ‘ben oyuncu’ değilim diyecek kadar da tevazu sahibi..

filme gelince : eski bir yeşilçam aktörü olan babasına çok benzeyen mafya tetikçisi ömer (hakan karahan) ile annesi ile babasını bebekken ölüm oruçlarında kaybeden, ama onların amerika’da olduğunu bilen ve nenesiyle birlikte yaşayan  altı yaşındaki asu’nun hayatlarının kesiştiği bir günlük zaman diliminde gelişen olayları anlatıyor film.. ömer, babasının canlandırdığı ‘kaptan feza’ karakterine çok benzemekte olduğundan asu onu çok sevdiği ‘kaptan feza’ zanneder.. eski patronundan kaçan ömer ise çok zor durumda olmasına rağmen asu’nun hayallerini yıkmaz ve uzay kahramanı ‘kaptan feza’ gibi davranır.. eski patronunun tetikçilerinden kurtulmak için sığındığı gece kondu semtindeki asu’ların evinde ömer kendi iç hesaplaşmalarını da yaşarken, evin yanında oturan hemşire elif’le de duygusal bir yakınlaşma yaşar.. özellikle aksiyon sahneleriyle ve masalsı tadıyla da on numara bir film.. masalsı yanının dışında gerçek hayatla da iç içe olması filmin inandırıcılığını, samimiyetini arttırıyor.. geçim zorluğu, insanlığın bitmesi, yardımseverliğin tükenmesi, ölüm oruçları gibi sosyal konular da filmde yer buluyor..  ‘candan erçetin’ imzalı müziklerine de diyecek yok zaten.. bulursanız mutlaka alıp izleyin 2009 yapımı bir ‘ümit ünal’ klasiği olan ‘kaptan feza’ filmini yoksa sinema dünyanız eksik kalmış olur.. son filmi ‘nar’ı da şiddetle tavsiye ederim.. onunla ilgili ayrı bir yazı yazacağım..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘john gray’in 2010 yapımı ‘white irish drinkers’ filmine gelince en başta biraz hayal kırıklığı yaşadığımı söyleyeyim.. beklediğim gibi çıkmadı.. senaryosu çok sağlam olan bir film olmasına rağmen film izleyiciyi bir türlü saramıyordu.. sıcaklığı azdı filmin.. oysa biraz daha çalışılsaymış bir sinema klasiği olabilirdi.. ‘nick thurston ve geoffrey wigdor’un başrollerini paylaştığı filmin senaryosu da ‘john gray’e ait.. ‘brian’ ve abisi ‘danny’, ‘broklyn’de alkolik liman emekçisi babaları ve üç tane erkeğin kahrını çeken anneleriyle birlikte yaşamaktadır.. iyi bir ressam olan ‘brian’ topu atmak üzere olan, gırtlağına kadar borca batmış bir sinemada part time çalışmaktadır.. sinemadan fırsat bulduğunda evlerinin bodrumunda herkesten gizli resim çalışmalarına bıkmadan usanmadan devam eder.. abisi ‘danny’ ise ufak tefek suçlardan sabıkalı birisidir.. kolay yoldan köşeyi dönmenin çarelerini aramaktadır.. kardeşi ‘brian’ı da bazı soygun olaylarında yardımcı olarak kullanmaktadır.. ancak bir gece yaptıkları soygun sırasında abisi ‘brian’ı itaat etmediği için kovar ve araları bozulur.. kendisini sinemadaki işine ve resimlerine veren ‘brian’ yeni tanıştığı ‘shauna’yla da fırtınalı bir aşk yaşar.. çalıştığı sinemada hep bir ‘rolling stones’ konseri hayal eden ve sinemanın sahibine sinemanın mali kurtuluşu için hep böyle bir konser yapılması gerektiğini anlatan ‘brian’ın hayali bir gün gerçek olur ve ‘rolling stones’ bir saatlik bir konser vermeyi kabul eder.. ancak  alkolik babasıyla abisi arasındaki kavgaların arasında da kalan
‘brian’ yaşadığı şehirden ve ailesinin yanından bir an önce çekip gitmek istemektedir.. bir arkadaşının önerisi üzerine gizlice güzel sanatlar akademisine resimlerinin fotoğraflarını gönderen ‘brian’ okuldan hiç beklemediği bir davet alır ve olaylar gelişir.. gerek konusu gerek kadrosuyla daha çok beklentim olan bu film istenilen düzeye maalesef ulaşamamış.. emekçi semtlerindeki hayat mücadelesini anlatan nadir amerikan filmlerinden birisi olan bu filmde ‘brian’ ve sevgilisi ‘shauna’nın mezarlıktaki özgür koşuları ile özellikle ‘brian’ın babasını canlandıran ‘stephen lang’ın oyunculuğu unutulmayacak cinsten.. bence izleyin kararınızı siz verin derim.. resim, sinema ve müzik dünyasının yanı sıra emekçi mahallelerindeki yaşam mücadelesini anlatan bu film yukarıda da dediğim gibi sırf mezarlıktaki koşu için bile izlenebilir..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

üçüncü filmimiz ise tesadüf eseri elime geçen ‘kevin smith’in hem senaryosunu yazıp hem de yönettiği ‘red state’ filmi.. düşünsel, dini veya ideolojik bağnazlığın nerelere varabileceğini gösteren iyi bir gerilim filmi çıktı bu yapım.. ayrıca devletin iç güvenlik teşkilatlarının ne kadar acımasız olabileceğini de teşhir eden bir amerikan yapımı film bu.. aslında bir korku filmi olduğu hissi uyandırıyor başlarda ama film geliştikçe bambaşka bir yöne doğru kayıyor.. bir hristiyan tarikatının yaşantılarını, düşüncelerini beğenmedikleri insanları değişik yollarla kaçırıp sadece kendi üyelerinin girdiği kilisede türlü işkencelerle öldürdükleri olaylar filmin temelini oluşturuyor.. faşist tarikatın yaptığı akıl almaz eylemler, işkenceler yanında devletin istihbarat ve güvenlik teşkilatlarının insan hayatını hiçe sayan yaklaşımlarını da çok güzel deşifre edip anlatıyor hikayenin içinde.. 88 dakika olmasına rağmen aksiyonu bol ve olay örgüsü yoğun bir film.. filmde ön plana çıkan bir oyuncu yok.. faşist tarikatın rahibi ile gizli servisin operasyon şefi belki daha çok ön planda görülebilir fakat filmin başrol sayılabilecek bir oyuncusu bence yok.. tarikatın iç işleyişindeki itaat zinciri ve tarikatın liderinin emirlerinin hiç sorgulanmadan yerine getirilişi, tarikatın üyelerinin şehrin polis şefinin eşcinsel ilişkilerinin görüntülerini ele geçirerek baskı ve şantajla yaptıkları katliamlara sesini çıkarmamasını sağlamaları yobazlığın, bağnazlığın hangi ülkede olursa olsun aynı sistemle işlediklerini gösteriyor.. bence izlenmesi gereken filmlerden birisi, elinize geçerse izleyin derim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

gelelim son zamanlarda beni en çok etkileyen filmlerden olan ‘hodejegerne – kafa avcıları’na.. son yılların yükselen sinemalarından birisi de iskandinav ülkeleri sineması.. bunlardan başı çeken ülke de norveç sineması.. bu film de norveç yapımı, senaryosu ‘jo nesbo’ya ait  bir ‘morten tyldum’ filmi.. başroldeki yine son yılların yükselen yıldızı 1975 oslo doğumlu ‘aksel  hennie’ bu filmde oyunculuğunun doruğuna çıkmış durumda.. ‘aksel  hennie’nin filmlerini onu ilk keşfettiğimden beri tereddüt etmeden alıyorum ve büyük bir merakla hemen izliyorum.. filmde ‘aksel’in canlandırdığı ‘roger brown’ adlı karakter zengin bir işadamı kılığındaki usta bir tablo hırsızıdır.. herkes onu ülkenin tanınmış şirketlerinin sahibi saygın bir işadamı sanırken o aynı zamanda usta bir tablo hırsızıdır.. istihbaratını aldığı değerli tabloları polis teşkilatındaki adamının da yardımıyla çalıp, yüksek paralara satan ‘roger brown’ sonunda baltayı taşa vurur.. eski bir asker ve istihbarat uzmanı olan ‘clas greve’in ailesinden kalma tabloyu çalan ‘roger’in tüm hayatı alt üst olmaya başlar.. bu arada filmin en büyük güzelliği ise ‘güzel’ kelimesini tam anlamıyla ifade eden ‘roger’in karısı ressam ve galeri sahibi ‘diana’yı canlandıran ‘synnove macody lund’un kendisi.. sadece onun için bile izlenebilir film dediğimde benim hakkımda ne düşünürseniz düşünün umurumda değil.. sanırım kendisinin ilk filmi olan ‘kafa avcıları’nın bu güzel yıldızı 1981 doğumlu uzun boylu sarışın, sinemaya son yıllarda kazandırılmış en güzel yüz.. uzun boyu ve güzel fiziğiyle daha çok filmde rol alacağına eminim.. tekrar dönelim filme.. ‘roger’ ve karısı ‘diana’ mutlu bir hayat sürmektedirler.. aralarındaki tek problem karısının çocuk isteğine kendisinin hep karşı çıkmasıdır.. bunun nedeni de karısının doğacak çocuğunu kendisinden daha çok sevme ihtimali ve çocuktan dahi karısını bile kıskanmasıdır.. karısı ‘diana’ya işte böyle deli gibi aşık olan ‘roger’ sırf karısı kendisini terk etmesin  diye devamlı ona pahalı hediyeler almaktadır.. ancak çocuk isteği karşısında takındığı olumsuz tavır nedeniyle aralarında başlayan soğukluk karısının onu ‘clas greve’ ile aldatmasıyla doruğa ulaşır.. ancak ‘clas greve’in derdi ne ‘roger’in kendisinden çaldığı tablo ne dünyalar güzeli ‘roger’in karısı ‘diana’dır.. onun tek derdi ‘roger’in sahibi olduğu şirketlerin yönetimini ele geçirmektir..

çok sürükleyici bir yapısı olan filmin nasıl yol alacağını ve olay örgüsünü bir türlü çözemiyorsunuz.. bir sonraki sahneyi tahmin etmeniz kesinlikle mümkün değil.. son yıllarda heyecanla  izlediğim en sıkı filmlerden birisiydi, ‘aksel heine’nin oyunculuğunun doruğuna nasıl ulaştığını görmek için izlemenizi öneririm..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

beni geçen senenin sonunda en çok hayal kırıklığına uğratan filme gelelim : ‘aşk ve devrim..’ senaryosunu ‘serkan turhan’ın yazdığı yönetmenliğini ‘serkan acar’ın yaptığı bu filmi merakla bekliyordum.. ‘serkan acar’ın, ‘özcan alper’in unutulmaz filmi ‘sonbahar’ın yapımcısı olmasından dolayı daha da bir umutlanmıştım film için.. film gösterime girdiği gün her şeyi  bırakıp filme koştum.. yüz kişilik salonda yine bir avuç kişiydik : altı kişi.. film akmaya başladı ve bahariye caddesindeki sinemaların kalitesiz salonlarının klasik hale gelmiş arızalarından birisi zaten filmin başında tüm şevkimizi kaçırdı.. sanki ilerleyen dakikaları haber veriyordu bu arıza.. görüntü ve ışık gitti sadece oyuncuların sesleri geliyordu.. neyse makinist arızayı giderdikten sonra film akmaya başladı yeniden.. büyük umutlarla gidilen film hayal kırıklığı yaratarak ilerlemeye başladı.. sakın kimse yanlış anlaşılmasın filmden devrim üzerine övgü dolu sözler, heyecanın, devrimci coşkunun ve duygunun doruğa ulaştığı sahneler beklemiyordum.. gerçek neyse onu bekliyordum.. iyi bir düşünceyle başlanan proje bir fiyaskoya dönüşmüş.. film buz gibi.. ama hayatın sertliğini, devrimci duyguların bozguna uğrayışını, örgütsel ve duygusal ihanetleri anlatan bir buz hali değil bu.. film sarmıyor izleyeni.. bir sıcaklık yaymıyor.. lise müsamerelerindeki duygusuz, buz gibi soğuk konuşmaların yapıldığı bir film.. filmin duygusal yoğunluğun en yüksek olduğu sahne ölen devrimcinin ailesinin evindeki taziye ziyaretinde arka planda çalan bir ‘ahmet kaya’ şarkısının duyulduğu sahne.. o sahnenin etkileyiciliğinin nedeni de zaten ‘ahmet kaya’nın şarkısı.. büyük bir figürasyonun kullanıldığı filmde ne mezarlık sahnesinde, ne grev çadırındaki sahnelerde, ne örgüt içi toplantıların olduğu sahnelerde, ne işkence sahnelerinde ne de sevgililerin seviştiği sahnelerde bir estetik,  anlam ve duygu yoğunluğu var.. ‘gün koper ve deniz denker’in başrollerini paylaştığı filmdeki oyunculuklara gelince onlarda istenilen düzeyde değil maalesef.. yetenekli oyuncular olmasına rağmen filmdeki performansları hiç iyi değil..   eldeki senaryo bence çok kötü heba edilmiş.. verilmek istenen mesajların hiçbirisini de izleyiciye ulaştıramayan bir film.. yönetmen ‘serkan acar’ın ve senarist ‘serkan turhan’ın tüm röportajlarını okudum.. ne yapmak istediklerini çok güzel anladım ama maalesef ortaya çıkan iş kötü bir yapım.. yine de yüreklerine ve emeklerine sağlık diyorum emeği geçen tüm film ekibine.. açık söyleyeyim hiçbir filmi yarıda bırakıp kalkmak istemem.. hele sinema salonunda izlerken asla böyle bir saygısızlığı yapmam.. ama inanın filmin bitişini sabırsızlıkla bekledim, gözüm hep saatimdeydi.. ve filmi altı kişiyle izlemeye başlamışken filmin sonunda fark ettim ki filmin ikinci yarısında sadece ben kalmışım salonda.. benim dışımda herkes filmin sonunu beklemeden tüymüş.. bu da filmin izleyiciye ulaşamadığının en büyük göstergesiydi bence.. ama yine de emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz aylak adamız ailesi olarak ve yeni filmlerinde güzel şeyler söyleyip, yazabilmek umuduyla onları selamlıyoruz..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘aksel heine’nin başrolünde oynadığı ‘hodejegerne’ filmi gibi son zamanlarda beni en çok vuran filmlerden birisi de yönetmen  ‘kim je-woon’un 2010 yapımı son filmi ‘i saw the devil – şeytanı gördüm’ filmiydi.. 2009 yılında ‘a bitter sweet life’ adlı filmiyle tanımıştım ilk kez ‘kim je-woon’u.. güney kore sinemasının dünya sinemasına kazandırdığı en sağlam yönetmenlerden birisi olduğunu bu filmiyle bile gösteriyordu.. epeydir son filmi olan ‘i saw the devil’ ile ilgili methiyeleri dinleyip, okuyordum.. uzun süredir de filmi izleme imkanım vardı ama hep erteliyordum.. sonunda bir hafta sonunda mekanda filmi izleme kararlığına vardım.. dehşet bir sahneyle başlıyordu.. zaten gergin olan sinirlerim birden kopma noktasına geldi ve filmi dondurup izleyip izlememem konusunda düşünmeye başladım.. baştan yazayım iyi bir sinir yapısına, sağlam bir kalbe ve mideye sahipseniz filmi izleyin derim.. yoksa filmin bir yerinde ya yığılıp kalırsınız ya da kusarsınız.. hele ani reaksiyonlar ve görsel olarak sertlik içeren sahnelerde güçlü bir yapınız yoksa bayılıp kalabilirsiniz korkudan benden söylemesi.. insanları zevk için ve genellikle işkence içeren yöntemlerle katleden, tecavüz eden kötülük manyağı bir seri katil olan ‘kyung-chul’ ile gizli bir polis olan ‘dae-hoon’ arasındaki acımasız kovalamacayı anlatan 144 dakikalık bu uzun filmde tıpkı ‘hodejegerne’ adlı norveç yapımı film gibi sürprizlerle dolu bir film.. bir sahnede yaşadığınız şoku atlatamadan arkasından gelen sahnede bambaşka bir sürprizle karşılaşıyorsunuz.. tam film burada bitti derken sil baştan başa dönüyorsunuz.. sıkılmadan aksiyonun ve gerilimin doruğa ulaştığı bu filmi izliyorsunuz.. özellikle psikopat katil ‘kyung-chul’u  canlandıran ‘min-sik choi’nin oyunculuğu ders verir nitelikte.. rolüne kendisini öyle kaptırmış ki bir an sanki gerçek hayatında da bir psikopat olduğunu ve bu yüzden rolünü bu kadar iyi canlandırdığını aklınızdan geçiriyorsunuz.. acımasızca cinayetlerine devam eden ‘kyung-chul’ bir gün emekli bir komiserin kızı olan ve aynı zamanda gizli polis ‘dae-hoon’un çocuğunu karnında taşıyan sevgilisi ‘joo-yeon’u kaçırıp acımasızca katleder.. büyük bir çöküntü yaşayan ‘dae-hoon’ işinden izin alarak psikopat katilin peşine düşer.. onu yakalayana kadar kendisine rahat yoktur.. ama tek amacı onu yakalamak değildir.. onu kendi yöntemleriyle acı çekmesini sağlayarak öldürmektir.. çok zekice işlenen senaryonun filme aktarılması da çok başarılı olmuş.. çok uzun bir film olmasına rağmen tek bir sahnesinin bile fazlalık olduğunu hissetmiyorsunuz.. ‘kim je-woon’un bu şaheserini benim gibi zaman kaybetmeden hemen izleyin derim.. yoksa gerçekten eksik kalırsınız.. tabi filmin içerdiği aşırı şiddet dolu sahneler için tekrar uyarayım hepinizi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

şimdi de gelelim ailesine katkı olsun diyerek kar kış demeden ayran satmaya çalışan ‘hasan’ın hikayesinin anlatıldığı bir ‘selim güneş’ filmi ‘kar beyaz’a.. ‘kar beyaz’, ‘sabahattin ali’nin ‘ayran’ adlı öyküsünden uyarlanan bir film.. ‘selim güneş’in sanırım ilk yönetmenlik denemesi.. artvin’de zorlu kış koşullarında çektiği bu filmle sinema dünyasına iyi bir başlangıç yapmış yönetmen ‘selim güneş..’ tanınmamış amatör oyuncularla çok zor bir hikayeden mükemmel  bir film çıkarmış.. ben bu filmi de nasıl atlamışım diye hayıflandım izlediğimde.. özellikle karlı orman sahneleri büyüleyiciydi.. ‘hasan’ın babası siyasi bir olaya karışmasından dolayı kendi komşusunun ihbarıyla tutuklanır.. annesi ise ilçede bir kamu görevlisinin evinde hafta içi ev işlerini yapmaktadır.. hafta boyunca evde iki kardeşine bakan ‘hasan’ eve katkı olsun diye karlı havada bile biraz uzaktaki ilçe yolunun üzerindeki mola yerinde yolculara ayran satmaktadır.. her sabah dondurucu havada zorlu bir yolda elinde ayran güğümüyle mola yerine kadar giden ‘hasan’ hafta sonu annesinin eve gelişini iple çeker.. ancak annesine olan özlemi hafta sonunun gelişiyle bitmez.. babasının yokluğuyla zaten büyük acılar çeken ‘hasan’ annesinin özlemiyle de yanar tutuşur.. bu filmi de mutlaka izlemenizi öneririm.. filmde emeği geçen herkese teşekkürlerimizi de unutmadan buradan sunalım..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bayağı uzun bir yazı oldu, bu yüzden son olarak büyük usta ‘julio medem’in 2010 yapımı bir başyapıt olan filmi ‘room in rome’ ile bitireyim yazımı.. ‘julio medem’in bende çok özel bir yeri vardır.. ispanyol sinemasının vahşi amerikan yapımlarına karşı sapasağlam ayakta duran yönetmenlerinden birisidir.. ben masalları çok severim.. masal anlatan ya da masalsı bir tadı olan filmlere bayılırım.. ‘julio medem’in her filmi de müthiş masalsı öğeler içerir.. klişe hikayeler anlatmayı sevmez.. çetrefil politik bir konuyu işlerken bile müthiş hikayeleri kurgulayarak sonucu öyle bir bağlar ki apışıp kalırsınız.. ‘medem’le ilk olarak hemen herkesin izlemiş olduğunu tahmin ettiğim ‘kutup çizgisi aşıkları’yla tanıdım.. bu film aldı beni çok uzaklara, çok eksi zamanlara götürdü.. aşkın, sevginin gücünü müthiş anlatmıştı bu filmde.. sonra diğer filmlerine dalmaya başladım.. en çok sevdiğim ‘caotica ana’ ise bence sinema tarihinin hiçbir zaman unutulmayacak filmlerinden birisidir.. fakat ‘julio medem’in tüm filmlerine bazen ulaşmak mümkün olmuyordu.. uzun bir süre ‘vacas’ı aradım.. ‘vacas’ı izlediğimde bu adamın bütün filmlerini bulmalıyım dedim ve yavaş yavaş hepsini arşivime kattım.. ama kötü huylarımdan birisi de burada hemen devreye girdi : filmleri hemen tüketmemek için uzun aralarla izlemeye karar verdim.. çünkü ‘medem’in filmlerini bitirdiğimde ‘medem’in bana anlatacağı bir masalı kalmamış olacaktı ve ben çok uzun süre ‘medem’in yeni masallarını bekleyerek üzülecektim.. uzun bir ara vermemden sonra son yapımlarından birisi olan ‘room in rome’u geçen gün izledim.. başrollerinde birbirinden güzel iki kadın ‘elena anaya ile natasha yarovenko’ var.. ve filmin hemen hemen tamamı bir otel odasında geçiyor.. ‘roma’nın tarihsel dokusu içinde sıkışıp kalmış bir otel odasında yeni tanışmış iki kadının geçmişleriyle hesaplaşmaları, birbirlerine kendilerini anlatmaları, birbirlerine duydukları aşkın sonucunda kendilerinden geçip defalarca sevişmeleri anlatılıyor filmde.. tek mekanda ve iki oyuncu arasında geçen bir film olmasına rağmen ‘julio medem’in müthiş bir iş çıkarıp tarih, sanat, resimle ördüğü masal tadında bir film.. filmi izledikten sonra filmle ilgili eleştirileri okudum, çoğunluk yine acımasızca erotik bir film olarak görüp eleştirmişler filmi.. zerre kadar filmin içine girememişler ve anlayamamışlar.. iki lezbiyenin hayatı demiş çıkmışlar.. yuh diyorum sadece.. filmin final sahnesi bile yüzlerce filme bedel.. özellikle kadınların mutlaka izlemesi gereken bir film ‘room in rome..’  hele filmin müziklerine gelecek olursak tek kelimeyle muhteşem.. tango ezgilerinden, ‘natacha atlas’ın şarkılarına kadar on numara bir müzik eşlik ediyor filme.. ne diyeyim artık kaçırmayın, bulup izleyin bu muhteşem filmi diyorum..

2012’de de hepinize sinemayla dolu günler diliyorum..

gülüşünüzle kalın..”

Crockett..

kapitalizm demokrasiye karşı…

“Devletlerin küsüp barıştığı, üstelik yerçekiminden dolayı hepinizin lanet olsun diyerek uzaklaşmak isteyip, beceremediğimiz bir dünyadayız. Evet, yerçekimi, bizim dünyaya çapa atmamızı sağlayan bir Isaac Newton buluşu. Dayanılmaz hafifliğimize kan doğrayan, nasıra sebep ciddi bir duruş biçimi.

Kapitalizmde demokrasi arama çabaları sanırım son bulma noktasına geldi. Kapitalizm demokrasi kavramını içine sindirmeye çalıştıkça, dünyanın dört bir yanında o bünye bu güzelliği kaldıramaz çığlıkları atılıyor. Elbette Türkiye de bu ülkeler arasında, bize ne yalanlar söylendi… İleri demokrasi, demokratik atılım. Geçmişe gidecek olursak bir döneme ipotek koymuş Türkiye’nin en sağcı partisinin adı bile Demokrat Parti’ydi.

Demokrasi dediğimiz şey zaten temel sistemin oyuncağı. İstediği gibi oraya buraya çekilebilen bir olgu olduğunu biliyoruz. Diktatörlükle yönetilen bir ülkede yandaşlara demokrasi elbette vardır. Peki diğerleri? Bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz. Halk iradesinin sıfır derecede dondurulduğu bir ülkede toplum adına özgürlük isteyen insanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Nerede artıyor, tabii ki içerde. Eskilerin deyimiyle dam da.

Aslına bakarsanız sorun değil. İçerdekilerin dışarıdakilerden daha rahat olduklarını düşünüyorum, çünkü aynı idealler peşinde koşanların soluk alabileceği mekânlar haline geldi cezaevleri.  Gazetecileri kafesledikçe Türkiye’deki gerçek gazeteci sayısı da ortaya çıkıyor.

Sanırım bu gidişle içerisi dışarısından daha “hoş” bir yer haline gelecek. Devletin özgürlük istismarı yapması her dönem karşımıza çıkan olgulardan biridir. Yanlışlıkla devlet gider halkını bombalar sonrasında bir süre ortalıkta gözükmez ve hemen sonrasında başka bir özgürlük hâsıl olur.

Bu arada şuna da değinmeden geçmeyelim.

Bu edebiyat çevresinde öylesine insan kılıfı giymiş/giydirilmiş tipler var ki aklınız almaz, dimağınız durur. Kardeşim memleket kan gölüne dönüyor sen o gölde balık tutmaya çabalıyorsun. Çık bir yere demeç ver, git bir basın açıklamasına katıl, git bir protesto metnine imza at. Yok, onun varı yoğu kitlesi. Aman diyelim Allah zeval vermesin kitlene. Sen zaten vatandaşlık görevini yerine getirip sürü zihniyetinin bir mahsulü haline gelmiş/getirilmişsin be kardeşim.  Kitlenizle mutluluklar.”

‘Papyrus’

YENİ YIL…

“bira içerek ‘delirmen’ olan babamın arkadaşlarına”

 

Yeni yıl geldi

Herkes neşelendi !

Yeni yıl,

Yeni yıl.

 

Tam 24’de yeni yıla giriyor dünya.

Hangi insan sevmez ?

Tabii ki insan olan herkes sever

Barışı ve yeni yılı.

 

‘Nehir’

(Dünyanın en küçük aylak şairi.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : ‘nehir’ ve ‘halo dayı’…)

‘haysiyetsizlere’ , ‘midesizlere’ inat 2012’de biz yine buradayız..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“zaman su gibi akıyor, nasıl geçip gittiğini anlayamıyorsun bile.. hayat dönüp arkana bakmana bile fırsat vermiyor koşturmacası içinde.. 2011’i de devirdik cumartesi günü.. 2012’nin gelişi 2011’den belli zaten.. ama umarım 2011 kadar zalim ve acımasız olmaz..

2011 ‘aylak adamız’ ailesinin en çok büyüdüğü yıl oldu.. yazarlarımızın sayısı 40’ı geçerken, dışarıdan alıntılarıyla, önerileriyle destek verenlerin sayısı yüzü buldu sanırım.. ‘rating’ gibi bir derdimiz olmadığından tıklanma ve okunmamıza dair kimsenin inanamayacağı rakamları buradan verip kıskançlıktan bazılarının çatlamasını istemiyorum.. sitemizde reklam olmadığı gibi görüleceği üzere   hiçbir yerinde sayaç da bulunmuyor diğer bazı siteler, bloglar gibi.. 2011’de onlarca profesyonel yazarı olan ‘caf caflı’ ve yanarlı dönerli reklamlı siteler tozumuzu yutmakla meşguldüler ve bu meşguliyetlerine tabii ki devam edecekler..

2011’de birçok yeni aylak katıldı aramıza.. kimisi her zaman açık olan kapımızdan çok hızlı girdi ve her zaman açık olan arka kapımızdan o hızla çıkıp kayboldular.. kimisi ‘atlama tahtası’ olarak kullandı bizim siteyi.. kimisi ismimizin ateşine, cazibesine tav olup “ben de ‘aylak adamız’da yazıyorum” demek için bir iki yazdılar.. sonra sıkılıp sessizliğe büründüler.. hele blogların komple yasaklandığı zamanlarda gelip yazan, sonra yasak kalkınca hiçbir açıklama yapmadan çekip gidenler var ya.. ne diyelim ki.. ‘reis’i bilmem ama ben en çok ‘atlama tahtası’ olarak yazıp çekip gidenlere tutuldum.. kardeşim gelip yazmak istediniz kimse sizi burada zorla yazdırmadı.. siz istediniz yazmayı..  gelip geçici hevese göre bir şey yok bizim aylak adamız ailesinde.. yazdılar, işleri bitince de çekip  başka yerlere gittiler.. canları sağ olsun ne diyelim.. kimisi de girdiği hızla yazmaya ve paylaşmaya devam ediyor burada.. ama herkese hep aynı cümleyi söylerim : yazmak, yaşamaktan zordur.. ha deyip oturunca yazı çıkmıyor ortaya.. yorar insanı.. ama bitirdiğinizde hissedilen duygular bambaşkadır.. yazmak yaşamaktan zordur evet ve yazmak aynı zamanda cesaret ister..

neyse işte büyüyen aylak adamız ailesinin kadıköy tayfasının çoğu cumartesi günü spontane bir şekilde ’aylak adamız’ın doğduğu bizim mekanda toplanmaya karar vermişler, davet olmadan bulunmaları gereken yere gelmişler.. öğleden sonra kapının her zili çalışında yeni bir aylak elinde dolu dolu poşetlerle geliyordu..

biz zaten öğlen vakti mekana gelecekleri öngörerek yeterince stok yapmıştık.. tekelcimiz suat abimize ‘abi şimdilik 30 tavşanlı bira istiyoruz.. ilerleyen saatlerde seni biraz daha yoracağız..’ tuttu ‘kasayla vereyim’ dedi.. kasayı bir daha göremezsin deyince vazgeçti kasayla vermekten.. neyse bira, çerez dolu poşetlerle sallana sallana mekana doğru yola koyulduk..

mekanda ‘ciğerim ve kuzeni ‘gülen adam’ hasanım vardı.. en küçük aylak ‘nehirimiz’ yeni yılımızı kutlayıp annesiyle eve gitmişti.. sabah bana yeni yıl hediyesi olarak nenesinin ördüğü bereyi verdiğinde duygulandırmıştı beni.. ama akabinde  benim ona aldığım pembe renkli elektronik günlüğü gördüğünde ise çığlıklarıyla mekanı birbirine kattı.. daha sonra bize bir yeni yıl şiiri de armağan ederek mekandan ayrıldı.. büyük üstadlarımız  ‘abidin dayımız’ ve ‘halo dayımız’ gelmediler o gün, ektiler bizi.. ikisine de sitemlerimizi bildirdik daha sonra..

getirdiğimiz biraları yaş olarak en küçük aylak ‘hasan’ buzdolabına özenle yerleştirdi.. rakımız ve viskimiz mevcuttu zaten..

sonra zil çaldı ‘ümo, gürsoş ve alki’ damladı.. ‘ümo’yla güreşirken zil çaldı tekrar, sürprizzzzzzzzzzzzzzzz.. ‘ismail abe’ gelmiş.. dedik şenlik büyüyor.. ‘ismail abe’ bizim kutlamamızdan habersiz, ‘ciğerim’le  iş görüşmek için gelmiş ama kutlamanın ortasına düştü.. morali bozuktu, onun için iyi oldu bu tesadüf.. yüzü gülümsemeye, klasik kahkahalarını atmaya başladı.. onun için müziğin açılışını urfa havalarından yaptım mekanın ‘dj’yi olarak.. tabi urfa havalarına alışkın olmayan bazı arkadaşlarımız bir şaşkınlık yaşadı önce.. hele ‘şahap akagün’ün ‘buldun bir urfalı eğlen bakalım’ türküsüyle ‘ismail abe’ koptu.. daha önce de bu türküyü beraber dinleyip söylemiştik bizim mekanda.. sonra cümbür cemaat başladık hep beraber bu türküyü söylemeye.. zil çalmış duymamışız, ön odada olan ‘ciğerim’ duyup kapıyı açmış.. gelen ‘aylak adamız’ın babası, yaratıcısı büyük  ‘reis’ ‘blackhawk’tı.. ‘vay sen hoş gelmişsen’ deyip onunla öpüştük, koklaştık.. daha sarılmamız bitmemişti ki zil susmuyordu ‘yücel’im geldi..

sağ olsunlar gelenler viski, bira doldurup getirmişler poşetlerle, dolap artık almıyordu.. viski su gibi akıyor, tavşanlı biranın tavşanları her yeri dolduruyordu.. tamam film koptu bugün dedim kendi kendime..  günlerdir süren moral bozukluklarına, kötü haberlere, hastalıklara ve sinir harbine karşı ilaç gibi geldi o günkü buluşmamız.. hep beraber umuda dair türküler söyledik, halaylar çektik, ‘faithless’la coştuk.. ‘faithless’ çalmaya başladığında ‘alki’yle, beni ilk defa ‘faithless’la coşarken görenlerin gözleri kocaman kocaman açıldı.. biz ‘faithless’la coşarken yeni aylak ‘ece’ geldi.. doğal olarak ‘alki’yle ben biraz normale döndük..

zaman hızla akarken insanlar akşam sekize doğru yavaş yavaş evlerine doğru tevzi olmaya başladı çünkü kimisi anası babasıyla, kimisi eşi ve çocuğuyla, kimisi de sevgilisiyle kutlamaya devam edecekti yılbaşını.. ancak su gibi tüketilen alkolden sonra kafalar milyon olmuştu ve bu nedenle ayrılmak zor oluyordu bu güzel ortamdan.. en zor ayrıldığımız da ‘ismail abe’ oldu.. o da gitmek istemiyordu ancak onun da bir programı vardı.. gerçi bana güzel bir teklif yapmıştı ama benim de yeğenime ve annemlere sözüm vardı.. teklifini başka zamana erteledik.. ‘ismail abe’yle, ‘reis’in vedalaşması ise tam anlamıyla komediydi.. en son ‘ismail abe’ ‘reis’i alnından öperek kaçtı..

tüketilen boş şişeleri dört tane siyah battal boy çöp poşetine doldurduk.. en ağırını günün yıldızı ve neşe saçanı ‘hasanım’ aldı.. herhalde o poşet otuz kilo vardı.. delinmesin diye iki poşete geçirmiştik..

herkes kaçtıktan sonra mekanı gözden geçirip evde beni bekleyen yeğenime koştum.. evin kapısını açtığımda salonda tıpır tıpır koşturuyordu.. hemen parmağını uzattı öpmem için.. öpüp sımsıkı sarıldım ona.. sonra annemin hazırladığı birbirinden güzel ve sadece kuş sütünün eksik olduğu memleket sofrasına beraberce oturduk.. ‘güneşim’e içli köfte yedirmeye çalıştım yemedi, yaprak sarma yemedi.. meğer ben gelmeden önce yemeğini yedirmişler ona.. ama masada her şeyi eline alıp tadına bakmaya, ısırmaya çalışıyordu.. ne istediyse verdim.. her şeyin tadına bakıp yüzünü ekşitiyordu.. e ne yapsın bu yaşta onca acılı baharatlı mezeyi, yemeği.. hele yanında bir duble rakı içemedikten sonra.. işte ben de yeğenimle girdim yeni yıla.. büroda çakırkeyif olan kafam evde bir milyon oldu.. evin o gün tek alkol alanı olarak yüzdüm alkolün içinde sabaha kadar.. ‘güneşim’e, canım kardeşime, anneme, babama sarılarak girdim yeni yıla..

bol bol içerek girdiğimiz bir yılı umarım yine içerek bitirebiliriz..

o gün mekana gelip neşeye ortak olan herkese buradan teşekkürlerimizi sunuyoruz.. gel-e-meyenlere de canları sağ olsun diyoruz.. ‘niye çağırmadınız’ diye hiç kimse sitem etmesin çünkü her 31 aralık’ta herkes gelinmesi gereken yeri bilir ve o gün kimse özel olarak aranıp çağrılmadı..

kalbimizdeki tüm acılar ve hüzünlerle beraber ülkemizdeki ve dünyadaki tüm ‘haysiyetsizlere’ ve ‘midesizlere’ inat biz aylaklar yeni yıla umutla girdik..  2012’nin tüm aylaklara ve insanlığa barış ve huzur getirmesini istiyoruz..

gülüşünüzle kalın..”

Crockett..