Archive for Ocak, 2012

‘sayalım ki ne düşüm ben, ne de mutluluk.. ve iyilik hiç değilim ama..’ – anna ahmatova

İLK UYARI

 

Aslına bakılınca her şeyin yokluğa

Dönüşmesinden bize ne.

Yaşadım ben nice aynalarda,

Nice şarkılar söyledim uçurumlar üzerinde.

Sayalım ki ne düşüm ben, ne de mutluluk

Ve iyilik hiç değilim ama

Belki gereğinden daha sık

Anımsamak düşüyor sana

Hem dinen dizelerin tınısını,

Hem gözü, gizleyen dibinde

O dikenli ve paslı

Çelengi tehlikeli sessizliğinde.

 

ANNA AHMATOVA..

 

“Artık aynı bardaktan içmeyeceğiz

Ne suyu ne tatlı şarabı,

Erken sabahlarda öpüşmeyeceğiz,

Ve birlikte gözlemeyeceğiz camdan akşamı.

Sen güneşle soluklanıyorsun, ben ayla,

Ama yaşamadayız biz aynı sevdayla.

 

Benim yanımda hep candan, sevecen dostum,

Seninleyse canlı, şen sevgilin.

Ama gri gözlerde ürküyü ben anlıyorum,

Ve sensin suçlusu benim derdimin.

Sıklaştırmıyoruz kısa görüşmelerimizi,

Böyle korunmaya yargılıyız erincimizi.

 

Dizelerimde bir senin sesin şakır,

Benim soluğum eser senin dizelerinde.

Ah, bir ateş var ki el değmeye

Ne korku, ne unutuş kalkışır.

Ve bilsen şimdi nasıl doyamadığımı

İzlemeye, senin kuru, pembe ağzını..”

 

ANNA AHMATOVA..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“İnsanların yakınlığında gizemli bir çizgi var,

Bu çizgiyi aşamaz tutku ve ölesiye sevmek.

Korkunç. Bir ıssızlıkta varsın birleşsin ağızlar

Ve çatlasın, parça parça dağılsın yürek.

 

Dostluk da güçsüzdür burada, yılları da

Yüksek mutluluk ateşinin,

Ruh özgürdür ve yabancıdır burada

Ağırkanlı bitkinliğine şehvetin.

 

Çılgındır koşanlar buna erişmek için,

Erişenlerse bir özlemle uğramıştır bozguna.

İşte şimdi anladın sen, niçin

Çarpmıyor artık yüreğim avuçlarında.”

 

ANNA AHMATOVA..

‘SEÇİLMİŞ ŞİİRLER..’ , ANNA AHMATOVA, Çeviri : AZER YARAN, ADAM Yayınları, 78 Sayfa, Mayıs 1984..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘eksiksiz sistemlerin çığırtkanlığını yapmayın bana, fetih defilesi yapmayın önümde..’ – fernando pessoa

Lisbon Revisited (1923)

 

Hayır : hiçbir şey istemiyorum.

Hiçbir şey istemiyorum dedim.

 

Sonuçlarınızla gelmeyin bana!

Tek sonuç ölmektir.

 

Estetik getirmeyin bana!

Ahlaktan söz edilmesin!

 

Uzak tutun benden ne varsa metafizik adına!

Eksiksiz sistemlerin çığırtkanlığını yapmayın bana, fetih defilesi yapmayın önümde

 

Bilimler (bilimler, Tanrım! Bilimler) –

Bilimler, sanatlar, modern uygarlık!

 

Ne kötülük yaptım ben tanrılara?

Hakikat onlardaysa, kendilerine saklasınlar!

 

Teknisyenim ben, ama tekniğin içindedir benim tekniğim.

Deliyim ben bunun dışında, mutlak bir deli olma hakkıyla.

Mutlak bir deli olma hakkıyla , işitiyor musunuz beni?

 

Bunaltmayın beni, tanrı aşkına!

 

Evli, işe yaramaz, sıradan ve nazik olmamı mı istiyorsunuz benim?

Bunun tersi olmamı mı istiyorsunuz, herhangi bir şeyin tersi?

Başka biri olsaydım eğer, kapris yapardım hepinize.

Ama böyle, kendim gibi, sabırlı olun!

Bensiz gidin cehenneme,

Ya da bırakın beni tek başıma gideyim cehenneme!

Niçin beraber gidecekmişiz?

 

Koluma girmeyin!

Koluma girilmesini sevmem. Yalnız olmak isterim.

Söyledim size yalnızım ben!

Ah, ne sıkıcı size eşlik etmemi istemeniz!

 

Ey mavi gökyüzü  -çocukluğumunki gibi-

Boş ve kusursuz ezeli hakikat!

Ey ata yadigarı, sessiz, uysal tejo,

Gökyüzünün yansıdığı küçük hakikat!

Ey yeniden kavuştuğum acı, dünün ve bugünün Lizbon’u!

Bana bir şey vermiyorsun, benden bir şey almıyorsun, hissettiğim hiçliksin sen.

 

Rahat bırakın beni! Gecikmem, ben ki asla gecikmem…

Ve geciktikçe Dipsiz Derinlik ve Sessizlik yalnız kalmak isterim ben! 

‘FERNANDO PESSOA’ (Alvaro De Campos..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘SAYISIZ varlıklar yaşar içimizde,

Düşünsem de, hissetsem de, bilmem

Kimdir düşünen hisseden kim.

Ben sadece bir mekânım

Hissedilen ya da düşünülen.

 

Birden fazla ruhum var benim.

Benden fazla ben var bende.

Yine de varım

Herkesten farksız olarak.

Sustururum onları : ben konuşurum.

 

Kesişen içgüdüleri

Hissettiklerimin ya da hissetmediklerimin

Tartışırlar içimde.

Bilmiyorum onları. Hiçbir şey yazdırmazlar

Var olduğum ben’e : ben yazarım

 

YALNIZSIN. Kimse bunu bilmiyor. Sus ve aldat.

Ama aldatıcı görünmeden aldat.

Asla umma sende daha önce var olmayan bir şeyi,

Herkes kendisiyle hüzünlüdür.

Güneş senindir güneş varsa, dallar eğer dalları arıyorsan,

Şans eğer şanssa sana düşen.

 

BEKLİYORUM, sakince, meçhulü-

Kendi geleceğimi ve her şeyinkini.

Sonunda her şey sessizlik olacak,

Hiçliğin yüzeceği denizden başka.

 

HİÇTEN hiç kalır. Hiçiz biz.

Biraz güneş biraz hava ardımızda bırakır

Üstümüze çöken solunmaz karanlığını

Mütevazı ve kaçınılmaz toprağın,

Ertelenmiş cesetlerdir yaratılan.

 

Yapılan yasalar, seyredilen heykeller, yazılar odlar-

Hepsinin kendi mezarı var. Eğer biz,

Bir iç güneşin kan verdiği tenler,

Yaşlanıyorsak, onlar niye yaşlanmasın?

Hikâyeler anlatan hikâyeleriz biz, hiç.

‘FERNANDO PESSOA’ (Ricardo Reis..)

‘SIRLARIN CEBRİ..’ , FERNANDO PESSOA, Çeviri :IŞIK ERGÜDEN, NİSAN Yayınları,38 Sayfa, Kasım 1995..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

fernando pessoa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“fernando pessoa,

dr. pancracio,

luis antonio congo,

eduardo lança,

a. francisco de paula angard,

pedro de silva salles,

jose rodrigues de valle,

pip,

dr. caloiro,

morris theodor,

diabo azul,

parry,

galliao pequeno,

accursio urbano,

cecilia,

jose rasteiro,

tagus,

adolph moscow,

marvell kisch,

gabriel keene,

sableton-kay,

dr. gaudencio nabos,

alvaro de campos,

nympha negra,

professor trochee,

david merrick,

lucas merrick,

willyam links esk,

charles robert anon,

ricardo reis,

horace james faber,

navas,

alexander search,

charles james search,

herr prosit,

jean seul de meluret,

pantaleao,

torquato mendez fonseca da chuna rey,

gomes pipa,

ibis,

joaquim moura costa,

faustino antunes (a. moreira),

antonio gomes,

vicente guedes,

gervasio guedes,

carlos otto,

miguel otto,

frederick wyatt,

rev. walter wyatt,

alfred wyatt,

bernardo soares,

antonio mora,

alberto caeiro,

sher henay,

barao de teive,

maria jose,

abilio quaresma,

pero botelho,

efbeedee pasha,

thomas crosse,

i.i. crosse,

a.a. crosse,

antonio de seabra,

frederico reis,

diniz da silva,

coelho pacheco,

raphael baldaya,

claude pasteur,

joao craveiro,

henry more,

wardour,

j.m. hyslop,

vadooisf..”

Kaynak : ‘SIRLARIN CEBRİ..’ , FERNANDO PESSOA, Çeviri :IŞIK ERGÜDEN, NİSAN Yayınları, 38 Sayfa, Kasım 1995..

(‘fernando pessoa’ bence dünyanın en yalnız insanlarının başında geliyor.. kalabalık yalnızlıklarda yaşamış, değişik isimlerle binlerce sayfa yazmıştı.. 1935’te öldüğünde arkasında yayınlanmamış sayısız eser bırakmıştı.. ölümünden sonra derlenmeye başlayan eserleri arasında tamamlanmamış yapıtlarda bulundu.. yapıtlarını yazarken kendi adının dışında kendi iç dünyasında yarattığı insanların adlarıyla yazdığı eserleriyle gelmiş geçmiş en gizemli yazardır kendisi..  iç dünyasında yarattığı başka isimlerle yazdığı eserlerinin çoğu ölümünden sonra yayınlanmıştır.. yarattığı bu kişilikler sadece birer isimden ibaret değildi, hepsi birer geçmişi,  dünya görüşü olan kişiliklerdi..

ben ‘pessoa’yı çok geç keşfeden insanlardan birisiyim.. ‘bernardo soares’ takma adıyla yazdığı ‘huzursuzluğun kitabı’yla tesadüfen  karşılaştığımda kendisinin iç dünyasından ve düş gücünden müthiş etkilenmiştim.. hele hele hayat hikayesini okuduğumda derinden bağlanmıştım ona.. gittiğim her yere benimle giden kitaplardan birisi olmuştu ‘huzursuzluğun kitabı..’

geçen ‘zaferim’i ziyarete gittiğimizde yıllar önce ‘ışık ergüden’ çevirisiyle zamanının en güzel yayınevlerinden ‘nisan yayınlarından’ çıkmış ‘sırların cebri’ adlı kitabıyla karşılaştım.. işte bu kitabın başında çok güzel bir çalışma yapılarak ‘fernando pessoa’nın yazarken kullandığı isimlerin bir kısmının listesi verilmişti.. bunu herkesle paylaşmak gerektiğini ve ‘fernando pessoa’nın neden çoğunlukla hayali isimler altında yazma gereğini duyduğunu hepimizin düşünmesi ve sorgulaması gerektiğini düşündüm.. huzursuzluğunuzla kalın.. Crockett..)

Yok ettim, yaşadım

Bir akarsu nereye akar?

Nereden doğar bir akarsu?                            

Bir dağ sırasının ortasından mı, ya da korkutucu kayalıkların ardından mı süzülür önce, masumca, sonra da yıkıp yok eder her şeyi?

Bir akarsu her şeyden fazla, en çok da bir insanın içinden doğar, gene oraya akar ve gider.                                                             

Suya yüzünü dönebilmektir tek mesele, bakabilmektir suya ve gördüklerine.                                                            

Bir akarsu en çok da bu yüzden doğar işte: Zamanın bir yansımasıdır su, yaşamın yaşanmışlığın…

Ölümün bir yansımasını tutar dibinde. Bazen bir yitime akar bir akarsu, bir yitimden doğar; bazense sadece bir sevidir onu doğuran ve içine akıtan…

Malcolm Lowry

Kaynak: K Dergisi, 219. Sayı , 1 Temmuz 2011…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

veda

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

veda                           

 

                      Hrant için

 

bu kilide bir kapı şart

dünya analaştıkça, kan yerine

süte dönecek bak, söz

eskisin, olsun diye kırmızı,

değil!

 

yaprağına susamış tanıdık bir ağaç

sonbahara aldanmış, döküyor kendini

hem de yeşil yeşil, öyle güzel,

gözleri vardı çocukluğumuzun

hiç tanınmamış bir sokak düşün

düşün ki orada vurulmuş ayakkabısı delik adamın biri

sen ta Malatya’dan ağlıyorsun delik deşik

o, derinde bir yerde kravatını bağlayıp,

bir ayakkabıcı bulsam da

düşmanlarım azalsa diye yatıyor yüzüKoyun!

 

‘Papyrus’  (2009)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Elleri deniz, gözleri mavi, bakışı güneş…

Hala oradaysan eğer, nefes alıyor olmanın devamlılığını sağladığı bir hayattaysan hala… Bir selam diyorum belki, hak ediyorumdur ara sırada olsa.                                                                    

Ben, burnumda kokunla uyanıyorsam senli rüyalardan,  aynaların  karanlığında gördüğüm tek aydınlık gözlerinse hala, başlangıcında ve sonunda hep aynı cümle dökülüyorsa ağzımdan ıslak kaldırımlı yollara…

Buradayım daha…

Geçerken bunca zaman, usulca çekip giderken aramızdan, bakarken ben öylesine, sessizliğinde bir çığlık arıyorsam hala. Uzanıp kimsesizliğime, adına bütünleşen harflere dokunuyorsam ellerimdeki bu yoksulluğa sadaka diye…

Kimdeyim hala…

Bir selam diyorum hani belki, hiç yoktan bir ağız boşluğuna denk gelen.                 

Yorgun akşamlarında mırıldandığın şarkıların gibi. Bir kıpırtı gibi dudaklarında, refleksten öteye geçmeyen…

Şimdi ben..

Bu gri şehrin kalabalığından uzak bir kıyıda, sol yanımda bir çocuk beslemekteyim sana. Elleri deniz, gözleri mavi, bakışı güneş…

Denizin mavisine sakladım düşlerimi,  kıyıdaki bütün taşlar ağırlığınca taşıyor anılarımı…

‘Öteki’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hakikat Kaşığı

Şşş! Sessiz ol.

Bizi duymamaları gerekiyor. Geçen gün yine kendini kaptırıp, yüksek sesle küredin. Az kalsın yakalanıyorduk. Allahtan komşumuz, tam zamanında duvar tenisi oynamaya başladı da, eşik meleklerinin dikkati dağıldı. Gözleri üzerimizde hissediyorum, en ufak bir açığımızda bizi enseleyecekler. Ondan sonra boşluğa, sonsuza kadar veda etmek zorunda kalacağız.

Tamam işte öyle, bak isteyince nasıl da güzel yapıyorsun. Usul usul, anladın mı? Tıpkı, bahçedeki hafif taşlaşmış karın göğsüne küreği saplar gibi; kırt! Ya da bir kadının rahmini kürer gibi; kırt, kırt, kırt… Ancak bu şekilde, dışımızdaki ahtapotun içimize saldığı kollarından kurtulabiliriz. Kürediğimiz dışımızdaki bu duvarlar; ancak kazınarak solan içimizdeki el yapımı evren. Biliyorum sana hala aptalca geliyor, ama inan doğruyu söylüyorum.

“Biricik dostum, seni çok seviyorum, biliyorsun değil mi?”

“Aa, a, aaa…”

İnsan sevmeden de yaşayabilir mi?

“…?”

Yorma kendini canım benim. Biliyorum, sen de bana, beni ne kadar sevdiğini söyleyebilmek isterdin. Ne yapalım Hû’nun işlerine akıl sır ermez. Seni böyle, hem dilsiz hem duymaz etmiş. Aksi olsaydı, emin ol, hem sen hem de ben önyargılarımızdan birbirimizi göremeyebilirdik. Düşünsene! Birbirini tamamlayan iki ruh, birbirlerinin yanıbaşından geçip gideceklerdi. İnsanların arasındayken, çoğunlukla, yaşadığımız bu değil miydi? En çok şikayet ettiğimiz, bize kendimizi,  arasına mutsuzluk dürülmüş lavaş ekmekleri gibi hissettiren?

Olasılıklar…

Pat, pat, pat… Geçip gittim yanından. Yalnızsın ve zavallısın.

Pat, pat, pat… Geçip gittim yanından. Ben bana yeterim, korudum kalbimi karanlıktan.

Uyusunlar daha, ölünce nasılsa uyanacaklar. Senveben, onlar gibi miyiz? Biz en başından, içine doğduğumuz bu garabetin, kurulmuş bir yalan olduğunun farkındayız. Bizi kandıramayacaklar. Diğerlerine yaptıkları gibi, ismimizi kötüye çıkararak ya da kutsayarak, bizi bahtiyar ya da bedbaht bir insana dönüştüremeyecekler. O yüzden sevgili dostum, çok dikkatli olmalıyız, tedbiri elden bırakmamalıyız. Bize baktıklarında, hep uyuduğumuzu sanmalılar. O eşikten adım atmadıkları sürece sorun yok. Dışarısı ve içerisi, iki farklı alem. İkisinin yasaları birbirine zıt. Orada geceyse, burada gündüz; yaşsa kuru; kederse sevinç… Aslında ikisi de, kalbin iki farklı çarpıntısından ibaret. Boşluğa ulaştığımızda, o zaman anlayacaksın, hatta o halin kendisi olacaksın. Varsak var, yoksak yok…

Başım dönüyor iki gündür. Eksilen kabullerin yerini, esintili bir yokluk duygusu alıyor. Ondan herhalde. Penceremizin önündeki çınar ağacının gövdesini fark ettin mi? Onun bile duruşu ve rengi farklılaştı. Gövdesindeki yarılmış kabukların araları daha derinleşti, kahverengisi daha yaşlandı sanki, ne dersin? Yoksa, orada da gizli bir geçit mi var? Yıllar önce, babaannemin anlattığı bir masalda vardı. Ağaçların gövdelerinde, görünmeyen aleme açılan geçitler kazılıydı. Sadece, ateşten halk edilmiş yaratıkların nefesini hissedebilen insanlar, bu geçitlerden geçip, sırra kadem basabiliyorlardı.

Neyse, eşik meleklerine yakalanmadan bu yolculuğu sonlandırmalıyız. Senileben, korkusuz iki şövalye, boşluğun kalbine doğru cesurca kanat çırpıyoruz. En başından sana, eğer kalbini sakınıp koruyabileceksen, benimle yürümeye dayanabileceğini söylemiştim değil mi? Ayartılmaya açık olduğunu gördüğüm anlar, korkudan küçük dilim buz kesiyor. Eşik meleklerinin burnu, her türlü duygumuzun kokusunu çok iyi alır. Sana geçen gün, insanın ilk yaratılış anından bahsetmiştim, hatırladın mı? İşte o an, Rab elleriyle kardığı çamura şekil verip, ruhundan üflüyor ve tüm melekleri ona secde etmeye çağırıyor. Hepsi secde ediyor, şeytan hariç. Bize hep böyle anlatıldı değil mi? Babaannem, perşembe akşamları,  Kur’an meali okurdu. Annem bizi terkedip de, babam beni, o geceleri koridorlarında ifritlerin cirit attığı yatılı okula yollayıncaya kadar, her perşembe babaannemin tefeül ayetlerini dinlerdim.

Babam kırk yıllık dostu muallim Hasan Bey’e anlatırken duymuştum: “On iki yılımı verdiğim bu kadın, bir aylağa, bir lümpen proletaryaya kaçarak beni terketti. Bu suretle yıkılan evliliğimin ardından, oğlum Ömer’e bakamayacağım. İşbu sebepten, yatılı okula yazdırdım. N’apalım Hasan Bey’ciğim, hala incinmiş gururumu doğrultamadım. Oğlanın uzakta olması, hem onun için hem de benim için iyi olacaktır. Zavallı anacığım, çok yaşlandı ve yeterince acı gördü. Oğlanın bu kimsesiz terkedilmiş hali, kadını iyice üzüntüye boğuyor…”

Annemin evi terkettiği akşamki son yemeğimizi anımsıyorum. Kızarttığı istavritleri, sofranın ortasına yerleştirmiş, yanına da kırmızı soğanlı roka salatası yapmıştı. İstavrit, en sevdiğim balıktı. Dememişti, ama anlamıştım, annem bana son kez istavritle dokunmuş, beni sevdiğini bu şekilde göstermişti. Yemeğin sonuna geldiğimizde, bir ara masadan kalktı. Kapıda onu, elinde valiziyle görünce şaşıran babam: “Nereye Nagehan Hanım?” diye sordu. Annem, sorusunu umursamamış, kendi veda cümlesiyle yanıtlamıştı onu: “Bu evde, bu sofrada eksik olan nedir Sırrı Bey, biliyor musunuz? Sevgi… Sevgisiz, şefkatsiz yapamam ben Sırrı Bey, anlıyor musunuz? Kusura bakmayın artık! On iki yıldır, kalbinizin duvarlarını kazımaya çalışmaktan yoruldum, benden bu kadar. Eminim, Ömer’e benden iyi bakarsınız. Sanki o, benden çok size benziyor…”

Babaannem bir perşembe gecesi, kovulmuş şeytandan Rahman’a sığınarak, Kur’an’dan rastgele bir sayfa açtı. Nasibimize, İsrâ Sûresi’nin 61. ayeti çıkmıştı. Babaannem, şeytanın melekut aleminden kovuluşunu anlatan ayetleri okuduktan sonra, odanın kapısına, etrafta bizi dinleyen birileri var mı diye göz attıktan sonra, eğilip fısıltıyla, “Bak Ömer” dedi, “sence de ilginç değil mi? Meleklerin çoğunluğu secde etmişler, bir tek şeytan baş kaldırmış. İnsanların çoğunluğu, bunu hep böyle bilirler; çünkü dünyayı da, siyah ya da beyaz olarak görürler. Halbuki, bir de eşikte duran zihinler vardır. Onlar ne orada ne de buradadır, ya da hem orada hem de buradadır. İşte orada, melekut aleminde de böyle melekler varmış. Bunu bana, büyükbabamın kız kardeşi anlatmıştı. Eşi, Tokatlı bir Yahudi’ydi ve Yahudi tasavvufunda derinleşmişti. Onun söylediğine göre, hem ateşten hem de nurdan halk edilen bir grup melek, insanın yaradılış anında, rabbin emrine ne itaat etmiş ne de başkaldırmış. Tepkisizliklerinden ötürü Rab de onları, sûra üfleninceye kadar, insan kılığında dünyada yaşamaya mahkum etmiş. Sayıca az olan bu eşik melekleri, zamandan ve mekandan azatlarmış. Ne bahtiyar ne de bedbaht olduğuna inanan, hayır ve şerrin ötesine geçmek isteyen insanları, çift kutuplu yaradılış zindanında zaptetmekle vazifeliymişler. Şimdi dikkatle dinle. Benim soyumda, bu lanetli tohumun ruhunda döllendiği çok insan var. Babanda olmadığını en başından anlamıştım. Nasıl desem, Sırrı hep iyi biri oldu; ancak belleği birçok karesi ışık görmüş bir film şeridi gibi. Bu yüzden içeriyi ve dışarıyı bağlantılandırabilme yetisinden yoksun. Ancak sen, sen çocuğum bambaşka bir halsin. Sessizliğin, yersizliğinden. Bağlamını yitirmiş anlamsın sen… Sabırlı ol ama. Gün gelecek topladığın her kırıntıyı birbiriyle ilişkilendirip, muazzam bir kaçış haritası kuracaksın. Yalnız dikkatli ol, eşik meleklerine yakalanmaman lazım. Onlar, her türlü duygunun kokusunu, asırlar ve kıtalar ötesinden bile çok iyi alırlar. Bu nedenle, yöntemini iyi belirle.”

İşte bu yüzden, panayır ateşi bakışlı dostum, elimizde birer kaşık, bizi çevreleyen ne kadar duvar varsa kazıyoruz. Onlar duvar değil aslında, sadece güçsüz örümcek ağları. İçimize zerkedilmiş kronik hayalkırıklığı ve korkudan, sanki hiç yıkılmayacaklar zannediyoruz. Duvarları, sıcak ve karanlık rahimlerimizde kalp atışlarımızın sesiyle salınırken, bizi dölleyen adamı ve taşıyan kadını kederlendirerek hamurumuza kattılar. Ancak neşelen biraz, bir çinekopken ellerinden kaçmayı başarmışsan, bir lüfere dönüştüğünde, sen izin vermedikçe, hiçbir şey yapamazlar.

“Bir keresinde ölmeyi denedim, ama olmadı. Son anda kurtardılar. Ölmek, bu yokuşu tırmanmaktansa, daha kolay bir yol olur sandım. Demek ki bundan o kadar  da emin değildim ki, oda arkadaşımın gelmesine yakın bir vakit seçmiş ve odanın kapısını aralık bırakmıştım. Beni bulduğunda, banyonun soğuk zemininde, bakışlarım tavana sabitlenmiş olarak yatıyormuşum. Derin kesikleri olan kol bileklerim iki yanımda, üstüm başım ve beyaz fayanslar kan içindeymiş.”

“Nı…ııı?”

“Çözüm değil biliyorum; ama oldu işte. Bu da denenmiş oldu. Babaannem bana bir şeyi söylemeyi unutmuştu. Belki o da farkında değildi, kim bilir? O an yerde kanlar içinde, damarlarımda yakıcı bir sızıyla yatarken, yaşamayı ne çok sevdiğimi düşündüm. Bence asıl lanet bu. Boşluk müritliğinin ızdırabını dayanılır kılan da, bizim gibi ruhların yanıp yanıp dirilmesini sağlayan da bu karşı konulmaz yaşama sevinci.

“See…see…”

“Üzülme ama, sil gözyaşını. Bunları sen üzülesin diye anlatmıyorum. Anlamanı istiyorum sadece, yolda kendiliğinden bir ölümle huzura çağrılabiliriz, ama senveben yaşamı sevmeye yazgılıyız. Neyse… Bu olaydan sonra, hem kendi özyıkımıma hem de genel olarak eylemin kendisine çok kafa yordum. Biliyor musun nereye vardım? Gayb, evet gayb… Hem intihar eyleminin kendisi hem de herhangi birinin intiharı, her ikisi için de insana söz düşmüyor. Yapılabilecek en doğru hareket, susmak. Böyle düşünüyorum, çünkü arkadaşımın hızla banyoya girip, panik içinde benimle ne yapacağını kestiremediği o aralıkta, ardında eşik meleklerinden biri vardı. Kesiklerimin üzerini, görünmeyen bağlarla sıkarak, kan kaybımı azaltan bir diğeri ise, bilincimi açık tutmam için saçlarımı okşuyordu.”

Bu tecrübe aslında netleşmemiş yöntem arayışımın bir parçasıydı. Yaratılışımız itibariyle diğerlerinden farklı melekelerle donatılmış olabiliriz; ancak yine de peygamberlerle ya da diğer dehalarla karşılaştırıldığında sıradan iki zihiniz. İlahi bilgi bize doğrudan ve apaçık bilinmez. Hiç kutsal kitaplardaki ifadeleri düşündün mü? Hepsi, insanların algı düzeyine göre tasarlanmıştır. Rabbin dili onlara gaybtır. Peygamberlerin zihinleri ise, anlamı bağlamına uygun işleyen çeviri aygıtları gibidir. İlahi sözler, onlara çırılçıplak bilinseler de, insanlara aktarılırken koşullara göre farklı kılıklara bürünürler. Oysa senveben, ne İbrahim’in baltasına sahibiz ne de Zülkarneyn gibi doğru yöntem bilgisiyle donatıldık. Hem onlar korunmuş ruhlar, senveben daha zayıfız, diğerlerinin darbelerine daha açığız. O yüzden öyle korkusuz gözlerle, kalbimiz elimizde dalamayız diğerlerinin arasına. Bu yüzden kaşık bizim için en uygun yöntem. Kimsenin dikkatini çekmeden, usulca o betondan katmanları başlangıca ulaşıncaya kadar kazabiliriz. Boşluğa, unuttuğumuz her ne ise ona ulaştığımızda ise, hep oradaymış gibi olacağız. Ne bir engel, ne bir sarsıntı ne de alışamama korkusu… Bir an önce buradayken, bir kaşıklık bir mesafe sonrasında orada olacağız, düşünsene. Absürd değil mi?

“Ihhh!”

“N’oldu? (Pat, pat, pat)  Ayak sesleri, geliyorlar! Eşik melekleri… ÇABUK kaşığını sakla, ÇABUKkk…!”

–          İbrahim, al şunun elinden kaşığı çabuk, boğazına sokuyor çabukkk!

–          Rahat durmuyor ki, amma da güçlü, önlüğü ver!

–          Tamam yakaladım kollarını…Kıl payı kurtulduk, dua et! Başına bir iş gelseydi, o kodaman babası, bizi de Haliller gibi duman ederdi. Geçen sene, sen tut nereden bulduysa artık, bir çakı bulmuş. Bir gece, herkes çekildikten sonra, küçük dilini kesmiş. Sabah bulduğumuzda, ağzı yüzü kan içindeydi. Son anda yırttı anlayacağın. Bir süredir de kaşıklara taktı.

–          Neyse, Başhekim görmesin, azarı işitiriz yine. Yap şunun iğnesini de sabaha kadar zıbarsın yatsın yatağında. Yandaki oğlana da bir bakalım. Acıyı hissetmiyor ya bu ibneler, sen tut kendini top gibi duvardan duvara çarp… Haydi oyalanma!

–          Tamam, tamam. Sabah olaydı da şu nöbeti devredeydik hayırlısıyla…

‘İbn-i Zerabi’

“su da önemli ama.. ateştir benim ustam..”

“Ömrüm diyorum şimdi ömrüm

Üzgün bir çocuksun sen ve yalnız

Öyle kal çünkü bu dünyada

Sana en çok mutsuzluk yakışıyor”

Ahmet Telli

Yılların koşar adım geçtiği,   hüznün her an hayatımıza hem sevinç, hem zehir akıttığı bir hazin geçit ömrümüz..  neyse ki vazgeçtim çoktan yılların adımlarını saymaktan.. otuzlu yaşlarda çok yıkıcı ve yorgun geçen bir beş yıldan sonra bir anda  kaç yaşında olduğumu  fark ettim..  unutmuştum  saymayı.. bir yaş hesabı iddiasıyla başlayan öylesine bir sohbet benim kaç yaşında olduğumu fark etmemi sağladı..  her aklıma geldiğinde ağız dolusu güldüğüm bir anıdır..  kendimden bu kadar çok uzaklaştığım için kendime üzüldüğüm bir yoğunluk yaşadım o anda. Oysa ne olursa olsun şimdi koca bir kadın olan, güzel gözleriyle etrafına umutla bakan, çok çalışkan, çok heyecanlı, dünyadan kendi payını isteyen o kız çocuğunu korumaya söz vermiştim  yıllar önce..  ne yazık ki hiç koruyamadım hayatın acılarına, darbelerine karşı.. çünkü hala küçük bir kız çocuğuydu o.. dünyayı hala anlayamıyordu..

“Ölüm hiç de ürkünç gelmiyor

Yaşanmışsa tüm yaşanacaklar

Acı yitiriyor anlamını ve renkler

Kül oluyor körleşirken gökboşluğu”..

Ya yaşanması gerekenler hep yarım kalmış ise..   yine de ölüm ürkünç değil midir.. ?

işte bu gel gitlerle uğraşırken, bir arkadaşımın mesajıyla ‘itü’de seyyar sahne tarafından ‘oğuz atay’ın ‘tehlikeli oyunları’nın sahnelendiği bilgisini aldım..

Erdem Şenocak bana göre çok başarılıydı.. tek kişilik bu performans ve bir de salıncak.. oğuz atay niyetine gidip sımsıkı sarılasım geldi kaç defa.. sahnede görmek masalsı bir duygu.. çok başarılı .. ve bu yürek işi bir çalışma.. ticari kaygıdan uzak.. seyyar sahne “tezer özlü -çocukluğun soğuk geceleri”ni de sahneliyor..

‘Oğuz Atay,  Tehlikeli Oyunlar’;  “ağzının, güzel dudaklarının kenarında bir gülümseme yaratmak için, ne uzun yollardan geçiyorsun. kendinden veriyorsun, durmadan eksiliyorsun. oysa bazı insanlar, oldukları gibi kalarak elde ederler istediklerini. ben, kanımı damla damla süzerek veriyorum” 

Evet, bazı insanlar hiç çaba harcamadan, oldukları yerden kıpırdamadan elde ederler dünyayı.. yoksa çok şey mi bildik, istedik ve hayal ettik .. ahh oğuz atay..

Bir de geçen gün Cemal Süreya öldü dediler..  öldüğü gün dediler..

 O en güzel, en mutlu, en mutsuz, en hüzünlü  anlarımın şairlerinden.. o bir dersim sürgünü..

 “Bizi kamyona doldurdular.

Tüfekli iki erin nezaretinde..

Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular..

Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar..

Tarih öncesi köpekler havlıyordu.” 

Her şeye rağmen, kendini doğuran  insanlık.. cemal süreya’yı doğuran hayat.. aşkın şairi.. her daim  hüzün verirken, derde derman olan kelimelerin büyücüsü..

‘aşk’ şiirinde beni benden alan.. işte o çok sevdiğim dizeler.. imgeler..

…..

 “Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek

Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken

Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti

Çünkü iki kişiydik..”

“Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya

Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız

Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu

İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük..”

hayat başka nedir ki..?  sadece ‘an’lar.. ‘Keşke yalnız bunun için sevseydim seni’

‘Taflan’

Sıradan Bir Haftasonu

o7.o1.2o12

Dün saat 16:oo ya kadar evde pinekledim, üstelik günlerden cumartesiydi. Uzun zamandır plansız şekilde dışarı çıkmadığımdan, bu atalet zincirini kırmak için, önce kediyle köpeğimin mamalarını ve sularını koydum ve harekete geçtim. Kendimi dışarı attım. Önce yazdığım dergileri almak için mephisto ve alkım’a gittim. Sonrasında dergileri bulamadan çıkmak yerine bir kitap alayım bari ve bu hediye olsun diyerek baka baka rafları geçtim. Kitap kokusu ayrı bi’şey kardeşim, bunu bir kez daha anlayarak vurdum barlar sokağına. Kitabı hediye edeceğim adamın yanına doğru yollandım. Hem uzun zamandır görüşmüyor oluşum hem de mesaj ve mail harici irtibat kuramadığım için. Çat kapı gittim. Bir baktım şehirlerin zırhlı kanaryası Blackhawk saçlarını kestirmiş, dişinden musdarip şarabını ilaç gibi kullanıyordu. Crockett sıcak, tavşanlı biraları zulasından birbir patlattı. Bense işi biraz daha ileri götürerek çerez tabağının marifetiyle o tavşan yaptığımız bira kapağının maymun da olabileceğini üçüncü biradan sonra anladım. iki parmak hareketiyle kıvırıp bükmeyle kapağı maymun ettim ve bak dedim Crockett’e bundan maymun da oluyor…

o8.o1.2o12

Normal olarak dün geçirdiğim güzel bir günün ardından bugünün de öyle olacağını tahmin ediyordum. Hiç olur mu öyle şey, saçmalamışım. Sabahın köründe birayla buluşmamı sağlayan başkalarına göre mucizevi hatta hiç olmayacak işler beni buldu ki, bana göre artık çerez mahiyetinde şeylerdi bunlar. Neyse oturdum yine zavallı biralara.. Onlar bana üzüldü, ben onların bana iyi niyetle bakmalarına… Zaman dedim ulan kimin kölesi… Saçmalamak denilen şey sadece Madruk’a ait bir olgu değil aynı zamanda bizim içinde gerekli bir hadise… Kızmayalım dedim, kendi kendime, başka birine hem niye kızılır ki diye düşündüm. Düşündüm diyorum ama ben pek düşünme işini beceremiyorum. Aslında beceremiyorum dediğim şeylerde ustalaşmadığım için çırak gibi görüyorum kendimi, neyse düşündüm.

Düşüncelerim; bu dedim kendi kendime insan icadıdır. Elbette satılmadığı sürece bir boka yaramıyor. Hem satamadığı düşüncenin us’unu kesen bir kapitalizm var. “Yok diyenin alnını karışlarım o ayrı yazılsın.”

Düşündüm ki, insanlar çok fazla hayvanlıktan hoşlanıyor, naziklik onların kafalarını okşayıp mamalarını vermekle alakalı bir şey olabilir.

Düşündüm ki, yanlış düşünüyorsun, düştüğün yanlışlık bir yalnızlıkta olabilir.

Düşündüm ki, bu düşünce seni ufak ufak deliliğe götürüyor. Hem Blackhawk’ın başı ağrıyor diye senden ağrı kesici yerine anti-deprasan istemesinin nedenini doğruluyor düşünmen!

Düşündüm ki, deliler dahil herkes korkuyor delilerden. Sözü bile var deli deliyi görünce sopasını…

Düşündüm ki, on parmak klavye biliyorsun ve bundan sonraki hayatını klavyeyle kazanacaksın, yok yani Arif Susam’dan bir farkın.

Zoraki düşündüm işte hiç düşünmek aklımda yokken.

Öyle…

‘Papyrus’

Okumak Üzerine

Her insanın ilk okuma çabaları kendine özgüdür ve içinde bulunduğu çevrenin de bunun üzerinde etkisi vardır. Benim ilk okuma çabalarım, bankaların reklam tabelaları ve eve alınan gazetenin içindeki  ‘Fatoş ve Basri’ karikatür yazılarını anlamaya çalışmaktı. Her sabah gazetenin o sayfasını açar, ilk önce resimlerden anlamaya çalışır, daha sonra en yakınımdaki kişiye, genellikle annem olurdu, okuturdum. Daha sonra, diğer sayfaları gözden geçirir, okuyup anlayacağım günleri iple çekerdim. Zamanla bu okuma isteğim, erken okula yazılma çabalarıma dönüştü. Bir yıl erken okula gidebilmek için, yalvardım yakardım. Annem babam bana yeni okula başlayacak bir çocuk gibi, tüm malzemeleri aldılar. Sıra okula kayıt olmaya gelmişti, o zaman da dışarıdan destek yarattım kendime. Çok becerikli, iş bilir bir teyzemiz vardı. Onunla okula gidip, kayıt olmak istedim hatta boyum büyük görünsün diye yüksek topuklu bir ayakkabı giydiğimi hatırlıyorum. Bu heyecan ve sevinç, okul müdürü tarafından yaşım küçük olduğu için reddedilmesine kadar sürdü. Sonraki bir sene annem için zordu ancak hiçbir zaman bana öff dediğini hatırlamam. Sabah erkenden okula gider gibi hazırlanır, kahvaltımı yaptıktan sonra, yazma ve okuma derslerim başlardı. Cin Ali serisi ezberlediğim ilk seriydi. En çok da resim derslerini iple çekerdim. Neyse ki bu okul özlemi birinci sınıfa kaydolmakla sona erdi. Her zaman öğrenmekten çok zevk aldım.

Okumak, bir insanın yapabileceği en güzel eylem. Mutluysam, mutsuzsam, üzgün veya sevinçliysem hiç fark etmiyor, mutlaka okumak için ihtiyaç duyuyorum. En hoşuma giden de kitabın içinde bir maden bulmuş gibi, o an hoşuma gidecek cümleleri keşfetmek. Ya da o an içinde bulunduğum ruh durumuma çare olabilecek bir şeylerle karşılaşabilmek.

Burada şuna da dikkat çekmek gerekir ki; ne okursan o kadar gelişiyorsun. Ne demek bu? Şiir okumak konusunda yeterli çabayı göstermedim, sevdiğim ve ezberlemeye çalıştığım şiirler oldu ancak, şiir apayrı bir dünya. Bu alanda sınıfta kaldığımı söyleyebilirim.

Şu günlerde okuduğum ‘Bir Çift Ayakkabı’ kitabında Sunay Akın’ın şu cümleleri bu kitapta bulduğum maden cümlelerden bir kısmıydı:

‘Edebiyat sınavlarının en beylik sorusudur: Şair burada ne demek istemiş? İşin aslını ararsanız, tarih boyunca hiçbir şair, yazdığı şiirlerde ne demek istediğini kendi de bilmemiştir. Şiirde anlam aramak, evin duvarlarına renk beğenmek için bir resim sergisi gezmekten farksızdır. Çünkü, şiirde anlam arayanlarla duvar örüp ufku daraltanlar aynı sığ suların balıklarıdır. Şairin derdi bir şeyler anlatmak olsa kağıda düzünden girer, yani düzyazıya başvururdu.’

Yine kitabın ilerleyen sayfalarında, zevkle yolculuk yaparken şiir ile ilgili şu cümleler dikkat çekici bir tarifti benim için;

‘Bir dağdan haykırırsanız sesiniz karşıdaki dağda yankılanır, öykü olur, roman olur. Yok, eğer bir fay kırığından dünyanın derinliğine haykırırsanız, sesiniz şiir olur. Şiir böyle bir sanattır; 70 sayfada ya da 1.500 sözcükle anlatamayacağınız duyarlığı, 7 dize ve 15 sözcükte verebilmek…’

Bu tariflerden şiir konusunda öğrendiğim, daha emekleme seviyesinde olduğum. Ne yapalım bir yerden başlamak gerekiyor demek ki. ‘Aylak Adamız’da şiir konusunda başlangıç yapılabilecek kara kuşak seviyesinde bir yer. Neyse ki, beyaz kuşak-yeşil kuşak ayrımını bilmeden, ileri 6-Sigma eğitimlerine inatla devam eden birisi olarak, şiir konusunda beyaz kuşak seviyesine ulaşmayı hedefliyorum. Yeni yıla girerken bu yönde duyumlar aldım, bu yılki hedefim budur.

Şiirinizle ve okumalarınızla kalın.

‘SKYCELL’

‘BİR ÇİFT AYAKKABI’  –  SUNAY AKIN , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1.Basım: Kasım 2011, 184 Sayfa…