Şşş! Sessiz ol.
Bizi duymamaları gerekiyor. Geçen gün yine kendini kaptırıp, yüksek sesle küredin. Az kalsın yakalanıyorduk. Allahtan komşumuz, tam zamanında duvar tenisi oynamaya başladı da, eşik meleklerinin dikkati dağıldı. Gözleri üzerimizde hissediyorum, en ufak bir açığımızda bizi enseleyecekler. Ondan sonra boşluğa, sonsuza kadar veda etmek zorunda kalacağız.
Tamam işte öyle, bak isteyince nasıl da güzel yapıyorsun. Usul usul, anladın mı? Tıpkı, bahçedeki hafif taşlaşmış karın göğsüne küreği saplar gibi; kırt! Ya da bir kadının rahmini kürer gibi; kırt, kırt, kırt… Ancak bu şekilde, dışımızdaki ahtapotun içimize saldığı kollarından kurtulabiliriz. Kürediğimiz dışımızdaki bu duvarlar; ancak kazınarak solan içimizdeki el yapımı evren. Biliyorum sana hala aptalca geliyor, ama inan doğruyu söylüyorum.
“Biricik dostum, seni çok seviyorum, biliyorsun değil mi?”
“Aa, a, aaa…”
İnsan sevmeden de yaşayabilir mi?
“…?”
Yorma kendini canım benim. Biliyorum, sen de bana, beni ne kadar sevdiğini söyleyebilmek isterdin. Ne yapalım Hû’nun işlerine akıl sır ermez. Seni böyle, hem dilsiz hem duymaz etmiş. Aksi olsaydı, emin ol, hem sen hem de ben önyargılarımızdan birbirimizi göremeyebilirdik. Düşünsene! Birbirini tamamlayan iki ruh, birbirlerinin yanıbaşından geçip gideceklerdi. İnsanların arasındayken, çoğunlukla, yaşadığımız bu değil miydi? En çok şikayet ettiğimiz, bize kendimizi, arasına mutsuzluk dürülmüş lavaş ekmekleri gibi hissettiren?
Olasılıklar…
Pat, pat, pat… Geçip gittim yanından. Yalnızsın ve zavallısın.
Pat, pat, pat… Geçip gittim yanından. Ben bana yeterim, korudum kalbimi karanlıktan.
Uyusunlar daha, ölünce nasılsa uyanacaklar. Senveben, onlar gibi miyiz? Biz en başından, içine doğduğumuz bu garabetin, kurulmuş bir yalan olduğunun farkındayız. Bizi kandıramayacaklar. Diğerlerine yaptıkları gibi, ismimizi kötüye çıkararak ya da kutsayarak, bizi bahtiyar ya da bedbaht bir insana dönüştüremeyecekler. O yüzden sevgili dostum, çok dikkatli olmalıyız, tedbiri elden bırakmamalıyız. Bize baktıklarında, hep uyuduğumuzu sanmalılar. O eşikten adım atmadıkları sürece sorun yok. Dışarısı ve içerisi, iki farklı alem. İkisinin yasaları birbirine zıt. Orada geceyse, burada gündüz; yaşsa kuru; kederse sevinç… Aslında ikisi de, kalbin iki farklı çarpıntısından ibaret. Boşluğa ulaştığımızda, o zaman anlayacaksın, hatta o halin kendisi olacaksın. Varsak var, yoksak yok…
Başım dönüyor iki gündür. Eksilen kabullerin yerini, esintili bir yokluk duygusu alıyor. Ondan herhalde. Penceremizin önündeki çınar ağacının gövdesini fark ettin mi? Onun bile duruşu ve rengi farklılaştı. Gövdesindeki yarılmış kabukların araları daha derinleşti, kahverengisi daha yaşlandı sanki, ne dersin? Yoksa, orada da gizli bir geçit mi var? Yıllar önce, babaannemin anlattığı bir masalda vardı. Ağaçların gövdelerinde, görünmeyen aleme açılan geçitler kazılıydı. Sadece, ateşten halk edilmiş yaratıkların nefesini hissedebilen insanlar, bu geçitlerden geçip, sırra kadem basabiliyorlardı.
Neyse, eşik meleklerine yakalanmadan bu yolculuğu sonlandırmalıyız. Senileben, korkusuz iki şövalye, boşluğun kalbine doğru cesurca kanat çırpıyoruz. En başından sana, eğer kalbini sakınıp koruyabileceksen, benimle yürümeye dayanabileceğini söylemiştim değil mi? Ayartılmaya açık olduğunu gördüğüm anlar, korkudan küçük dilim buz kesiyor. Eşik meleklerinin burnu, her türlü duygumuzun kokusunu çok iyi alır. Sana geçen gün, insanın ilk yaratılış anından bahsetmiştim, hatırladın mı? İşte o an, Rab elleriyle kardığı çamura şekil verip, ruhundan üflüyor ve tüm melekleri ona secde etmeye çağırıyor. Hepsi secde ediyor, şeytan hariç. Bize hep böyle anlatıldı değil mi? Babaannem, perşembe akşamları, Kur’an meali okurdu. Annem bizi terkedip de, babam beni, o geceleri koridorlarında ifritlerin cirit attığı yatılı okula yollayıncaya kadar, her perşembe babaannemin tefeül ayetlerini dinlerdim.
Babam kırk yıllık dostu muallim Hasan Bey’e anlatırken duymuştum: “On iki yılımı verdiğim bu kadın, bir aylağa, bir lümpen proletaryaya kaçarak beni terketti. Bu suretle yıkılan evliliğimin ardından, oğlum Ömer’e bakamayacağım. İşbu sebepten, yatılı okula yazdırdım. N’apalım Hasan Bey’ciğim, hala incinmiş gururumu doğrultamadım. Oğlanın uzakta olması, hem onun için hem de benim için iyi olacaktır. Zavallı anacığım, çok yaşlandı ve yeterince acı gördü. Oğlanın bu kimsesiz terkedilmiş hali, kadını iyice üzüntüye boğuyor…”
Annemin evi terkettiği akşamki son yemeğimizi anımsıyorum. Kızarttığı istavritleri, sofranın ortasına yerleştirmiş, yanına da kırmızı soğanlı roka salatası yapmıştı. İstavrit, en sevdiğim balıktı. Dememişti, ama anlamıştım, annem bana son kez istavritle dokunmuş, beni sevdiğini bu şekilde göstermişti. Yemeğin sonuna geldiğimizde, bir ara masadan kalktı. Kapıda onu, elinde valiziyle görünce şaşıran babam: “Nereye Nagehan Hanım?” diye sordu. Annem, sorusunu umursamamış, kendi veda cümlesiyle yanıtlamıştı onu: “Bu evde, bu sofrada eksik olan nedir Sırrı Bey, biliyor musunuz? Sevgi… Sevgisiz, şefkatsiz yapamam ben Sırrı Bey, anlıyor musunuz? Kusura bakmayın artık! On iki yıldır, kalbinizin duvarlarını kazımaya çalışmaktan yoruldum, benden bu kadar. Eminim, Ömer’e benden iyi bakarsınız. Sanki o, benden çok size benziyor…”
Babaannem bir perşembe gecesi, kovulmuş şeytandan Rahman’a sığınarak, Kur’an’dan rastgele bir sayfa açtı. Nasibimize, İsrâ Sûresi’nin 61. ayeti çıkmıştı. Babaannem, şeytanın melekut aleminden kovuluşunu anlatan ayetleri okuduktan sonra, odanın kapısına, etrafta bizi dinleyen birileri var mı diye göz attıktan sonra, eğilip fısıltıyla, “Bak Ömer” dedi, “sence de ilginç değil mi? Meleklerin çoğunluğu secde etmişler, bir tek şeytan baş kaldırmış. İnsanların çoğunluğu, bunu hep böyle bilirler; çünkü dünyayı da, siyah ya da beyaz olarak görürler. Halbuki, bir de eşikte duran zihinler vardır. Onlar ne orada ne de buradadır, ya da hem orada hem de buradadır. İşte orada, melekut aleminde de böyle melekler varmış. Bunu bana, büyükbabamın kız kardeşi anlatmıştı. Eşi, Tokatlı bir Yahudi’ydi ve Yahudi tasavvufunda derinleşmişti. Onun söylediğine göre, hem ateşten hem de nurdan halk edilen bir grup melek, insanın yaradılış anında, rabbin emrine ne itaat etmiş ne de başkaldırmış. Tepkisizliklerinden ötürü Rab de onları, sûra üfleninceye kadar, insan kılığında dünyada yaşamaya mahkum etmiş. Sayıca az olan bu eşik melekleri, zamandan ve mekandan azatlarmış. Ne bahtiyar ne de bedbaht olduğuna inanan, hayır ve şerrin ötesine geçmek isteyen insanları, çift kutuplu yaradılış zindanında zaptetmekle vazifeliymişler. Şimdi dikkatle dinle. Benim soyumda, bu lanetli tohumun ruhunda döllendiği çok insan var. Babanda olmadığını en başından anlamıştım. Nasıl desem, Sırrı hep iyi biri oldu; ancak belleği birçok karesi ışık görmüş bir film şeridi gibi. Bu yüzden içeriyi ve dışarıyı bağlantılandırabilme yetisinden yoksun. Ancak sen, sen çocuğum bambaşka bir halsin. Sessizliğin, yersizliğinden. Bağlamını yitirmiş anlamsın sen… Sabırlı ol ama. Gün gelecek topladığın her kırıntıyı birbiriyle ilişkilendirip, muazzam bir kaçış haritası kuracaksın. Yalnız dikkatli ol, eşik meleklerine yakalanmaman lazım. Onlar, her türlü duygunun kokusunu, asırlar ve kıtalar ötesinden bile çok iyi alırlar. Bu nedenle, yöntemini iyi belirle.”
İşte bu yüzden, panayır ateşi bakışlı dostum, elimizde birer kaşık, bizi çevreleyen ne kadar duvar varsa kazıyoruz. Onlar duvar değil aslında, sadece güçsüz örümcek ağları. İçimize zerkedilmiş kronik hayalkırıklığı ve korkudan, sanki hiç yıkılmayacaklar zannediyoruz. Duvarları, sıcak ve karanlık rahimlerimizde kalp atışlarımızın sesiyle salınırken, bizi dölleyen adamı ve taşıyan kadını kederlendirerek hamurumuza kattılar. Ancak neşelen biraz, bir çinekopken ellerinden kaçmayı başarmışsan, bir lüfere dönüştüğünde, sen izin vermedikçe, hiçbir şey yapamazlar.
“Bir keresinde ölmeyi denedim, ama olmadı. Son anda kurtardılar. Ölmek, bu yokuşu tırmanmaktansa, daha kolay bir yol olur sandım. Demek ki bundan o kadar da emin değildim ki, oda arkadaşımın gelmesine yakın bir vakit seçmiş ve odanın kapısını aralık bırakmıştım. Beni bulduğunda, banyonun soğuk zemininde, bakışlarım tavana sabitlenmiş olarak yatıyormuşum. Derin kesikleri olan kol bileklerim iki yanımda, üstüm başım ve beyaz fayanslar kan içindeymiş.”
“Nı…ııı?”
“Çözüm değil biliyorum; ama oldu işte. Bu da denenmiş oldu. Babaannem bana bir şeyi söylemeyi unutmuştu. Belki o da farkında değildi, kim bilir? O an yerde kanlar içinde, damarlarımda yakıcı bir sızıyla yatarken, yaşamayı ne çok sevdiğimi düşündüm. Bence asıl lanet bu. Boşluk müritliğinin ızdırabını dayanılır kılan da, bizim gibi ruhların yanıp yanıp dirilmesini sağlayan da bu karşı konulmaz yaşama sevinci.
“See…see…”
“Üzülme ama, sil gözyaşını. Bunları sen üzülesin diye anlatmıyorum. Anlamanı istiyorum sadece, yolda kendiliğinden bir ölümle huzura çağrılabiliriz, ama senveben yaşamı sevmeye yazgılıyız. Neyse… Bu olaydan sonra, hem kendi özyıkımıma hem de genel olarak eylemin kendisine çok kafa yordum. Biliyor musun nereye vardım? Gayb, evet gayb… Hem intihar eyleminin kendisi hem de herhangi birinin intiharı, her ikisi için de insana söz düşmüyor. Yapılabilecek en doğru hareket, susmak. Böyle düşünüyorum, çünkü arkadaşımın hızla banyoya girip, panik içinde benimle ne yapacağını kestiremediği o aralıkta, ardında eşik meleklerinden biri vardı. Kesiklerimin üzerini, görünmeyen bağlarla sıkarak, kan kaybımı azaltan bir diğeri ise, bilincimi açık tutmam için saçlarımı okşuyordu.”
Bu tecrübe aslında netleşmemiş yöntem arayışımın bir parçasıydı. Yaratılışımız itibariyle diğerlerinden farklı melekelerle donatılmış olabiliriz; ancak yine de peygamberlerle ya da diğer dehalarla karşılaştırıldığında sıradan iki zihiniz. İlahi bilgi bize doğrudan ve apaçık bilinmez. Hiç kutsal kitaplardaki ifadeleri düşündün mü? Hepsi, insanların algı düzeyine göre tasarlanmıştır. Rabbin dili onlara gaybtır. Peygamberlerin zihinleri ise, anlamı bağlamına uygun işleyen çeviri aygıtları gibidir. İlahi sözler, onlara çırılçıplak bilinseler de, insanlara aktarılırken koşullara göre farklı kılıklara bürünürler. Oysa senveben, ne İbrahim’in baltasına sahibiz ne de Zülkarneyn gibi doğru yöntem bilgisiyle donatıldık. Hem onlar korunmuş ruhlar, senveben daha zayıfız, diğerlerinin darbelerine daha açığız. O yüzden öyle korkusuz gözlerle, kalbimiz elimizde dalamayız diğerlerinin arasına. Bu yüzden kaşık bizim için en uygun yöntem. Kimsenin dikkatini çekmeden, usulca o betondan katmanları başlangıca ulaşıncaya kadar kazabiliriz. Boşluğa, unuttuğumuz her ne ise ona ulaştığımızda ise, hep oradaymış gibi olacağız. Ne bir engel, ne bir sarsıntı ne de alışamama korkusu… Bir an önce buradayken, bir kaşıklık bir mesafe sonrasında orada olacağız, düşünsene. Absürd değil mi?
“Ihhh!”
“N’oldu? (Pat, pat, pat) Ayak sesleri, geliyorlar! Eşik melekleri… ÇABUK kaşığını sakla, ÇABUKkk…!”
– İbrahim, al şunun elinden kaşığı çabuk, boğazına sokuyor çabukkk!
– Rahat durmuyor ki, amma da güçlü, önlüğü ver!
– Tamam yakaladım kollarını…Kıl payı kurtulduk, dua et! Başına bir iş gelseydi, o kodaman babası, bizi de Haliller gibi duman ederdi. Geçen sene, sen tut nereden bulduysa artık, bir çakı bulmuş. Bir gece, herkes çekildikten sonra, küçük dilini kesmiş. Sabah bulduğumuzda, ağzı yüzü kan içindeydi. Son anda yırttı anlayacağın. Bir süredir de kaşıklara taktı.
– Neyse, Başhekim görmesin, azarı işitiriz yine. Yap şunun iğnesini de sabaha kadar zıbarsın yatsın yatağında. Yandaki oğlana da bir bakalım. Acıyı hissetmiyor ya bu ibneler, sen tut kendini top gibi duvardan duvara çarp… Haydi oyalanma!
– Tamam, tamam. Sabah olaydı da şu nöbeti devredeydik hayırlısıyla…
‘İbn-i Zerabi’